Şeytan, insanlara kendi yaptıklarını nasıl tezyîn edebilir, süsleyebilir?

Şüphesiz bu ifade de Kur’an’ın kelam harikalarından biridir. Şeytan ve tezyin yanyana kullnılıyor. Çünkü tezyîn kelimesi duyanlara hep süsü, güzelliği, tezyinâtı, sanatı, ihtişamı, hoş olanı, hatta doğru olanı hatırlatır.

Şeytanın bu sayılanlarla bir işi olmadığına göre o, insanların işlerini, fikirlerini nasıl süsleyebilir, nasıl tezyîn edebilir?

Türkçede böyle bir deyim var: Allayıp pullamak. (Doğan, D. Mehmed. Büyük Türkçe Sözlük, s: 59)

Bu da, görüntüyü kurtarmak, kötü ve çirkin bir görünüşü kapatmak için bir şeyi süslemek, donatmak demektir. Ya da görünüşte hoş olmayan bir şeyi bertaraf etmek, gidermek, güzelleştirmek, süsleyerek abartmak anlamına gelir.

Şeytanın kişiye amellerini tezyîn etmesine ‘allayıp-pullamak’ diyebilir miyiz? Evet tam da bu...

Şeytan tarafından süslü gösterilen şey aslında kötü, yanlış, çirkin, hata veya bâtıldır. Ama o böyle şeyleri kendi dostlarına bir şekilde tezyîn eder (süsler). Onların inandıkları şeyi, kendi yaptıklarını güzel ve doğru bulmalarını, yapmaya devam etmelerini bir anlamda telkin eder.

Şeytanın telkinlerinden, çirkinlikleri allayıp pullamasından sonra, ona aldananlar, üzerinde bulundukları yolu hak, yaptıkları işleri doğru/isabetli, ortaya koydukları ahlâkı fazilet, iddialarını geçerli, elde ettikleri sonucu kazanç sayarlar.

Zira onlara göre bütün bu sayılanlar süslüdür, göze güzel ve şahâne, doğru ve mükemmel görünür. Ama aslında o göründüğü gibi değil, şeytan tarafından allanıp pullanmıştır.

 

-İlgili âyetlere bakalım

Şeytan/iblis insanların yaptıklarını kendilerine tezyin edeceğine, süslü-güzel göstereceğine ahdetmişti. Ne zaman? Bilmiyoruz. Kur’an şöyle anlatıyor: Allah (cc) hz. Âdem’in yaratılışını tamamlayınca meleklere Âdem’in önünde “secde edin” diye emretti. Bütün melekler secde ettiler ama İblis/Şeytan bu emri dinlemekten kaçındı. Allah (cc) ona niçin secde etmediğini sorunca kendisinin Âdem’den üstün olduğunu iddia etti.

Bu yüzden ilâhi rahmetten kovuldu (racîm oldu), lânetlendi. Bunun üzerine İblis/Şeytan yeniden diriliş gününe kadar insanları saptırmak için izin ve mühlet istedi. Allah (cc) da (kendi hikmeti gereği) ona izin ve mühlet verdi. (Hıcr 15/26-38. Ayrıca bkz: A’raf 7/11-18. Sad 38/71-83. İsrâ 17-61-65)

Arkasından da;

İblis, “Rabbim! Beni azdırmana karşılık, andolsun ki yeryüzünde kötülükleri onlara güzel göstereceğim, içlerinde ihlâsa erdirilmiş kulların hariç, onların hepsini azdıracağım” dedi.

(Allah) benim doğru yolum budur buyurdu.” (Hıcr 15/39-41)

“İblis dedi ki: “Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için Senin doğru yolunun üzerine oturacağım. Sonra elbette önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve Sen, onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın.” (A’raf 7/16-17)  

Yani onları hidâyetten saptırmaya çalışacağım. (Mukatil b. Süleyman, Tefsir, 2/203)

Âyeti şöyle çevirmek  de mümkün: “İblis dedi ki: Sen, sadece beni saptırdığından ötürü, yemin olsun ki ben de o kullarına masiyet (günah) olan davranışları cazibeli ve çekici olarak göstereceğim, onların hepsini saptıracağım.”

Burada Şeytanın/İblisin ademoğullarının amellerini (eylemlerini) kendilerine süslü göstermesi iki şekilde olur: Ya masiyetlerin (günahların işlenmesini teşvik, ya da dünyalık, fani süslerle, dünya ziyneti sayılan şeylerle meşgul ederek salih amel yapmalarına engel olmak şeklinde olur. (Kurtubî,M. b. Ahmed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/1735)

Ebu Said el-Hudrî (ra) Peygamber’in (sav) şöyle dediğini rivâyet etti. “İblis; “Rabbim, İzzet ve Celâlin hakkı için Âdemoğullarının ruhları bedenlerinde olduğu müddetçe onları azdırmaktan geri durmayacağım” dedi. Allah (cc) da; “İzzetim ve Celâlim hakkı için Ben de onlar benden mağfiret (af ve bağış) diledikleri sürece günahlarını bağışlamaya devam edeceğim” buyurdu.” (Ahmed b. Hanbel, 3/76, 29 ve 41. Kurtubî,M. b. Ahmed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/1735)

Bu âyetlerde Allah (cc) Şeytanın, imanda samimi olanlar hariç, Âdemoğullarınn çoğunu saptırmaya çalışacağını, haber veriyor.

Bu anlamı farklı şekillerde diğer ayetlerde de görmek mümkün. Şöyle ki:

İblis dedi ki: Öyle ise beni azdırmana karşılık, and içerim ki, ben de onları saptırmak için senin doğru yolunun üstüne oturacağım.”

”Sonra elbette onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve sen, onların çoklarını şükredenlerden bulmayacaksın!” dedi. (A’raf 7/16-17)

Allah, o şeytana lânet etti ve o da, “Andolsun ki senin kullarından elbette belirli bir pay alacağım” dedi.” (Nisâ 4/118)

Şeytanın alacağı pay onlara vesvese vermesi, eylemlerini süslü gösterip sapıtması, günah işlemelerini, isyan etmelerini teşvik etmesi olabilir.

