Büyük kardeşim Ömer Ece anlatmıştı:

Kendisi 1982-1984 yılları arasında Iğdır’da Müftü olarak bulunduğu sırada aşağıdaki olay gerçekleşti.

 

"Iğdırlı vatandaşın biri hanımını yanına alarak çarşıya alış-verişe gider. Her Iğdırlı gibi. Bu gayet doğal, sıradan bir şey. Herkes ihtiyaçlarını karşılamak için çarşıya çıkar, çocukluğundan beri bildiği, aşina olduğu çarşıları gezer, belki de yıllardan beridir tanıdığı esnafa selâm verir, alacağını alır ve evine döner.

Anlatacağım mesele elbette bu değil. Bir Iğdırlının çarşıda dolaşırken başına gelenler. Bilindiği gibi ülkemizin her tarafında yöresel kıyafetler vardır. Bunların bir kısmı diní inançtan dolayı giyilir bir kısmı ise geleneksel, o beldeye mahsus giysilerdir.  O beldelerin erkeği, kadını asırlardan beri o kıyafetleri giyerler, o kıyafetlerle rahat ederler, onlarla kişilik bulurlar. O kıyafetlerle kimseyi rahatsız etmedikleri gibi, özellikle birilerine inat olsun, bir yerlere karşı gelmek için de giymezler. Bu olay temamen tabii bir olaydı.

Ama birileri tek tipçi kafa yapısına sahip olduğu için, tepeden inme halkın kıyafet zevkine ve geleneğine müdahele etmeyi ilericilik, hatta kalkınma sayma gibi geri zekâlılığa baş vururlar.

İşte onlardan biri. Sahip olduğu makamı, yani halka ait olması, halkın hizmetinde olması gereken makamı vatandaşa hakaret, işkence ve eziyet etmenin vasıtası yapanlara tipik bir örnek. Ya da kendi insanını küçük görüp ona emretmeyi, onu değiştirmeye kalkmayı, ona sıkıntı vermeyi, onun zevkine müdahele etmeyi memur olduğu için kanuna dayandırmaya çalışan ilginç bir jakoben tip...

Iğdırlı vatandaş hanımıyla çarşıda dolaşırken karşısına birden bir kaç kravatlı çıkar. İçlerinden biri öfkeli, abus çehreyle, buyurgan bir eda ile Iğdırlı’nın hanımına çıkışır:

-Sen bu kıyafetle çarşıya çıkamazsın. Bu kıyafetin inkılap kanunlarına aykırı ve yasak olduğunu bilmiyor musun?

Hanım vatandaş koyu siyah, biraz da yöresel bir dış elbise giymişti. Bu kıyafet te adamın dikkatini çekmiş. 

 Iğdırlı ister istemez böyle bir müdahele ile birlikte şaşırmış, afallamış, iki dudağı kıpırdamış ama önce bir şey diyememiş. Böyle bir şey hayatında ilk defa başına geliyormuş. İnanır gibi değil; Iğdır’da sokağın ortasında yabancı bir adam kibirli ve emredici bir tavırla kendi ailesine müdahele ediyor. Hiç olacak şey mi?

Şaşkınlığı geçince demiş ki:

-Sen kimsin, necisin ki başkasının özel hayatına, kılık kıyafetine karışıyorsun?

Adam demiş ki;

-Ben devletin savcısıyım. Bunun üzerine Iğdırlı şöyle cevap vermiş:

-Sen devletin savcısı değil, olsa olsa devletin köpeğisin. Çünkü ancak başıboş köpekler yoldan geçenlere sataşırlar.

Iğdırlı bunu demiş ve hanımıyla yürüyüp gitmiş.

Savcı bu cevap üzerine kızmış, köpürmüş, tehditler savurmuş. Ben sana gösteririm. Devletin savcısına köpek demek neymiş, görürürsün demiş. Hemen daireye girmiş ve görevlileri göndererek Iğdırlı adamı nezarete attırmış.

Tabii olay bir anda Iğdır’da duyuluyor. Duyulunca da herkes savcılığın kapısına yığılıyor. Gelen geliyor, gelen geliyor. Öfkeler kaparıyor. Herkes savcıya ateş püskürüyor. Kimileri tehdit ediyor. Kimileri böyle bir rezalete yetkililerin el koymasını istiyor. Polis tedbir alıyor, vatandaşların saldırmasını önlüyor.

Ama bir tedbir alınmazsa olaylar daha da büyücek gibi. Halk savcılığın kapısına yığılmış, bu köpeğe ceza verilmesini, kimileri de derhal Iğdır’dan kovulmasını istiyorlardı.

Olay kaymakama aktarılıyor. İşin ciddiyetini gören kaymakam derhal olaya el koyuyor. Bir yolunu bulup savcının gizlice Iğdır’dan ayrılmasını sağlıyor.

Sonra da nezaretteki Iğdırlı’yı serbest bırakıp halkı yatıştırıyor."   

Hüseyin K. Ece

15/5/1986 

Bretten/Almanya