Kur’an, iki toplumun arasını ayırmayı (Mâide 5/25), hikmetli işlerin birbirinden ayrılmasını (Duhan 44/4),  Kur’an hükümlerinin kısım kısım ayırdedilmesini (İsrâ 17/106), İsrailoğulları için denizin yarılmasını (Bakara 2/50), kişi ile toplumun arasının ayrılmasını  (Tâhâ 20/94), Allah ile Peygamberin arasının ayrılmak istenmesini (Nisâ 4/150), peygamberler arasında ayrım yapmayı (Bekara 2/136, 285. Âli İmran 3/84) bu fiille anlatıyor.

Aynı kökten gelen ‘fırk’, bölük, ayrışan taraf, kısım, ‘fırka’ ve ferîk ise ise, insanlardan ayrılan bir topluluk (İbni Manzur, Lisânul’Arap, 10/300), diğer insanlardan ayrı bağımsız bir cemaat (el-İsfehânî, R. el-Müfredât, s: 377) demektir. Kur’an’da 25 âyette geçmektedir. (Mesela; Şuarâ 26/7, 63. Tevbe 9/122. Mâide 5/70. Âli İmran 3/78. Nahl 16/35) Hadislerde de dinde ve sosyal plânda bölünmeyi, parçalanmayı kötülemek üzere kullanılmıştır.

Bu açıdan ‘fırka’; insanlardan bir kısmının ki bir görüşü veya mezhebi din edinmesi, ya da bir iş üzerine bir araya gelen topluluktur. Bunun çoğulu ‘furuk’ gelir.

Aynı kökten gelen ‘firak’ ayrılma demektir. Bu hem beden olarak, hem de pozisyon olarak ayrılmayı ifade eder. (Kehf 18/78. Kıyâme 75/28)

Yine ‘fark’ kökünden gelen bir başka kelime de ‘furkan’dır. Hakk ile batılın, doğru ile yanlışın arasını belirtmede tıpkı ‘fark’ manasında kullanılır.  Söz gelimi, Bedir savaşı ‘Furkan-hakk ile batılın ayrıldığı’ bir gündür. (Enfal 8/41) Allah (cc) kendisinden hakkıyla korkup-sakınanlara bir furkan verir. (Enfal 8/29) Allah’ın gönderdiği bütün kitaplar insanlar için birer ‘furkan’ idiler. (Âli İmran 3/. Bekara 2/53. Enbiyâ 21/48) Kur’an ise gönderilmiş olan en son ‘furkan’dır. (Bekara 2/185) “Kulu Hz. Muhammed’e ‘furkan’ı (Kur’an’ı) indiren Allah’ın adı ve şanı ne yücedir.” (Furkan 25/1)

 

- Kur'an'da tefrika

‘Tefrika’ Kur’ân türevleriyle birlikte 77 âyette geçmektedir.

‘Tefrika’, tef’ıl kalıbından ‘fer-ra-ka’ fiilinin masdarıdır.  Fer-ra-ke geçişli (müteaddi) bir fiil olarak yapmayı, üzerinde etkili olmayı ifade eder. ‘Fe-ra-ka’ ayrılma, parçalanma ise, ‘fer-ra-ka’ ayırmak, parçalamak, farklı farklı yapmak, bölmek, bölüm bölüm haline getirmek demektir.

‘Fer-ra-ka-tefrik yapmak’ fiili Kur’an’da on âyette iki toplumun arasına ayrılık düşürmek (Tâhâ 20/94), peygamberler arasında ayırım yapmak (Âli İmran 3/8. Bekara 2/136, 285. Nisâ 4/150-151), karı kocanın arasını ayırmak/bozmak (Bekara 2/102) gibi manalarda kullanılıyor.

