Allah’ın koyduğu ölçülere uyduğu için bütün yaratıklar ondan emîndir. Kendisine emanet edilen, din, can, akıl ve mala ihanet etmez.[2]

Gerçek mü’min, kendisi için isteyip arzu ettiği şeyi diğer insanlar için de isteyip arzu eder.[3]Böyle bir ahlaka sahip kimseye elbette iyi derler.  Mü’min, maddi ve manevi olarak temiz olan insandır. O Allah’ın sevgili kuludur. Yeryüzünün huzur ve adaleti için bir direktir.O, İslâm’ın somut bir temsilcisidir.

Mü’minler doğru yolda, istikamet üzerinde olan insanlardır. Onlar, imanlarında sâdık (doğru) oldukları gibi amellerinde, yani işlerinde ve davranışlarında da dürüsttürler. Çünkü tuttukları yol dosdoğrudur.[4]

İman ettikten sonra imanın gereği olarak Allah'a karşı kulluk görevlerini yapmak önemlidir ve güzeldir. Haramdan kaçınan, helâli tercih eden, farz ve nafile ibadetlere samimiyetle devam eden, elinden geldiği kadar şükreden, zikreden, dua ve tesbihte bulunan mü'min kulluk vazifelerini yapıyor demektir.

Ancak iman etmek kişinin sadece ibadetlerini yapması demek değildir. Zira imanın gereği iki boyutludur: Kişinin Allah ile ilişkilerini düzenleyen boyutu, kişinin diğerleriyle (mahlukâtla) ilişkilerini düzenleyen boyutu. Bunu, İslâm "Allah'a hürmet, mahlukâta şefkat", yani Allah'a gereği gibi saygı, ibadet ve şükür, O'nun yaratıklarına merhamet ederek haklarını vermek, iyi muamele etmek ve iyilikte bulunmak şeklinde ifade edebiliriz.

Mü'minin din açısından iki görevi vardır. Birincisi; İslâm’ı hayatına hakim kılmaktır. Yani canlı iman olmak, yalnızca Âlemlerin Rabbi Allah'a ibadet etmek. İkincisi de; İslâm’ı iyi temsil etmek, İslâm’a uymakla tattığı saadeti insanlarla bölüşmek, Vahyi başkalarına da ulaştırmak, kötülüklerle ve zalimlerle mücadele etmek, kısaca inandığı esaslara hayatını şâhit kılmak.

Birinci mü'min tipine pasif iyi, ikincisine aktif iyi diyebiliriz.

Mü'minler iyi insanlardır. Onlar iman ederek, Allah'ın hükmüne teslim olarak ve 'hasene' (sevap kazandıran ameller) işleyerek bu sıfatı hak ederler. Ancak daha iyi olabilirler. Pasif iyiden aktif iyiye terfi edebilirler. Sevaplarını, ecirlerini, ödüllerini, etkilerini daha çok artırabilirler. Şehâdetlerinin ufkunu genişletebilir, daha çok insana faydalı olabilirler, fesada, zulme ve sapmalara karşı daha çok mücadele verebilirler. İnsan ve toplum bünyesindeki saadete, huzura ve barışa daha çok katkı sağlayabilirler.

Bu yazıda daha iyi mü'minlerden, aktif iyilerden ve onların faaliyetlerinden söz edeceğiz.   

-      Sâlihler

Sâlihler, daha iyi mü’minlerdir. Çünkü onlar önce kendi nefislerini, sonra da toplumu ıslah edecek davranışları yaparlar, ya da bunlara öncülük ederler.

‘Sâlih’ kelimesi ‘salah’ masdarının fail ismidir ve daha çok insan fiileri hakkında kullanılır. ‘Salah’, sözlükte fesadın zıddıdır.  Bir şey düzeldi, doğru oldu, sağlam oldu, fesat kendinden gitti demektir. 

‘Sâlih’ ise, doğru yolda olan, fesat içinde olmayan, faydalı ve yarayışlı demektir. ‘Eylemlerinde ‘sulh ve salahı’ esas alan kişinin davranışları sâlih olduğu gibi kendisi de faydalı ve doğru iş yapan manasında ‘sâlih’ kimsedir.[5]

  1. Isfehânî salah kelimesini fesadı zıddı olarak tarif ettikten sonra her iki kelimenin genellikle insan fiileri için kullanıldığını, Kur’an’da salahın bazen fesad, bazen seyyie mukabilince geçtiğini ifade etmektedir.[6]

Çeşitli âyet ve hadislerde sâlih ve aynı kökten kelimeler başta iman olmak üzere takva, affetme, tevbe, hidayet gibi kelimelerle birlikte ve onlarla anlam yakınlığı içinde, bazı âyetlerde ise küfür, zulüm, fesad, seyyie gibi kelimelerle beraber ve onların karşıtı olarak kullanılıyor.

Sâlih kavramı Kur’an’da biri iyi hayırlı iş ve davranış, diğeri, dinî ve ahlâkî bakımdan iyi davranışlara sahip kişi olmak üzere iki manada kullanılıyor. İlk manasıyla doksanüç, ikinci manasıyla otuziki yerde geçmektedir. Pek çok âyette sâlih/sâlihât kelimesinin imanla birlikte ve çoğunlukla iman kavramının hemen arkasından zikredilmesi, esas itibariyle fiillerin ahlâkî mükemmelliğini ifade etmekle birlikte imanla da yakından ilgili olduğunu da göstermektedir.[7]

Bilindiği gibi amel; kişinin niyet ederek, bir şeyi kasdederek yaptığı işlere ve fiillere verilen addır. Din dilinde ameller sonuçlarına göre üç kısımdır: 1- Sâlih amel, 2- Fasid (bâtıl/su’i) amel, 3- Mübah (caiz) amel

Sâlih amel; faydalı, maksada uygun, zararlı ve ifsat edici (bozucu) olmayan davranışlar, İslâm’ın yapılmasını emrettiği, ya da tavsiye ettiği bütün hayırlı işlerdir. Bununla insan ya kendine ya da çevresine faydalı olur. Allah (cc) katında sevap ve O’nun rızasını kazanır. Ya da bir zararı def’ eder, bir faydayı elde eder.

