Cabbi İbrahim evin az ilerisindeki bahçeden yeni dönmüştü. Babası kapının önünde hasır iskemlenin üzerinde oturmuş, batı ufkuna bakıyordu. İleride ağaçların arasından köyün bir kaç evi görünüyordu. Çevre sanki ıssızdı. Ortalıkta kimse yoktu.

Cabbi İbrahim gelip babasının yanında yere oturdu. Gözleriyle merhabalaştılar. Baba gülümsedi. Cabbi İbrahim de gülümsedi. Böylece konuşmuş oldular. Baba soracağını sormuş, oğul da vermesi gereken cevabı vermiş oldu. Onlar bu gülümseme ile birbirlerine çok şey anlatmış olurlardı.

Anne akşam yemeğini hazırlamakla meşguldü. Kızları Camila ise annesine yardım ediyordu. 

Köy bir akşamı karşılamaya hazırlanıyordu.

Birden bir jeep gürültüsü duydular. Babanın yüreği cız etti. İçine müthiş bir korku düştü. Birden ayağa fırladı, etrafa endişe ile baktı ve telaşlı bir şekilde oturdu. Cabbi İbrahim babasının bu davranışından ürperdi ve o da yerinden yekindi. Babası oturunca o da oturdu. Ancak babanın durumu birden değişti. Yüzü başkalaştı. Az önce gülümseyen yüz, birden endişe ile çevrelendi.

Babanın duyduğuna göre çevredeki yerleşim yerlerinde kötü şeyler oluyor. Oralarda olan şeyler tüyler ürpertici idi. İnsan duymaya dayanamıyordu. 

Jeepin sesi gittikçe yaklaşıyordu. Ses yaklaştıkça da babanın tedirginliği ve korkusu artıyordu. Aradan fazla zaman geçmeden jeep geldi evlerinin on metre ilerisinde hızlıca durdu. Arkasından bir toz bulutu havalandı. 

Jeepten dört tane silahlı adam indi.

Baba bunu görünce ‘eyvah’ dedi ‘işte korktuğum şey başıma geldi.’ 
Cabbi İbrahim babanın niçin birden ayağa fırladığını ve yüzünün neden aniden korkuyla dolduğunu anladı. Baba haklı idi. İnsanın korkması için yeterli neden vardı.

Bu gelenler çete idiler. Onlara göre zaten bu ülke çeteler ve çete  savaşından başka bir şey görmedi ki.

Silahlı adamlar süratle onların yanına geldiler, silahlarını onlara doğrulttular. ‘Sakın yanlış bir şey yapmayın’ diye uyardılar. 

Babaya ve Cabbi İbrahim’e, ‘ellerininizi başınızın üzerine koyun’ diye emrettiler. Onlar da çaresiz öyle yaptılar.

Anne tam o sırada kapıdan çıktı. Kızı da peşinden. Durumu görünce çığlık atmaya başladı. Bir tanesi hemen ona doğru yürüdü. 

-Sesini kes ve onların yanına geç dedi 

Anne ağlayarak babanın yanına geçti. Hem kısa kısa adımlar atıyor, hem de onlara yalvarıyordu. 

-Ne istiyorsunuz bizden? Biz kimseye bir şey yapmadık. Size de bir şey yapmadık. Ne yapmak istiyorsunuz? 

Adamlar bağırdı:

-Sesini kes ve orada dur.

Kızı da anneye tutunarak ve korkudan tir tir titreyerek annenin peşinden gitti. 

Onlar da babanın yanında durdular.

Adamlar sordular:

-Neyiniz var, çıkarın? Baba:

-Bizim neyimiz olacak ki? Biz fakir köylüleriniz dedi. 

Adamlardan birisi:

-Şimdi görürüz dedi.

Adamlardan ikisi eve girdiler. Evde yiyecek, değerli veya kullanılabilecek ne kadar eşya varsa dışarı çıkarmaya başladılar. Bu bir müddet sürdü. Ailenin birikmiş az bir parası vardı. Onu da aldılar. 

Parayı getiren babaya çıkıştı:

-Hani bir şeyiniz yoktu. Dolar ve sterlin. Hani ya bir şeyiniz yoktu? 

Baba:

-Hepsi bir kaç kuruş. Dar bir gün için düşünmüştük dedi korkuyla.

