Aynı kökten gelen ‘besar’ (çoğulu ebsâr) göz, yani görme organı veya görme kabiliyetidir.  (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 63-64. İbni Manzur, M. b. Mükerrem. Lisânu’l-Arab, 2/93. el-Cevherî, İsmail b. H. es-Sıhah, 2/227)

“Ebsartü şey’e”; nu gördüm, “beserahu”; bir şeye onunla birlikte bakmak demektir.  (İbni Manzur; Lisânu’l-Arab 2/93. el-Cevherî, İsmail b. H. Es-Sıhah, 2/227)

Aynı kökten gelen “basra”; parlayan yumuşak taş demektir. Sanki uzaktan göründükleri için bu şekilde isimlendirilmiş.

“Basaru’l-kalb; bakış ve hatıra gelen anlamındadır.

Bir âyette emir tarzında gelen ‘besar’ fiili beklemeyi ifade etmektedir. “Bekle (ebsır) yakında sen de onlar da görecekler.” (Saffat 37/179)

Aynı kökten gelen ‘mubsır’; aydınlatıcı (ziyâdâr), görünür kılan, aydınlık, göz açıcı demektir.

O (Allah), geceyi içinde dinlenesiniz diye sizin için yaratan, (çalışıp kazanmanız için de) gündüzü aydınlık (mubsır) kılandır. Şüphesiz bunda dinleyen bir toplum için ibretler vardır.” Yûnus 10/67. Ayrıca bakınız: Neml 27/86. Mü’min 4061)

Bunun çoğulu olan ‘mübsirûn’; gerçeği görenler, olup biteni kavrayanlar, gözlerini açanlar, kısaca basîretle davrananlar demektir Bir âyette geçiyor:

“Takvaya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler (mübsırûn).” (A’raf 7/201)

Yine aynı kökten gelen ‘mubsıret’; gözleri aydınlatıcı, görünür, açık, gerçeği gösteren anlamındadır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, 63-64) Üç âyette geçmektedir.

Bizi, âyetler (mucizeler) göndermekten alıkoyan tek şey, öncekilerin bu ayetleri yalanlamış olmasıdır. Nitekim Semud kavmine, açık (mubsiret) bir mucize olmak üzere bir dişi deve vermiştik. Onlar ise, (bu deveyi boğazladılar ve) bu yüzden zalim oldular. Oysa biz âyetleri ancak korkutmak için göndeririz.” (İsrâ 17/59. Ayrıca bkz: İsrâ 17/12. Neml 27/13)

Bir âyette geçen ‘mustabsırîn’; görüp anlayacak kabiliyette olmak, gerçeği görmeyi istemek, anlamaya talip olmak demektir.

 “Âd ve Semud'u da (helak ettik). Sizin için, (onların başına nelerin geldiği) oturdukları yerlerden apaçık anlaşılmaktadır. Şeytan onlara yaptıkları işleri güzel gösterip onları doğru yoldan çıkardı. Oysa bakıp görebilecek durumdaydılar (mustabsırîn idiler).” (Ankebut 29/38)  

Yani onlar gerçeği görüp anlayacak durumda idiler. Hakikati anlama yeteğine sahip oldukları halde şeytan onları doğru yoldan saptırdı. Ya da onlar bakıp ibret alacak durumda idiler, ama bunu yapmadılar.

Bir âyette geçen ‘tebsırat’; basiret sahibi yapmak, gözünü açmak, bildirmek, bilgilendirmek ya da anlaşılmansını sağlamak ve açıklamak manâsındadır.

Allah'a yönelen her kula gönül gözünü açmak (tebsırat) ve ibret vermek için (bütün bunları yaptık).” (Kâf 50/8) (el-Isfehânî, Rağıb. el-Müfredât, s: 64)

Basîr/basîret; kuvvetli idrak, derin anlayış aklın üstünlüğü, işlerdeki kapalılıklara nüfuz edebilmedir. Bu da eşyanın hakikatini ve iç yüzünü  tıpkı baş gözünün dış görünüşlerine bakarak eşyanın görüntülerini görmesi gibidir.   (en-Ne’al, M. F. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 150-151)

Allah’ın (cc)  güzel isimlerinden biri de aynı kökten gelen ‘Basîr’dir. Her şeyi gören, en iyi gören, mutlak olarak gören demektir. O’nun görmesinin önünde hiç bir engel yoktur. O’nun görmesi için, ışık, cisim (yani cismin boyutları) ve mesafeye ihtiyaç yoktur.

Bu sıfat bir kaç âyette Semi’ (her şeyi işiten) sıfatıyla birlikte geçmektedir. O, her şeyden haberdardır, her şeyi görmektedir. Hiç bir şey O’nun bilgisinin ve görmesinin dışında kalamz.

“... Dünya ve ahiret sevabı Allah’ın katındadır. Şüphesiz O, Semi’dir (her şeyi işitir), Basîr’dir (her şeyi görür).” (Nisâ 4/134)

‘Basîr’, kelimesi ayrıca; sezen, gözüyle gören, bir belge sayesinde idrak eden, ibret gözüyle bakan gibi anlamlara da gelmektedir.

 

-Basîret ne demektir?

‘Basîret’, sözlük anlamı yönünden, görebilme, doğru ve ölçülü görme, kavrama ve anlamadır.

 Kavram olarak; duyular üstü bir görmedir. Bu bir anlamda kalbin görmesi ya da kalbin bir şeyi idrak edip anlamasıdır. Baştaki göz, fizik şartları hazır olduğu zaman (ışık, görme duyusu, boyut ve mesafe) cisimleri ve eşyayı görür. Kalp ise bu fizik şartlara bağlı görmenin ötesinde, Allah’tan kaynaklanan bir kabiliyetle eşyanın ötesini anlayabilme, sonsuza uzanabilme yeteneğine sahiptir.

 ‘Basîret’, kalp gözüyle görebilme, işin iç yüzünü anlayabilme, bir şeyin aslını ve gerçeğini idrak edebilmedir. Manevi körlük ve sapıklıkta olmak bunun karşıtıdır. Manevi körler, sadece kafa gözüyle görürler, ötesini göremezler, gördükleri maddi cismin ötesindeki anlam üzerinde düşünmezler.

Basîretin çoğulu ‘besâir’dir. Basiret görme organı kasdedilerek hemen hemen hiç kullanılmaz.

 ‘Basîret’, sözlük anlamı yönünden, görebilme, doğru ve ölçülü görme, kavrama ve anlama, idrak’ etmedir. “Aklın eşyanın hakikatini kavrama halini ifade eder.” (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/305)

O kuvvetli idraktır, derin anlayıştır. Aklın rüchaniyetidir. İşlerdeki kapalılıklara nüfuz edebilmedir. Eşyanın hakikatini ve iç yüzünü  tıpkı baş gözünün dışarıdan bakarak  görmesi gibi. (en-Ne’al, M. F. Mevsuatu’l-Elfâzı’l-Kur’aniyye, s: 150-151)

Basîret; kalbin akidesi, dinden bir şeye itikat etmesi ve o işi derinlemesine anlamasıdır.

Basîret aynı zamanda hüceet (delil), zeki olmak, şâhit olmak ve ibret manasına da gelir. Bir deyimde şöyle deniliyor: “Bunda senin için bir ibret (basiret) yok mu?” Bir müslümanın dininde sebat etmesi, ya da şâhit olması da basiret ile açıklanmıştır. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab 2/93)

Basîret kavram olarak; duyular üstü bir görmedir. Bu bir anlamda kalbin görmesi ya da kalbin bir şeyi idrak edip anlamasıdır. Baştaki göz, fizik şartları hazır olduğu zaman (ışık, görme duyusu, boyut ve mesafe) cisimleri ve eşyayı görür. Kalp ise bu fizik şartlara bağlı görmenin ötesinde, Allah’tan kaynaklanan bir kabiliyetle eşyanın ötesini anlayabilme, sonsuza uzanabilme yeteneğine sahiptir.

Şu âyetin verdiği örnek oldukça ilginçtir:

“Eğer onları doğru yola çağırsan işitmezler. Görürsün, sana bakıyorlar (nazar ediyorlar), oysa onlar görmüyorlar (basarları yok).” (A’raf 7/198).

Kendilerine davette bulunan Peygamberi cisim olarak görüyorlar, O’na bakıyorlar ama O’nu, O’nun davetini, O’nun görevini anlamıyorlar.

Basîretin beş duyudan biri olan görmenin ötesinde ruhî bir meleke olduğunu ifade eden hadisler de vardır. Nitekim Hz. Peygamber, “Ruh bedenden ayrıldığında görme gücü de (basar) onunla birlikte gider” buyurmuştur. (Müslim, Cenâiz/7, 9).