Sâlih amel, bir kötülüğün, yerini iyiliğe bırakmasına vesile olan işlerdir. Bu da imanın toplumsal boyutu olduğunu gösterir.[8]

Sâlih amel denilince insanın faydasına olan, dünyevî-uhrevî mutluluğuna vesile olacak, yükselmesini sağlayacak olan tüm çalışmalar, eylem, aksiyon, icad-keşif ve davranışlar anlaşılmalı. Sâlih kul denildiğinde de dünyada da ahirette de büyük sonuçlar almaya aday insanlar kasdedilir. Bu bakımdan mü’minleri ahirette olduğu gibi, dünyada da başarıya ileten tüm çalışmalar salih amel kapsamına girebilir. Çünkü salah; dinî-uhrevî her işi, en iyi, en kaliteli, tek kelimeyle, neyi hedefliyorsa onu gerçekleştirmeyi sağlayacak şekilde yapmak demektir.[9]

-      Sâlih-Islah İlişkisi

Sâlih ile ıslah aynı köktendir ve aralarında sıkı bir ilişki vardır. . 

Islah – إِصْلاَحِ  ifsadın zıddıdır.[10]  Sözlükte bir şeyi düzeltmek, onarmak, birine iyilik etmek, aralarını düzeltmek demektir. ‘Islah’ kavramı, maslahat olan şeylerin kazandırmak, fesadı gidermek, işleri yoluna koymak, uygun, elverişli ve faydalı hale getirmek, ‘mefsedet (zararlı ve ifsat edici) olan işleri azaltmak ve sulhu (barışı) fert ve toplum hayatına kazandırma çabasıdır.

‘Islah etmek’, aynı zamanda, her türlü günahtan sonra tevbe ederek imanın gereği salih amel işlemeye yönelmektir. Kur’an, müjdeci ve uyarıcı olan peygamberler geldikten sonra kim iman eder ve kendini ıslah ederse (düzeltirse) mükâfatı hak edeceğini söylüyor.[11]

Buna göre ‘ıslah’ın iki boyutu var. Birincisi kişinin kendine yönelik boyutu. Kişinin batıldan hakka, yanlıştan doğruya, isyandan itaate, nankörlükten şükre, zarardan faydalıya dönmesi. Bu anlamda ıslah edenler (muslihler) iyi ve faydalı iş yaparlar, akıl ve din yönünden doğru bir yol üzerinde olurlar. Onlar, bedenlerinde, kalplerinde, mallarında ve işlerindeki fesat unsurlarını giderirler.

İkincisi topluma yönelik boyutu. Topluma, faydalı ve erdemli davranışlarla katlıda bulunmak. Toplumu ifsat edici faaliyetlerden uzak durmak. Toplumun her açıdan daha iyi olması için çaba sarfetmek.

Yeryüzünün ıslahı, olgun bir kişilik ve toplum düzeninin kurulması ancak Allah’ın hükmüne uymakla mümkün olur. İnsana düşen önce iman ederek mü’min olması, sonra da ‘ıslah edici‘ anlamında muslih‘ olmasıdır.

-      Sâlihât

Sâlihât ‘saliha’ kelimesinin çoğuludur. ‘Sâlih’ kelimesini aslında sıfat iken tıpkı ‘hasenede’ki gibi ‘te’ ilavesiyle ‘saliha-güzel iş manasında isim olmuştur.

‘Sâlihât’ Kur’an’da imanla birlikte altmışiki ayette geçiyor. Bunların bir çoğunda ‘kim imandan sonra sâlihât işlerse, ya da sâlih amel işlerse’ şeklinde yer alıyor. Bazı âyetlerde ise; “kim iman ettikten sonra sâlihât islerse ona şu şu ödüller verilecek”, “Allah iman edip sâlihât işleyenlere şunları vadetti”, “iman edip salih amel işleyenlere gelince, onlara şu ödüller verilecek”, “iman edip sâlihât işleyenlerin ecri zayi edilmeyecektir” şeklinde geliyor.

Sâlih amel, bir insanın iman iddiasının sadece kalpte ve dilde kalmadığını, hislere, akla ve bütün davranışlara yayıldığını göstermektir. Bu durumda sâlih amel namaz , oruç, hac gibidinî pratikleri içine almakla birlikte, toplumsal anlamda kötü  giden işlerin düzeltilmesi, bir anlamda ıslah faaliyeti manasına da gelir. Sâlih amel mü’min olma iddiasının isbatıdır. Bu isbat Allah’a kulluğa, O’nun emrini dinlemeye yönelik ise ‘ibadet veya hasenât’, toplumdaki ıslaha yönelik ise salih amel adını alır.[12]

“Farklı formlarla bir çok yerde gelen sâlih amel vahyin ilerleyen yıllarında ‘Allah’ın razı olduğu imana uygun davranış’ vurgusunu kazanmıştır. Medine’de ise bu terkip ‘sahibini ve başkalarını ıslah edici iyilikler’ vurgusuna ulaşmıştır. Aslında bu son vurgu ‘sâlihât’ kelimesinin asli vurgusudur ve imkanla orantılı olarak her dönemde sâlih amelin ana hedefini ifade eder. Asr Sûresi’nin 3. âyetindeki hakkı ve sabrı tavsiye salih amelin mükemmel bir örneğidir.”[13]