Onlar aldırmadılar. Kendilerine göre ne lazımsa, taşıyabilecekleri ne varsa, hepsini dışarı çıkarttılar. Bir tanesi jeepi yaklaştırdı. İkisi eşyaları, yiyecekleri, hatta bir kaç eski ama giyilebilecek durumdaki elbiseleri dahi jeepe yüklediler.

Annenin ağlayıp yakarmasına aldırmadılar. Babanın ‘ne olur, yapmayın, bize acıyın’ demelerine aldırmadılar. Anne ellerine sarılacak oldu, onu iteklediler, silahı ona çevirdiler.

-Rahat dur, yoksa... dediler.

Jeepi yükledikten sonra bir tanesi eline aldığı bir iple Cabbi İbrahim’in ellerini arkadan başladı ve cipe bindirmeye çalıştı. Baba oğlunun kaçırılmaya çalışıldığını görünce müdahale etti. Onlar babayı itekleyip düşürdüler. Baba yerinden kalktı, tekrar müdahale etti. Bu sefer iki tanesi babaya ateş ettiler. Baba yere yığıldı. Anne ve kızı acı çığlıklar atarak babaya sarıldılar. 

İçlerinden birisi jeepten benzin bidonun aldı. Evin her tarafına benzin döktü ve ateşe verdi. Zaten basit kerpiçten yapma ev yanmaya başladı. Anne ve kız yerde yatan babanın üzerine abanmış feryatla ağlarken onlar acele ile jeepe bindiler ve hızla uzaklaştılar.

Cabbi İbrahim gözyaşlarına boğulmuş bir şekilde, gözleri yerde yatan babayı, ağlayan anne ve kızkardeşi, yanan evi son kez gördü.

Akşam olmak üzere idi. Her şey bir kaç dakika içinde olup bitti. 

Çete Cabbi İbrahim’i kentin uzağında dağlık ve ormanlık bir yere götürdü. Ellerini çözdüler ve bir kulübeye tıktılar. 

Sabah olunca başkanlarının yanına çıkardılar. Başkan ona ne yapması gerektiğini anlattı. Ona göre onlar eşkıya değildi. Ülkeyi yabancılara peşkeş çekenlere karşı onur savaşı veriyorlardı.

Burada uslu durursa ve kendileriyle çalışırsa hem bu onura destek olacağını, hem de yiyecek ekmek bulabileceğini anlattı. Eğer verilen görevleri yapmaz veya kaçmaya teşebbüs ederse, eh arkasından ne olacağını kendisi tahmin edebilirdi. 

Bu çok net ve çok açıktı.

Cabbi İbrahim onların yanında üç ay kadar kaldı. Eline hiç silah almadı. Kimseye ateş etmedi, kimseyi öldürmedi. Kimsenin malını gasbetmedi. Ona henüz güvenmedikleri için zaten silah vermediler.

Cabbi İbrahim’i bu zaman zarfında geri hizmette kullandılar. Ağır yükleri taşıdı, ağır işler yaptı. Çamaşır yıkadı, ocak yaktı, yemek pişirdi. 

Bir taraftan da buradan kaçmanın yollarını aradı. Hiç renk vermeden, gönüllü çalıştı. Şüphe çekmek istemiyordu. Ama aslında buradan da, bu insanlardan da nefret ediyordu. Bunlar evlerini yakan, eşyalarını yağmalayan eşkıya; babasını öldüren katillerdi. Sadece babasını değil, kendilerine karşı koyanları tereddütsüz öldürüyorlardı. İstedikleri verilmeyince, herkesin malını gasbediyorlardı.

Sahi babasına ne oldu? 

Onu son gördüğünde yerde yatıyordu. Annesi ve kız kardeşi feryatlar içerisinde üzerine  kapanmış ağlıyorlardı. Babası kimbilir kaç kurşun almıştı. Hayatta kalması mümkün değildi. Kesinlikle ölmüştür. 

O günden beri babasından hiç bir haber alamadı.

Bir gün fırsatını bulup onların yanından kaçtı. Onu yakalayamadılar. Bu yaptığının son derece tehlikeli olduğunu biliyordu. Ama başka çaresi yoktu. Ya başka bir yol bulacak, ya da bu berbat yerde, bu zalimlere hizmet edecekti. Yani babasının ve nice babaların katillerine. 

“Ülkenin onuru için savaşıyorlarmış... 

Kiminle? Ülkenin gariban insanlarıyla mı? 