Hz. Peygamber’in, gözleri uyusa da kalbinin uyanık olduğunu belirten hadislerinden de (Buhârî, Menâkıb/24) basiretin ruhî bir meleke olduğu ve peygamberler gibi inanç ve amel dünyası gelişmiş insanlarda bu melekenin güçlü bir şekilde tezahür ettiği anlaşılmaktadır.

Nitekim sâdık rüya bu melekenin sonucudur. (Uludağ, S. TDV İslâm Ansiklopedisi, 5/103)

Basîret, aslında iman etmiş bir kalbin ulaştığı yüce bir idrak ve kavrama yeteneğidir. Bu, mü’minlere imanın bir hediyesi olarak verilmiştir. Kalp gözünün açıklığı, iman nuruyla bakabilme, Allah’ın âyetlerini, Hakikati anlayabilme ve gereğini yapabilme anlayışıdır. Basîret sahibi olanlar, Hakk’ı anladıkları gibi baktıkları zaman da Allah’ın nuruyla bakarlar. (Tirmizî, Tefsir/16 no: 3127) Bu bakımdan kendi hatalarını anlarlar, kusurlarını ve eksikliklerini görürler ve düzeltme yoluna giderler.

Basîret aynı zamanda Allah’ın hükümlerine uygun yaşama şuurudur. Basîretsiz olanlar ise, Allah’ın hükümlerine sırtlarını dönerler ve başkalarının hükümleriyle hayatlarına yön verirler.

Kafa gözü maddî âlemdeki varlıkları, olayları, renkleri ve şekilleri gördüğü gibi gönül gözü de eşya ve olayların iç yüzünü ve mânevî âlemdeki hakikatleri anlar. Bedendeki göz insanlarla hayvanlar arasında biyoljik olarak ortaktır.  

İbn Kayyim’e göre basîret, Allah’ın mü’min kulunun kalbine attığı öyle bir nurdur ki insan Peygamber’in verdiği haberin kesin şekilde gerçeği ifade ettiğini bu nur sayesinde kavrar; böylece şüphe, tereddüt ve hayretten kurtulur. Basîret sahibi geleceğinden endişe etmez, zira ilerisiyle ilgili tedbirleri eksiksiz olarak almıştır. Bu âlemdeki her şeyin yerli yerince cereyan etmekte olduğuna inanır. Kalbinden ma’rifet fışkırır. (İbn Kayyim el-Cevziyye, Medâricü’s-Sâlikîn, 1/139-147. nak. Uludağ, S. TDV İslâm Ansiklopedisi, 5/103

‘Basîret’ aslında ilâhî bir nur’dur. Allah’ın ‘el-Basîr’ isminin iman eden kullarda bir yansımasıdır. Bu tecelliden nasibi olmayanların gözlerinde perde vardır (Bakara 2/7) ve bu sebeple gerçekleri göremezler. (Yâsîn 36/9)  İnsanların gerçekleri görmelerine ışık tuttuğu için Kur’an âyetlerine de besâir (basîretler) denilmiştir. (A‘râf 7/203. Kasas 28/43)

Mü’min bu nur (ışık) sayesinde Hakk’ı anlar, idrak eder ve gereğini yapar. Allah’ın âyetleriyle karşılaştığı zaman, ne anlama geldiklerini kavrar, yani bütün âyetler onun için bir anlam ifade ederler.

Sürekli sâlih amel işleyen mü’minlerin kalpleri tertemiz olduğu için basîretleri etkin haldedir. Günahlarla ve isyanla kirletilmemiş bir kalp, nur (aydınlık) içerisindedir. Mü’min bu nur ile eşyanın, yani insana sunulan her türlü âyetin ötesini idrak eder, bu idrak ve kavrama sonrasında da teslimiyetini artırır. İnkârcıların ve inatçı müşriklerin kalpleri bu görevini yapamaz.

“Onların kalpleri vardır ama onunla gerçeği anlamazlar.” (A’raf 7/179)

Allah’ın âyetleri karşısında ikili oynayan münafıklar kördürler, sağırdırlar. (Bakara 2/18) 

İnatçı kafirler, doğru yola çağrılsalar bile işitmezler. Onlar bakar kördürler. (A’raf 7/198) Onların kalpleri vardır; bununla kavrayıp anlamazlar, kulakları vardır; bununla duymazlar, gözleri vardır; bununla görmezler. Bunlar tıpkı dört ayaklılar gibidirler. Dört ayaklı yaratıklar da bazı sesleri duyarlar, bazı şeyleri görürler ama ne olduğunu anlamazlar. (A’raf 7/179).

Kur’an bazı kalplerin pas tuttuğundan söz etmektedir. (Mutaffifin 83/14)

Şu hadis-i şerif bu konuda ilginç bir gerçeğin altını çiziyor: Peygamberimiz (sav) kalplerin pas tutmasını şöyle açıklıyor; “Kul bir hata yaptığı zaman kalbinde siyah bir iz meydana gelir. Eğer kişi, o hatadan kendini çeker, af ister ve tevbe ederse kalbi cilalanarak (o leke silinir). Şayet kul aynı hatayı yapmaya devam ederse, kalpteki leke artırılır. Hatta bir zaman gelir, bu lekeler kalbi tamamen kaplar. İşte bu durum Allah’ın; ‘onların yapageldikleri ameller kalplerini paslandırmış’ sözündeki paslanmadır.” (İbni Mâce, Zühd/29 no: 4244. Tirmizî, Tefsir/75 no: 3334)

Kur’an küfür, nifak, hırs, kin gibi olumsuz inanç ve duygular yüzünden kalp gözü körleşmiş ve basîreti bağlanmış kimseler hakkında “körler” (Bakara 2/18),

“kalpleri olup da bununla idrak edemeyenler” (A‘râf 7/179),

“bakar körler” (A‘râf 7/197) gibi tabirler kullanır, inananları basîretli, inkârcıları kör sayar.

Kur’an’da kendilerinden ülü’l-ebsâr (Haşr 59/2), ülü’l-elbâb (Zümer 39/9), ülü’n-nühâ (Tâhâ 20/54) diye söz edilen basiret sahipleri hislerine kapılmadıkları ve nefislerini günahlarla kirletmedikleri için maddî ve mânevî hakikatleri olduğu gibi görür ve ona göre hareket ederler.

Basîret sahipleri nefislerinin isteklerine kapılarak günaha dalmazlar, kalplerini günahlarla kirletmezler ve karartmazlar; böylece onlar ilahî bir bağış olarak bir nur’a kavuşurlar. Basîret sahibi olarak manevi gerçekleri olduğu gibi idrak ederler.

Bu şekilde basîret sahibi olmayan bakar-körler, kalp gözü kapalı olanlar; Allah’ın âyetleri karşısında sağır ve kör kesilirler. Ne o âyetleri anlarlar, ne de o âyetlerin arkasındaki gerçekleri idrak ederler. Sürekli günah ve isyanda oldukları için kapleri bu basiret nurunu kaybetmiştir. Bu nedenle Hakk’ı anlamakta, kabul etmekte ve gereğini yapmakta güçlük çekerler.

Basîret sahipleri; gören kimseler, basîreti olmayanlar ise kör (âmâ) kimselerdir. “Ve onlardan sana bakacak olanlar vardır. Ama kör olanları –üstelik hiç görmüyorlarsa- sen mi doğru yola getireceksin?” (Yûnus 10/43)

Onların bu körlüğü karanlık gibidir, tıpkı görmenin, yani basîret sahibi olmanın nûr (aydınlık) olduğu gibi. (Fâtır 35/19)

 

-Kur’an’da basîret

 Her türlü manevi faaliyetin merkezi kalptir. Kalbin de dışarıya açılan iki penceresi vardır. Bu pencerenin biri, duymak (semi’) diğeri ise, görmek’tir (basar/basîrettir). Duymak kulağın, görmek ise gözün gücüdür. Ancak her iki fiil de kalbin bir faaliyeti olarak kullanılır. Kalbin duyması, kulağın duyduğu şeyi anlaması, kavraması ve niteliğini tesbit etmesidir. Herhangi bir sesi duyan kimseye sağır denmez. Fakat Kur’an, Hakk’ı duydukları halde anlamayanlara, idrak etmeyenlere ve İslâma teslim olmayanlara ‘sağır’ demektedir.

“De ki: Ben sizi yalnızca vahy ile uyarıp-korkutmaktayım. Ancak sağır olanlar, uyarıldıkları çağrıyı işitmezler.” (Enbiyâ 21/145)

Bunun gibi ‘basar-görme’ faaliyeti hem gözün bir fiili, hem de kalbin bir işi olarak geçmektedir.