Bazı âyetlerde ise ‘fer-ra-ka’ fiili olumsuz olarak özellikle kendilerine gönderilen dini parçalayıp, grup grup, kısım kısm olan insanların yanlışlarını, dinde ayrılığa düşmelerini anlatıyor.  Bu da tümüyle olumsuz bir ayrılık, zararlı bir bölme ve parçalama, yapanları sapıklığa sürükleyen bir gruplaşmayı anlatmaktadır. (En’am 6/159. Rûm 30/32. Âli İmran 3/105)

Türkçede de kullandığımız ‘tefrik etme’, ayırmayı, ayırıp çoğaltmayı, parça parça etmeyi anlatır. Bizim de üzerinde durduğumuz madde budur. ‘Tefrika’ bu masdarın ismidir ve aynı şeyi ifade eder. Tefrika veya tefrîk bazı âyetlerde olumsuz mana taşımaktadır ve eşyayı birbirinden ayırmak, insanlar arasına düşmanlık sokmak, parçalara, bölüklere ayırmak, parçalamak demektir. Bunun yanında fırkalara, partilere, gruplara, parçalara ayrılmayı ve böylece ayrılmaması gereken bir bütünü parçalamayı ifade eder.

‘Tefrika’ Kur’an’da isim olarak sadece bir âyette ‘tefrîkan’ şeklinde geliyor. (Tevbe 9/107)

‘Tefrika’ altı âyette tefe’ul kalıbında ‘te-fer-ra-ka’ (masdarı tefarruk) şeklinde yer alıyor.

‘Te-fer-ra-ka’ tefrikaya yakın manası olsa da daha çok dağılıp yayılmayı, ayrılmayı ifade eder. (ferraka; ayırdı, teferraka; ayrıldı demektir.) Bütünden çıkıp bir çok yollara ayrılmak. Yani o farklı yollara sapanların her biri bir görüşün peşine gider, bir görüşe meyleder veya  sünneti terkeder. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 11/169)

Kur’an eşlerin birbrinden ayrılmasını (Nisâ 4/130), kıyamette insanların birbirinden ayrılacaklarını (Rûm 30/14), batıl yolların kişiyi Hak yoldan ayırmasını  (En’am 6/153), kendilerine ilim geldikten sonra dinde ayrılığa, anlaşmazlığa düşenlerin durumunu   (Şûra 42/14. Beyyine 98/4) ‘Te-fer-ra-ka’fiili ile anlatıyor.

Allah (cc) mü’minleri kendilerine din geldikten sonra, önceki ümmetlerin yaptıklarını yapmamaları, dinde tefrikaya düşmemeleri konusunda uyarıyor. Burada da ‘teferraka fiilinin kullanıldığını görüyoruz. (Şûrâ 42/13)

Bu tefrikanın olmaması için iman edenleri toptan Allah’ın ipine sarılmaları, dağılıp parçalanmamaları, tefrikaya düşmemeleri (lâ-teferrakû) gerekir. (Âli İmran 3/103)

 

-Tefrikanın boyutları

     Kur’an, geçmiş ümmetlerin dinde ayrılığa düştüklerini, dinlerini parçalayıp çok farklı gruplara ayrıldıklarını söyledikten sonra iman edenleri uyarıyorsa ortada ciddi bir problem var demektir. Bu uyarı gelecekte de müslümanlar arasında bu sorunun yaşanacağını gösterir.

“O, ‘Dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin’ (lâ-teferrakû …(dedi)…” (Şûra 42/13) Ancak bazı kimseler bunun tam tersini yaptılar.

“Din konusunda onlara açık deliller verdik. Ama onlar kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler. Şüphesiz Rabbin, ayrılığa düştükleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hüküm verecektir.” (Câsiye 45/17) 

Esasen insanlar Tevhid dinine inanan bir ümmet idiler. Ancak zamanın akışı içerisinde Tevhid dinini bozdular, parçaladılar, yani dinde ayrılığa düştüler, kendi uydurdukları inançları hak din sayıp peşine gittiler. (Bekara 2/213)

Özellikle Kitap ehli kendilerine ilim geldikten sonra nefsânî arzularına uyarak ve aralarındaki kıskançlık sebebiyle hak yoldan saptılar. Dini işlerine geldiği gibi anladılar. Din konusunda ki ihtilaflar giderek tefrikaya, mezhepleşmeye, fırka fırka olmaya dönüştü. (Bekara 2/253)

“Allah nezdinde hak din İslam'dır. Kitap verilenler, kendilerine ilim geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa (ihtilafa) düştüler. Allah'ın ayetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki Allah'ın hesabı çok çabuktur.”  (Âl-i İmrân 3/19)

Yani, bütün bu topluluklar, ilk başta Tevhid akidesini kabul etmişler ve kişinin kendini Allah’a teslim etmesini (orijinal manasıyla İslâm’ı) sahih dinin özü olarak görmüşlerdi. Onların ondan sonraki ihtilafları, mezhep/fırka saplantısının ve birbirlerini dışlamanın sonucudur. (Esed, M. Kur’an Mesajı, 1/92)