Fakir fukaranın ekmeğini çalarak mı? Ne yapsınlar, halk onlara isteyerek bir şey vermiyormuş. Vermezler tabii, çünkü hak etmiyorsunuz ki. Çünkü siz halka yakın değilsiniz ki. Mesela ne suçu vardı babamın ve annemin? Niçin evimiz yaktınız? Halbuki o evi yapmak için babam ve annem, eeh biraz da ben yıllarca çalıştık. Bizim burada ev yapmak, bir mülke sahip olmak, rahat geçinmek mümkün mü? Gelip onu da elimizden aldınız. 

Babam muhakkak ölmüştür. Annem nerede şimdi acaba? Kız kardeşim, zavallı, küçük bir kızcağız... şimdi nerede? Ne yeyip ne içiyor? Nerede barınıyor? bilmiyorum” diye düşündü.

Aklına daha kötü şeyler geliyor. Bu çetelerin kadınları ve kızları kaçırdıklarını, dağa götürdüklerini ve kendi hizmetlerinde kullandıklarını duymuştu. Bu aklına gelince delirecek gibi oluyordu. 

Ya annesine de bir şey olursa? 

Ya kız kardeşinin başına da böyle bir şey gelirse? 

Cabbi İbrahim çetenin barındığı yerden kaçtıktan sonra gizli yollardan saklanarak, ormanlardan, dağlardan, tepelerden iki gün boyunca yol yürüdü. İki gün boyunca hiç bir şey yemedi. Daha doğrusu yiyecek bir şey bulamadı. 

Komşu köyde babasının bir arkadaşı vardı. Onun yanına gitmeye karar verdi. Onun yanına gitmenin de tehlikeli olduğunu biliyordu. 

Buna rağmen gitmek zorunda idi.

O tanıdığın yanına gidince annesinin ve kız kardeşinin aynı köyde bir akrabasının yanında olduğunu öğrendi. 

Evleri yakılınca annesi ve kızkardeşi mecburen bu tanıdığın yanına geldiler, ona sığındılar. O da sağolsun onları kabul etti.

Babasının arkadaşı onu bir kaç gün saklayabileceğini, ama bunun tehlikeli olduğunu, başka bir çıkar yol bulması gerektiğini söyledi. O da kısa zamanda bir şeyler yapmaya söz verdi. 

O gece annesini buldu. Kucaklaştılar. Anne oğlunun sağ olduğuna sevindi ama onun burada uzun süre kalamayacağını da biliyordu. O zalimler mutlaka onun izini sürer bu köye de gelirlerdi. Kaldı ki ortalıkta bir sürü çete vardı. Birisi olmazsa diğeri gelir onu kendileriyle birlikte çalışmaya zorlarlardı.

 Cabbi İbrahim ertesi gün babasının arkadaşının yanında beyaz bir adam gördü. Hemen aklına bu adamdan yardım isteme fikri geldi ve adama başında büyük bir belâ olduğunu, kendisine yardım edip edemeyeceğini sordu.  

Adam da ona İngilizce:

-Dil biliyor musun dedi. O da:

-Evet biraz İngilizce biliyorum dedi. 

Biraz konuşunca kolay anlaştılar. Adam ona yardımcı olabileceğini ama bunun için bir ödeme yapması gerektiğini söyledi. 

O da annesine gitti ve durumu anlattı. Annesi sevindi ve dedi ki:

-Kız kardeşinin çeyizi için bir miktar altın biriktirmiştim. O eşkiyalar onları bulup alamadılar. Şükür hâlâ yanımda. 

Küpeye benzer iki parça altın. Her biri yarım kiloya yakındı.  

Annesi Cabbi İbrahim’in kurtulması için onları verebileceğini söyledi.

Cabbi İbrahim tekrar adamın yanına geldi ve ödeme yapabilirim dedi. Ama her nedense annesinin bu kadar altını olduğunu, bunun yarısını verebileceğini ağzından kaçırdı. Adam:

-Garanti olması için altınların hepsini bana vermelisin. O:

-Yarısını veriyorum ya, yetmez mi? Adam:

-Gittiğimiz yerde senin hisseni, yani yarısını zaten geri vereceğim. Hem orada paraya ihtiyacın olacak. Üstelik oraya kadar sen koruyamazsın. Bende kalsın daha iyi. 

Cabbi İbrahim peki dedi.