İdrak, bir şeyi anlamadır. ‘Basîret’ idrakin bu yüceliğe ulaşmasıdır. İnsan, evrendeki duyular ötesi özellikleri, insanın derinliklerindeki sırları, eşyadaki ilâhî yönleri bu ‘basîret’ duygusuyla idrak eder, anlar.

‘Basîret’ bir anlamda Hakk’ı görebilme, onu anlayabilme ve onu doğru olarak tanıma kabiliyetidir. Basîreti bağlanmış kimse kalbi kör kimsedir. O, Hakk’tan gâfildir (habersizdir), Hakk’tan gelen daveti görecek yeteneğini yitirmiştir. Kalbinin bu özelliği ve gücü kaybolmuştur.

Kur’an’da baş gözüyle (basar) ve kalp gözüyle görme (basîret) birbirinin yerine kullanıldığını görmekteyiz. Çünkü her ikisinin anlamı birbirine yakındır.

Her ‘basar-görme’ sahibi ‘basîret’ sahibi değildir. Bilindiği gibi ‘basar’ daha çok kafa gözüyle görmektir. Kafa gözüyle bakan, baktığı şeyi dış görünüşü ile tanır, onu kendine göre algılar, ancak o gördüğü şeyin gerçeğine ulaşamaz. Basîret sahibi ise, gördüğü şeyin gerçeğine ulaşır, duyuların ve hayallerin ötesini idrak eder. Bu da ancak kalp gözüyle olur.

Kur’an basîret kavramını bir kaç vecihte, bir kaç anlamda kullanıyor. 

a-Görme ve basîret sahibi olma anlamında

 ‘Basîret’ kelimesi Kur’an’da “basîretun” lafzıyla iki defa (Yûsuf 12/108. Kıyâme 75/14), bunun çoğulu ‘besâir’ olarak ise beş âyette yer almaktadır. (En’am 6/104. A’raf 7/203. İsrâ 17/102. Kasas 28/43. Casiye 45/20)

Kur’an basîreti ve basîr’i normal ‘görme’ anlamında kullandığı gibi, gerçeği keşfetme, doğru yolu tanıma, gerçeği yalandan, Hakk’ı batıldan ayırma yeteneği anlamında da kullanmaktadır. Yani basîretin kavram anlamına da işaret vardır.

Şu örnekte olduğu gibi:

“De ki: Size Allah’ın hazineleri yanımdadır demiyorum, gaybı da bilmiyorun ve ben size bir meleğim de demiyorum. Ben bana vahyedilenden başkasına uymam. De ki: Kör (a’mâ) olanla gören (basîr) bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz? (En’am 6/50) Basîr (gören), bu bakımdan mânevî körlük veya dalâletin (sapıklığın) zıddıdır.

Ya da hidâyet ile dalâlat (sapıklık) bir olur mu? Kör ile gören; iman eden ile inkâr eden kimsedir denilebilir. Zira mü’min Hakikati ve ötesini görüp, anlayıp iman edendir. Öteki ise Hakikate ve Allah’ın nimetlerine karşı ilgisiz, duyarsız, inatçı olandır. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 5/198)

Allah’ın mesajlarına karşı kör ve sağır olanlar; vahiyle gelen manevi görüş zenginliğine ve yol gösterici rehberliğe ulaşmış olanlar kadar düzgün bir hayat kurabilirler mi? (Esed, M. Kur’an Mesajı, 1/233)

Peygamber (sav) kendi kavmine ve bütün insanlara yalnızca “Allah’ın âyetleri”ni, akla ve kalplere, vicdanlara hitap eden delillerini duyurdu. Kureyş müşrikleri ise öteden beri kâhin, sâhir, arrâf gibi isimlerle andıkları kişilerin olağanüstü güçlerin sahip olduğuna inanıyor, peygamber olduğunu ve Allah katından bilgiler getirdiğini söyleyen Muhammed’de bu şekilde güç bulunması gerektiğini düşündükleri için ondan olağanüstü şeyler istiyorlardı. Âyet hz. Peygamber’in bu cahilce taleplere vermesi gereken uygun cevabı içeriyor. Aslında zihni ve gönlü hakikate açık, önyargılardan uzak, kalbi inkâr ve isyan duygularıyla körleşmemiş insanlar için, Allah’tan vahiy aldığı bir çok delille anlaşılan kimsenin, hiç bir kopmlekse kapılmadan, tevazu ile böylesine gerçekçi ve samimi beyanlarda bulunması, dağları altına çevirmekten daha güçlü ve ikna edici delildir, peygamberliğnin isbatıdır. (Heyet, Kur’an Yolu, 2/324)

Kendilerine gelen ilâhi vahyi kabul eden ile, vahye sırtını dönen veya onunla ilgilenmeyen ve inkâr edenin durumu da buna benzer:

“Bu iki zümrenin (mü’minlerle kafirlerin) durumu, kör ve sağır ile gören (basîr) ve işiten kimseler gibidir. Bunların hâli hiç eşit olur mu? Hala ibret almıyor musunuz?” (Hûd 11/24)

Burada ‘basîr’ normal kafa gözüyle görme anlamı yanında yanında hakikati anlama, vahiyle gelenleri idrak etme manasında da kullanılıyor.

Aynı durumun şu âyette de vurgulandığını görüyoruz. “Sen körleri sapıklıklarından çevirip doğru yola getiremezsin. Ancak âyetlerimize inanıp da teslim olanlara duyurabilirsin.” (Neml 27/81)

Buradaki körden maksadın dünyada iken gözleri görmeyenlerin olmadığı açıktır. Bunların kalp gözleri kördür. Anlayışları kıt, basîretleri kapalı, bakış açıları dardır. Bunlar akletmezler, derin derin düşünmezler, ibret nazarı ile bakmazlar. Bunlar bakar kördürler. 

Bu şekilde kör (a’mâ) diye nitelenen basîretleri bağlı kimselerin âhiretteki durumu da hoş olmayacaktır.

Bu dünyada kör olan kimse âhirette de kördür; üstelik iyice yolunu şaşırmıştır.” (İsrâ 17/72)

“Bu pasaj göstermektedir ki, insanın âhiretteki hayatı sadece dünya hayatında izlediği davranış tarzıyla belirlenmiş olmakla kalmayıp, aynı zamanda, önceden yer etmiş eğilimlerin tabii inkişâfı ve yoğunlaşması halinde dünya hayatının organik bir uzantısı olarak etmektedir.” (Esed, M. Kur’an Mesajı, 2/573) Aynı gerçek Tâhâ sûresinde de vurgulanıyor. (Bakınız: Tâhâ 20/124-125)

Bu âyetlerde geçen körler, Hakk’ı görmeyen inkarcılar; basîr (basîret) sahipleri ise Hakk’ı görüp, anlayıp teslim olan mü’minleri simgeliyor.

 

b-Şâhit anlamında

“O gün varıp durulacak yer, sadece Rabbinin huzurudur. O gün insana, ileri götürdüğü ve geri bıraktığı ne varsa bildirilir. Bilakis insan, kendi kendinin besâir’idir (şâhididir).” (Kıyâme 75/12-14)

Buradaki ‘besâir’i mealler Türkçe’ye genelde ‘şâhitler’ şeklinde çevirdiler. Yani kişi Kıyâmette nefsi üzerine şâhittir. Orada, dünyadaki imanın veya küfrün aleyhine olup olmadığı gerçeğini anlar. Organlarının onun üzerinde bir basîreti (şâhitliği) olacaktır ki, onu izlerler ve Kıyâmet günü onun lehinde veya aleyhinde şâhitlik ederler. (Bakınız: Nûr 24/24)

Kimilerine göre bu şâhitlik sadece Kıyâmete, Hesap Gününe ait bir olgu değildir. Kişinin kendi üzerine basîreti olması hakkında Ahfeş demiş ki: Yani herkes kendi nefsinin aleyhine hüccettir, delildir.”  İbni Arafe: “Yani kişi kendi nefsi aleyhine bilgisiyle şâhittir.  Hem de hiç itiraz etmeksizin. Zira organları kendi aleyhine şahitlik yapacaklar” demiş. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab 2/93. Bilakis insan kendini başkasından daha iyi murakabe eder, bilgisiyle kendisi hakkında daha iyi şâhitlik eder. (Kurtubî, Muhammed b. A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3204)

Bazı alimler; “insan kendi nefsi üzerine gören gözdür” demişler. İbni Abbas’tan gelen bir rivâyete göre bu âyetteki besâir (basîretler); insan kendi nefsi aleyhine tanık olduğunu ifade eder. (el-Hâzin, Muhammed b. İ. Tefsir, 4/371) (Buradaki basîret hakkındaki farklı görüşler için bakınız: Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/336-337)

Elmalılı bu âyetle ilgili olarak şöyle bir yorum yapıyor: “Doğrusu insan kendine karşı bir kalp gözüdür. Burada insanın gerçek yanı tanıtılıyor. İnsan, ne yaptığını bilmeyecek bir bedenden ibaret değildir. Tam aksine o kendini bilen, kendi kendini vicdanında duyan bir basirettir.  İnsanın hakikatı, böyle kendine karşı bir basîret (bir kalp gözü) olduğu için, kendinde olup biten, yani ruhuna, bilincine ilişmiş bulunan her şeyi duyar. Yaptığı bütün fiil ve hareketlerine kendi vicdanında kendisi tanık bulunur.” (Elmalılı, Hak Dini Kur’an Dili, )

 

c-Açık beyyine/delil, marifet anlamında

Basiret aynı zamanda delil, beyyine (açık/anlaşılır delil), bürhan (ikna edici belge), sağlam bilgi anlamında da kullanılıyor.