Sâlihler daha iyi mü’minlerdir. Çünkü onlar kendi nefislerini ıslah edip, ibadet ve hasenât gibi sâlih amel işledikleri gibi, toplumun ıslahına katkı sağlayacak eylemleri de yaparlar. Sâlihler ma’rufu, yani  dinin ve aklın güzel gördüğü bütün davranışları tavsiye ederler, bunlar yaygınlaşsın, hayata hakim olsun diye çaba gösterirler. Münker, yani dinin ve aklın çirkin gördüğü  işler azalsın, topluma zarar vermesin diye mücadele verirler.[14]

Allah (cc), kullarından hep sâlih amel işlemelerini ister. Yeryüzünde sulhün (barışın), salahın (en iyi durumun) olabilmesi için, insanların ‘maslahat (insana yarayışlı)’ olan işleri tercih edip, sâlih amel işlemeleri; hallerini, niyetlerini, amellerini İslâmî ölçülerle ‘ıslah’ etmeleri gerekir.  Bunu da mü’minlerin daha iyisi olan sâlihler yaparlar.

Onlar bu konularda aktif iyilerdir.

-      Sâlihler Yeryüzüne Varis Olurlar

Kur’an şöyle diyor: “Andolsun Zikir’den sonra Zebur’da da: Arz’a iyi kullarım (sâlihler) varis olacaktır" diye yazmıştık.”[15]

Bu âyeti nasıl anlamak gerekiyor? Yeryüzüne varis olmak nasıl gerçekleşebilir? Sâlih amel işleyenler mü’minler olduğuna göre dindar mü’minler mi yeryüzüne hâkim olacaklar? Bu hâkimiyet siyasî bir hâkimiyet mi, ekonomik bir hakimiyet mi? Yoksa imanda, ahlâkta ve adalet dağıtmada örneklikte mi? Buradaki ‘el-ard’ ahirette yeniden yaratılacak yer olarak anlaşılabilir mi?[16]

Bu âyet ve sâlih işler yapanlara Allah’ın güzel bir hayat yaşatacağını ve onlara ahirette çok değerli ödüller vereceğini bildiren âyetlerle[17] ilgili hadisler birlikte değerlendirildiğinde bu kavramın hem bireylerin hem toplumların din ve dünyaları için hayırlı ve faydalı olan, ahlâkî ve meslekî ölçülere uygun mükemmellikte yapılan bütün işleri hakkını vererek liyaketle yapan, böylece hem dünyada, hem de ahirette başarılı ve mutlu olmayı hak eden insanı ifade ettiğini söylemek mümkündür.[18]

Sâlih amel denilince müslümanın sadece Allah’a karşı kulluk görevleri gelmemeli. Müslümanın farz olsun, nafile olsun ibadetleri ‘hasenât’tır. Bunlar kişi ile Allah arasındadır. Sâlih amelin hasenâta dönük bir tarafı olduğu gibi, diğer insanlara, yaratılmışlara karşı da dönük bir yüzü vardır. Kur’an’ın üzerinde çok durduğu ve karşılığında Cennet vadettiği ‘salihât’tan, insanın faydasına olan, dünyevî-uhrevî mutluluğuna vesile olacak, yükselmesini sağlayacak olan tüm çalışmalar, iyilikler, yardımlar, eylem, aksiyon, icad-keşif ve davranışlar anlaşılmalı.[19]

“Yeryüzüne sâlih kullarım varis olacaktır”ifadesi açıktır ki, “eğer (gerçekten) inanıyorsanız mutlaka (insanların) en üstünü olacaksınız”[20] vadinin bir yankısıdır. Allah’ın insan için öngürdüğü yüceliklere erişmek ancak inanıp dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koymakla mümkün olur.”[21]

-      Yaratılmışların En Hayırlıları

Bazı mü’minler bırakın insan içinde hayırlı olmayı yaratılmışlar içerisinde en iyi olabilirler. Kur’an şöyle diyor: “Şüphesiz iman eden ve imanına uygun davrananlar da var; işte onlar bütün yaratıkların en hayırlılarıdır.” (Beyyine 98/7) Hatta meleklerden bile.

Çünkü bilinçli bir şekilde, özgür iradeleriyle iman ederler, imanlarının gereği işler yaparlar, fıtratlarına uygun davranırlar. Çevrelerinde bulunan insanların çoğu keyiflerine göre yaşarken onlar Vahy’e tabi olurlar. Bununla da kalmazlar en doğru, en faydalı, en yarayışlı işleri yaparlar. İnsanlara faydalı olmaya çalışırlar.

Bu âyette bir önceki âyetin ifade ettiği hususların karşıtı ele alınıyor. İmanın davranışlarla süsleyen, yanlış giden işleri ıslaha çalışan bir nitelikte doğru ve yararlı iş yapanlar, insanların en iyisi, en hayırlısıdır.

-      Vicdan Sahipleri

Merhamet duygusu, insan haklarının, güzel ahlâkın, insanlararası güzel ilişkilerin en önemli teminatıdır. 

Kur’an imandan sonra merhametle davrananlara ‘ashabu’l meymeneh-dürüstlüğe veerdemliliğe ulaşan’ diyor. “Daha sonra iman edenlerden olmak ve birbirine sabrı ve merhameti tavsiye etmektir. İşte böyleleri ‘meymene’ sahipleridir.”[22]

Buradaki ‘meymene’, sağ anlamındaki ‘yemin’den gelir. Yemin; ‘sağ taraf, bereket, uğur, müjde, hayır ve güç’ manalarında kullanılır.