Adam altınları teslim aldı. Sonra dedi ki: 

-Yarın yola çıkıyoruz. Bir botla yolculuk yapacağız. Nereye gittiğimizi ancak seni oraya götürdükten sonra söyleyebilirim. Tamam mı?

Cabbi İbrahim şart koşacak durumda değildi. İster istemez:

-Tamam olur dedi.

Ertesi gün köyün bir kaç kilometre ötesinde küçük bir limanda bekleyen orta boy bir bota bindiler. Ondan başka binenler var mıydı, bilmiyordu. Çevrede kimse görünmüyordu.

Bota binince adam onu bir odanın kapısına getirdi. Odanın kapısını açtı ve Cabbi İbrahim’ girmesi için işaret etti. O da tereddüt ederek kafasını kapıdan içeri uzattı. Etrafa bir göz attı. İster istemez içeri girdi. Girinci de buranın bir adamın rahatlıkla uzanıp yatamayacağı kadar küçük bir hücre olduğunu gördü.

Adam talimatlarını sıraladı:

-Burada yolculuk yapacaksın. Bak burada sana uygun bir yatak var. Tuvalet ve lavabo var. Dışarı çıkmak kesinlikle yasak. Burada bir kimsenin sesini duysan bile onunla konuşmak da yasak.

Gideceğimiz yere kadar, niçin o böyle niçin bu böyle diye sormaycaksın. Ben arada bir gelip sana yiyeceğini getireceğim. Anlaştık mı?

 Cabbi İbrahim çaresiz başını salladı. Çünkü başka seçeneği yoktu:

-Tamam dedi.

Bu şartlar altında yola çıktılar. Nereye gittiğini ve nasıl gittiğini bilmiyordu. Motorun gürültüsü duyordu. Bir de burnuna deniz kokusu, arada bir martı sesleri geliyordu. Böylece denizde yol aldığını ve bir yere doğru gittiklerini  anlıyordu.  

Adam arada bir uğruyor, kapıyı açıyor, Cabbi İbrahim’in yemeğini veriyor ve gidiyordu. Yemek dediği de biraz kuru ekmek. Bu arada sıradayı C. İbrahim farketmeye çalıştı. Kapı aralığından sızan ışıktan gece olduğunu, güneşin doğduğunu anlıyor, kendine göre sayıyordu. Hatta bulduğu set bir cisimle duvara günleri not ediyordu.

Adam en erken üç gün sonra geldi. Demek ki yaklaşık her üç günde bir defa gelecek.

Cabbi İbrahim tam üç haftayı bu hücrede sadece kuru ekmek yiyerek ve su içerek geçirdi. Orada yattı, orada ayakta durmaya çalıştı, orada volta atmaya, bacaklarının uyuşmasını önlemeye çalıştı. Zamanı tahmin ettiği kadarıyla ibadetlerini yerine getirdi. Bol bol dua etti. Düşündü, hayaller kurdu. Geçmişi değerlendirdi, gelecek için yapabileceği şeyleri aklına getirdi.

Bir taraftan da endişe ediyordu. Acaba bu yolculuk nereye? Adam sert bir kaya, asık suratlı ve gaddar. Hiç konuşmuyor, bilgi vermiyor, ilişki kurmuyor. Ya kötü birisi ise. Ya bilinmeyen bir yere, ya da daha kötü bir yere götürüp bırakırsa... Ya buradan çıkarıp denize atarsa... 

Sonra da kendi kendine, ‘yok canım niye atsın ki’ diyordu.

Bu karmaşık düşünceler ve endişeler için tam üç hafta sonra bir yere geldiler. Yani bot yavaşladı, bir yere yanaştı ve durdu. Telaşla kapıya yanaştı, kapının aralığından bir şeyler görmeye çalıştı ama bir şey göremedi. Nereye geldiklerini tahmin edemedi.

Acaba nereye gelmişlerdi? 

Adam, seni Avrupaya getirdim diye ıssız bir yere, yine bir Afrika ülkesine getirmiş olmasın? Olabilir, hiç bir isbatı, hiç bir garantisi, hiç bir güveni yok. Böyle olsa bile karşı koyacak, itiraz edecek, hakkını arayacak bir imkanı da yok.

Bot buraya yanaştıktan epey sonra adam geldi hücrenin kapısını açtı ve ona:

-Haydi dışarı çık dedi.

