Dışarıda henüz güneş var. Ama cılız bir güneş. Zira bulutlar bir gelip bir gidiyordu. Güneş onların arasında kendini aradabir gösterse de çok sıcak değildi.

Biraz sonra yavaş yavaş akşam olacak. Burada, yaşadıkları beldede dağ olmadığı için, Güneş dağların arkasında kaybolmuyordu ki “önce gölgeler yayıldı, sonra karanlık birden bastırdı” denilsin. Güneş burada batı ufkuna doğru yavaşça süzülür, batma noktasına doğru iyice yaklaşır. O uzak ufukta geniş kızıl bir tepsi gibi görünür. Biraz sonra da yavaşça kaybolur.

Bakanlar derler ki, “Güneş görünmüyor ama ışığı hâlâ yansıyor. Baksanıza gökyüzü, bulutların arası hâlâ aydınlık.”

Ancak takvime bakanlar, “evet akşam” oldu derler. Demek ki burada Güneş ışıkları temamen kaybolmadan akşam oluyor.

Akşam vakti. Turgut iki saat önce işden geldi. Filiz yemek masasını hazırladı. Birlikte yediler. Turgut “elhamdülillah” dedi. Hanımına “eline sağlık, ne güzel yaptın” dedi ve gülümsedi. Filiz “teşekkür ederim” diye karşılık verdi. Bu kadar, fazla bir şey demedi. Bu Turgut’un dikkatini çkti. Masadakileri mutfağa götürmeye başladı. Turgut ona yardım etti. Birlikte taşıdılar. Her bir şeyi yerine koydular.

Turgut koltuğa oturdu ve tv. açtı. Biraz izledi. Haberleri mi, belki. Gözleri salonda, koltukta Filiz’i aradı. Ama o hâlâ mutfakta idi. Henüz dönmedi. Mutfakta kap kaçak sesi de gelmiyor. Acaba ne yapıyor? İçinden “gelir şimdi” diye geçirdi. Bel ki de bulaşıkları makineye yerleştiriyordur. Belki de eksik kalan bir iş vardır.

Turgut tv.ye bakarken seslendi; “Filiz, çay içelim mi?” Cevap gelmeyince daha yüksek bir sesle: “Filiz, canım, çay içelim mi diyorum?” dedi. Filiz mutfağın kapısına geldi ve “zaten çay suyunu koydum” dedi ve tekrar mutfağa gitti.

Biraz sonra Filiz elinde tepside iki çay dolu bardak, şeker tablası, iki çay kaşığı ile geldi. Onları masanın üzerine koydu. Tekrar mutfağa gitti. Yine üzerinde bir kaç çerez tabağı olan bir tepsiyle döndü.

“Buyur” dedi. Turgut tv.den kafasını çevirdi. Çayını yudumlamaya, çerezlerden atıştırmaya başladı. Filiz’e baktı. Filiz sanki yüzünü öbür tarafa çeviriyor, yüzünü göstermek istemiyordu. “Onda bugün bir hal mi var, bana mı öyle geliyor” diye düşündü. “Filiz, çok teşekkür ederim. Zahmet ettin, eline sağlık. Çayın da bir güzel olmuş. Hani senin demlediğin çayı, seninle birlikte, üstelik o lezzetli akşam yemeğinden sonra içmek, gerçekten güzel, mutluluk verici, şükürler olsun”.

Filiz “bir şey değil canım, afiyet olsun” dedi ama Turgut’a bakmadan. Turgut bunun da farkına vardı. Bu gibi durumlarda gülümseyen, kendisine bakan yüz bu akşam sanki kaybolmuştu.

Turgut yine sordu: “Filiz, bugün rengini biraz solgun gördüm, hayrola bir şey mi var?” Filiz, “yok bir şey belki biraz yorgunluk. Bugün annengile yürüme gittim, biraz bir şeyler aldım, ondandır. Merak edecek bir şey yok” dedi.

Turgut bu cevapla tatmin olmadı. Filiz’in açıklamalarını yetersiz buldu. Zira Filiz ona doğru fazla bakmıyordu. Yüzü de solgun, neşesiz görünüyordu. Üstelik her akşam iş dönüşü yaptığı şakayı bugün yapmadı.

“İşlerine yüreğini de katan adam!”

Ertesi gün Turgut erkenden işe gitti. Kendi arabasıyla. Erken kalkması gerekiyordu. Zira işyeri hem biraz uzak hem de işe erken başlıyordu. Giderken Filiz’i kaldırmadı. Uyandırmaya kıyamadı desek abartı olmaz. Çünkü o Filiz’e çok değer veriyordu. Üstelik akşam onu biraz neşesiz gördü. Acaba bir şey mi var endişelendi. Onu daha fazla üzmemek için üstelemedi. Ancak içi rahat değildi. Mutfakta kendisine azık hazırladı ve yavaşça çıktı. Ama endişeliydi.

