Fakat eserinizi tanımanızı istiyorum. Hangi hatayı işlediğinizi size hatırlatmak istiyorum. İster kabul edin, ister etmeyin. İsterseniz başkalarını suçlayın. Sebepler deyin, el’âlem deyin, kötü düzen deyin, kötü çevre deyin, kahrolsun kör şeytan deyin; farketmez.

Eserinizin ne mal olduğunu bilmeniz lazım.

Hatanızın verdiği vebâli omuzlarınızda hissetmenizi, bu yükün altında uykunuzun kaçmasını istiyorum. Hatta yemeğinizin zehir olmasını, sorumluluğun sizi bir cendere gibi sıkmasını, vicdan azabının sizi her saat ziyaret etmesini bilseniz ne kadar arzu ediyorum. Pişmanlığın bir hasret gibi dört yanınızı sarmasını, yakıcı bir hayıflanmanın gece gündüz beyninizi kemirmesini istiyorum.

Yanlış anlamayın, size beddua etmiyorum, sizi lânetlemiyorum da. Sadece hatalarınızın karşılığını bulmasını istiyorum, o kadar.

Bu adalet değil midir?

Evet sevgili annem ve babam!

Beni dünyaya getirdiğiniz, yani benim dünyaya gelmeme aracı olduğunuz. Resmi evrakta anne baba olarak sizin adınız geçtiği için böyle diyorum. Gerçek bir ebeveyn olup olmadığınıza kendiniz karar verin. Hem de bana, yani eserinize bakarak. Bana ve yaşadıklarıma, bana yaşattıklarınıza, bana öğrettiklerinize, daha doğrusu öğretemediklerinize bakarak ne kadar ana-baba olduğunuzu söyleyin.

Küçük iken yaşımı saymanız, yaş günümü bir takım saçmalıklarla kutlamanız, beni de bu anlamsızlıklara alet etmeniz benim için hiç bir şey ifade etmiyor.

Anlıyor musunuz? Hiç bir şey...

Katılmıyorum şimdi bu anlayışa, bu saçmalıklara, bu faydasız gösterişlere...

Hatırladığım kadarıyla bedenimi süslü elbiselerle kapatıyordunuz. Diğer yaşdaşlarım gibi bayramdan bayrama değil, sık sık yeni elbiselerim oluyordu. Karnım da doyuyordu bayram gelmeden.

Hepsi kabul...

Ama sonradan anladım ki bunlar bile gösteriş amacı ile yapılıyormuş. Başkalarına hava atmak, başkalarından farklı oluşu vurgulamak, başkalarından daha önde görünme takıntıları imiş.

Çünkü iç çamaşırım kirden görünmezken, bedenim haftalarca su yüzü görmezken, evimiz leş gibi kokarken; bunun gösterişten, bunu hava atmaktan başka ne anlamı olabilirdi ki?

Her ikinizin de süslenmeye ne kadar zaman ayırdığınızı şimdi hatırlıyorum da ne kadar da çok zamanınız varmış diyorum. Hayatınızın çoğu zaten evin dışında geçerdi. Bana ayıracak vaktiniz yoktu ama, kendinizi çevrenize sunmaya zaman ayırırdınız.

Evde olduğunuz vakitlerde, güya bana çaktırmadan birbirinize lâf atar, öteki odaya geçer kavganızı orada sürdürürdünüz. Benim bütün bunları, bu yapmacık yaklaşımları, bu içten olmayan sevgileri, bu sırıtan ilgileri anlamadığımı zannediyordunuz.

Ben nasıl olmazsa önemli değildim. Çocuktum. Bir parça tatlı bir şeye, yeni bir oyuncağa, yeni bir giysiye, televizyonlardaki çizgi filimlere kanabilirdim. Ben nasıl olsa çocuktum. İtiraz edemez, sorgulamayamaz, yanlışı söylemeyemez, işinize karışamazdım.