Toparlandı ve yavaş yavaş dışarı çıktı. Etrafa bir göz attı. Burası bir limana benziyordu. Denizde irili ufaklı bir sürü gemi vardı. Geldikleri bottan sesler duydu. Bir kişi az ileride bir şeyler yapıyordu. Demek ki gemide yalnız değildiler. Belki de bu adamlarla birlikte çalışıyorlardı. 

Adam fazla bir şey konuşmadan:

-Beni takip et dedi.

Sonra birlikte bir limandan çıktılar. Birlikte şehir merkezine doğru yürüdüler. Adamı adım adım izliyordu. Böylece yarım saat kadar adımladılar. Hiç konuşmadan. Zaten konuşmak istese de adam cevap vermiyordu.

Bir meydan gelidler. Adam:

-Genç, Avrupaya geldik, sevinebilirsin. Artık korkmana gerek kalmadı. 

Cabbi İbrahim birden sevindi. Adamın konuştuğuna sevindi, hem de yumuşak ve tane tane. Hemen sordu:

-Burası neresi? 

-Hollanda. Hollanda´nın Rotterdam şehri dedi. 

Bu habere sevinilmez mi? 

Cabbi İbrahim sevincinden çığlık atacaktı. Ama kendini tuttu, sevincini ele vermedi. 

Eğer bu doğruysu; bu, onun için son derece önemli bir olaydı. Hayatı  kurtulmuştu. Artık arkasında eşkıya, çete, harami korkusu kalmamıştı.

Eğer yalan ise… , evet, ya yalan ise..., bu adam onu kandırıyorsa; diyecek söz yoktu.

Cabbi İbrahim buraya gelirken etrafa bakıyor, bir şeyler anlamaya çalışıyordu. Burası Avrupa şehirlerine benziyordu, am o yine de acaba demekten kendini alamıyordu. Gördüğü yazılar İngilizce değildi, onları okuyamıyordu. O halde burası İngiltere, ya da İngilizcenin konuşulduğu bir ülke değildi.

 Her ne ise, adamın dediği doğru olabilirdi, ‘burası Avrupa´ya benziyor’ dedi kendi kendine. Her ne kadar daha önceden görmese de en azından hayal ettiği Avrupa şehirlerine benziyordu. 

Sonra adam onu bir lokantaya götürdü. Sıcak bir yemeği ne kadar özlemişti. Adam bir şeyler yiyebileceğini söyledi. O da İngilizce bir şeyler istedi. Garson İngilize konuşuyordu. Bu hoşuna gitti. Eğer burada insanlar İngilizce anlıyorlarsa, böylece burada iletişim problemi yaşamayacaktı. 

 Birlikte bir şeyler yediler. Onun için yemekler yabancı, adları ve tadları farklı olsa da üç hafta sonra sıcak yemeğe kavuşmanın bayramını yaşadı. İştahla yedi, karnını doyurdu. 

Adam hesabı ödedi. Cabbi İbrahim, o sert somurtkan ve asık suratlı adamın kendisine yemek ısmarlamasına şaşırsa da, bol bol teşekkür etti. 

Birlikte dışarı çıktılar. Adam yine konuşmuyordu. İçinden, ‘konuşmasa da iyi adama benziyor, baksana söz verdiği gibi beni buraya getirdi. Bir de yemek ısmarladı. Paramı da geri verir, yatacak bir yer bulmama yardımcı olursa, ona dua ederim. Derim ki gerçekten merhametli bir adammış’ diye geçirdi.

Biraz yürüdüler. Bir yere gelince adam durdu. O da durdu. Adam ona dönerek:

-Sen burada beni biraz bekle, ben şu karşıdaki binanın arkasında bir yere uğrayıp geliyorum dedi. O da:

-Olur dedi.  

Üstelik adamdan bir kaç kelime daha duyduğuna sevindi.

Adam ilerideki binanın önünden geçti ve ara sokaktan yürüdü gitti.

Cabbi İbrahim orada epey bekledi. Adam geri dönmedi. 

Aradan saatler geçince Cabbi İbrahim’in yavaş yavaş canı sıkılmaya başladı. ‘Bu kadar geç kalınır mı, insan verdiği sözde durmaz mı, bir yabancı bilmediği bir yerde bu kadar bekletilir mi?’ diye kendi kendine sorup durdu.