Filiz bugün dil kursuna gidecekti. O da az sonra kalktı. Hazırlandı ve kursa gitti. Dil kursu eve çok uzak değildi. Yirmi dakika yürüdükten sonra oraya varabiliyordu. Bu dil kursunu sevmişti Filiz. Zira yetkililer mecbur etmese bile, kendisi içinde yaşadığı ülkenin dilini mutlaka öğrenmeliyim diye düşünüyor, buna mecburuz diyordu. İsteyerek gidiyordu. Dil kursu ortamı da iyiydi. Farklı ülkelerden insanlar vardı. Mekan güzel dizayn edilmişti. Kurs hocası da sevimli, şakacı, işinde usta bir bayandı. Biraz dil öğrendiler ya, kursiyerler adeta “bak ben de bir şeyler öğrendim” dercesine bol bol konuşmak istiyorlardı. Bunu ders esnasında özellikle kurs hocasına göstermek istiyorlardı.

O gün Filiz için geçen haftaki gibi değildi. Üzerinde bir ağırlık vardı. Derse fazla katılamıyor, şakalara gülemiyordu. Arada bir dalıyor, dersin akışını kaçırıyordu. İkinci teneffüse çıkmadı. Masasında oturmaya devam etti. Pencereden dışarı bakmaya başladı. Onun hâlâ yerinde oturduğunu gören sıra arkadaşı bayan, ki iyi anlaşıyorlardı, karşısına geldi. Ona biraz baktı ve “neyin var, canın sıkkın duruyorsun” diye sordu. Filiz, “ilgine teşekkür ederim, bir şey yok, geçer” dedi. Ona baktı, gülümsemeye çalıştı. Ama gülümsemesinde bile sanki bir yorgunluk hissediyordu.

Turgut, akşam yemeğinde Filiz’in yüzüne daha bir baktı, tekrar baktı. Filiz ise yüzünü saklamaya devam etti. Yine neşesizdi, yine fazla konuşmadan rutin işleri yapıyordu. Turgut “Filiz, canım, pek neşen yok, bir şey mi oldu, bir şeyin mi var?” dedi.

Filiz, “merak edilecek bir şey yok, kursa gittim ya, galiba derse kendimi fazla verdim. Biraz yorulmuş olabilirim, ondandır” dedi. Turgut, ona baktı, bu cevabı yetersiz buldu. Zira Filiz bunu derken de sanki yüzünü  göstermemeye çalışıyordu.

Aradan bir kaç gün geçdi. Filiz haftada üç gün dil kursuna gidiyordu. Turgut ise beş gün işe gitmek durumunda idi. Hafta sonu oldu. Cuma akşamı. İş dönüşü Turgut eve pek bir düşünceli geldi. Kapıyı açtı, ayakkabılarını çıkarıp yerine koydu. Salona girdi, hanımıza selâm verdi. Filiz onu ayakta karşıladı, selâmını aldı ve “hoş geldin, bugün nasıl geçti” diye sordu. Turgut “her zamanki gibi, iyi geçti, özel bir gelişme yok” dedi. Onun da neşesiz olduğu belliydi.

Filiz onu karşıladıktan sonra koltuğa oturdu. Turgut onu takip etti. Onun cidden yorgun, halsiz olduğunu görüyordu, her ne kadar kendisi bir şey yok dese de, “bir şey var, var da bu kadın ya benden saklıyor, ya da kendisi durumunun normal olmadığını anlamıyor” diye düşündü.

Halbuki önceleri kendisini ayakta karşıladıktan sonra yüzü güleç, canlı, daha bir canlı, daha neşeli olurdu. Turgut her ne kadar kendisi için ayağa kalkmasını istemese de eşi onu çoğu zaman ya kapıda, ya salonda ayakta karşılar, hoş geldin derdi. Bu sefer de öyle yaptı. Ama hemen gidip koltuğa oturdu. Turgut bunu farketti. Yok yok bir şeyler var, var da bu kadın niye söylemiyor.

Cesaret edip sordu: “Filiz, canım, neyin var, rengin bugün daha da soluk, bugün daha bir yorgun görünüyorsun”. Filiz yine “endişe edecek bir şey yok, he zamanki halim” dedi.

Filiz aslında aşırı bir yorgunluk ve halsizlik hissediyordu. Ama üzmemek için bunu Turgut’a demek istemiyordu. Üstelik bu yorgunluk ve halsizlik giderek artıyordu. Karnının sağ tarafında bir sancı kendini hissettirmeye başlamıştı. Geçer diye beklerken hafif de olsa devam ediyordu. Bunu da elbette Turgut’a demiyordu, hatta o anlamasın diye canlı, neşeli, dingin görünmeye çalışıyordu. Bu da her zaman başarılı olamıyordu. Zira o da son günlerdeki durumunun az çok farkında idi.