 “(İblis) dedi ki: ”Şu benden üstün kıldığına da bir bak! Yemin ederim ki, eğer beni kıyâmete kadar yaşatırsan, pek azı dışında, onun neslini kendime bağlayacağım!” (İsrâ 17/62)

İblis bu sözleri, henüz dedikleri gerçekleşmeden, insanların çoğunu kandıracağını zannederek söyledi. Bir başka âyette Şeytanın bu zannını doğruladı haber veriliyor:

Şeytan, onlar hakkındaki zannını doğru çıkardı. İnananlardan bir grup dışında hepsi ona uydular.” (Sebe’ 34/20)

Burada görüyoruz ki Şeytan kendisinin racîm olmasına sebep olan Âdem’i ve evlatlarını doğru yoldan saptırmaya çalışacağına, eylemlerini kendilerine doğru, süslü, hoş, sevimli göstereceğine, ancak Allah’ın sâlih kullarına dokunamayacağını söylüyor.

Âyet Şeytana tabi olanların cehennemi hak edeceklerini de haber veriyor.  

 

-Şeytanın aymazlığı

İblîs/Şeytan Allah’ın emrini dinlemediği gibi, Allah’tan izin ve mühlet istiyor.

Neden? İnsanları Allah yolundan saptırmak için. Bunun sebebi muhtemel ki Âdemoğullarına Allah’ın bahşettiği farklılığı hazmedememesi idi. Buradaki hikmeti anlamaması, kendi kısır görüşünün hak olduğunu vehmetmesi idi.

Allah’ın “secde et” emrine karşı gelerek, kibirlenerek akıl almaz bir suç işleyen, ciddi bir hata yapan İblis/Şeytan bunun faturasını kendine değil, secde emrini veren Allah’a çıkarmaya kalktı. “Beni azdırmana karşılık, ben de bütün Âdemoğullarını azdıracağım, yaptıkları hataları kendilerine süslü-güzel göstereceğim, onları doğru yoldan saptıracağım” dedi.

 Bu da aymazlığın şaheseridir.

Zımnen; “Yani sen çamurdan yarattığın Âdem’i hafife alıp secde etmediğimden dolayı benim azgın olduğuma hükmettin veya benim Âdem’e secde etmem mümkün değilken bunu Sen, benden isteyerek azmama sebep oldun” dedi.  (M. Türk Meali âyet açıklaması) 

“İblis şunu demek istiyor: “Ya Rabbî, benden aşağıda olan birine boyun eğmemi istedin. Benim bu emre uymayacağımı Sen biliyordun. İşte böylece azmama sebep oldun ve bu da beşıma insan (Âdem) sebebiyle geldi. İşte (bu yüzden) ben de onları azdıracağım.” (S. Yıldırım Meali âyet açıklaması)

Yahut: “… hataya düşmeme, sapmama izin verdin”. Ayetteki ‘ağvâhu’ ifadesi “yoldan çıkmasına, sapmasına sebep oldu (ya da izin verdi)” anlamına geldiği gibi, “umutsuzluğa sürükledi”, ya da “istediği, arzuladığı şeye ulaşmasını önledi” anlamına da geliyor.” (Esed. M. Kur’an Mesajı, 1/271)

Bu âyette geçen ve orijinali “iğva” olan azdırma kelimesi, aşırı derecede sapkınlık isteğinin kalbe yerleştirilmesi, ya da azdırmak ve uzaklaştırmak demektir.

Şeytan; “Ya Rabbi, kalbime yerleştirdiğin sapıklık, inat ve büyüklük arzusu sebebiyle...” demek istedi. Şüphesiz bu suçu başkasına atmaktır. Bu da Şeytanın inkârının küfr-i câhilî değil, küfr-i inadî ve küfr-i istikbârî olduğunu gösterir. (Bu kökten gelen ğayy, rüşdü/doğru yolun zıddı olarak sapıklık, doğru yoldan uzaklaşma anlamındadır. Bkz: Bekara 2/256. A’raf 7/146, 202. Kasas 28/18)

“İğva” helâk etmek anlamına da gelir. Nitekim bir âyette Nihayet onların peşinden öyle bir nesil geldi ki, bunlar namazı bıraktılar; nefislerinin arzularına uydular. Onlar yakında ğayy ile karşılacaklar” (Meryem 19/59) deniliyor. Yani onlar helâk olmakla karşı karşıya kalacaklar.

Bununla şeytan kendi helâkinin, lanetlenmesinin müsebbibi olarak Allah Teâlâ’yı gördü. (Kurtubî,M. b. Ahmed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/1273)

İlâhi rahmetten uzaklaştırılmış ve lanetlenmiş Şeytan/İblis, böyle bir izni ve mühleti elde edince bir daha şımardı, daha da azgınlığa sürüklendi.

Elmalılı Şeytanın “kötülükleri onlara süsleyeceğim” sözünü çamur-ruh bağlamında değerlendiriyor. Ona göre Şeytan/İblis, insanın aslı olan çamuru/balçığı süsleyip, insanın kemâl bulmasını sağlayan ruhtan daha sevimli, daha hoş göstermeye, onları (kendisi) gibi azdırmaya ahdetti. (Elmalılı H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 6/211)

 

-Şeytanın/İblisin insan üzerinde bir hakimiyeti yoktur

Ancak Şeytan Allah’ın hidâyet verdiği mü’minleri saptıramaz. Zira onun buna gücü yetmez. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 7/516)

Allah (cc) Âdem’den beri vahiy ve elçiler aracılığyla insanlara doğru yolu (hidâyeti) gösterdi. Şeytan ne kadar arzu ederse etsin, hangi vesveseyi veya kendi ait imkanları kullanırsa kullansın, İslâmı (hidâyeti) içtenlikle seçen, samimiyetle kulluk yapan ihlaslı mü’minleri doğru yoldan saptıramaz.

Şeytan/İblis bunu kendisi zaten itiraf ediyor:

 “İblis: Senin mutlak kudretine andolsun ki, onlardan ihlâsa erdirilmiş kulların bir yana, hepsini mutlaka azdıracağım, dedi.” (Sâd 38/82-83)

Bu âyette şeytanın saptırmaya güç yetiremeyeceği kimseler, ihlasa erdirilmiş, yani İslâma samimiyetle inanan ve ihlasla kulluk yapan muhlis mü’minlerdir deniliyor. Takip eden âyette Allah (cc) Şeytan’a;

“Şurası kesin ki, benim (ihlaslı) kullarım üzerinde senin bir ağırlığın olmayacaktır” dedi. (İsrâ 17/65)

Bu demektir ki İblis/Şeytan ancak kendini dost (veli), yoldaş, rehber edinen kimseler üzerinde etkilidir.

“Gerçek şu ki; şeytanın, inanan ve yalnız Rablerine tevekkül eden kimseler üzerinde bir hâkimiyeti yoktur.