‘Yemin’, hem ‘sağ’ hem de ‘söz’dür. Mecazen ‘sağduyu’yu yani vicdanı da ifade eder.[23]

Öyleyse ‘meymene’yi, amel defterleri şeklinde açıklamak mümküm olduğu gibi, vicdan sahipleri olarak da anlamak mümkün. Onlar yukarıdaki âyetlerde sayılan yoksula yardım eden, yetimi gözetip kollayan, çağdaş ve çağdışı, modern veya klasik, paralı veya meccanen her türlü köleliğe karşı mücadele eden, Allah’ın dışındaki varlıklara kulluk anlayışına direnen kimselerdir.

Onlar birbirlerine bu gibi faaliyetler için gereken tavsiyeyi yaparlar. Birbirlerine merhametli olmayı öğütlerler. İnsanlar arasında merhamet ahlâkı çoğalsın diye çaba gösterirler. İşte bunlar meymene sahipleridir. Yani bunlarda bir meymenet vardır. Bunlarda bir uğur vardır, yaptıklarında bereket vardır, amellerinde hayır vardır.

Meymenet Türkçe’de; iyi nitelik, uğur, hayır ve bereket demektir.[24]

- Ebrâr (En Geniş İyilik Sahipleri)

Ebrâr, birr sahipleri demektir.‘Birr’, bol bol iyilik etmek, hayır işlerinde geniş olmak, bol bol iyilik etmek, doğru olmak anlamına geldiği gibi, aynı zamanda fail (özne) ismidir ve iyilikte bulunan demektir.

Mü’minler, çok iyilikte bulunarak, takvada çok geniş olarak ‘birr’in bizzat kendisi haline gelirler. Tıpkı sâlih amel işleyerek imanıyla özdeşleşen müslümana ‘iman’ denilmesi gibi. İyilik ve takvada ileri geçen, bol bol ihsanda bulunan, insanlara bol bol iyilik eden, iyi davranan kimseler artık ‘birr’in bizzat kendisi olurlar. Böyle kimselere Kur’an ‘ebrâr’ demektedir.

Kur’an ‘birr’i şöyle tanıtıyor:

“Yüzlerinizi doğudan ve batıdan yana çevirmeniz ‘birr-iyilik’ değildir. Ama birr, Allah’a , Âhiret Günü’ne, Meleklere, Kitab’a ve Peygamberlere iman eden, ona olan sevgisine rağmen, malı yakınlarına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip dilenene ve kölelere veren, namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve söz verdiklerinde (ahidleştiklerinde) sözlerinde duranlar ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda (direnip) sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve takva sahibi olanlar da bunlardır.”[25]

Görüldüğü gibi Kur’an, ‘birr’in inanç ve amel boyutlarını, en önemli ilkeleri sıralayarak açıklıyor. ‘Birr’ öncelikli olarak İslâm’ın inanç esaslarını kabul etmek, sonra da malı ihtiyaç sahiplerine infak etmektir. Bu âyette en önemli erdemler sıralanmış olup, birr’in sınırının daraltılmadığı açıktır. Bu bağlamda birr, bütün iman, ibadet ve ahlâka ait iyi huyları kapsayacak genişlikte bir kavramdır.

Birr, takva sahibi mü’minlerin bir özelliğidir. Bizzat takva değil takvalı olma halidir diyebiliriz. Hatta yukarıdaki âyette ‘işte sadık (doğru) olanlar bunlardır’ cümlesinden hareketle birr’i, ‘doğruluk’ diye anlayanlar da olmuştur. Halbuki ‘sıdk-doğruluk’ birr değil, birr sahibi olmanın bir sonucudur.

Cahiliye döneminde müşrikler hacc için ihrama girdikleri zaman ağaç gölgeliğinde oturmazlar, evlerine girmezlerdi. Bir ihtiyaçtan dolayı evlerine veya çadırlarına girmek isterlerse, çadıra, arkalarından açtıkları deliklerden, evlere de ya arka pencereden ya bacalarından girerlerdi.

Kur’an böyle bir davranışın faydasız bir şey olduğunu asla birr olamayacağını vurguluyor:

“…Birr (iyilik) evlere arkalarından gelmeniz değildir. Ancak birr (iyilik) takva sahiplerinin tutumudur. Evlere kapılarından girin. Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle davranın, umulur ki kurtuluşa erersiniz.”[26]

Takva sahibi kimseler hayır üzerinde olurlar, infak ederler (muhtaçlara yardım ederler), sürekli iyilikte bulunurlar. Hem Allah’a (c) itaat ederler, hem de insanlara bir fayda sağlarlar. Dolasıyla onların tutumu birr’in da kendisidir.

Birr, sosyal hayatın kurulması ve işlemesi konusunda son derece önemli bir ahlâk kuralıdır. İnsanlar arasındaki kaynaşmanın (ülfetin) yollarından biridir. Kişilere başkalarına yardım ettikçe, onlara güzel davrandıkça; aralarında kavga, anlaşmazlık ve düşmanlık yerine, dostluk, barış ve ülfet olur. Allah (c) mü’minlere “…Birr (iyilik) ve takva (Allah’tan korkup-kötülüklerden, günahlardan korunma) hususunda yardımlaşın; günâh ve sınırı aşma konusunda yardımlaşmayın…”diye emrediyor.[27]

Birr, sosyal hayata iki şekilde yansır: Birincisi, infak (karşılıksız yardım) yoluyla. İkincisi, söz ve davranışlarla insanların iyilikleri ve mutlulukları, dirlik ve düzenliği için çalışmaktır.

Mü’minler, sevdikleri şeylerden Allah yolunda harcadıkça bu birr erdemini kazanırlar. “Sevdiğiniz şeylerden infak edinceye kadar asla birr’e (iyiliğe) erişemezsiniz. Her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah onu bilir.”[28]

Buna göre ‘ebrâr’ olanlar mü’minlerin daha iyilerdir diyebiliriz. Nitekim yukarıdaki âyette birr ahlâkı olarak sayılan muhtaçlara infak, zekat vermek, akraba ile ilgilenmek, yetime el atmak, sözünde durmak, takvanın gereği güzel ahlaka sahip olmak, hadiste geçtiği gibi[29]doğru sözlü olmak başkalarına yönelik amellerdir. Ebrâr olan mü’minler kendileri için istediklerini başkaları için de isterler, kendi yaşadıkları güzellikleri ve tattıkları nimetleri başkalarına da ulaştırırlar. Kendi mutluluklarını başkalarının mutlu olmasında ararlar.