Ama bilmiyordunuz ki, ben de ağlıyabilirdim.

Ama bilmiyordunuz ki, ben ağlayarak neler neler anlatabilirdim.

Benim de yüreğim vardı. Duygularım, beklentilerim, etkilendiklerim, çocuksu değerlendirmelerim vardı.

Bunları biliyor muydunuz?

Anne! hele sen, hele sen... Hangi hesabın kadınıydın? Neler yapıyordun? Hayatı nasıl anlıyordun?  Neyin peşinde idin?

Ben bütün bunları anlamış değildim. Sen anlamış mıydın? Sen bütün bu soruların cevabını verebilir miydin?

Anne, sen hiç gerçek bir anne olmayı denedin mi?

Biliyorum ki yaşamaya çalışıyordun. Hayatını yaşamak istiyordun. Sana göre buna da hakkın vardı. Belki babamla evli oluşun, ya da benim varlığım senin için bir ayakbağıydı. Bizim yüzümüzden tam serbest değildin. Babamın servetine, yani paralarına ihtiyacın vardı. Bu nedenle onu bırakamazdın. Çaresiz bu sebepten bazı zorluklara katlanıyordun.  Dişlerini sıkıyordun belki de. Günün birinde bir imkan bulabilirsen, babama da bana da tekme vurmaya hazırdın.

Arada bir bana harcadığın zamana, benim için yaptıklarına bunun için isyan ediyordun. Bağırıyordun ve böyle bir durumun çekilmez olduğunu haykırıyordun. Sonra da bana karşı sahte bir tebessüm gösteriyordun. Bunu o zaman anlamadığımı mı sanıyorsun?

Eğer o tebessümler samimi olsaydı, bugün bu mektubu yazmak zorunda kalmayacaktım. Anlıyor musun?

Babam da senden farklı değildi. O da aile denilen ve onun hareket alanını daraltan bağdan kaçmak istiyordu. Bizden kurtulmak istiyordu ama, her nedense ne bunu açıkça söyleyebiliyordu, ne de buna teşebbüs edebiliyordu.

Siz belki de farkında değildiniz; -belki de farkında idiniz de herkes kendi hayatını yaşasın diye bir karar almıştınız, orasını bilmiyorum-, babam istediği gibi hareket ediyordu. Kendi hayatını istediği gibi yaşıyordu. Onun için sınır, ilke, sorumluluk, sınırı aşmamak diye bir şey yoktu. Tıpkı senin gibi hayatı herhalde yeyip içip, istediğini yapabilme olarak görüyordu. Ben çocuk halimle bunu, yani sizlerin halini görüyordum.

Ama, birbirlerine zoraki katlanan, çevreye karşı ayıp olmasın diye birbirlerine tahammül eden, aile sorumluluğu taşımayan kimselere ben ne yapabilirdim ki?

Eli kolu bağlı olmaktan başka, her şeyi içine atmaktan başka, derin düşüncelere dalmaktan başka, hatta bunalıma düşmekten başka...

Günün birinde aranızdan ayrıldım. Bilmem farkında oldunuz mu?

Şurada, yanıbaşımızda, evimizin bir köşesinde terkettiğimiz, yıllarca farkına varmadığımız,  kendi çapında bir kişiliği ve gururu olan bir evladımız vardı, ne oldu, nereye gitti?

Sordunuz mu? Sebebini araştırdınız mı? Kendinize bir pay ayırdınız mı? Sorumlu olduğunuzu düşündünüz mü?

Bilmiyorum.

Ama ben yıllarca süren sahte sevgilerden, yerini bulmayan yarım ilgilerden, gereği yerine getirilmeyen ve gerçekçi olmayan sorumluklardan yorulmuştum.

Gürültüsü kapı aralığından dışarı sıkan tartışmalardan, kavgalardan, söz düellolarından bıkmıştım.

Birbirinize yük olmanız, sizi değil meğer beni yoruyormuş.