Ama saatler geçtiği halde adam dönmedi 

Acaba  ‘aldatıldım mı’ diye bir kez daha düşündü. Öyle ya, bu kadar gecikmemeliydi. Şimdiye çoktan dönmeliydi diye sayıkladı. 

Adamın önünden geçtiği binanın göğsüne bakınca ‘politie’ yazısını gördü. İnglizce polis’e benziyor. Belki de polis bürosudur diye düşündü ve oraya gidip sormaya karar verdi. Zira zaman geçiyor, akşam vakti yanaşıyordu.

İçeriye girince yanılmadığını, buranın gerçekten polis bürosu olduğunu anladı. Polis ona –belki de Hollandaca- bir şeyler sordu. Cabbi İbrahim anlamayınca başladı İngilizce konuşmaya. Şükürler olsun burada İngilizce anlayanlar var. Derdini rahatlıkla anlatabilirdi.

Cabbi İbrahim başından geçenleri özetledi. Sonra da adamın onu orada bırakıp gittiğini ama uzun zamandan beri beklediği halde geri dönmediğini, üstelik parasının da onda olduğunu, parasız ne yapabileceğini polise anlattı. 

Polis:

-Peki bu adam kimdi dediler.

-Bilmiyorum. Bir adam. Adını hiç bir zaman demedi ki. 

Polis:

-Nasıl bir adamdı, siyah mıydı, beyaz mıydı, Afrikalı mıydı, Avrupalı mıydı? –Beyazdı. İngilizce konuşuyordu ama sanırım Hollandalıydı. Çünkü

lokantadakilerle akıcı bir şekilde başka bir dille, belki de Hollandaca konuşmuştu.

Onun dikkatle dinleyen polis:

-Bu durumda biz bir şey yapamayız. Kendi hatan bu. Üstelik adamın kim olduğunu bile bilmiyorsun.

Şimdi ne olacak? 

Altının yarısı onunda ya, onlara güveniyordu. ‘Bir çıkış yolu buluncaya kadar bana yeterdi’ diye düşünüyordu. 

Adam onları aldı ve belli ki kayıplara karıştı. Limana geri dönmek istese, nasıl dönecekti? Hadi limanı buldu diyelim, adamın gemisini nasıl bulacaktı? 

Üstelik adam gemisine hemen bugün tekrar geri döner mi acaba?

Adamı da buldu diyelim, adam ya ‘sen kimsin yav, ben seni tanımıyorm’ diyebilir, altını vermeyebilir.

O zaman böyle bir şeyi düşünmek yersiz. Olan oldu. Belli ki adam altının kalan kısmına göz koydu. “İşte adamı sağ salim Hollandaya getirdim. O başının çaresine baksın, altınlar da benim olsun” demiştir.

Bunlar üzerine kafa yormanın bir anlamı yok. Bundan sonrasına bakmak gerekiyordu.

 Polis ona bu durumda ilticaya başvurmasının daha isabetli olacağını söyledi. O ise hayatında iltica kelimesini ilk defa duyuyordu. 

Ne demekti bu? 

Nasıl yapacaktı? 

O sadece canını kurtarmak icin korkunç bir yolculuğa, hayati tehlikeyi göze almış ve buraya kadar gelmişti. Adam iyi ki onu sağ salim buraya kadar getirmişti. 

Botta başkaları var mıydı, yok muydu? Varsa kaç kişi idiler? Adam onlardan da para aldı mı, onları kendisi gibi aldattı mı, bilmiyordu.

Çünkü üç hafta boyunca hiç kimseyle görüşemedi, konuşamadı. Limana geldikleri zaman da yabancı kimseyi görmemişti geminin yakınlarında.

  Cabbi İbrahim artık altınların gittiğine, aldatıldığına yanmıyordu. Tam aksine hayatta olduğuna seviniyor, adama teşekkür ediyordu. ‘Adam iyi ki beni buraya kadar getirdi. Gelirken beni okyanusa da atabilirdi. Kim arayıp da hesabını soracakti ki? Bizim oralarda insan hayatı o kadar ucuz ki, benim hayatım kaç para eder’ diye aklından geçiriyordu. 

Cabbi İbrahim polisin yardımıyla ilticaya başvurdu. Ona bir pansiyonda yer gösterdiler. Böylece yatacak bir yatak, yiyecek yemek, içecek çay bulmuştu. Allah’a ne kadar şükretse azdı. Altınlar mı, artık önemli değildi onun için. Onları düşünmek bile istemiyordu.