Onun hâkimiyeti, sadece onu dost edinenler ve Allah’a ortak koşanlar üzerindedir.” (Nahl 16/99-100)

Şeytan’ın Allah’ın sâlih kulları üzerinde bir gücü olmadığını bir başka âyet şöyle haber veriyor:

“(Hesapları görülüp) iş bitirilince, şeytan diyecek ki: «Şüphesiz Allah size gerçek olanı vâdetti, ben de size vâdettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (inkâra) çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz.

O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz!...” (İbrahim 14/22)

O bütün imkanlarını seferber ederek onları kandırmaya, yoldan çıkarmaya, günah işlemeye sevkeder. Vesvese verir, boş umutlarla oyalar, günahları sevimli göstermeye çalışır. (İsrâ 17/64)

İhtimal ki Şeytan/İblis, racîm (kovulmuş) oluşuna, kendi samimiyetsizliğinin sebep olduğunu düşünerek ihlaslı, sâlih kullara zarar veremeyeceğini itiraf ediyor.   

Allah (cc) dünya hayatını insanlar için bir deneme süreci yapmayı murat ettiği için Şeytanın isteğini kabul etti. Bununla beraber Allah’a kullukta ihlaslı davranan samimi mü’minler Şeytanın tuzağına düşmez. Şeytan onlar üzerinde bir hakimiyet kuramaz.

Burada dolaylı olarak insanlara akıllarını başlarına almaları, doğru yoldan ayrılmamaları, Şeytanın davetlerine icabet etmemeleri tembih ediliyor. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 3/318)

“Sadece onu iğva etmesi (saptırması) sözü, “İblisin azıp sapmasına sebep olduğu için” demektir. Zira Allah (cc) Âdem’in önünde secde emri Şeytanın azmasına sebep olmuştu. O da zaten bu gerekçeyi ileri sürüyor. Aslında secde emri bir iyilik ve güzelliktir. Bu sayede kul, Allah’ın emrine boyun eğme fırsatı bulur, mütevazi bir şekilde secde ederek bunun ödülünü kazanır. Fakat İblis bunun tersini seçti. Büyüklük taslayarak toprak ve ateş arasında yanlış bir kıyaslama yaptı.

İblisin Allah’a karşı “beni azdırmana karşılık” ifadesi. Ya da “yemin olsun, senin beni azdırıp yoldan çıkmama sebep olduğun gibi ben de kullarını azdırıp yoldan çıkaracağım” demesi kaba, âsi ve hadsiz bir suçlamadır.

Halbuki Allah (cc) kullarına tuzak kurmaktan, onları azdırmaktan münezzehtir. (Zemahşerî, M. b. Ömer. el-Keşşaf, 2/555)

 

 

           

-Güneş’e secde edenler

Süleyman (as) kuşlardan meydana gelen ordusunu teftiş ederken Hüdhüd’ü göremedi. (Hüdhüd: Süleymanın emrine verilen özel bir kuş.) Eğer geçerli bir mazeret getirmezse onu cezalandıracağını söyledi. Çok geçmeden Hüdhüd geldi ve; “Ben, senin bilmediğin bir şey öğrendim. Sana Sebe’ halkından haber getirdim. Kendisine hükümdarlık verilen ve büyük bir tahtı olan bir melike (kraliçe) ile karşılaştım” dedi.

Arkasından şunu ekledi:

“Onun ve kavminin, Allah’ı bırakıp güneşe taptıklarını gördüm. Şeytan, onlara yaptıklarını süslü/şirin göstermiş (zeyyene) ve böylece onları yoldan çıkarmış. Bu yüzden de onlar doğru yolu bulamıyorlar.

(Şeytan böyle yapmış ki) göklerde ve yerde gizleneni açığa çıkaran, gizlediğinizi ve açıkladığınızı bilen Allah'a secde etmesinler.

Oysa büyük arşın sahibi olan Allah’tan başka tanrı yoktur.” (Neml 27/24-26. Secde âyeti)

Hüdhüd hz. Süleyman’ın ordusunda bir neferdir. (Zira onun ordusu cinlerden, insanlardan ve kuşlardan meydana geliyordu. (Neml 27/17)) Belli ki Süleyman’dan habersiz etrafı dolaşmaya, hz.Süleyman’ın varmadığı yerleri keşfetmeye çıkmıştı ve onun henüz bilmediği bir gerçekle karşılaştı. Bu haberi de hz. Süleyman’ın anladığı bir dil ile ona anlattı.

İlginç olan; bir ülke, başında bir kadın yönetici var. Bu kadın yöneticiye bir çok şey verilmiş, yani saltanatı yerinde, üstelik muhteşem, gösterişli büyük bir tahtı da var. Ama ne yazık ki bu kraliçe ve yönettiği ülke âlemlerin Rabbi Allah’ı bırakıp, Güneşe secde ediyorlar, yani tapıyorlar.

Hüdhüd sözüne devamla diyor ki; “Şeytan onlara yaptıklarını süslü göstermiş, üzerinde oldukları yolun doğru olduğuna onları inandırmış, böylece onları doğru yoldan saptırmış. Bu nedenle de hidâyeti bulamıyorlar.”

Öyledir, Şeytanın vesveselerine, davetine, telkinlerine kanıp, yalancı tanrılara tapanlar, İslâmın günah/haram dediği şeyleri yapanlar, Allah’tan başkasından yardım isteyenler doğru yolu, hidâyeti bulamazlar.

Bu âyet bu yanlışlığı “şeytanın onlara yaptıklarını süslü, cazibeli, şirin  göstermesi” şeklinde ifade ediyor.

Şeytan ilk insandan beri kendi dostlarının, yandaşlarının, peşine takılanların tuttukları yolu, yaptıkları işleri, kafalarındaki fikirleri, vardıkları yanlış ve bâtıl hükümleri onlara süslü, şirin, doğru, isabetli, en iyisi diye göstermeye devam ediyor.

Sebe’ halkının Güneş’e secde etmesi, ya da Güneş’ten kaynakladığını zannettikleri bir inanca sahip olmaları da öyle.

Şeytan onlara Güneş’e secde etmenin en isabetli kulluk, en doğru yol olduğunu telkin etmiş, yani o şekilde vesvese vermiş, onlar da bunu kabul etmişlerdi.

Hz. Süleymanın Sebe melikesinin saltanat ve muhteşem ve farklı tahtıyla ilgilenmediğini, ancak “Güneşe tapmaları” haberiyle ilgilendiğini anlıyoruz.