Beni okula göndermiştiniz.

Neden? Neyi öğrenmemi istiyordunuz? Derdiniz beni yetiştirmek miydi, yoksa yanınızdan uzaklaştırmak mıydı?

O yıllarda kafam bomboştu. Hatta karmakarışıktı. Hayat hakkında, geleceğim hakkında, olanlarla ilgili hiç bir şey anlamıyordum. Hırçındım, kıskançtım, geçimsizdim, anlayışım kıttı. Arkadaşım yoktu. Çevremle uyum sorunum vardı. Öğretmenleri dinliyemiyordum. Hoş onlar da doğru dürüst bir şey öğretmiyorlardı ya. Onlardan duyduğum yalanlar da, sloganlar da,  içi boş övünmeler de canımı sıkıyordu. Herkese biraz korku, biraz da şüphe ile bakıyordum. O korku içimde sürekli büyüyordu. Kimseye güvenim yoktu. Sanki herkes bana karşı soğuktu. Size de açılamıyordum. Sıkıntımı size de anlatamıyordum. Siz zaten bunun farkında değildiniz. Anlatsam da dinleyeceğinizi, ya da bana yardımcı olacağınızı hiç zannetmiyordum.

Çünkü benim uğraşacak zamanınız yoktu.

Doğru, araba markalarını, kırmızı ışıkta durmayı, yeşil ışıkta geçmeyi, bıçağın sağ elle, çatalın sol elle tutulacağını, yaş günü pastasına şöyle “püf” demeyi sizden öğrenmiştim. Ha bir de küçüklere söz verilmeden konuşmalarının ayıp olduğunu...

Halbuki ben hayatı anlamak istiyordum. Sizi anlamak, size yakın olmak, hayatı sizinle paylaşmak, ya da sizin beni de hayatınıza, değer verdiğiniz şeylerin arasına katmanızı istiyordum. Beni değerli kılacak, zorlukları aşmamı öğretecek, insanlar arasında bana da bir yer kazandıracak, yaşamayı bana sıcak gösterecek şeylere muhtaçtım.

Lise son sınıfa kadar değişen bir şey olmadı. Birbirinizden biraz daha uzaklaştınız. Birbirinize tahammül edemiyordunuz. Varlığınıza zoraki katlanıyordunuz. Tatlı bir sözünüz bile karşıdaki için hakaret gibi oluyordu.

Ama asıl yangın benim yüreğimde idi. Ben bunalıyor, sıkıntı çekiyor, yalnızlığa biraz daha gömülüyordum.

Cesedim evde idi ama ben orada yoktum. Aklım başka yerlerde, hayaller ülkesinde, ötelerde ve gerçekleşmesi mümkün olmayacak beklentilerde idi.

Benimle en fazla kim ilgileniyordu? Anne ve babam mı?

Belki, ama bana öyle gelmiyordu.

Çünkü sonuç ortada idi. Senelerden beri yalnızlığı arkadaş olarak seçmiş, içine kapanık, geçimsiz, uyumsuz, hırçın ve korkak, geleceği hakkında hep kaygılı bir genç kimin eseri olabilirdi?

Beni sokaklar mı yetiştiriyordu?

Benim ruhumun gıdası, kişiliğimi oluşturan maya, bana nasıl davranılmasını öğreten kaynaklar sokakta mıydı?

Beni boş oyunlar, çizgi filmler, maç saatleri mi olgunlaştıracaktı?

Düşünüyordum.

Neyi mi? Her şeyi. Sizi, ilişkilerinizi, evdeki durumunuzu, çevreyi, insanları, okulu, başka çocukları, gençleri, hayatı ve sevgiyi. Yani sizde arayıp ta bulamadığım; ama aradığım, muhtaç olduğum, kişiliğimi oluşturacağını hayal ettiğim, bana kuvvet ve değer kazandıracak sizin sevginizi.