Hafta sonu. Beraber dışarı çıktılar. Alış-veriş yaptılar. Arakadaşlarla karşılaştılar. Selâm verip ayak üstü muhabbet ettiler. Akşam da Turgut’un annesine gittiler. Filiz, hâlâ durgundu, yavaş hareket ediyordu, yorgundu ve rengi soluktu.

Kayınvalidesinde misafir gibi davranmaz, hemen işe koyulur, yapılacak bir iş varsa yapardı. Bazen yemek yapar, sofrayı (masayı) hazırlar, toplar, bulaşıkları hallederdi. Gerekirse evin tozunu alır. Çay yapar getirirdi. Bu gibi işlerden hiç üşenmez, ben niye yapıyorum demezdi. Turgut’un anne babasına saygıda kusur etmezdi. Bunu onlara veya kocasına şirin görünmek için değil, içinden gelerek yapıyordu. Bu hamaratlık, işini zamanında yapmak, başkasına yardımcı olmak onun adeta karakteriydi. Bu durumdan kendisi de , Turgut da, yakın çevresi de memnundu. Üstelik bu gibi şeyler ona mutluluk veriyordu.

Ama bu akşam, alışıldığı olmadı. Fazla bir şey yapmadı. Yapılacakları daha çok evdeki görümcesi yaptı. O kendini yorgun hissediyor, fazla hareket etmek içinden gelmiyordu. Kayınvalidesi bunun farkına vardı ve “Filiz, kızım neyin var, iyi görünmüyorsun. Rengin soluk, eski neşen yok gibi. Bir şey mi oldu?” diye sordu. Filiz, “yok ana, yok bir şey, her zamanki halim” dedi. Kayınvalide “hayır, her zamanki halin değil, hatta normal değilsin, ev doktoruna gitseydin, gitmedin mi?” Filiz “hayır gitmedim, lüzum yok geçer diye düşünüyorum” dedi. Kayınvalide “olur mu öyle şey, geçer diye düşünmek yanlış. Hadi kızım bir görünüver  doktora, belki bir şey yapar” diye üsteledi. Filiz, “bakarım” deyip geçiştirmek istedi.

Öte taraftan kayınbaba “tabii tabi, kızım iyi görünmüyorsun, git ev doktoruna. Uzakta değil, pahalı da değil, evin yakınında” dedi. Turgut “baba ben de kaç günden beri soruyorum, neyin var diye, ama hep bir şeyim yok diyor.” Kayınvalide “oğlum o lüzum yok dese de sen onu Pazartesi hemen ev doktoruna götür” diye tembihledi.

Ertesi gün Filiz’in yorgunluğu, yüzünün solukluğu, kimsenin göremeyeceği sancısı artmaya devam etti. Şimdi karnındaki ağrıyı daha net hissediyordu. Bu arada Turgut bir kaç defa daha Pazartesi doktora gidelim diye tektrar etti. Sonunda Filiz olur dedi.

Pazartesi sabahı ev doktoruna gittiler. Kendilerinden önce beş kişi vardı. İyi, daha fazla beklemeyiz diye düşündüler. Sıra kendilerine geldi. Turgut durumu kısaca izah etti. Doktor Filiz’e bazı sorular sordu. O da son günlerde hissettiklerini becerebildiği kadar anlattı.

Doktor onu dikkatlice dinledi. Sonra “hastahaneye havale edeyim, özel bölüme, sizi orada muayene etsinler. Yalnız randevüyü kendiniz almanız gerekir” dedi. Ellerine bir de kan tahlil formülü verdi. Bu tahlili randevü gününden önce yaptırın. Hastahanede ve daha bir çok sağlık merkezinde ücretsiz yaptırabilirisiniz” diye ekledi.

Doktora teşekkür ettikten ve iyi günler dedikten çıktılar. Sonra eve döndüler. Turgut hemen hastahaneye, ilgili bölüme telefon etti ve on gün sonrası için randevü aldı. Daha erken olmaz mı diye ısrar ettiyse de, çok sıra var dediler.

Çaresiz on gün sonrayı beklediler. Bu arada Filiz’in halsizliği ve sancısı daha da arttı. Rengi daha da soluklaştı. Onun rahatsız olduğunu, bir yerinin ağrıdığını Turgut hareketlerinden, kıvrandığından anlıyordu. Tabi hergün hal ve hatırını soruyordu. O her ne kadar iyiyim dese de durumunun kötüye doğru gittiğini görüyordu.  