Zira Sebe’ kraliçesinin ve kavminin Güneşe tapmakta oldukları Hz. Süleyman için en önemli bir konuydu. Allah’ın kullarından bir grup O’nun nimetlerini yedikleri halde Allah’tan başkasını tanrı edinmişlerdi. İnsanlara Tevhid dinini anlatmak ve onlara hidâyeti göstermek üzere gelen bir peygamberin, böyle ciddi bir konu dururken, ülkenin zenginliği ile, kraliçenin alımlı tahtı ile ilgilenmesi mümkün değildi.

Sebe’ halkı başlarındaki kraliçe ile birlikte Güneş’e secde (ibadet) ediyorlardı. Çünkü şeytan onları çepeçevre kuşatmış, yaptıklarını kendilerine süslü göstermiştir. Onlara göre Güneşin tanrı haline getirilmesinde herhangi bir yanlışlık yoktu. Çünkü şeytan onlara bunun doğru olduğunu telkin etmiştir.

Şeytan onları öylesine sapıklıkta bırakmıştı ki, yaptıklarını kendilerine öylesine allayıp pullamıştı ki bundan dolayı düşünüp, akledip de gerçek hidâyeti bulamıyorlar, sadece âlemlerın Rabbi Allah’a secde etmeleri gerektiğini anlamıyorlardı.

O Allah ki, yerde ve göklerde gizli ve açık olanı, rızık kaynağı olan şeyleri, toprağın ve yağmurun neler bitireceğini, insanların gizlediklerini de açığa vurduklarını bilir.

O öyle bir Allah’tır ki, O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur. Güneş te Allah’ın bir yaratığıdır, nasıl ilâh olabilir ki?  Allah’ın kürsüsü, O’nun varlığı ve hakimiyeti çok büyüktür, çok azametlidir.

         Böyle olmasına rağmen, Sebe’ halkı şeytanın aldatmasıyla büyük bir yanlışlığın içine düşmüş ve doğru yoldan sapmıştı.

         Şimdi burada ilginç bir Hüdhüd kuşu ile karşı karşıyayız. Bu kuş sıradan bir çavuş kuşu değil. Onun hem anlayışı var, hem de imanı var. Haberleri aktarırken de iyi bir ifade gücüne sahip. Gördüğü durumu net bir şekilde izleyebilecek ve anlatabilecek kabiliyette.

         Bir kadının kraliçe, çevresindeki insanların da onun devlet adamları olduğunu anladı. Sonra onların Güneşe secde ettiklerini gördü ve bunu şeytanın aldatmasıyla bir sapıklık olduğunu bildi. Secdenin yalnızca büyük arşın (bütün varlıkların) sahibi Allah’a yapılması gerektiğini de ortaya koydu. (Kutub, S. fi-Zilâli’l-Kur’an, 5/2639)

Hz. Süleyman böyle bir şeyi daha önceden duymamıştı. Bunu yalnızca hüdhüd görmüş ve şimdi ona haber veriyordu. Hüdhüd her ne kadar getirdiği haber için “çok doğru ve önemli haber getirdim” dese de haber tek kişilik kanalla geldiği için, onunla hüküm verilemezdi. Araştırma yaparak haberin doğru olup olmadığını anlaması gerekiyordu. Eğer haber doğruysa ona göre hareket edebilirdi. Böylece hüdhüd de izinsiz kayboluşuna açık bir delil getirmiş olacak, hem de bilmeden kimseye haksızlık yapılmayacaktı. (Ece, Hüseyin K. Hz. Süleyman, s: 155)

Bundan sonra da Hüdhüd’ün doğru söyleyip söylemediğini anlamak için de melikeye bir mektup yazıp gönderdi. (Neml 27/27-31)

Bu âyetin Kur’an’daki secde âyetlerinden biri olduğunu hatırlayalım. Bu âyeti okuyan veya duyan müslüman tilâvet secdesi yapmalıdır. Bunun anlamı “ben Sebe’ halkı gibi Güneş’e değil, âlemlerin Rabbi Allah’a secde ederim, başka bir varlığa değil, Allah’a kulluk ederim. Ben Allah’tan başkasının önünde (secde ve rukû’) gibi eğilmeyi reddederim” demektir.

(Bu âyet aynı zamanda hz. Süleyman’ın o saltanatına ve kendisine ilim ve hikmet verilmesine rağmen bazı şeyleri bilemeyeceğine, ilim adamlarının veya hiç kimsenin bilgisiyle şımarmaması gerektiğine işaret ediyor.)

Unutmamak gerekir ki Şeytan/İblis, insanların yaptıklarını süslemeye, allayıp pullamaya, şirin ve sevimli göstermeye, dostlarını gururlandırmaya, aldatmaya, boş övünmelerle oyalandırmaya, yani vesvese vermeye devam ediyor. Zira o zamanında kıyâmete kadar Allah’ın kullarını kandırma iznini almıştı.

 

 

Allah (cc) insanlara şöyle soruyor: “Allah’ın azabı gelse, bir takım sıkıntılara, bela ve musibetlere uğrasanız, ya da zor bir ölümla karşılaşsanız, ya da kıyâmetin dehşetini görseniz; kime dua edersiniz, kime yalvarırsınız? Ya da ne yapacaksınız?” Şirk koşanlar (birden fazla tanrıya tapanlar) Vahiy karşısında inatçı ve câhil oldukları için bu sorulara doğru dürüst cevap veremezler.  O yüzden Allah (cc) sorunun cevabını yine kendisi veriyor: “Böyle bir durumda elbette sadece Allah’a yalvarır, O’ndan yardım istersiniz.”

Bu, Allah’tan başka tenrı edinenlere; “madem ki gerçek böyledir, neden normal hayatınızda Allah’a değil de uydurma tanrılara kulluk ediyorsunuz?” demektir.

İnsanlar bir darlıkla, zorlukla, bir musibetle veya hastalıkla karşılaştıkları zaman mevcut imkanları, bilgi ve tecrübleri kullanarak onların üstesinden gelmeye çalışırlar, ki bu normal bir şeydir.

Ama öyle zorluklar, öyle musibetler, öyle olaylar olur ki, insanın bilgisi, tecrübesi, eldeki imkanları onların üstesinden gelmeye yetmez. Allah’ın dışında tapındıkları tanrıları/putları, taparcasına itaat ettikleri efendileri, malları ve makamları onları bu zorluktan kurtarmaya kifâyet etmez. Böyle durumlarda insan bu gibi şeyleri unutur, vicdanına yerleştirilmiş olan fıtrî bir eğilimle Allah’a yönelir, Yüce bir Kudretin olduğunu anlar ve O’ndan yardım ve kurtuluş ister, ya da O’na sığınır.