Asıl onu üzen, zaman zaman aklına gelen, geldikçe hüzünlendiği annesi ve kız kardşi idi. Şimdi neredeler, ne yapıyorlar, ne haldeler? Acaba bir daha onlara kavuşmak mümkün olacak mı? 

Cabbi İbrahim altı yıl boyunca mülteciler kampında kaldı. Yeme ve barınma dışında haftalık kırk euroluk cep harçlığı ile idare etti. Onunla ayakta kalmaya çalıştı. Bu onun hem cep harçlığı, hem de gelecek umudu idi. Lüzumsuz yere harcamamaya dikkat ediyordu. Kötü bir alışkanlığı olmadığı için de bir miktar para da biriktirmişti. 

Bu altı yılı okumakla değerlendirdi. Dil öğrendi, çesitli okullarda okudu, kurslara katıldı, diploma ve sertifika aldı. 

İşleri düzene koyduktan aylar sonra annesiyle irtibat kurmaya çalıştı. Geldiği ülkeyle telefon bağlantısı zayıf olduğu için bu kolay olmadı. Ama sonunda uğraşa uğraşa annesiyle ve kız kardeşiyle görüşmeyi başardı. Her ikisi de bıraktığı köyde yaşamaya devam ediyorlardı.   

Kendisi oradan ayroıldıktan dört yıl sonra annesi vafat etti. Kız kardeşi o akrabanın yanında iken onu da geçen sene, tıpkı kendisini kaçırdıkları gibi çeteler kaçırdı. Şimdi onun nerede olduğunu, sağ mı, ölü mü olduğunu kimse bilmiyor.

Cabbi İbrahim işte bundan korkuyordu. Korktuğu sonunda onun da başına geldi. Çeteler tarafından kaçırılan kadınların durumlarını az çok tahmin ediyordu. Onlarla ilgili duyduğu şeyler hiç içaçıcı değildi. Tutulduğu kamptaki kadınların durumu ona bu konuda yeteri kadar bilgi veriyordu.

Annesinin ölümü ile bu uzak ülkede üzüntü içerisinde günlerini geçirirken, kız kardeşinin başına gelenlerle iyice sarsıldı. Yüreği burkuldu, üzüldü. Ama yapacak bir şeyi yoktu, dua etmekten, zalimlere lânet okumaktan başka.

Babasının arkadaşından öğrendiğine göre kız kardeşinden hâlâ hiç bir haber yok. Aradan bir yıl kadar bir zaman geçti. Ne bir telefon, ne bir mektup.  

Yıllar önce ailesinin bütün varlığı yağma edilmiş, babası öldürülmüş, evleri yakılmış, kendisi dağa kaldırılmıştı. 

Şimdi ise kız kardeşi...

Cabbi İbrahim bütün bunlarla, bu acılarla ayakta kalmaya çalışırken altı yıl sonra ilticası reddedildi. 

Verdiği bilgilerin doğru olup olmadığından emin değillermiş. Ama araştırmalara rağmen yalan beyanda bulunduğuna da dair bir şey bulamamışlar. Buna rağmen oturum da vermediler.  

Ona kendi ülkesine gitmesi gerektiği söyleniyor. 

Sanki kendi ülkesi varmış da...

Onların ülke dedikleri yer yağmalanmış, kökü koparılmış, çetelere teslim edilmiş, umutların yok edildiği bir toprak parçası...

O adı gibi biliyor ki ülkesi denilen cehenneme döndüğü an çeteler peşine düşecek, ellerinden kaçmanın ne demek olduğunu ona gösterecekler.

Kendi ülkesine geri dönmesi gerekiyormuş… 

Bunu söylerken acı acı gülümsedi, uzaklara baktı, bakışlarıyla sanki en uzun bir ‘âh’ çekiyordu. 

Bir akşam üstü. Güneş battı batacak.

Cabbi İbrahim parmaklıkların arasından dışarı baktı. İleride, çok ileride kendisi için doğacak güneşleri umut etmek istiyordu.

Karşısındakine gülümsedi ve:

-‘Allah’tan umut kesilmez. Bizim orada Güneşin doğuşunu seyretmek ümitli olmak demektir. 

Yarın Güneşin doğuşunu seyretmek istiyorum. ’ dedi.  

Hüseyin K. Ece

21.4.2007 

Zaandam