Ongün sonra yaşadıkları şehirdeki hastahaneye gittiler. İlgili doktor Filiz’i muayene etti. Uzun bir formül verdi. “Bunu doldurun, yarım saat sonra tekrar görüşelim” dedi. Turgutla birlikte doldurdular. Filiz’in önceki sağlık durumu hakkında, sigara içip içmediğine, spor yapıp yapmadığına, anne basının hangi hastalıkları geçirdiğine kadar detaylı bir soru.

Yarım saat sonra doktor onları tekrar odasına aldı. Formülü teslim ettiler. Buyurun oturun dedi. Sonra da biraz tereddütten sonra Filiz’in hasthaneye yatması gerektiğini, geniş bir muayene için buna ihtiyaç olduğunu söyledi.

Filiz’in ister istemez gözleri yaşardı. Turgut, şaşırdı, öylesine baktı durdu bir müddet. Sanki duyduklarına inanmadı. Doktor kendisinin yatma işlemlerini halledeceğini, onların dışarıda rahatça beklemelerini, panik yapmamalarını, hastahane olarak ellerinden geleni yapacaklarını, umutlu olmalarını tavsiye etti.  

Filiz yaklaşık bir ay hastahanede kaldı. Kendisine farklı tedaviler uyguladılar. İlaçlar verdiler. Sonra onu başkentteki daha modern, daha büyük ve daha uzman doktorları çalıştığı akademi hastahanesine aldılar.

Oradaki tedaviye rağmen Filiz’de bir düzelme görülmedi. Durumu her gün biraz daha kötüye gitti. Zayıfladı zayıfladı, iki ayın sonunda adeta iğne ipliğe döndü. Turgutun, anne babasının, arkadaşlarının ziyareti, telaşı, üzülmeleri bir şeyi değiştirmedi.

Bir ay sonra ilgili doktorlar Turgut’u çağırdılar. Öncelikle metanetli olmasını, söylecekleyeceği gerçeği kabullenmesini, panik yapmamasını söylediler. Arkasından  onu sarsan gerçeği haber verdiler: Filiz için her şey yapıldı. Ellerindeki bütün tedavi imkanları devreye sokuldu. Ancak hastalığın iyi olması bir tarafa daha da ilerledi. Filiz bundan sonra bir kaç ay daha yaşar veya yaşamaz. En iyisi onu evine, ya da ülkesine götürmek. Son dönemini rahat geçirsin diye.”

Turgut düşmemeye, panik yapmamaya ve kendini biraz toparlayarak doktorlaraa; “Ah ne olur, başka bir tedavi yöntemi yok mu, başka bir ilaç yok mu? Bir başka ülkede bunun bir çeresi bulunamaz mı? Ne olur bir şeyler yapın” dedi adeta yalvarırcasına. Doktorlar kafalarını salladı ve “artık tıbbın yapacağı bir şey yok” diye eklediler.

 Turgut şimdi ne yapsın? Günlerden beri devam eden üzüntüsü daha da arttı. Günlerden beri umutla bekliyorken böyle bir sonuçla karşılaşmak gerçekten acıtıcı idi. Doktorların odasından çıktı, bir pencerenin yanına geldi. Kafasını pencere pervazına dayadı. Dışarıya baktı, baktı. Dışarıda hafif bir yağmur vardı. Gökyüzü bulutlu idi. Ama ona göre dışarıdaki bulutlu değil, yağmurlu deği, düpedüz kara idi, karanlık idi. Kendisi de artık karamsar idi, tıpkı dışarıdaki hava gibi. Tıpkı şu an yüreğine çöreklenen umutszuluk, üzüntü ve kara haber gibi.

Ne desin, kendisine bu gerçeği, bu kara haberi veren doktora mı kızsın, “bu bir alınyazısıdır” diyenlere mi?

“Bu genç yaşta nedir bu başımıza gelenler mi desin, “ah kara bahtım kör talihim” mi desin?

“Keşke zamanında memlekete gitseydin, oradaki doktorlar bu gibi hastalıklardan daha iyi anlayanlar” diyenlere, “haklısınız, zamanında düşünemedik” deyip hayıflansın mı, “sabret kardeşim, başa gelenlere sabredilir diyenleri mi” dinlesin?

Yoksa Filiz’in yanına gidip ona sarılarak “o kadersizim” deyip hüngür hüngür ağlasa mı?

Ya da doktorlara; “beceriksizler, elinizden bir şey gelmiyor. Burada boşuna para alıyorsunuz” diye çıkışsa mı?

“Lanet olsun bu hastahaneye, lanet olsun tedavi yöntemlerine, lanet olsun ilaçlarına, verecekleri dermana” şeklinde avazı çıktığı kadar bağırsın mı?

Bütün bunların fayda vermeyeceğini biliyordu Turgut. Her ne kadar üzülse de, bu ağır deneme ile karşı karşıya gelse de, başa gelen çekilir misali, sabretmekten başka çaresi yoktu. İnsan genç yaşta da hasta olabilirmiş. Hatta insan genç yaşta da ölebilirmiş. Nitekim geçen aylarda komuşunun yirmibeş yaşlarında bir oğlan çocuğu ölmüştü.