-      Muhsinler (Daha İyiler)

İhsan sahibi olana muhsin denir. İhsan; güzellik, uygunluk, güzel olan şeyi en güzel şekilde yapmak demektir. Bütün güzellikleri ve rağbet edilen şeyleri ifade eder.

İhsan ahlâkının da iki yönü vardır: Birincisi; başkasına iyilik etmek, ni’met kazandırmak, yardımcı olmak ve bütün bunları güzellikle yapmak,

İkincisi; Amelde ihsan, yani bir şeyi güzel bir bilgi ile bilmek veya bir şeyi güzel bir amelle yapmak. Bu yüzden bir hadiste Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmek de ‘ihsan’ diye niteleniyor.[30]

Allah (cc) mü’minlere adaletle beraber ‘ihsan’ı da emrediyor.[31]  Çünkü ihsan ahlâkı, adaletten daha kapsamlı bir güzel huydur. Adalet, karşıdakinin hakkını vermekse, ihsanda ise daha fazlasını vermek, daha güzeli ile karşılık vermek anlayışı vardır. Mü’min adaletli davranır, herkesin, her şeyin hakkını verir. Ama ihsan ahlâkı güçlü olan mü’min daha fazlasını verir, daha çok ihsan eder, adaletin gereğinden fazla işini güzel yapar.

İhsan sahibi olanlara Allah ‘muhsin’ diyor ve onları övüyor: “Kim, din yönünden iyilik edici (ihsan sahibi) olarak yüzünü Allah’a teslim edip dosdoğru İbrahim dinine tabi olan kimseden daha güzel olabilir? Allah, İbrahim’i dost edinmişti.”[32]

Mü’min, yalnızca ibadette değil, bütün davranışlarında ihsan üzerinde bulunur. Hatta bir hayvan boğazlarken bile ‘ihsan’ ile, şefkat ile boğazlanması isteniyor.[33]

Anne-babaya ihsan edilmesi emrediliyor. Çünkü onlar çocuklarına küçükken yeterince ihsanda bulunmuşlardır.[34]

Müslüman, insanlara güzellikle, ‘ihsan ahlâkıyla’ davranır. Kendisine yapılan ‘ihsan’ları -iyilikleri-, gerek Allah’tan gelsin gerek kullardan gelsin- inkâr etmez, ihsana ihsanla karşılık verir.[35]

Muhsin, güzellik sergileyen, güzel işleri layık oldukları bir şekilde yapan, bol bol ihsanda bulunan demektir. Mü’minler, inandıkları Rablerinden öğrendikleri ihsan ahlâkıyla, sürekli ihsan ederler, muhsin olmaya çalışırlar.[36]

Muhsinler, insanlar içerisinde güzel davranışların, işleri güzel yapmanın sembolüdürler.

İhsan ahlâkı olarak sayılan iyilik etmek, iyi davranmak, ihsanda bulunmak, kendisine yapılan iyiliklere iyilikle karşılık vermek, hayvanlara iyi davranmak, öfkeyi kontrol altında tutmak, insanları affetmek,[37] ana-babaya iyi davranmak, adaletin gereğini yapmak, her şeyin hakkını vermek, işini sağlam ve güzel yapmak, güzellik sergilemek gibi davranışların hepsi de başkalarına karşı gösterilir. Demek ki ihsan ahlâkı kuşanmış mü’minler bunca iyilikleri yapan aktif iyilerdir.

-      Ensarullah (Allah’ın Yardımcıları)

Ensarullah’  Allah’ın yardımcıları demektir. Allah (cc) müslümanlara şöyle buyuruyor:

“Ey iman edenler! Allah’ın yardımcıları (destekçileri/ensâr) olun. Tıpkı Meryem oğlu İsa’nın havârîlerine; “Allah’a giden yolda kim bana var gücüyle destek olur?” Deyince, havârîlerin “Biziz Allah yolunun gönüllü destekçileri” demeleri gibi....”[38]

Hz. İsa’nın mü’minleri yani havârîler ona gönülden, seve seve destek oldular, yardım ettiler. Hz. İsa’ya inanmak, o günkü zor şartlarda onun yanında olmak, ona destek olmak Allah yolunda olmaktı. Allah (cc) da onların imanını kabul etti, onların kalbine sekine indirdi ve onları İslâmî davanın düşmanlarına karşı üstün kıldı..[39]

Havârîler bilinen manada savaş yapmadılar. Zaten çok az idiler. O zamanki ceberrut Bizans yönetimiyle savaş yapmaları da imkansızdı. Belli ki onlar farklı bir cihad metodu izlediler ve bu konuda İslâm davetçilerine model oldular. Bu da ‘kansız fetih’ manasına gelen gönüllerin fethidir. Havârîler baskı gördüler, işkenceye uğradılar, aç aslanlara yem edildiler, taşlandılar, öldürüldüler, sürüldüler, süründürüldüler ama asla Allah’ın davasını, İsa’ya (as) bağlılığı terketmediler.[40]

Âyetteki ensâr olma emrini iki türlü anlamak mümkün. Birincisi; müslümanların maslahatı için ensâr olmak, İkincisi; Allah (cc) için ensâr olmak.