Kur’an ilginç bir örnek veriyor:

“Gemiye bindikleri zaman dini Allah’a has kılarak O’na dua ederler. Onları kurtarıp karaya çıkardığı zaman ise bir de bakarsın ki, Allah’a ortak koşuyorlar.” (Ankebût 29/65)

“Dağlar gibi dalgalar onları kuşattığı zaman, dini tamamen Allah'a has kılarak (ihlâsla) O'na yalvarırlar. Allah onları karaya çıkararak kurtardığı vakit içlerinden bir kısmı orta yolu tutar. (Zaten) bizim âyetlerimizi, ancak nankör hâinler bilerek inkâr eder.” (Lukman 31/32)

“Denizde size bir sıkıntı dokunduğunda bütün taptıklarınız (sizi yüzüstü bırakıp) kaybolur, yalnız Allah kalır. Fakat sizi kurtarıp karaya çıkarınca yüz çevirirsiniz. Zaten insan çok nankördür.” (İsrâ 17/69)

Deryada, hele de fırtınalı bir denizde, gemide olanlara tapındıkları tanrılar asla yardım edemezler. O zaman karada iken inkâr ettikler veya ortak koştukları âlemlerin Rabbine teslim olarak, dua ederler “o, tanrı! Bizi kurtar” diye. Ama ne zaman ki sağ sâlim karaya çıkarlar, bir kısmı Allah’a yalvardığını yine unutur, eski haline döner, şirk koşmaya, başka tanrılara ibadet etmeye yönelir.

Ama bu gibi karşı konulamaz, başedilemez, insanüstü zorluklarda insanın fıtratı, bir anlamda vicdanı başka bir şey söyler.

Bu demektir ki insanlardan bir kısmının Allah’ın dışında bir şeyleri tanrı edinmeleri, bazı kişilere tanrısal özellikler vermeleri, kendi kafalarından uydurdukları şeylere ilâh diye inanıp ibadet etmeleri insanın temiz fıtratına yakırıdır. İnsanın fıtratı tabii olarak, -kişinin dili ve yüreği itiraf etmese de- bunu ifade eder. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/320)

Kur’an bu gerçeği haber verdikten sonra şöyle devam ediyor:

“Andolsun ki senden önceki ümmetlere de elçiler gönderdik. Ardından, belki yalvarıp yakarırlar diye onları darlık ve hastalıklara uğrattık.

Hiç olmazsa onlara azabımız geldiği zaman yakarıp tövbe etselerdi ya.. Fakat (onu yapmadılar) kalpleri katılaştı. Şeytan da yapmakta olduklarını zaten onlara süslü göstermişti (zeyyene)” (En’am 6/43)

Kur’an’dan önce yaşayan topluluklara peygamberler gönderilmiştir. Ama onların bir kısmı kendilerine gelen Allah’ın elçisini inkâr ettiler. Bunun üzerine Allah (cc) akıllarına başlarına alsınlar, iman etsinler diye; onlara geçim sıkıntısı, hastalık, bazı darlıklar vb. vermişti.

“Bir musibet bin nasihattan evladır” demiş atalar.

Ancak bazıları belânın, musibetin, ölümün, öncekilerin başına gelenlerin dilinden de anlamadılar, anlamıyorlar. Halbuki her musibetin, her hastalığın, her ölümün, ya da her felaketin bir sözü, bir mesajı vardır. Basiretle bakanlar, aklını kullananlar, bunları anlar. Anladıktan sonra bunlardan ibret alır, ders çıkarır. Öncekilerin düştüğü hataya düşmemeye çalışır.

Ama heyhat ki insanların çoğu bu gibi şeylere aldırmıyorlar. Bildiklerini okumaya devam ediyorlar.

Demek ki Kur’an’da cezalandırıldığı söylenen önceki kavimler de böyle imiş. Ne uyarılara kulak asmışler, ne öncekilerin başlarına gelenlerden ibret almışlar, ne de kendilerine vadedilen ödüllere heveslenmişler.

Allah (cc) bir önceki âyetlerde gafil, vurdumduymaz, keyfinden başka gerçek tanımaz kişileri ölüm, kıyâmet, azap ve musibetlerle uyarıyor. Arkasından da geçmişe dönüp bakılmasını söylüyor.

Yani ey gafil insanlar, ey görevini ihmal edenler, ey uydurma tanrı edinenler! Öncekilerden bir kısmı vahyin ve elçilerin uyarılarına kulak asmadılar. Başlarına gelen musibetlerin, belâların, azabın, ağır hastalıkların sebebini anlamadılar. Dolaysıyla hata yapmaya devam ettiler.

Siz böyle yapmayın.

Bunlar hiç olmazsa Allah’ın azabı başlarına geldiği zaman Allah’a dönerek tevbe etselerdi ya, hata yaptıklarını, uydurma ilahlara taptıklarını, Allah’a kulluk yapmaları gerektiğini anlasalardı ya...

Ama nerde, bunu yapmadılar. Kalpleri tevbeye, hidâyete, hakikate karşı katılaştı.

Uyanma, kendine gelme kabiliyetlerini kaybettiler. Belki de fakirliğe, zarurete, zillete, miskinliğe alıştılar. Şeytan da yapıp durdukları hataları onlar için allayıp pulladı, süsledi, tezyîn etti, nefislerine hoş, tatlı ve şirin gösterdi. Onlar  yaptıkları şeyleri şer, suç, fena, şeytanî diye değil; iyi, hayırlı, ideal, en zevkli diye yapmaya devam ettiler. Bundan sonra onların yüreklerini kasvet bürüdü. Tevbeye ve dönüşe ihtimal azaldı. Vicdanları köreldi, akılları çalışamaz oldu.

Sonuçta terbiye olmaları için uğratıldıkları musibetler de kâr etmedi.

“Bu kimselerin musibet gibi görünen bu fırsatlardan yararlanarak Allah’a dua ve ibadet bulunmaları gerekirdi. Çünkü az çok basîreti olan, olaylardan ibret almaya yatkınlığı bulunan, bunun bir uyarı olduğunu farkedebilir. Nitekim biraz önce geçen âyetlerde insanların genellikle, hiç olmazsa zor durumda kaldıklarında, Allah’ın dinini tanıyarak ihlâsla O’na yalvardıkları haber veriliyor.” (bkz: İsrâ 17/67. Ankebût 29/65. Lokmân 31/32).