Turgut Filizle ilgili duyduğu bu gerçekle sarsılsa bile ona göre elden gelenin yapıldığını, mevcut tıbbi imkanların seferber edildiğini, dolaysıyla görevini yaptığını düşünüyordu.

Daha kısa süre önce evlenmişlerdi. Kaç sene oldu. Üç sene kadar önce. Memleketten. Öyle nesipmiş. Vize alıp onun buraya gelmesini sağlamak, sonra da oturum almak zor olsa da, iyi bir yuva kurmuşlardı. Çok mutlu idiler Filiz ile. Bu üç sene zarfında bir kaç defa münakaşa etseler de birbirlerini kırmadılar. Sevdiler birbirlerini. Uyumlu eşler oldular. Birbirlerinin haklarını olabildiği kadar korudular.

Ama şimdi. Bu üç yıllık evlilik bir tatlı rüya gibi geldi, geçti. Bu tatlı rüya bitmek üzere. Hayaller bitmek üzere. Turgut’un hayatında farklı olan bu güzel sahne kapanmak üzere. Yüreğinde saklı bu hoş bahçeye sonbahar gelmek üzere.

Doktor öyle dedi. Bir kaç ay daha yaşar veya yaşamaz.

Eyvah, doğru mu doktor dediğin?

Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?

Nereden biliyorsun? Kimin ne zaman öleceğini Allah’tan başka kimse bilemez, anladın mı?

Hem insana, nasıl, “ey arkadaş hanımın bir ay sonra ölecek” dersin? Yahu bunu nasıl bu kadar kolay diyorsun? Sen de vicdan yok mu? Sen hiç sevmedin mi? İnsan sevdiğinin hakkında böyle bir şey duyduğu zaman neler düşüneceğini, ne hallere düşeceğini hesap ettin mi?

Bütün bunları düşünse de, aklından geçirse de, sonuç değişmeyecek, biliyordu. Bir gerçek karşısında idi. Filiz’in sağlık durumu ortada. İki ay içinde ne kadar zayıfladığı, acı çektiği, ağrılarla mücadele ettiği ortada. Artık yapılacak bir şey yok, sonuca, ilâhi takdire razı olmaktan başka. İnanan bir insan Allah’ın takdirine razı olur. Demek ki Filiz’in dünyadaki nasibi bu kadarmış. Ayrılmak acı da olsa, bu mutlak gerçeğe teslim olmak gerekir.

İyi de bunu Filiz’e nasıl anlatacak? Çevresine nasıl anlatacak?

Yok, yok... Filiz bunu duymamalı. Doktorların kendisine bir sır verdiğini anlamamalı. Zira anlarsa daha fazla çökebilir, daha fazla üzülebilir.

Hüznünü, göz yaşlarını saklayarak Filiz’in odasına girdi. Adeta çocuk gibi yatağın ortasına kıvrılan Filiz’e; “Filiz, canım, doktor ülkemize gitmeye ve orada tedaviye devam etmeye izin verdiler. Ne dersin gidelim mi ülkemize? Belki oradaki tedavi sana daha gelebilir? Belki daha iyi sonuç alabiliriz? Hem bizim memleket, havası bile sana iyi gelir? He, ne dersin?” dedi. Filiz, “cılız bir sesle “sen bilirsin” dedi.

Turgut anne babasına gerçeği anlatmadı. Sadece doktorların başka yerde tedavi için izin verdiklerini, hatta tavsiye ettiklerini söyledi. “Bu yüzden en iyisi bizim ülkemize, memlekete gitmek” dedi. “Havayolu yerine araba ile gitmek daha uygun” diye de ekledi. Anne-babası üzülseler de itiraz etmediler, “git oğul, git, bir de orada gidin doktora, belki bir faydası olur” dediler.

Turgut’un arabası uzun yola gidecek kadar güçlü ve büyüktü. Hemen hazırlıklara başladı. Kısa sürede izin işinin  halletti, arabaya bakım yaptırdı. Yol sigortası, hazırlığı yaptırtı. Arabanın arka koltuğunda Filiz’e bir yer yaptı. Burada rahat rahat gidebilirdi.

Filiz zayıflamıştı ama hala yavaş da olsa yürüyebiliyordu. Turgut’a göre bu haliyle iki, üç gün araba yolculuğu yapabilirdi. Filiz de onay verince kısa sürede hazırlandı, herkesle vedalaşıp yola koyuldular. Arkadan onları yaşlı gözler ve dualı dudaklar takip etti. Hayırlı yolculuklar, hayırlı şifalar dilediler.