De ki: “Budur benim yolum: akla uygun, bilinç ve duyarlıkla donanmış bir kavrayışa (basîrete) dayanarak (hepinizi) Allah'a çağırıyorum, ben ve bana uyanlar (aynı çağrıyı yapıyoruz)…” (Yûsuf 12/108)  

“Yani; sizi yakîn (sağlam) bir bilgi, marifet ile davet ediyorum.  Zira basîret burada; hak ile batılın arasını ayırmaya yarayan marifettir.” (el-Hazin, Muhammed b. İ. Tefsir, 2/559. el-Cezâirî, Ebu Bekr. Eyseru’t-Tefâsir, 2/814) Ya da “sizi yakîn’e (kesin olan şeye) ve hakka davet ediyorm.” (Kurtubî, Muhammed b. A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1672)

Âyeti şöyle anlamak da mümkün: “(Ey Peygamber!) Benim davetim haktır, kendisine davet ulaşan herkes bu davet edildiği şeye uymak görevinde olduğunu söyle. Onlara Kur’an’ı hatırlat ve onunla öğüt ver. Onları Allah’a karşı günah işlemekten sakındır.”  (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 7/315)

İnsanlara Tevrat ile basîretlerin gönderilme sebebi onlardan ibret alınması, ders çıkarılması içindir.

Andolsun biz, ilk nesilleri yok ettikten sonra Musa'ya, -düşünüp öğüt/ibret alsınlar diye- insanlar için besâir (apaçık deliller), hidâyet rehberi ve rahmet olarak o Kitab'ı (Tevrat'ı) verdik. (Kasas 28/43)  Yani onları insanlar için birer ibret yaptık. 

“Yani, bunu görsünler ve onunla hidâyet bulsunlar diye” (el-Hâzin, Muhammed b. İ. Tefsir, 3/365. Kurtubî, Muhammed b. A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2362)

Kur’an, basîret sahibi kimseleri, azabı hak etmiş kimselerin durumundan ibret almaya davet ediyor.

Ehl-i kitaptan inkâr edenleri, ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da kalelerinin, kendilerini Allah'tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allah (O'nun azabı), onlara beklemedikleri yerden geliverdi. O, yüreklerine korku düşürdü; öyle ki evlerini hem kendi elleriyle, hem de müminlerin elleriyle harap ediyorlardı. Artık ey basîret (derin kavrayış) sahipleri ibret alın.” (Haşr 59/2)

Peygamber (sav) Medine’ye geldiği zaman, yahudilerden Nadîroğullarıyla tarafsız kalmaları hükmünü taşıyan bir antlaşma yapmıştı. Bedir savaşında müslümanlar galip gelince, yahudiler: Bu, Tevrat’ta kendisine zafer vâdedilen peygamberdir, dediler. Fakat Uhud savaşından sonra tamamen değiştiler ve antlaşmayı bozdular. Bunların lideri Ka’b b. Eşref, kırk süvari ile Mekke’ye gidip müslümanların aleyhine Ebu Süfyan’la ittifak yaptı. Bunun üzerine Hz. Peygamber onları cezalandırdı. İşte Haşr Sûresinin başından 6. âyetin sonuna kadar olan kısmın nüzûl sebebi budur. (en-Nisabûrî, Ali b. A. Esbabu’n-Nüzûl, s: 310. Kurtubî, Muhammed b. A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3024. TDV Meali, s: 544)

Artık ey basîret (derin kavrayış) sahipleri ibret alın.” Bu tam yerinde ve zamanında gelen bir çağrıdır. Burada kalplerin öğüt ve ders almak üzere açık olması gerektiği haber veriliyor. Şüphesiz ki kalpleri paslanmış ve kirletilmiş, eşyayı, olayları, âyetleri ve insan olarak konumunu anlayabilme nûrunu kaybetmiş kimseler ne ibret alırlar, ne de basîretle bakabilirler. 

Toprağın bedenleri çürütmesinde, kusursuz mükemmel bir gökyüzünün inşa edilmesinde, yeryüzünün yaşamaya elverişli olarak yayılıp döşenmesinde, çeşit çeşit bitkilerin yeşertilmesinde basîretle bakanlar için ibretler vardır.

“Allah'a yönelen her kula gönül gözünü açmak ve ibret vermek için (bütün bunları yaptık). Bunda münîb kul için tabsira (ibret/ders) vardır.”  (Kâf 50/8)

Münîb, gönülden Allah’a yönelen samimi/ihlaslı mü’min demektir.

‘Tebsıra’ ise; hem göze görme kuvveti, hem de kalbe basîret (seziş) kuvveti vermek mânâsına gelir. Ancak âyetin akışından bunun gözle görme mânâsında olması daha uygun görünüyor. Bunun birisi hissî birisi aklî yönü ifade eder. Biri duyurma, biri dikkati çekmedir. Bunların her biri Allah’ın ilmine ve ölümden sonra diriltme kudretine delâlet ederler. (Elmalılı, H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, )

Kurtubî’ye göre ‘tebsıra’; Allah’ın kudretine delâlet ve işaret eden delil demektir. (Kurtubî, Muhammed b. A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2888) 

 Kâf Sûresinde bundan önce sıralanan âyetler ve bu âyet, Rabbine gönülden yönelecek her kulun gözüne göstermek, öğüt vermek ve fikrini açmak için ibret verici delil ve hatırlatma vesilesidirler. (Elmalılı, H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, )

 

d-Ziyâ (aydınlatıcı) anlamında

 el-Cezâirî’ye göre Kur’an, Kasas 43. âyetteki ‘besâir-basiretler’i ziyâ (aydınlatıcı, yol gösterici) manasında kullanılmış. “Yani insanlar için ziyâ aydınlatıcı olsun diye. Allah (cc) Tevrat’ı İsrailoğullarına,  din ve dünya işlerinde muhtaç oldukları her şeye onun ziyâsıyla baksınlar diye gönderdi.” (el-Cezâirî, Ebu Bekr. Eyseru’t-Tefâsir, 4/1292)

 

-Peygamber insanları basîrete davet eder

Kur’an şöyle diyor:

“De ki: “Budur benim yolum: akla uygun, bilinç ve duyarlıkla donanmış bir kavrayışa (basîrete) dayanarak (hepinizi) Allah'a çağırıyorum, ben ve bana uyanlar (aynı çağrıyı yapıyoruz)”. Ve (yine de ki:) “Allah kudret ve azametiyle her türlü eksikliğin üstündedir, ötesindedir. Ve ben O'ndan başka varlıklara tanrılık yakıştıran kimselerden değilim!” (Yûsuf 12/108)

Yani ben bir bilgiye, ve hak olduğu düşüncesine ya da inancına dayanarak...

Peygamber (sav) insanları bir hayâle, bir belirsizliğe, temelsiz şeylere davet etmiyor. O’nun davet ettiği şey, mantıklı, isbatlı, anlaşılan, basîretle idrak edilebilen şeydir. Onun kuruntularla, aslı astarı olmayan şeylerle ilgisi yoktur. Bu davet, körükörüne, bâtıl ve bozuk amaçlara, nefsin isteklerine bir davet değildir. Bu davet ne dediğini bilen, hikmete çağıran bir Peygamberin davetidir.