Bazen de ne düşündüğümü bilmiyordum. Sadece düşünüyordum işte. Çünkü düşünmek çoğu zaman arkadaşımdı.

Aklıma siz geliyordunuz. Odamda, yatakta, ya da okula tek başıma gidip gelirken siz gelirdiniz aklıma. Yüzünüzü hatırlardım. Ama ikinizin de yüzü asık ve içten hesaplıydı. Sıcak değildi. O zaman korkardım ve yüzünüze bakmaya cesaret edemezdim. Tıpkı evde, yemekte, pozisyon icabı karşıya karşıya kaldığımız zamanlardaki gibi. 

Bütün anne babalar böyle mi, bütün çocuklar benim gibi diye kendi kendime çok sormuşumdur.

Yıllar geçti gitti. Benim kafamdaki boşluk, hayatımdaki karmakarışıklık, içimdeki sıkıntılar, yalnızlık ve ürpertiler gitmedi.

Asıl öğrenmem gereken şeyleri öğrenemedim. Siz öğretmediniz. Öğrenmem için de bana fırsat vermediniz. Bana insanlığı, hayatın anlamını, insan olarak görevimin ne olduğunu, iyiyi ve kötüyü, faydalıyı ve zararlıyı öğretmediniz.. Beni ihmal ettiniz, beni görmediniz, beni hesaba katmadınız. Benim bir insan olduğumu ve benim de bana göre bir dünyam olduğunu görmemezlikten geldiniz.

Ama insanın için boşluk kabul etmez. Sizin vermeniz gereken şeylerin yerini başkaları, başka şartlar, başka sevdalar doldurdu. Siz benimle ilgilenmediğiniz için ne öğrendiğimin, kiminle ne yaptığımın, hangi alışkanlıkları edindiğimi göremezdiniz. Görmediniz de.

Birileri boşlukta olduğumu, güçsüz olduğumu, dahası sahipsiz olduğumu anladılar ve bana el attılar. Bana arkadaş oldular, benimle ilgilendiler, bana yalnızlığımı unutturmaya çalıştılar. Beni doyurdular ve bana kendilerine göre sahici bir dünya va’dettiler. Hatta beni eğlendirdiler. Gülmeyi unutan yüzümü güldürdüler, nefsimin hoşuna giden şeylerle beni karşılaştırdılar.

Kısaca beni zayıf yerimden yakalayıp avladılar.

Anlıyor musunuz?

Bunun için evden ayrıldım. Nereye gittiğim ise sizi zaten ilgilendirmiyordu. Onların va’dettikleri şey daha canlı, daha hareketli ve daha doyurucu idi.

Artık olayları ve hayatı yorumlamaya başlamıştım. Benim de kendime göre bir hayat anlayışım, bir felsefem ve kişiliğim vardı.

Önceden korkuyla karışık bir nefretle baktığım insanlar arasında düşmanlarım vardı. İnsanın düşmanı olması onu diri tutuyormuş. Ona güç veriyormuş. Onun dikkatli ve uyanık olmasını sağlıyormuş. Ben bu nefretin, bu hıncın, bu intikam duygusunun ne anlama geldiğini çok iyi bilirim.

Çünkü yaşadım, çünkü çocukluğumda tadamadığım sıcak sevgi, gençliğimde nefret olarak karakterime yansımıştı.

Sokaklar, önceden yalnızlığımı, tek başıma oyunlarımı yaşamaya çalıştığım yerdi. Şimdi ise onlara hükmediyorum. Arkadaşlarla beraber sokakları fethetmeye çalışıyoruz. Duvarlar, yollar, haykırışlar, sloganlar, sıkılı yumruklar bizimdi. Caddeler bizim ayak seslerimizle inliyor, kaldırımlar bizim nefretimizle uyanıyor, kalabalıklar bizim naralarımızdan ürküyordu.

Bunun verdiği zevki biliyor musunuz?