Turgut yaklaşık üç günlük bir yolculuktan sonra Adana’ya geldi. Orada evleri vardı. Hemen Filiz’i eve çıkardı. Odada bir yatak yapıp yatırdı. Kendisi üç günden beri yorugun olsa da, uykusuz kalsa da, asıl Filiz’in bu haline üzülüyordu. Neyse ki yorucu da olsa uzun bir yolculuktan sonra sağ salim eve geldiler.

Turgut yola çıkmadan Adana’nın köyündeki bazı akrabalarına Filiz’le yola çıkacağını, Filiz’in hasta olduğunu haber verdi. Turgut’un büyük ablası, halaları, teyzesi, Filiz’in  anne-babası, kız ve oğlan kardeşleri ertesi gün geldiler. Hoş geldin ettiler. Özellikle annesi çok üzüldü ama bunu Filiz’e belli etmemeye çalıştı. Diğerleri de sakin olmaya, onun yanında ağlamamaya dikkat ettiler. Bunun Filiz’i üzeceğini, hastalığını artıracağını biliyorlardı. Her zaman olduğu gibi normal bir şekilde” hoş geldiniz” dediler, sevinçli olduklarını belli etmeye çalıştılar.

Ancak Filiz’in odasından çıkanlar ah vah edip ağladılar, kederlendiler, dua edip şifalar dilediler. Öyle ya geçen sene izine gelen, dalyan gibi, sağlıklı, güzel ve neşeli Filiz gitmiş, onun yerine Filiz’in kılığında adeta çocuklaşmış, çökmüş, bitmiş bir başkası gelmişti. O Filiz’e ne olmuştu acaba? Nereye gitmişti, o delikanlı kız? Üzülmemek mümkün değildi.

Turgut hemen ertesi gün Filiz’i önce Adana’da hastahaneye götürdü. Tahlillerden, röntgen çekiminden ve sıkı bir muayeneden sonra hastahane doktorları da geldikleri ülkedeki doktorların aynısı dediler. Yapacak bir şey yok. Hastayı yatırmaya ve edavi etmeye gerek yok, herşey bitmiş dediler.

Tabi onlar bunu kolaylıkla söylediler ama, Turgutun ne hâllere düştüğünü, umutlarının tükendiğini, sarsıldığını, dünyanın başına yıkıldığını görmediler.

O yine de pes etmedi. Akrabalarına ve bazı dostlarına sordu. Onlar şehirde bir uzman doktoru işaret ettiler. Ertesi gün de ona gitti. O doktor da baktı, dinledi, raporları inceledi. Ve aynı şeyi Turgut'un kuşağına fısıldadı.

Turgut tekrar üzüldü, hüzünlendi, sarsıldı. Omuzlarına sanki taşıyamaycağı bir ağırlık çöktü. Ümit ışığı söndü, beklentileri kâbusa döndü. İçinden hıçkırdı, inledi, vay dedi durdu. Ama bunu Filiz’e belli etmemeye çalıştı.

Yapacak bir şey kalmamıştı Turgut için. Sınırsız bir kederle köye dönecek, acısını içine gömecek ve sessiz, tevekküle hanımının gözünün önünde erimesini bekleyecekti.

Filiz de doktorların dediklerini duymasa da belli ki bir şeylerin farkında idi. Sessizce kaderine razı görünüyordu. Artık ağrılardan, yorgunluktan, acılardan şikayet etmiyordu. Belki bütün acıları ve ağrıları içine gömüyordu. Belki de o da Turgut’un, anne babasının akrabaların üzülmesini istemiyordu.

Ama iş olacağına varacaktı.

Turgut, Filiz son günleri ya, ona iyi davranıyor, güzel hizmet ediyor, “her istediğini karşılarım, yeter ki iste” diyordu. İyi de Filiz bu saatten sonra ne isteyebilirdi ki?

Adana’dan köye dönerken yol yavaşça yükseliyor, yayla gibi bir düzlükten geçtikten sonra alçak bir dağ yamacındaki köylerine kavuşuyordu. Bu düzlük alabildiğine yeşil, otlu ve çeşit çeşit çiçeklerle dolu idi. Yol üzerinde bir çeşme gördüler. Turgut, “Filiz, burada inelim mi? Hem çeşmeden su içeriz, hem de çiekleri koklarız. İyi olur değil mi, çoktan beri yayla çiçeği koklamamıştık” diye sordu. Filiz cılız bir sesle yine “sen bilirsin dedi.

Çeşmenin yanında indiler. Turgut Filiz’i arabadan indirdi. Birlikte çeşmeye, yaylaya, çiçek tarlasına, uzaktaki alçak dağlara baktılar. Kimbilir neler düşündüler. Bir şey demeden, konuşmadan... Öylece biraz kaldılar. Sonra Filiz “Turgut, yoruldum beni oturt bir yere” dedi. Turgut hemen araadan bir minder getirdi ve onu çeşmenin yanında hafif bir tümseğe oturttu. Sonra bir bardak aldı, onunla Filiz’e su verdi. Filiz ncak bir kaç yudum içebildi.