‘Sözün (lafzın) özel olması hükmün genel olmasına engel değildir’, kuralından hareketle bütün müslümanlar bulundukları yerde, kendi imkanları nisbetinde, hem Allah (cc) için, hem de diğer müslüman kardeşleri için ‘ensâr/yardımcı veya destekçi’ olmak durumundadır diyebiliriz. Müslümanlar dünyanın neresinde olursa olsun, ezilen, hor görülen, müztez’af hale getirilen, hatta yerinden yurdundan sürülen, dinlerini yaşamakta zorluk geçen  mü’minlere ellerinden geldiği kadar ‘ensâr’ olmak, gerekli yardımı ulaştırmakla görevlidirler.

Müslümanlar için ensâr olmanın üç temel çıkış noktası vardır.

İlki,müslümanların birbirlerinin kardeşi olmasıdır.[41] Kardeşin kardeşe karşı vazife ve sorumlulukları vardır. Ona kardeşçe davranır, onu sever, ihtiyacını giderir, yalnız ve yardımsız bırakmaz, ona dua eder, onun aleyhine olabilecek oluşumlara katılmaz. Mağdur ve mazlum olduğu, bir musibete, tabii afete uğradığı zaman maddî ve manevî destek verir. Zekâtını, fıtrasını, teberrusunu, sadakasını, infakını ve ikramını öncelikle müslüman kardeşine yapar. Bunlar da ona ensâr olmaktır.

İkincisi,müslümanların birbirlerinin velisi olmasıdır.[42] Veli, dost, seven, yakın, sırdaş, ilgi gösteren, yardım eden ve aynı zamanda müttefiktir. Müslüman müslümanı sever, onu dost ve sırdaş bilir, ona gerektiği yerde yardım eder, zorluklara, şeytana ve düşmanlara karşı onunla müttefik olur. Bu da onun için ensâr olmaktır.

Üçüncüsü; fesad olmasın diye. Kur’an şöyle diyor: “Nitekim, inkâr edenler birbirlerinin velisidirler (birbirleriyle dayanışma içindedirler). Ancak siz böyle yapmazsanız yeryüzünde büyük bir fesat olur.”[43]

Müslümanlar; insan ve toplum bünyesinde salah/sulh/ıslah ortadan kalkıp fesat, karmaşa, fitne ve savaş olmasın, adaletsizlik kural haline gelmesin, zulüm sıradanlaşmasın diye iyilik ve takva üzere yardımlaşırlar.[44] Onlar iyiliğin, erdemlerin, hak ve adaletin, ikram ve yardımseverliğin, infak ve cömertliğin, insaf ve merhametin canlı şahitleri olarak, insanlığın salahı için çalışırlar. Bu da onlar için ensâr olmaktır.

Âyet; “Ey iman edenler, Allah’ın dininin yardımcısı olun” diyor. Bu zımnen şu demektir: “Ey Muhammed mü’minlere de ki: Allah’ın yardımcıları olun.” Tıpkı İsa’nın (as) sahabelerinin yaptığı gibi. Onlar İsa’nın daveti üzerine Allah’ın yardımcıları ve onun havârileri oldular.[45]

Her devirde ve her yerde müslümanlar öncelikle İslâm’ı hayatlarında yaşayarak, onu birer canlı hayat haline getirerek, onun güzelliklerini ahlâk olarak göstererek, diğer insanlara ‘hidayet’ örneği ve şâhidi olarak yardım etmek, bulundukları yerlerde, şartlara uygun olarak mallarıyla, imkanlarıyla, bilgi ve güçleriyle, gerekirse canlarıyla Allah’ın dininin ‘ensar’ı olmalılar. Bunun en güzel örneği Muhacirler ve Ensar idi.

Buna göre ‘ensarullah’ olabilen mü’minler daha iyi mü’minlerdir.

-      Mücahidler (Allah Yolunda Cihad Edenler)

Mücahid, cehd kelimesinden türemiş bir kavramdır. ‘Cehd/cihad’ sözlükte, güçlük ve zorluğa katlanmak, gayret etmek, yoğun çaba sarfetmek demektir.  ‘Mücahid’  bu zor çalışmayı yapan, cihad ve mücahede eden insandır.

Mücahid, iç ve dış düşmanların zararını savmak, onların saldırılarını önlemek için gücünü ortaya koyan, bu zor işi yapmak üzere gayret sarfeden, beşerî arzu ve isteklere karşı mücadele verendir. Bütün davranışlarında hak ve ihlasa uyandır. Haksızlıklardan ve kötülüklerle mücadele edendir. İyilik ve takva yolunda gayret edendir.

Mücahid Hakikatın ve insanî olanın düşmanlarıyla, insanlara gerçek mutluluğu kazandırma amacıyla ve herkesin hakkına kavuşması için mücadele eden (çok çalışan) mü’mindir.

Cihad, bir başka deyişle, Allah’ın hidayeti olan İslâm’ı başkalarına ulaştırmanın, yani İslâmı tebliğ etmenin önündeki engelleri kaldırmaktır. Bir mü’minin, İslâmı daha iyi yaşanmasına ayak bağı olan iblis ve nefsin kötü istekleriyle mücadele etmesidir.

Cihad ibadetini yerine getiren bir mücahid müslümanın derecesi daha yüksektir. Kur'an şöyle diyor:  “Bir mazeretleri olmaksızın mücadeleden kaçınan müminle ile Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla çaba gösterenler (mücahidler) bir olamaz: Allah, mallarıyla ve canlarıyla üstün çaba gösterenleri mücadeleden kaçınanlardan daha üstün bir mertebeye yüceltmiştir. Allah bütün (müminler)e nihai güzellik vaad etmiş olmasına rağmen, Allah yolunda üstün çaba gösterenleri, (kendilerine) büyük bir mükâfat (vaad ederek) mücadeleden kaçınanlardan üstün kılmıştır.”[46]

Çünkü onlar, her türlü zorluğu, meşakkati ve tehlikeyi göze alarak Allah yolunda çalışırlar. Zevklerinden, nefislerinin isteklerinden sırf Allah rızası için vazgeçerler. Nefislerin mala karşı olan aşırı sevgisine rağmen, Allah rızasını kazanmak, diğer mücahidlere destek olmak için mallarını verirler. Onlar, bir insanın kurtuluşuna sebep olmanın, onun kalbini İslâm’a açmanın değerini bilirler. Onlar bir taraftan kendi hayatındaki kötülüklerle ve iblisle mücahede ederken, bir taraftan da insanları isyana ve Tuğyana (azgınlığa) götüren şartlar ve kişilerle mücadele eder.