Âyette geçen “Alâ basîretin” ifadesini daha özlü bir tarzda aktarmak pek mümkün gözükmüyor. ‘Basîret’, türediği fiil gibi, “zihinsel olarak görmek/sezerek, kestirerek görmek” anlamında soyut bir çağrışım taşımakta ve bu itibarla, “sağduyuya, bilinçli kestirişe dayanarak anlamak, kavramak yeteneği” anlamına gelmektedir. Ayrıca mecaz olarak, “aklın kabul edebileceği” ya da “akılla doğrulanabilir delil, kanıt” anlamını da ifade etmektedir. Bunun içindir ki, Hz. Peygamber'in telaffuz ettiği “Allah'a çağrı” ifadesi burada insan aklına uygun ve onunla doğrulanabilir bilinçli bir anlayışın, bilinçli bir kavrayışın sonucu olarak tanımlanmaktadır.” (Esed, M. Kur’an Mesajı, 2/480)

“Bu âyet gösteriyor ki dine davet ancak bu şartlarda caiz ve verimli olur. Müşrikler gibi körükörüne ve bir takım bâtıl ve bozuk maksatlar veya nefsânî hevesler uğruna değil; basîret üzere, ne dediğini bilerek, ihlas ve samimiyetle, nezahet ve hikmet çerçevesinde ve ancak Allah rızası gözetilerek Allah’a davet edilmelidir. Yoksa din ve dindarlık kof bir iddiadan ibaret kalır. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 5/104)

Nitekim şu âyet bu ölçüyü güzellikle ortaya koymaktadır.

“Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” (Nahl 16/125)

İnsanları basîret üzere İslâma davet eden bir elçi ve onun tebliğ ettiği İslâm gelmiştir. Bundan sonra isteyen iman etsin, isteyen etmesin; kendisi bilir.

 “De ki: Ey insanlar! Size Rabbinizden Hak (Kur'an) gelmiştir. Artık kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için gelecektir. Kim de saparsa, o da ancak kendi aleyhine sapacaktır. Ben sizin üzerinize vekil değilim. (Sadece tebliğ etmekle memurum).” (Yûnus 10/108)

İnsanlara Rablerinden dinin gerçeğine dair apaçık hak gelmiştir. Allah (cc) onu insanların arasından seçtiği birine vahyetti. Kur’an insanlara bu hakikati açıklamaktadır. Önünden ve arkasında hiç bir bâtılın kendisine ulaşamdığı Kur’an’ın getirdiği gerçekleri kabul eden kendi faydası için bir doğru yola girmiş olur. Böylece dünya ve âhiret saadetine ulaşabilir. Kim de Kur’an’ın iç ve dış âlemle ilgili âyetlerinden, haber ve hükümlerinden yüz çevirirse; bu sapıtmanın vebâli ve sonucu kendisine aittir. Böyleleri hem hidâyetin imkanlarını kaybederler, hem de âhirette azabı hak ederler. (Abduh, M.-Rıza, M. R. Tefsiru’l-Menâr (ter.), 13/397-398)

 

-İnsanlar için basîret olsun diye hz. Musa’ya Tevrat indirildi

Bir âyette Tevratın vasıfları ile ilgili olarak şöyle deniyor:

“Andolsun biz, ilk nesilleri yok ettikten sonra Musa'ya, -düşünüp öğüt alsınlar diye- insanlar için apaçık deliller (besâir-basîretler), hidâyet rehberi ve rahmet olarak o Kitab'ı (Tevrat'ı) vermişizdir.” (Kasas 28/43) Bu kitap sayesinde geçmiş kavimlerin başına neler geldiğini görsünler ve doğru yolu bulsunlar diye.

Burada ‘besâir’ şeklinde (çoğul) olarak gelen basîret; meallerde Türkçe’ye; kalp gözünü açan, ufuk açıcı, açık belgeler, vicdanları aydınlatacak deliller, aydınlanma kaynağı kanıtlar, aydınlatıcı kaynak, vicdanları harekete geçirici, gönülleri açan, açık çağrılar, kalp gözleri için aydınlık ve deliller şeklinde aktarılmış.

Tevrat’ın bir özelliği olarak besâir hakkında “İsrailoğullarının din işlerinde muhtaç oldukları ışık (ziyâ)” olduğu söylenir. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 10/76)

Hz. Musa’ya indirlen Tevrat basîret olduğu gibi ona verilen mucizeler de birer basîrettir. Allah (cc) hz. Musa’yı desteklemek üzere ona dokuz tane apaçık mucize vermişti. Bunları gören Firavun, onun hak bir peygamber olduğunu kabul etmek yerine ona; “Ey Musa, ben senin büyülenmiş biri olduğunu düşünüyorum” demişti. Bunun üzerine hz. Musa ona:

İyi biliyorsun ki, bunları ancak, göklerin ve yerin Rabbi apaçık gözleri açacak deliller (besâir-basîretler) olarak indirmiştir. Ey Firavun, ben de seni kesinlikle helâk olmuş bir kişi olarak görüyorum” demişti.” (İsrâ 17/101-102)

Basîret burada; apaçık, anlaşılır, ikna etmeye yeter delil (el-Hâzin, Muhammed b. İ. Tefsir, 3/149), açık, aydınlatıcı, hidâyeti isteyenler için yol gösterici belgeler (Ebu Bekr el-Cezâirî, Eyseru’Tefâsîr, s: 956)  demektir.

Bu basîret diye nitelenen deliller, belgeler hz. Musa’nın davasının hak olduğunu isbat eder. Bunlar onun sâdık oluşunu, “ben Allah’ın elçisiyim, beni size O’nda başka kimse göndermedi” diyen sözünün doğru olduğunun şâhididir. ‘Besâir’ burada âyetler, yani belgeler, isbatlar, deliller anlamına gelir. Onlar kendileriyle derin kavrayış sahibi olmak isteyenin basiretini (kalp gözünü) açarlar, hidâyeti isteyenlere yol gösterirler. Onlarla hakkın geldiğini gören o âyetleri anlar. Onların sadece Allah’tan geldiğini bilir. (Taberî, İbni Cerir.  el-Câmiu’l-Beyan, 8/158)

 

-Kur’an basîrettir

Kur’an bir kaç âyette kendisinin basîret (çoğulu:besâir) olduğunu söyler. Bunlar muhatabın hakikati görmesini sağlayan deliller ve belgeler bütünüdür.

Tekrar hatırlayalım ki, beden gözüyle algılamaya, görmeye ‘basar’, zihin melekeleriyle algılamaya ‘basiret’ denir. (Heyet, Kur’an Yolu, 2/356) Bir başka deyişle ‘basar’ görmeyi ve görme gücünü ifade ederken, ‘basîret’ görmeyi sağlayan nûr’u, derin kavrayışı ifade etmektedir. Kur’an âyetleri insanların gerçeği görmelerine yarayan belge ve delil oldukları  için onlara da ‘basiret’ denmiştir.

Basîret aynı zamanda delillerle ikna olmuş kalbin akidesidir. Basîret derin kavrayış (fıtnat) ve ibret manasına da gelir. Bu derin kavrayış ve öz anlayış sayesinde elde edilen sonuçla hareket etmeye ‘basîretle hareket etme’ denir. Bu ‘basîret’ her insanda potansiyel olarak vardır. Türkçe’de ‘gönül’ adı verilen baş ve onun manevi gözü olan ‘gönül gözü’ işte budur. Baştaki göz görmek için nasıl ışığa muhtaçsa, gönül gözü de görmek için manevi ışığa muhtaçtır. O da Kur’an’dır. (İslâmoğlu, M. Esmâ-i Hüsnâ, 1/757)

Basîreti üç maddede açıklamak mümkün;

1.Basîret göze karışık gelen durumu aydınlığa kavuşturan âmildir. Bu somut şeylerde görülür ve ayırdedici alâmete (basirete) muhtaçtır.

2.Akla karmaşık gelen durumu açıklığa kavuşturan âmildir. Bu soyut şeylerde görülür ve bunun da açıklığa kavuşması için kanıta, beyâna yani basîrete ihtiyaç vardır.

3.Aklın ve gözün bir rolünün olmadığı basîret. İbadete ilişkin hüküm koymada böyle bir durum vardır. Burada, Allah’ın teşri’ine (hüküm koymasına) ihtiyaç vardır.

Kur’an her üç çeşit basîreti içerdiğinden dolayı ‘besâir-basiretler’ olarak isimlendirilmiştir. (Çelik, M. Kur’an Kur’an’ı Tanımlıyor, s: 208)

Kur’an bütün insanlar için basirettir, iman edenler için hidâyet ve rahmettir. Basîret bir başka açıdan hakkı gösteren deliller, ruh ve hayat demek olup (Nesefî, Ahmed b. M. Tefsir 3/302) Kur’an’ın en büyük mu’cize, en açık delil, en doğru isbat olduğunu işaret eder.