Turgut o suyunu içerken, “ne güzel bir yer değil mi Filiz, baktıkça insanın için açılıyor. Şu çiçeklerin çeşitliliğe bak, şu güzelliğe bak. Bayılıyorum. Hepsi senin gibi filiz, ya da hepsi filizlendiketen sonra boy attılar, çiçek açtılar” dedi. Filiz “öyle” dercesine başını salladı. Başka bir şey demedi. Önlerine serili bu güzellik tarslasını seyretmeye devam etti.

Onlar böyle etrafa bakarlarken uzaktan yürüyerek bir ihtiyar geldi yanlarına. Selâm verdi. Dineldi, sonra da Filiz’e dikkatli dikkatli baktı. Filiz’in hasta olduğu anladı ki sordu: “Ne oldu bu kızımıza böyle? Geçmiş olsun.” Turgut sağol, teşekkür ederim” dedi. Filiz ise sadece adama baktı, dudakları kıpırdadı. Belli ki o da sağol dedi ama bunu sesli söylemeye takati kalmamıştı.

Turgut olanı biteni anlattı ama doktorların son dediğini anlatmadı. Filiz’in duymasını istemiyordu. Beş on metre uzakta bir çiçeği işaret ederek ona doğru yürüdü. İhtiyar da arkasından geldi. Turgut, Filizin artık az bir kaç ay ömrü kaldığını alçak bir sesle söyledi.

İhtiyar onu dinledikten sonra dedi ki:

-“Bakınız, çıkmayan canda umut vardır derler büyüklerimiz. Şifanın nerede, hangi ilaçta, hangi nebatta olduğunu Allah’tan başka kimse bilemez. Üstelik her derdin bir dermanı vardır. Allah dermansız dert yaratmamıştır. Şimdiye kadar yapılan tedaviler olumlu sonuç vermese de, derman aramaya devam etmelisiniz. Allah’tan ümit kesilmez. Ecel gelmeyince de kimse ölmez. Eceli de kimse bilemez. Bak bu yaylada çok şifalı bitkiler, çiçekler var. Bana müsaade edin ben onlardan biraz toplayıp size vereyim. Deneyin, belki bir faydasını görür hanım kızımız.”

İhtiyar etraftan ot ve çiçek toplamaya başladı. Turgut gelip Filiz’in yanına oturdu. İhtiyarı izlemeye devam ettiler. İhtiyar belli ki bu işin uzmanı, her çiçeği almıyor, biraz dolaştıktan, çiçekleri, otları dikkatli inceledikten sonra seçip alıyordu.

Bu bir müddet sürdü. İhtiyar metrelerce uzaklara gidip, uygun bulduğu çiçek ve otlardan biraz getirdi. Kucak dolusu değilse epey getirdi ve Turgut’a uzattı. “Adını bağışla genç” dedi. Turgut. “Bak Turgut kardeşim, bunları özenle seçtim, dedim ya bunlar bu yaylada bulunur. Şifalıdırlar. Her derde devadır demiyorum ama bazı hastalıklara iyi geldiğini tecrübe ettik. Bunları götür her gün bir elçim kaynat, suyunu soğuttuktan sonra kızımız günde üç defa içsin. Buna günlerce devam edin. Bıkmayın, ta ki bunların hepsi bitene kadar.”

Sonra da Allah şifa versin deyip uzaklaşıp gitti. Turgut teşekkür ederek güle güle dedi. Ve arkasından tebessüm etti.

Turgut’un hiç umudu yoktu ama ihtiyarı kırmak istemedi. Boşuna yoruluyorsun, en modern hastahaneler, en uzman tabipler bile bir şey yapamadı da senin üç beş dağ çiçeğin mi bir şey yapacak diyecekti. Vazgeçti. Bir defa denemeden ne çıkardı diye düşündü ve ihtiyarın duasına amin dedi.

Turgut köye geldikten sonra ihtiyarın dediklerini aynen uygulamaya başladı. Üç gün, beş gün, bir hafta. Aha aha derken, o da ne? Turgut bir de baktı  ki Filiz’de hafif bir iyileşme var. Mesela bir yudum su içmekte zorlanan Filiz artık bir kaç yudum içebiliyor. Son günlerde hiç yemek yemezken, şimdi, bir kaç bir kaç lokma almaya başladı.

Aman Allahım, bu ne güzel bir gelişme, ne sevindrici haber.