Bu âyetlerin ilâhi davete karşı inatla direnen, hatta bu davetin önüne ksemeye çalışan müşriklere üzülen Peygamber’i teselli ettiğini söyleyebiliriz. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/321)

 

        

Mekkeli müşrikler kız çocuğu sahibi olmaktan hoşlanmazlardı.

Onlardan biri, kız ile müjdelendiği zaman içi öfke ile dolarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü müjdeden dolayı kavminden gizlenir. Aşağılanmayı göze alarak onu alıkoysun mu, yoksa diri diri toprağa mı gömsün? Bak! Verdikleri hüküm ne kadar kötüdür.” (Nahl 16/58-59)

Buna rağmen kendilerinin hoşlanmadığı şeyi Allah’a isnad ederlerdi. Allah’ın kızları var derlerdi.

Kendileri reislikte ortaklıktan hoşlanmaz ama Allah’a ortak (şirk) koşarlardı.

Kendi elçilerine saygı gösterilmesini ister ama Allah’ın elçilerini küçümserlerdi.

Putlarına en değerli mallarını sunar, ama beğenmedikleri değersiz şeyleri Allah yolunda vermeye kalkışırlardı. (Nahl 16/62) (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.),)

Allah (cc) hz. M uhammed’ten önceki topluluklara da elçiler gönderdi. Kur’an’da anlatıldığı gibi bunların bir kısmı kendilerine Allah’ın bir rahmeti olarak gelen elçileri dinlemediler. Dediklerine kulak asmadılar. Bir kısmı ise peygamberi engellemeye çalıştı, bir kısmı peygamberleri sürgüne göndermeye hatta öldürmeye kalkıştı. Zira Şeytan bu insanlara yaptıkları süslü, isabetli, doğru diye telkin ediyordu.

Kur’an bu gerçeği bir âyette şöyle açıklıyor:

“Allah’a andolsun, senden önceki ümmetlere peygamberler gönderdik. Fakat şeytan onlara işlerini güzel gösterdi (zeyyene). O, bugün de onların dostudur (velisidir) ve onlar için elem dolu bir azap vardır.” (Nahl 16/63)

Şeytan onlara habis, yanlış, dalâlet, hata olan şeyleri süslü, albenili, müzeyyen, güzel gösterdi de onlar da peygamberlere isyan ettiler, getirdikleri hakikati yalanladılar.

Bu âyet elbette ilk etapta Peygamber (sav) için bir tesellidir, bir motivasyondur.

Demek ki hz. Muhammed, bazılarının inatçı ve inkârcı tutumlarıyla ilk defa karşılaşmamıştı. İman etmek de, imana, ilâhi davete karşı çıkmak da öteden beri olabilen şeylerdi.

Halbuki Allah tarafından görevlendirilen elçiler, o toplulukları imana, güzel işler yapmaya, hayra ve hakka davet ediyor, onları zararlı, ifsat edici ve azap kazandırıcı yanlışlar konusunda uyarıyorlardı. Fakat çokları elçilerin bu davetine icabet edip doğru yolu bulacakları yerde, Şeytanın vesveselerine aldanıp, yaptıkları işlerin, içinde bulundukları durumun, peygamberlere karşı çıkışların doğru olduğunu sanıyorlardı. Onlar Şeytanın bu gibi telkinlerine aldanıp, sapıklıkta kalmayı, yanlış işler yapmaya devam ediyorlardı.

Evet öyledir, kişi kendince doğru, isabetli, faydalı ve zevk verici olduğunu sandığı fikirleri/görüşleri benimser, doğru, isabetli, faydalı olduğunu zannettiği işleri yapar.

Bütün bunların Şeyttanın ve nefsinin aldatması, kandırması, süslü gösterme çabası olduğunu düşünmez bile.

 Allah (st) Nebisine yemin ederek diyor ki: Ey Muhammed! senden önce de insanları Tevhide, Allah’a ihlasla ibadet etmeye, bilinçli bir şekilde O’na itaat etmeye ve putlara tapmayı terketmeye davet için senin gibi peygamberler gönderdim. Fakat Şeytan onlara içinde bulundukları küfrü ve putlara tapmayı onlara süsledi, güzel gösterdi. Bundan dolayı peygamberleri yalanladılar, Allah’tan getirdiklerini reddettiler.

Hadi diyelim, Şeytan onların bu dünyada velisidir, ama ne kötü veli. Lâkin yarın kıyâmette müşriklere Şeytanın veli oluşunun hiç bir faydası olmayacak.

Üstelik onun dünyada faydalı zannedilen dostluğu orada onlara zarar verecek. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 7/605)

Mekke müşrikleri de diğerleri gibi bilerek veya bilmeyerek Şeytanı kendilerine dost, efendi, rehber edinmişlerdi. Halbuki Şeytan onları yaldızlı sözlerle, olmayacak vaadlerle aldatıyordu.

Âyet Şeytanı bu şekilde dost edinip de sapıtan, azıtan ve zalim olanları şiddetli bir azapla tehdit ediyor. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 3/365)

Âyet; “Şeytan bugün onların velisidir (dostudur)” deniyor. Buradaki “El-yevm-Bugün” hakkında bazı açıklamalar var. İlk dönem tefsircilerinden Mukâtil’e göre, yani Şeytan âhirette onların dostudur (ama bir faydası olmayacak). Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 2/227)

İbnu’l-Cevzî’ye göre burada iki görüş var: Birincisi; “El-yevm-Bugün”den maksat kıyâmet günüdür. Sanki şöyle söyleniyor: Şeytan cehennem ehli olmalarını sağlamak üzere onların velisidir. İkincisi; “El-yevm-Bugün”; dünya hayatıdır. Yani şeytan bu inkârcıların dünyada dostudur (velisidir), rehberidir. (İbnu’l-Cevzî, A. b. Muhammed. Zâdu’l-Mesîr, s: 783)

Müşriklerin zanlarına göre Şeytan bu dünyada onların velisidir (dostu, yardımcısıdır). Ama ne yazık ki onları âhirette acıklı bir azap beklemektedir.