Sonucun güzelliği mü’minlere vadediliyor ama Hakikat uğruna, dini ve evrensel değerler uğruna yoğun çaba sarfeden mücahidlerin dereceleri daha yüksek olacaktır.

-      Hizbullah (Allah’tan Yana Olanlar)

Hizbullah olan mü’minler de hak uğruna çalışırlar, çaba gösterirler, gayret ederler. İslâm uğruna cihad ederler/yoğun çalışma yaparlar. Hak hakim olsun diye gerekirse batılla uygun araçlarla savaşırlar. İnsanları ma’ruf/iyi olana davet ederler, münker/kötü olandan sakındırmaya çalışırlar. Sevgilerinde ve nefretlerinde Allah rızasını esas alırlar.

Böyle yapan mü’minlere Kur’an ‘Hizbullah’ diyor.Onlar, Allah ve Rasûlüne kuvvetli bir şekilde iman ederler. Onlar savaş gibi çok ciddi ve zor bir eylemi hakimiyet, tasallut, işgal, ganimet, dünyalık üstünlük, asabiye ve şövenizm için yapmazlar. Onlar diğer müslümanlarla hayır işlerinde ve Allah yolunda yardımlaşırlar.[47]

Allah’ın dini uğrunda her türlü çalışmayı yapmaya hazırdırlar. Onlar tıpkı Hz. İsa’nın; “Allah yolunda benim yardımcılarım kimlerdir? sorusuna içtenlikle: Biziz” diyen havarilere benzerler.[48] Onlar her zaman “sizden hayra davet eden bir topluluk olsun...”[49]  âyetinin gereğini yaparlar.Onlar, bir müslümanın, davetçinin sahip olması gereken, bilgi, ahlâk, strateji, metod ve araçlara sahip olmaya çalışırlar. Öncelikleri, hayatlarıyla, ahlâklarıyla, insanî ilişkileriyle İslâm’ı güzellikle temsil ederler. Sonra da yeri gelince, uygun yöntemlerle, en güzel bir şekilde insanları Allah’ın dinine davet ederler, Allah’ın dini uğrunda çalışırlar.[50]

Mü’minler iyi insanlardır, ancak  ‘hizbullahî’ mü’minler daha iyilerdir.

-      Kardeşlerine Dua Edenler

Mü’minleri kardeş ve veli (dost ve müttefik) bilen, onlara karşı kardeş hukukunun bütün gereklerini, her yerde, her ortamda yerine getiren mü’minler, elbette mü’minlere sırtını dönen, onlara yardım etmeyen, onların aleyhine olabilecek oluşumlara bilerek veya bilmeyerek destek veren mü’minlerden daha iyidir.

“Bunların arkasından gelenler şöyle derler: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş imanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, iman edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!”[51]

- Kendileri Muhtaç İken Başkalarını Düşünenler

“(Ganimetler) Bir de onlar (gelmeden) önce O kendilerine yurdu hazırlayan ve imanı (yerleştiren) kimselere (verilir). Onlar kendilerine sığınan muhacirleri severler, diğerlerine verilenlerden dolayı içlerinde bir hasislik duymazlar. Dahası kendileri çok muhtaç halde bulunsalar dahi, başkalarını kendilerine tercih ederler.. Evet başkalarının elindekine göz dikmekten korunanlar var ya; işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.”[52]

Kendileri ihtiyaçlı iken başkalarını düşünenler, onları kendilerine tercih edenler daha iyi mü’min değil midir?

-      Hayra Davet Edenler  

Kurtuluşa ulaşmanın, daha iyilerden olmanın başka bir imkanı da insanları hayırlı ve ma’ruf  (dinen güzel olan) şeylere davettir. Bu konuda gayretli olmak, fedakarlık yapmaktır.

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.”[53]

Şüphesiz bu emre uyan, yerinde çakılıp kalmayan, hayır işlemeye koşan, insanları hayırlı işlerle veya hayırla buluşturan, onlara doğru olanı tavsiye edip öğreten, hayırlarda yarışan[54] ile, yerinde çakılıp kalan, sadece kendi işleriyle meşgul olan bir olmaz.

Onlar bir şeyi haz veya çıkar için değil, hayır olduğu için yapmayı tercih ederler.

-      Emr bi’l-Ma’ruf Yapanlar

‘Ma’ruf’,  derinlemesine düşünen aklın ve İslâm’ın (şeriatın) güzel gördüğü, güzelliği anlaşılıp kabul edilmiş fiil, söz ve davranışlardır.Münker de bunun tersidir.Ma’ruf, yalnızca bir ahlâk kavramı değildir. Yani yalnızca davranışları nitelendirmek için kullanılmaz. Peygamberlerin insanları davet ettiği hidayet aynı zamanda ‘ma’ruf’ olan bir şeydir.

Emr-i bi’l-ma’ruf, dinin ve selim aklın güzel ve doğru bulduğu görüşleri, davranışları, ölçüleri, ilkeleri insanlara ulaştırmak, öğretmek, uygulamalarına yardımcı olmak demektir. Ya da hayırlı işlere öncülük etmek, hayatın her alanında hayra yer vermek demektir. Nehy-i ani’l-münker de Dinin ve aklın kötü gördüğü şeylerle mücadele, onların azalması için çaba göstermektir.