Bu çiçeklerin suyunu içmeye başlayalı bir hafta on gün oldu, Filiz artık bir şeyler yiyor, içiyor, ayağa kalkıp tuvalete gidebiliyor. İnanılmaz. Tam umutlar bittti derken.. Yoksa umutlar yeniden yeşeriyor mu? Bir mucize mi gerçekleşiyor? Turgut bir taraftan seviniyor, bir taraftan şaşıyordu. Filizdeki bu az biraz değişiklik bile ona çok büyük bir gelişme, bir mucize gibi geliyordu.

Aradan bir ay geçti. Filiz büyük oranda düzeldi. Artık normal yemeğe ve hareketlere, yavaş yavaş kendi işini görmeye başladı. Bir buçuk, iki ay sonra yüzde yüz olmasa da büyük oranda sağlığına kavuştu. Yani ifakat buldu.

Kimse inanamadı. Herkes hayretler içinde kaldı. Ama gerçek ortada idi. Ölmesi beklenen Filiz ölmedi ve iki ay içinde epey iyi oldu.

Evet, bir ihtiyarın topladığı yayla çiçekleri Filiz’in hastalığına iyi geldi.

Turgut çok sevindi. Sevincinden göklere uçtu dense yanlış olmaz. Şükretti, şükür secdeleri yaptı. Filiz de olanlara inanamadı ama, işte gerçek ortada. İşte tekrar epeyce düzelmişti.

Turgut o ihtiyarı arayıp teşekkür etmek istedi. Arabasıyla o yaylaya gitti, bulamadı. Komşu bir kaç köye gidip sordu. Tanıyan çıkmadı. Ya da kendisi ihtiyarı tam tarif edemedi. Sözün özü ihtiyarı bulamadı ama bu Allah’ın bir lütfu, ikramı dedi. Bu bir ilâhi bağış dedi. İhtiyar ve yayla çiçekleri, tanıdıkların duaları demek bir sebepmiş diye düşündü.

Eh, Filiz ölmediğine ve sağlığına kavuştuğuna göre artık, oturdukları ülkeye dönebilirlerdi. Artık şimdi eve dönme zamanı.

Gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra arkada sevinçli yakınları, arkadaşları bırakarak, kendileri de sevinçli, mutlu bir şekilde yola koyuldular. Sağ-salim bu ülkedeki evlerine geldiler. Onların dönüşü ve Filiz’in sağlığına kavuşması ile Turgut’un anne-babası, kız kardeşi, arkadaşları çok sevindiler. Bayram ettiler, şükürler olsun dediler. Onların sevincin biz bu satırlarda anlatamayız.

Bir  kaç gün sonra Filiz’e ölüm raporu veren doktorların kapısına geldiler. Normalde randevülü gelmeleri gerekirken süpriz yapalım dediler. Kapıyı çaldılar. Gel deyince içeri girdiler.

Oda da bir doktor vardı. Filiz’i karşısında sapasağlam görünce şaşırıp kaldı. Hani az kılsın küçük dilini yutayazdı derler ya öyle.

Şaşkınlığı geçtikten sonra “bu, bu, nasıl olur?” İnanılmaz, gerçekten inanılmaz. “Sen Filiz misin?” “Evet ben Filizim.” “Hani bir kaç aylık ömrü kaldı dediğimiz Filiz mi?” (Demek ki iyi olduktan sonra Turgut her şeyi ona anlatmış)

“Evet o Filiz. Görüyorsunuz, ölmedim, sağlamca karşındayım” dedi. Doktor, “durun arkadaşları da çağırayım, onlar da bu inanılmaz mucizeyi görsünler” dedi. Doktor diğer arkadaşlarını da çağırdı, hani birlikte Filiz’e ömür biçenleri. Birisi geldi, diğeri başka bir yerde imiş, gelemedi. O gelen de Filiz’i görünce şaşırdı, inanılmaz dedi. Sordular; “ne oldu, nerede ve nasıl tedavi oldu, hangi ilaçları kullandı ki böyle sağlığına kavuştu.” “Zira elimizdeki tıbbî imkanlara göre o hastalıktan kurtulmanın imkanı yoktu” diye eklediler.

Turgut olanları tek tek anlattı ama doktorların şaşkınlığı bir türlü geçmedi. Öyle ya modern tıbbın iyi edemediği bir hastayı bir kaç dağ çiçeği, bir kaç ot mu mu, dua mı iyileştirdi? Onlar ne kadar böyle düşünürlerse düşünsünler, ne kadar şaşırırsa şaşırsınlar; sonuç ortada idi. Filiz iyi oldu, düzeldi ve normal hayatına devam etmeye başladı.

Turgut’u ve Filiz’i tanıyanlar diyorlar ki her ikisi de hâlâ bu şehirde oturuyorlar. Her şey yolunda. İki tane de çocukları oldu. Şimdilerde mutluluklarına diyecek yok.

 

Hüseyin K. Ece

13.04.2018

Zaandam