Hükmetmek, hakim olmak, üstüne üstüne gitmek, istediğini elde etmek, sözünü dinletmek...

Bunun tadını hiç taddınız mı?

Evet, insanların çoğundan nefret ediyordum. Onlara saygı duymak zorunda değildim. Hatta onları rahatsız etmek hoşuma gidiyordu. Ya bizim istediğimiz çizgiye gelir, bizim ideolojimize boyun eğer; ya da rahatsız edilmeyi hak ederlerdi.

Ben... o içine kapanık, o çekingen ve korkak, o hakkını aramaktan, o itiraz etmekten ürken oğlunuz; şimdi kimseden korkmuyordu. O çocukluğunda korkacağı kadar zaten korkmuştu. Ona korkmayı, ona içine kapalı olmayı, ona itiraz etmemeyi siz öğütlediniz. Ona sevmeyi, ona başkalarının hakkına saygı duymayı, ona iyilik etmeyi, ona başkalarına değer vermeyi, ona gerçeğin ne olduğunu siz öğretmediniz.

Siz bana birgün yaptıklarımın hesabını vereceğimi, herkesin mutlaka günün birinde diğerinden hakkını alacağını öğrettiniz mi?

Beni bu şuurla eğittiniz mi? Ya da böyle bir şeyi akıl ettiniz mi?

Yeni bir dünya kuracaktık dava arkadaşlarımızla, ağbilerimizle birlikte. Sömürüsüz ve hakca bir düzen. Ezilen ve ezenin olmadığı bir hayat tarzı.

Ne güzel hayal değil mi?

İşte bunun için ev ve iş yeri basmayı, haraç almayı, soygun yapmayı öğrendim.

Tuhaf değil mi sizce, hakca bir düzen için haklara saldırmak... Sömürüsüz bir düzen için sömürmek, haraç toplamaya çıkmak... Haksızlıkları önlemek için haksızlık yapmak...

Hayır o zaman benim için bu tuhafın ötesinde bir görevdi. Ben ötesini düşünemezdim, görev bildiğim şeyi yapmalıydım.

Hayret bütün bunlar baba mesleği değildi ama yine yapabiliyordum.

Evden ayrıldığımın kaç ay sonrası idi. İlk cinayet görevini üslendiğim zaman sebebini sormadım. Hatta hiç korkmadım. Bu kutsal bir vazife idi. Bir düşmanın temizlenmesi gerekiyorsa, dava için bunu yapmalıydık.

Ama ben, ama bir başkası, ne farkeder. Hepimiz bu yola kutsal bir görev için çıktık ya...

Bugün yakayı ele verdim. Hızımı kestiler.

Şimdi yaptıklarımın bir kısmının hesabını istiyorlar. Diğerlerini nerede ve ne zaman vereceğim, bilmiyorum.

İçimdeki boşluk hâlâ dolmadı. Susuzluğum bitmedi. Hiç bir şeyle gideremediğim açlığım devam ediyor. Beni hangi çeşme suya doyurur, hangi gıda açlığımı giderir, bilmiyorum.

Yarın için umut var mı?

Yarın tekrar sabah olacak mı?

Bu boğucu hava, bu karanlık, bu ıssızlık sona erecek mi, onu da bilmiyorum.

Bunu size yazıp yazmamakta önce tereddüt ettiğimi söyledim.

Yanınızda iken benimle ilgilenmediniz de; uzakta, demir parmaklıklar arkasında mı ilgilenecektiniz?

Bana zamanında hesap vermeyi, hayatın bir hesabının olduğunu, daha doğrusu iyiyi ve kötüyü öğretmeyen anne-babam bu saatten sonra ne yapabilirler ki? 

İşte eseriniz!

İsterseniz mahkemeye gelin ve eserinizi görün.

Zaten bu mektubu da marifetinizi görmeniz için yazıyorum.

20.4.1995

Zaandam