“El-yevm-Bugün”  kıyâmet gününde onların velisidir, yani cehennemde onların arkadaşıdır. Âyetin bu kısmı; kıyâmet günü onlara; “işte bu şeytan sizin veliniz ve yardımcınızdır. Haydi, ondan yardım isteyin de sizi azaptan kurtarsın denilecek” şeklinde de açıklanmıştır. (Kurtubî, M. b. Ahmed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/1776)

“fehuve veliyyühüm el-yevm-Bugün onların velisidir” iki şekilde anlaşılabilir. Birincisi; şimdiki durumu anlatıyor. Şöyleki: Şeytan bu dünyada onların yakınıdır (arkadaşıdır), ama ne kötü arkadaştır o. İkincisi; gelecekteki durumu anlatıyor. O da onların cehennemle cezalandırılacakları durum. Yani Şeytan o gün onların yardımcısı zannedilecek, ama onlara hiç bir şekilde yardım edemeyecek. Âyet kesin ifadelerle Şeytandan yardım beklentisini nefyediyor (olumsuzluyor). (Zemahşerî, Ö. b. Muhammed. el-Keşşâf, 2/590)

Şeytan bugün de müşriklerin, vahiy inkârcılarının, zalimlerin, İslâm düşmanlarının, Kur’an’a karşı savaşanların velisidir (dostudur), kılavuzudur, görünmez arkadaşıdır.

Şeytan bu dostlarına amellerini, yaptıkları işleri bezeyip süslü göstermeye devam ediyor. Ya da böyleleri bu anlamda Şeytanı dost edinmeye, onun vesveselerine, yaldızlı/cazip fısıldalamalarına kulak vermeye devam ediyorlar.

 

 

Allah (st) Medyen halkına kendi içlerinde olan kardeşleri Şuayb’ı (as) elçi olarak gönderdi. Şuayb onlara; “yalnızca Allah’a kulluk edin, yeryüzünde bozgunculuk yapmayın” dedi, onları Allah’da davet etti, daha pek çok nasihatta bulundu. Müslüman olmaları için çağrı yaptı. Ama Medyen halkı onu yalancılıkla itham ettiler. Atalarının dinini terketmeyeceklerini, Şuayb’in dediklerini anlamadıklarını söylediler ve onu taşlamakla tehdit ettiler.

Şuayb peygamberin çabaları, mücalesi sonuç vermeyince, kavmi azgınlığını, isyanını devam ettirince Allah (st) onlara hak ettikleri karşılığı verdi. Onları bir sarsıntı yakalayıverdi.

Sonuç; felaket, yıkım, dünyalık hüsran. Âhiret mi; Allah bilir. (Hûd 11/85-96. A’raf 7/85-93)

“Medyen’e de kardeşleri Şu’ayb’ı peygamber olarak gönderdik. Şu’ayb, “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Âhiret gününe ümit besleyin ve yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın” dedi.

Kavmi, onu yalanladı. Bunun üzerine kendilerini o malum sarsıntı yakaladı da yurtlarında diz üstü çökekaldılar.” (Ankebût 29/36-37)

Arkasından Âd ve Semûd kavminin tutumu ve başlarına gelen anlatılıyor:

“Âd ve Semûd kavimlerini de helâk ettik. Bu, onların (harap olmuş) yurtları size besbelli olmuştur. Şeytan, onlara işlerini süslemiş (zeyyene) ve onları doğru yoldan saptırmıştır. Oysa kendileri bunu anlayacak durumda idiler. (Ya da onlar basiret sahipleri olduklarını veya kendilerinin hak yolda olduklarını zannederlerken.)” (Ankebût 29/38)

“Yani, (Ey Muhammed, ya da ey muhatab!) Âd kavmini hatırla, hani Biz onlara Hûd’u gönderdik. Onu yalanladılar. Biz de onları helâk ettik. Semûd’u da hatırla. Hani Biz onlara Sâlih’i elçi olarak göndermiştik. Onu yalanladılar. Bu sebepten Biz de Âd’ı kısır rüzgar ile helâk ettiğimiz gibi, bunları da çığlıkla helâk ettik. Ey inkârcılar, onların el-Hıcr ve Ahkaf’ta bulunan kalıntıları sizce bilinmektedir. Onların helâk edilişinde sizin için de apaçık belgeler (ibretler) vardır.” (Kurtubî, M. b. Ahmed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2387)

Âd ve Semûd iki eski kavimdir. Taberî’ye göre Âd kavmi Yemen'de Hadramut’a yakın olan "Ahkaf' bölgesinde yaşıyorlardı. Semûd kavmi ise Mekke yakınlarındaki Hıcr bölgesinde yaşıyorlardı.

Bu, onların (harap olmuş) yurtlarından size besbelli olmuştur.” Demek ki câhiliyye Arapları bunların yaşadığı yerleri iyi biliyor ve yolculuklarında yanlarından geçiyorlardı. Âyet işte helâk olan bu iki kavmi tekrar ibret nazarlarına sunmaktadır. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 10/140)

“Bugün Ahkâf, Yemen ve Hadramut olarak bilinen güney Arabistan'ın tümü eskiden Âd kavminin topraklarıydı. Hicaz'ın kuzeyinde, Rabiğ'den Akabe'ye, Medine ve Hayber'den Teymâ ve Tebük'e kadar uzanan topraklarda bugün bile Semûd kavminden geri kalan harabelere rastlanmaktadır. Bunlar mutlaka Kur'an'ın indirildiği dönemde bugünden daha belirgindi.” (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 4/251)

Âd kavmine Hûd (as) (Hûd 11/50-60. Şuarâ 26/123-139),

Semûd kavmine  de Sâlih (as) peygamber olarak gönderilmişti. (Hûd 11/61-68. Ayrıca bkz: A‘râf 7/65-79. Şuarâ 26/141-158)

Hûd (as) kavmine “Allah’a kulluk edin, O’ndan bağışlanma dileyin, günah işleyerek O’ndan yüz çevirmeyin, O’na bazı uydurma tanrıları eş (şirk) koşmayın” diye öğüt verdi, davette bulundu. Ancak onlar inatla Allah’ın âyetlerini inkâr ettiler, Peygamberi dinlemediler, azgınlıklarına devam ettiler.

Bunun üzerine Allah (cc) onlara dünyada hak ettikleri cezayı verdi, onları helak etti. Âhirette de Allah’ın rahmetinden mahrum kaldılar.

Semûd kavmine elçi olarak gönderilen Sâlih (as); onlara –her peygember gibi- “Allah’a kulluk edin, uydurma tanrılara tapmayın, O’ndan bağışlanma isteyin, Allah’ın mucize olarak gönderdiği Deve’ye ilişmeyin” dedi.

Ancak kavmi ona karşı çıktılar, atalarının dini terketmeyeceklerini söylediler, deveyi de hunharca boğazladılar. Bunun üzerine Allah onlara sayhâ (korkunç bir ses) gönderdi. Yurtlarında diz üstü çöküp kaldılar. Sanki orada hiç yaşamamışlardı.