Kur’an en hayırlı topluluk olmanın sınırlarını şöyle çiziyor: “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder; kötülükten meneder ve Allah'a inanırsınız…”[55]

Gerçek mü’minlerin bir özelliği de şöyle: “Onlar, Allah'a ve Ahiret Günü'ne inanırlar; doğru olanı (ma’rufu) tavsiye eder, kötü (münker)  olandan alıkoyarlar ve hayırlı işlerde birbirleriyle yarışırlar: işte bunlar dürüst ve erdemli kimselerdendir.”[56]

Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar birbirlerinin velisidirler (dostudurlar). O yüzden onlar birbirlerine ma’rufu emrederler.[57]

Âyetlerin dediği gibi bu gibi çalışmaları yapan mü’minler daha hayırlıdır, daha iyidirler.

[1]Hucurât 49/15

[2]Müslim, İman/64-66, no: 40-42

[3]Müslim, İman/71-72 no:45

[4]Fussilet 41/30

[5]İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 8/267

[6]R.Isfehânî, el-Müfredât s: 420

[7]Izutsu Dinî Ahlâkî Kavramlar, s. 269. M. Çağrıcı, DİA 36/31

[8]M. Okuyan, Kısa Sûrelerin Tefsiri, 1/337, 449

[9] M. Sülün, İman-Amel İlişkisi, s.337-338

[10]İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 8/267

[11]En’am 6/48. Bir benzeri: A’raf 7/35

[12]M. Okuyan, Kısa Sûrelerin Tefsiri, 1/449.

[13]M. İslâmoğlu, Meal s: 1300

[14]Âl-i İmran 3/114

[15]Enbiya 21/105. Bir benzeri: Nur 24/55.A’raf 7/128

[16]Şevkânî; Fethu’l-Kadîr, s: 1115. M. İslâmoğlu, Meal, s: 637

[17]Nahl 16/97

[18]Mustafa Çağrıcı, DİA 36/31-32

[19]Heyet, Kur’an Yolu 3/595 (Not: Kavramın bu şekilde açıklanması durumunda yeryüzüne salih kulların mirasçı kılınacağını anlatan âyetler daha iyi anlaşılır. Buradaki ‘sÂl-ih kullarım’ ifadesinin, iman, namaz, oruc vb. dini mahiyetteki salah eylemlerinde bulunanlardan ziyade. ‘yeryüzü hâkimiyetine elverişli olmanın temel şartlarını’ yerine getirenleri kasdettiğini düşünebiliriz. Söz konusu varis olmanın temel şartları, çalışma ahlâkî kalite, adalet vb. evrensel ilkelerin yanında, maddi yani ağır basan pozitif bilim, teknik ilerleme vs. olduğu -ve bunu da son asırlarda gayri müslimler başardığı- için, âyet müslümanların aleyhine de olsa, bir gerçeği dile getiriyor. Bu âyetiyle Kur’an, dünyada daima, dinî vazifelerinin yanı sıra, Allah’ın kâinata yerleştirmiş olduğu kanunları (sünnetullah’ı) çözmeye çalışan kulların hâkimiyet kuracağını bildirmiş olmaktadır. Ki böyleleri, Kur’an’ı halleri ile yani teoride tasdik etmiyorlarsa da, halleriyle yani pratikte tasdik etmektedirler. (M. Sülün, İman-Amel İlişkisi, s.337-338).

[20]Âl-i İmran 3/139

[21]M. Esed, Meal s: 664).

[22]Beled 90/8-17

[23]M. İslâmoğlu, Meal s: 1260

[24]Türkçe Sözlük s: 1019

[25]Bakara 2/177

[26]Bakara 2/189

[27]Maide 5/2

[28]Âl-i İmran 3/92

[29]Buharî, Edeb/69. Müslim, Birr/29, no: 2607. Ebu Davud, Edeb/ no: 1989. Tirmizî, Birr/46, no: 1971

[30]Buharî, İman/37. Müslim, İman/1, no: 8. Tirmizî, İman/14, no: 2738. Ebu Davûd, Sünne/16, no: 4695. İbnu Mace, Mukaddime/9, no: 63,64. Nesâî, İman/6

[31]Nahl 16/90).

[32]Nisa 4/125

[33]Müslim, Sayd/57, no: 1955. İbnu Mace, Zebaih/3, no: 3170. Ebu Davud, Edahî/12, no: 2815. Tirmizî, Diyât/14, no: 1409. Nesâî, Zahâyâ/22

[34]İsra 17/23. Ahkâf 46/15

[35]Bakara 2/195

[36]Nahl 16/127. Bakara 2/112. Nisa 4/125

[37]Âl-i İmran 3/134

[38]Saff 61/14

[39]Tevbe 10/40

[40]M. İslâmoğlu, Meal,  s: 1122

[41]Hucurât, 49/10

[42]Enfal 8/72. Tevbe 9/71

[43]Enfal 8/73

[44]Maide 5/2

[45]Kurtubî, Tefsir 2/3062

[46]Nisa 4/95

[47]Maide 5/2

[48]Âl-i İmran 3/52. Sâf 61/14

[49]Âl-i İmran 3/104

[50]Ankebût 28/46. Nahl 16/25

[51]Haşr 59/10

[52]Haşr 59/9

[53]Âl-iİmran 3/104

[54]Bakara 2/148

[55]Âl-i İmran 3/110

[56]Âl-i İmran 3/114

[57]Tevbe 9/71

 

Haziran 2013

 

Hüseyin K. Ece

Kur'ani Hayat Dergisi, Temmuz-Ağustos 2013 Sayı: 30