“(İşte) bu (vahiy-Kur’an) insanlık için bir kavrayış aracıdır (besâirdir-basiretlerdir), tereddütsüz inanca sahip olanlar için de bir rahmet ve hidâyettir.” (Casiye 45/20)

“Yani (bu vahiy), imanın amacını insanın önüne koyan Kur’an basîrettir.” (Esed, M. Kur’an Mesajı,  3/1021)

Bu kitap nuruyla Allah’a yönelten, bilinç kaynağı âyetlerden meydana gelmektedir.

Bu kitap basîrettir. Yani dinin ahkâmını ve sınırlarını kendileri ile görebilecekleri işaretlerdir. (el-Hâzin, Muhammed b. İ. Tefsir, 4/124)

Bu kitap ve onun getirdiği şeriat (dini hükümler) tüm insanlık için aydınlıktır. O hak ile batılın arasındaki farkları bildirmektedir. Ancak onun aydınlığından ancak iman edenler faydalanabilir. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (ter.) 5/325)

Özü ve esası Allah’ın vahyi olan Din, bütün insanlar için aydınlatıcıdır, onları akıllarını doğru kullanarak imana, ibadete ve güzel ahlâka yönelmeye davet eder. Peşin hükümleri bırakıp vahyin konuları üzerinde derinden düşünen, Kur’an’ın sunduğu delilleri aklın önünde bir ışık gibi kullanan mü’minler için hidâyet ve rahmet, ferahlık, bereket ve kurtuluş kaynağıdır. (Heyet, Kur’an Yolu, 4/696)

Kur’an’ın kendisini basîret olarak nitelemesi, onun yol göstericilik misyonu anlamını daha da güçlendirmektedir. Doğrusu bu Kur’an yol gösteren varlıkların görülmesini sağlayan gözler gibidir. O özü itibariyle hidayettir, rahmettir. Ancak bu, şüpheye yer vermeyen bir imanla inanan kimseler içindir. Kesin bir inanaca (yakin imana), sarsılmaz bir güvene sahip olan kalp, izleyeceği yolu bilir. Bocalamaz, telaş etmez, yolunu sapıtmaz. Böylece yolunun açık, ufkunun aydınlık, hedefinin belli olduğunu görür. O zaman Kur’an onun için bir nur ve hidayet rehberi olur. (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 5/3229)

Kur’an, kendisiyle zararlı ile faydalının, hak ile bâtılın görüldüğü (idrak edildiği) kalp gözü olduğunun bilinmesini istiyor. Kim ona iman eder ve onunla amel işlerse saadete, kemâla doğru hidâyet bulur. Kim de ona inanmaz ve onunla amel işlemezse sapıtır ve bedbaht (şâki) olur. (el-Cezâirî, Ebu Bekr, Eyseru’t-Tefâsir, s: 1684)

Peygamberin (sav) davetine karşı ayak direyenler, ondan kendini ikna edecek, hayran bırakacak, tatmin edecek mu’cize getirmesini istiyorlardı. Ancak gören göz için, idrak eden bir akıl için, açık olan bir kalp gözü için, dürüst olan bir vicdan için Allah’tan gelen basîretler (Kur’an) yeterlidir. Kur’an ile ikna olmayan bir kafayı, hangi mu’cize ikna edebilir ki? Kur’an basîret olarak; hem ikna edici, vicdanları harekete geçirici delil, hem yol gösterici rehber ve aydınlanma kaynağı, hem de Peygamberin iddialarının en sağlam belgesi, bürhanı, kanıtı ve isbatı; hakikatin en güçlü ve sâdık şâhididir.

Kur’an Peygamber’den mu’cize isteyenlere şöyle cevap veriyor:

 “Onlara bir âyet (veya mu’cize) getirmediğin zaman, (ötekiler gibi) onu da derleyip getirseydin ya! derler. De ki: Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım. Bu (Kur'an), Rabbinizden gelen basîretlerdir (kalp gözlerini açan beyanlardır); inanan bir kavim için hidâyet ve rahmettir.” (A’raf 7/203)

Tefsircilere göre bu âyetlerde geçen ‘besâir-basîretler’ lafzından maksat Kur’an’dır. (Taberî, İbni Cerir, Câmiu’l-Beyan, 6/160. İbni Atiyye, el-Endelusî, el-Muharriru’l-Veciz, s: 1701. Nesefî, Ahmed b. M. Tefsir, 3/302. İbni Kesir, Muh. Tefsir, 3/310)

Allah’ın hz. Muhammed’e vahyettiği Kur’an, gönderdiği besâir (basîretler) tartışmaları sona erdiren delillerdir. Bunların üzerinde düşünüp kavrayan kimse, bunların delâlet ettiği hak sayesinde akli basîret sahibi olur. Bu âyetler, müşriklerin istedikleri mu’cizelerden daha fazla ikna edicidir. Çünkü onlar hakka direkt olarak delâlet ederler. (Abduh, M.-Rıza, M. R. Tefsiru’l-Menâr (ter.), 11/29)

Kur’an basiret olarak tevhid, nübüvvet ve mead (âhiret) konusunda aklı ikna edecek yeterli delili, belgeyi ihtiva etmektedir. (el-Hâzin, M. b. İbrahim, Tefsir, 2/275)

Âyetteki ‘basîret’ aktif yapıdadır ve kullanıldığı yerlerde risâletin sebebi olan Vahye, özellikle onun muhatabını inşa edici özne oluşuna dikkat çeker. (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/550)

İnsanlara Allah’tan içinde kendisiyle hidâyet ve sapıklık, hak ve bâtıl arasındaki farkı görebileceğiniz açıklamalar ve deliller olan Kur’an geldi. Bazılarına göre âyetler ve belgelerin kendileri bizzat besâir değil; onu tanıyan ve onun hakikatlerine vakıf olan için. basîreti kuvvetlendiren, basîret meydana gelmesini sağlayan, hakikati gösteren deliller ve isbatlardır. Bu âyetler, bu sağlam delil ve kanıtlar insanlarda  basîretin oluşmasına sebep olurlar.  Bu nedenle bunlar Kur’an’da ‘besâir’ şeklinde isimlendirildi.  (el-Hâzin, M.b. İbrahim, Tefsir, 2/145)

Âyette Kur’an’ın ‘besâir, hüdâ ve rahmet’ şeklinde üç özelliği sıralanıyor. Böylece Kur’an’ın insanoğlunun üç büyük arayışına, ihtiyacına cevap veriliyor. ‘Belgeler, deliller’ şeklinde çevrilen basîret, genellikle “gerçeğin ortaya çıkmasını, açıklığa kavuşmasını sağlayan şey, bilgi, kesinlik, delil, hüccet/kanıt” şeklinde açıklanıyor.

Hüdâ; hidayet, doğru yol, kurtuluş yolu, acıma, şefkat gösterme, merhamet etme, mutluluk veren şey, iyilik manasına gelir.  

Şu halde Kur’an insanlara din ve dünya hayatlarıyla ilgili doğru bilgiler verdiği gibi; bu konuda kesin belgeler sunmakta, aklı aydınlatmakta, inançları düzeltmekte ve doğru yolu göstermektedir.  (Heyet, Kur’an Yolu, 2/512)

 

-Allah’tan gelen vahiy de basîrettir

Allah’ın kâinattaki (kevnî) ve Kur’an’daki (kavlî) âyetleri, insanın gerçeği görmesini, kalp gözünün açılmasını sağlayan nûrdurlar. Bunları görmemek, bunlarla kalbi aydınlatmamak, bunlarla hakikete ulaşamamak tek kelime ile körlüktür.

Kur’an bu anlamda insanlara basîretler geldiğini haber veriyor.

“Doğrusu, size Rabbinizden ‘basîretler (besâir) geldi; artık kim görürse kendisi içindir, kim de kör olursa kendi aleyhinedir.” (En’am 6/104)

Yani hakkıı açıklayıcı âyetler, bütün maksat ve taleplere delâlet eden çok net deliller. Allah (cc) bununla kullarını uyarıyor. Kendileri için neyin hidâyet, neyin bunun tersi  olduğunu haber veriyor. Bunlar kalpler için, gözleri aydınlatan Güneş gibidir. Burada mânâ ile uyumlu müthiş bir belâğat (söz sanatı), beyan ve açıklık, en güzel gerçekler var. Zira bütün bunlar gizli ve açık bütün nimet çeşitlerini yaratan Allah’tan gelmektedir. Bunlar, açıklayıcı âyetlerin en faziletlisi, sorunların çözümünü gösteren en değerlisidir. Kim bunlardan ibret alıp, muktezası (gereği) ile amel ederse, faydasını görür. (Sa’di, A. b. Nâsır. Teysiru’l-Kerimi’r-Rahman, s: 268)

Burada Peygamber’e (sav) hitap edilerek sanki; “Ey Muhammed! O Allah’a ortak koşanlara, O’nun elçisini yalanlayanlara de ki: Rabbinizden, dalâlet yerine hidayeti, küfür yerine imanı gösterecek deliller geldi” deniliyor.