Her iki kavme gönderilen azabın sebebi onların kendi hatalarıdır. Şeytan onlara yaptıklarını, yani Allah’tan başkasına ibadet etmeyi ve isyan etmeyi normal gösterdi. (el-Hâzin, M. b. İbrahim. Tefsir, 3/380. Şevkânî, A. b. Muhammed. Fethu’l-Kadîr, s: 1311) İçinde bulundukları durumun isabetli, dinlerinin hak olduğunu fısıldadı, onlara vesvese verdi.

Böylece yaptığı bu tezyîn işiyle onların doğru yoldan sapmalarına sebep oldu. Onlar bu gibi duygulardan cesaret alarak kendilerine rahmet olarak gelen elçiyi dinlemediler, karşı geldiler, ona kötülük etmeye yeltendiler.

Şeytan onların değersiz, âdi amellerini (işlerini) süsledi püsledi, alladı pulladı. Onlar da yaptıklarını çok değerli şeyler zannettiler. Ancak sonuçta bu onların doğru yoldan sapmaları anlamına geliyordu.

Âyetin sonunda “ve kânû mustebsirûn-Oysa kendileri bunu anlayacak durumda idiler” diye söyleniyor. Bununla ilgili farklı açıklamalar var.

Kurtubî’ye göre burada iki görüş var. Birincisi; Onlar sapıklıkta oldukları halde kendilerini hak üzere, basiret sahibi olarak görüyorlardı.

İkincisi; Onlar açık deliller ortada olduğu için hakkı ve bâtılı birbirinden ayırdedebilecek basirete (kavrama yeteğine) sahip idiler. Bu görüş daha isabetli görünüyor. Zira “fülânün müstabsır” denildiği zaman “falan kişi bu işi gerçeği üzere bildi” denmiş olur.

Ferrâ dedi ki: Bu kavimler akıllı ve basiret sahibi idiler. Lâkin bunun kendilerine bir faydası olmadı. Ya da kendilerini hangi akibetin beklediği açıkça bildirilmesine rağmen istediklerini yaptılar. (Kurtubî, M. b. Ahmed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2387)

Onlar dinlerinden ve sapıklıklarından memnun idiler ve dalâlette oldukları halde doğru yolda olduklarını hesap ediyorlardı. Aslında onlar bu durumu anlayacak kabiliyette, ya da donanıma sahip idiler. (el-Hâzin, M. b. İbrahim. Tefsir, 3/380. Şevkânî, A. b. Muhammed. Fethu’l-Kadîr, s: 1311)

Ya da onlar dinleri konusunda güya gözü açık (basiretli), uyanık geçinen kimselerdi ki doğru yolda olduklarını zannediyorlardı. (Mukâtil b. Süleyman. Tefsir, 2/519)

“Yani onlar câhil ve aptal kimseler değil, belki çağlarının en medenî insanlarıydı. Dünyevî iş ve görevlerini büyük bir dikkat ve akıllılıkla yerine getiriyorlardı. Bu nedenle şeytanın onları aldatıp kandırarak kendi yoluna uydurduğu söylenemez. Tam aksine onlar şeytanın gösterdiği yola, arzu ve çıkarlarına uyduğu için bilerek ve farkında olarak tabi olmuşlar; zevksiz, eğlencesiz göründüğü ve ahlâkî sınırlamalar getirdiği için de peygamberin gösterdiği yola girmemişlerdi." (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.) 4/251)

"Şeytan onlara işledikleri kötülükleri güzel göstererek kendilerini yoldan çıkardı. Oysa isteselerdi gerçeği görebilirlerdi." Aslında Âd ve Semûd kavmi mensuplarının hakikati kavramalarını sağlayacak akılları ve yetenekleri vardı. Onları doğru yola (hidâyete) iletecek somut deliller gözlerinin önünde idi.

Ancak Şeytan onları azdırmış, yaptıkları kötülükleri onlara güzel göstermişti. Bir açık gedik bulunca oradan girip onları yanlışa yönlendirmişti. Bu gedik; kibirlenmeleri, yanlış olsa da yaptıkları işlerle övünmeleri, ellerindeki maddi güç, mal ve nimetlere aldanmaları idi. Böylece fırsatı kaçırmış oldular. Oysa isteselerdi gerçeği görebilirlerdi. (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 5/2735)

 “Âyette şeytanın, bu toplulukların yapıp ettikleri üzerindeki etkisinden söz edilmekle birlikte, aslında onların gerçeği görme yeteneğine (basirete) sahip oldukları özellikle belirtilmektedir. Bu açıklama, insanın çeşitli olumsuz motivasyonlara rağmen, bunları aşacak zihinsel ve iradî güçlerle donatılmış bulunduğunu göstermesi bakımından özel bir önem taşır.” (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 3/318)

 “Hem sapmalarından kendilerinin sorumlu olduğunu hem de hayata bakışlarındaki mânevî körlüğün kendilerini düşürdüğü gülünç durumu ifade eden bir ibâre.” (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/784)

Manevi körlük, basiretsizlik, aklı kullanmama, tarihten ders almama böyle bir şey.

Kur’an Âd ve Semûd kavmini örnek vererek tüm zamanların insanlarını uyarıyor. Onlar kendilerine gelen elçileri yalanladılar, o elçilerin Allah’tan alıp tebliğ ettikleri gerçeklere karşı çıktılar, ilâhi davete ve inzâra (uyarılara) kulak asmadılar, ciddiye almadılar. Dahası azgınlığı, haddi aşmayı, peygamberlere karşı baş kaldırışı, haksızlık ve zulümleri daha da artırdılar. Yani suç işlediler. Her suçun bir cezası olduğuna göre, onlar da hak ettiklerini karşılığı aldılar.

Çünkü Şeytan onlara yaptıklarının, hatalarının, cürümlerinin, sapıklıklarının süslü, albenili olduğunu fısıldamıştı.

Şeytan şimdiye kadar ve şimdiden sonra da dostlarının kulaklarına benzer şeyleri fısıldamaya, vesvese vermeye, akıllarını çelmeye devam edecek.

Zaten görüyoruz ki, herkes yaptığını hak olsun bâtıl olsun, doğru olsun yanlış olsun, faydalı olsun zararlı olsun, sevap olsun günah olsun, helâl olsun haram olsun; beğeniyor ve savunuyor. Hatta kimileri bunlar uğruna mücadele ediyor.

Demek ki şeytanın yanlış, sapık, günah işleri tezyîn etme (süslü gösterme) vesvesesi sürüyor.

Neûzü billahi mine’ş-şeytanı’r-racîm.

 

Hüseyin K. Ece

05.04.2019

Zaandam