Bu âyetten önce Allah (cc) yağmuru yağdıranın, her bitkiyi yeşertenin, meyveleri olgunlaştıranın kendisi olduğunundan, kendi varlığından, varlığının yüceliğinden, yegane Yaratıcı olduğundan, kendi varlığının insan idrakini aştığından, eş ve ortak edinmekten uzak olduğundan, gözlerin O’nu kuşatamayacağından, her şeyi bildiğinden ve her şeyi insanın bütünüyle bilemeyeceği bir hikmetle yarattığından bahsediyor. Sonra da “...size Rabbinizden ‘basîretler (besâir) geldi...” buyuruyor. Bundan sonra da Allah (cc) âyetlerini anlayan, idrak eden, basîret sahibi kullar iyice anlasınlar diye açıkladığını haber veriyor. Arkasından da hz. Muhammed’in şahsında bütün iman edenlere Allah’ın vahyettiğine uymalarını emrediyor. (En’am 6/99-106)

Bazılarına göre basîret bu âyette ‘hidâyet’ veya beyyine (açık delil) demektir. Kişinin dini hakkındaki kalp gözüdür. Yoksa maksat kafadaki göz değildir. Nitekim bir âyette buna şöyle işaret ediliyor:

“Gerçek şu ki, gözler kör olmaz, fakat sînelerdeki kalbler kör olur” (Hacc 22/46) (Taberî, İbni Cerir, Câmiu’l-Beyan, 5/299)

Başka bir görüşe göre basîret burada ‘hakikat bilgileri’ anlamındadır. (Okuyan, M. Kur’an Sözlüğü, s: 141) Ya da bir şeyi hakkıyla görmeyi ve bilmeyi gerektirecek delildir, kuvvettir, kavrama araçlarıdır.

Allah (cc) katından gelen âyetler, sağlam delillerdir. Sağlam delil insanı doğruya yöneltir. Vahy de aynen böyledir. İnsana sırat-ı müstakimi (en doğru yol) gösterir.

Kim vahyin sunduğu bu basîretleri (sağlam delilleri) görür (ebsara); yani anlar, gereğini yaparsa, kendi lehine olur. Bunun ötesi insanın kendi kendine kötülük etmesidir. İlginçtir âyette basîret ile onun kök fiili olan görme (basar) birlikte kullanılıyor.

Yaratıcı tarafından bunca ikna edici kanıtlar (deliller), yani basîretler sunulduğu halde, kimin bilinci kapalı, idraki kıt, anlayışı dar, feraseti bağlanmış, bakışı kör  ise ona yazık olmuştur. Zaten vicdanı körelmiş, yüreği kararmış, nefsi kirlere bulanmış olandan başkası sapıklıkta ısrar etmez. (Kutub, S. Fi-Zılâli’l-Kur’an, 2/1167)

Basîret maddi objeleri görmeye yarayan gözün (basar’ın) karşıtıdır. Bu ikisinin farkını şu rivâyette açıkça görmek mümkün: Muaviye Haşimoğullarından birisine; “Siz ey Haşimoğulları! Sizin gözleriniz (basar’ınız) hasta” deyince Haşimîlerden olan kişi de ona şöyle cevap vermiş: “Sizin de ey Ümeyye Oğulları! Basîretiniz hasta.” Yani kalpleriniz ve akıllarınız sakat. Bu âyette geçen “el-besâir”den maksat, En’am 95den itibaren devam eden âyetlerdir ve bu manayı ifade eden diğer âyetlerdir, ya da tümüyle Kur’an’dır. (Abduh, M.-Rıza, R. Menar Tefsir (ter.), 8/296)

“Göze göre basar (görme) ne ise, kalbe göre basîret de odur. Gözlerin görmesine sebep olan ve görücü kuvvet denilen görme nûruna göz (görme duyusu) denildiği gibi; kalbin görmesine sebep olan ve dilimizde ‘kalb gözü’ de denilen algılayıcı kuvvete ve özellikle bunun zekâ, anlayış ve firaset denilen, görünür ve görünmez bir işe dikkat ve nüfuz ile, gereği gibi idrak eder bir derecede açık ve parlak olması haline ‘basîret’ denilir.

Aynı şekilde baş gözüyle hasıl olan ve görmek denilen tam ve kâmil anlayışa ‘basar’ denildiği gibi, kalb gözüyle hasıl olan tam ve kâmil idrake, gerçek ve şüphesiz bilgiye de ‘basîret’ denir.

Ayrıca delil, hüccet ve burhana, şâhide, dikkat ve iman ile ibret alınacak hidâyet sebeplerine de ‘basiret’ denildiğini hatırlayalım. Çünkü bunlar ferâset ve idrake sebep olur, onları kuvvetlendirir.

Bu açıdan basîret, önceki ma’nâları da içine alır. Çünkü basîretin kendisi de en büyük delil, en büyük şâhid ve beyyine, en büyük ibret dayanağıdır. Bu âyette de besâir (basîretler), ya birinci mânâdaır, ya da onu da içine alan bu üçüncü mânâ olarak Kur'ân ve özellikle yukarda vârid olan açık âyetlerdir.  

Bu âyete göre müşriklerde basîret yoksa da, idrak gücü doğuştan herkese verilmiştir. Hz. Muhammed’e indirilen vahiy, bu idraki güçlendirecek basîretler, ilâhi delillerdir. İnsana düşen kendinde mevcut olan idrak gücünü harekete geçirerek hakikate ulaşmasıdır.  Bundan sonra kim kalb gözüyle bakar, Rabbinden gelen bu delilleri, basîret ile hakkı görmek ister de iman ederse bu kendi lehinedir. Her kim körlük eder, kalb gözünü yumar, kör olursa, bu körlük ve nankörlük de kendi aleyhinedir.

Hacc 46. âyetinin delâleti üzere asıl körlük göz körlüğü değil, kalb körlüğüdür ki, bundaki zararın sınırı ve sonu yoktur.”  (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 3/490-491)

Burada şöyle söyleniyor: Rabbinizden size gelen Kur’an’de hem beyan (açık belge) hem de gözü açacak, ikna edecek belgeler, deliller vardır.  Kim için ona itibar ederse ondan faydalanır. Kim ona karşı kör olursa zararı kendinedir.  (İbni Manzur, Muhammed b. M. Lisânu’l-Arab, 2/93)

En’am 104. âyette dile getirilen gerçek, Yûnus Sûresinde “Rabbinizden size hak gelmiştir” ifadesiyle bir kez daha vurgulanıyor. Her iki âyet de aynı gerçeğe işaret ettiğine göre yukarıki âyette geçen ‘besâir-i basîretleri’ hak ve hakikat diye anlamak doğru olur. Bu da vahiyden başka bir şey değildir.

“De ki: Ey insanlar! Size Rabbinizden hak gelmiştir. Artık kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için gelecektir. Kim de saparsa, o da ancak kendi aleyhine sapacaktır. Ben sizin üzerinize vekil değilim. (Sadece tebliğ etmekle memurum).” (Yûnus 10/108)

Yani Allah’tan gelen hakikatte beyan (ikna edici delil) ve basîretler var. Kim ona kulak verirse ondan faydalanır. Kim ona karşı kör ve sağır olursa zararı kendinedir.  Zira Allah (cc) yaratıklarına karşı ğânidir, kimseye muhtaç değildir.   

Bu Kur’an veya özellikle bu öğüt veya şeriate uymakla Allah’tan korkma hususu insanlar için kalp gözlerini açan bir nûrdur. Arzulara (şehvetlere) uymak, insanların kalplerini körlettiği, hakkı anlamalarına engel olduğu gibi; Allah’ın sözünü dinlemek,  şeriatine uymak da insanların hakka doğru gözlerini açan basîret olur. ( Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/89)

Âyette Allah (cc) tarafından bildirilen ‘basîretler’den maksat; hakka davet eden kurtuluş yolunu gösteren, özellikle Tevhid akidesini isbat eden âyetler olarak da anlışılabilir.

Ya da Allah’ın insan fıtratına yerleştirdiği imana yönelme kabiliyeti, bilgi ve akletme melekesidir. Buna göre Hz. Muhammed’in hakka davetini doğru bir şekilde kavrayan, bu konudaki delilleri, isbatları akıl ve düşünme yeteneğini isabetle kullanarak değerlendiren ve bu şekilde hidâyeti bulan kendine iyilik etmiş olur. Kibire kapılarak bunun aksine davranan da kendi kötülük etmiş olur.

Âyetin son kısmı Peygamber’in (sav), bu şekilde basîretsizliği yüzünden helâka düşenleri koruma imkanının olmadığını bildirmektedir. (Heyet, Kur’an Yolu, 2/356)

Allah (cc) insanlara eşyayı görmeleri için nasıl maddi gözler vermişse, gerçekleri kavrayabilmeleri için de kalp gözü diyebileceğimiz idrak güçleri vermiştir. Artık kim bu kabiliyetini doğruya kullanmazsı zararı kendi aleyhine olur. (TDV Kur’an Meali, En’am 104. âyet açıklaması)

“Kur’an, insanların, sadece baş gözü ile elde ettikleri bilgilerle yetinmemelerini, baş gözünün yardımıyla kalp gözünün elde edeceği bilgileri de hesaba katmalarını öğütler. Baş gözüyle çevresini inceleyen, aletler yapan, keşiflerde bulunan, tekniği, sanatı, ilmi kuran insan, kalp gözünün yardımıyla da ahlâkı ve dini kurar. İnsanın bu iki çeşit çalışmasında, dıştan bakan gözle, içten yaşatan gözü birbirinden bütünüyle ayırmaya imkan olmaz.

Kur’an’ın istediği bakış, akıl ve hissin bakışıdır. Bu bakış bize birinci bakışta göremediklerimiz gösterir.” (Çelik, M. Kur’an Kur’an’ı Tanımlıyor, s: 209)

Allah’ın âyetleri, insanın gerçeği görmesini, kalp gözünün açılmasını sağlayan nûrdur. Bunları görmemek, bunlarla kalbi aydınlatmamak, tek kelime ile körlüktür.

Bu nûr’dan, bu basîret gücünden mahrum olanlar, aydınlıktan yoksun kalıp yollarını şaşıranlardır. Onlar, Hakk’a sırt çevirdikleri için nur’suzluğu, basîretsizliği kendileri seçmiştir.

“Bunların örneği, ateş yakan adamın örneğine benzer; (ki onun ateşi) çevresini aydınlattığı zaman, Allah onların aydınlığını, (nûrlarını) giderir ve göremez bir şekilde karanlıklar içinde bırakıverir.” (Bakara 2/17)

Allah’ın âyetleri karşısında ikili oynayan münafıklar kördürler, sağırdırlar. (Bakara 2/18) 

Dahası Eğer onları, doğru yola çağırırsanız işitmezler. Sen onların sana baktıklarını görürsün, hâlbuki onlar görmezler.” (A’raf 7/198) Onlar bakar kördürler.

Onların kalpleri vardır; bununla kavrayıp anlamazlar, kulakları vardır; bununla duymazlar, gözleri vardır; bununla görmezler. Bunlar tıpkı dört ayaklılar gibidirler. Dört ayaklı yaratıklar da bazı sesleri duyarlar, bazı şeyleri görürler ama ne olduğunu anlamazlar. (A’raf 7/179)

 “Kur’an aynı zamanda insanın basiretini kuvvetlendirir. O insanın hem baş gözü, hem kalp gözü için ışıktır. Kur’an’da gaflet gösterenlerin basîreti devre dışı kalır. Böyleleri önlerini bile göremezler.” (Çelik, M. Kur’an Kur’an’ı Tanımlıyor, s: 210)

Şüphe yok ki Kur’an, hakikati görmek isteyenler için basîrettir, gerçek delildir. O insanı körlükten, kalplerin sapmasından, şek ve şühelerden, küfür ve dalâletten (sapıklıktan), zulüm ve ilhaddan (sapmalardan), isyana düşmekten ve haddi aşmaktan kurtaracak besâirdir (apaçık belgedir).

O aynı zamanda bid’at ve günahlardan, cehâlet ve kibirden, belâ ve fitneye düşmekten koruyan bir kitaptır. Kim ona tabi olursa kendi lehine bir iş yapmış olur. Kim de ondan yüz çevirirse kendi aleyhinedir. (En’am 6/104)

Allah’ın kâinatı yaratma hikmetlerinden biri de kulların kalp gözünü açmak ve ibret vermektir.

“Yeryüzünü de döşedik ve ona sabit dağlar koyduk. Orada gönül açan her türden (bitkiler) yetiştirdik. İsteyerek Allah'a yönelen her insana bir basîret (hikmetle bakmak) ve uyarı vesilesi olarak.” (Kâf 52/7-8)

Burada basîretle aynı kökten gelen ‘tabsıra’ kelimesi kullanılıyor. Bu da dikkatle bakmak anlamıyla, gönül gözüyle bakmak anlamındaki basiretle aynı manadadır. Bu bir açıdan derin düşünmeyi, eşyanın arkasındaki hakikati idrak etmeyi, görünen şeylerdeki hikmeti anlamayı ve bundan ibret almayı ifade eder.

Kur’an bütün bunları sağlayan bir basîretler hazinesidir.

Basîret sahipleri Kur’an’ı bir de bu gözle okurlar. Bir kimse kimse basîret sahibi ise, demek ki o bilgi ve tecrübe sahibidir. Böyleleri hakikati görürler, onun üzerinde tefekkür ederler, hakikati belirtilerine, alâmetlerine bakarak tanırlar ve anlarlar.

 

   -Sonuç yerine

Kur’an, insanların din, dünya ve âhiret hakkında doğru bilgiye, yani hakikatin bilgisine ulaşmaları için gönül gözünü açan ve ibretler sunan bir kitaptır.

Her müslüman da dini hakkında aydınlık bir yol, hidâyet, nûr ve sağlam delil üzere olmakla görevlidir.

Şüphesiz dinini bilen, doğru ve hak yolda, basîretle hareket eden ile; kör, şaşkın, yolunu kaybetmiş, câhil veya câhil olduğundan habersiz birisi ile bir olmaz. “A’mâ ile gören bir olur mu? Veya aydınlıkla karanlık bir midir?” (Ra’d 13/16) Bu tıpkı said ve şâki (mutlu ve bedbaht), cennetlik ile cehennemlik zıtlığı gibidir.

Kur’an ile amel işlemek kişiyi dünya âhiret saadetine götürür. Bu da Allah’ın lütfudur. Allah (cc) lütfunu dilediğine verir. Kur’an’dan yüz çevirerek hevâ ve hevese uyarak yaşamak da insanı dünya ve âhiret bedbahtlığına sürükler.

Kim besâir-basîretler; yani nûr, hidâyet, rahmet, şifa, saadet kaynağı, apaçık delil ve gönül gözünü açıcı Kur’an ile amel etmezse, ona selâmet (rahmet mi demeliydim) dilemek gerekir. (el-Büleyhî, Sâlih İ. Kur’an İsimleri Antolojisi, s: 243-244)

Zira böyleleri ne kadar büyük bir hüsrana düştüklerini bilemezler.

 “Vahyin inşa ettiği bir basîretle bakan, vahyin penceresinden bakıyor demektir. Vahyin penceresinden bakan, Allah’ın gör dediği yerden bakar ve Allah’ın gösterdiğini görür. Gönül ellerine vahiy fenerini verip gönül gözüyle varlığa ve hayata bakanlar, eşyanın kabuğuna değil özüne, insanın cesedine değil ruhuna, hayatın geçici olanına değil kalıcı olanına odaklanır.”  (İslâmoğlu, M. Esmâ-i Hüsnâ, 1/758)

Kur’an bu anlamda insanlık için, özelde iman edenler için basîrettir.

Kur’an kalp gözüyle, yani basîretle bakmayanlar, onun “ilâhi bir basîret”, hakikatin apaçık, ikna edici delili olduğunu, hayatı inşa edici bir özne olduğunu anlayamazlar. Onlar için Kur’an kimbilir mucizevi bir kitap, kimileri için eski bir yazarın miâdı dolmuş bir kitabı, kimileri için  tedavi aracı ve ruhu dinlendirici bir nesne, kimileri için uğur kaynağıdır.

Allah (cc) herkese ‘basîret’ olan Kur’an’ı (vahyi) anlama, inanma ve hayata aktarma basîreti nasip etsin.

 

Hüseyin K. Ece

(Son kısmı) 30.05.2016

Zaandam