Ancak onların dinlerinin parçalayıp grup grup olmalarının bir anlamı ve faydası yoktur. İstedikleri kadar, dinlerinin (görüşlerinin) hak, kendilerinin doğru yolda olduklarını iddia etsinler. Onların hakkında Allah (cc) hüküm verecektir. (En’am 6/159)

İnsanların hatasına bakın ki, kendilerine gelen hakikatin bilgisini, yani Allah’ın dinini işlerine geldiği gibi, kendi kafa yapılarına uyacak şekilde yorumluyorlar, dine uyacaklarına, dini kendi pozisyonlarına uyduruyorlar; bundan dolayı da grup grup oluyorlar. Sonra da her bir grup elindeki din ile, ulaştığı dini yorum ile övünüp duruyor.  

“Dinlerini parçalayan (ferrakû) ve bölük bölük (şiyean) olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir.” (Rûm 30/32)

Halbuki Kur’an insanları hz. Peygamber’in şahsında ‘fıtrat’a çağırıyor. “Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah’ın fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerinde yaratmıştır. Allah’ın yaratışı  için hiç bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler.

“Gönülden katıksız bağlılar’ olarak, O’na yönelin ve O’ndan korkup-sakının, dosdoğru namazı kılın ve müşriklerden olmayın.

(O müşrikler ki) kendi dinlerini parçaladılar ve kendileri de grup grup (bölük bölük) oldular; ki her grup kendi elindekiyle övünüp-sevinmektedir (en doğru yolda olduğunu sanmaktadır).” (Rûm 30/30-32)

İnsanlar yüzlerini fıtrat dinine çevirmekten sorumlu iken bazıları  bunu bozmakta, tefrika çıkarmakta, farklı fırkalara ayrılmakta ve sonra yine tefrika olmakta, yeni gruplaşmalar meydana gelmekte, alt tabakalarda bu parçalanma devam edip gitmekte.

Esasen dinde tefrika çıkarmanın, dini parçalamanın sebebi insandaki ‘bağy-azma’ ve bencillik, çıkar mücadelesi, cehalet, bir de öncekilerin yanlışlarına körü körüne uyma tavrıdır.  

Tefrika şüphesiz hem Tevhid dininin bütünlüğüne, hem de müslümanlar arası vahdete ve kardeşliğe, cemaat şuuruna zarar verir. 

‘Tefrika’ yani dini bozma, onda ayrılığa düşme, fırka fırka olup dağılma hastalığı yalnızca müşriklere ve kitap ehline ait bir yanlış değildir. Aynı hataya müslümanların da düşmesi mümkündür. Eğer onlar da Din’i dimdik ayakta tutmazlarsa; Din’i, Allah’ın gönderdiği ve Peygamberin öğrettiği gibi yaşamazlarsa, hatta Din’i kendi akıl ve pozisyonlarına uydurmaya kalkarlarsa aynı sonuç meydana gelir.

                                                                                                                                                                                                                                                                                            

-Tefrika, ihtilaf ve nizâ

Kur’an müslümanlar arasındaki anlaşmazlıkları, farklı tutumları, çekişmeleri ‘ihtilaf ve nizâ’ kelimeleri ile de anlatıyor.

Tefrika, “görüş ayrılığına düşme” anlamına gelen ihtilâfla yakından ilişkilidir. İhtilâf bazı durumlarda tefrika ile eş anlamlı olmakla birliktenormal fikir ayrılıklarını da belirtir.  

İhtilaf kelimesinin aslı ‘ha-le-fe’ fiilidir. Arkadan gelmek, halef olmak, sonradan gelmek demektir. Half; ön tarafın zıddı, arka, arka taraf manasına gelir.  (Bekara 2/255. Ra’d 13/11. Yûnus 10/92) Bu da öne geçmenin, zaman ve mekan açısından önde olmanın tersidir. Arkadan gelmeyi ifade eder. Nitekim bir öncekini yerine geçen anlamındaki ‘halife’ aynı kökten gelir. (Fâtır 39. En’am 6/165. Sad 38/26. Bekara 2/29. Yûnus 10/73.

Aynı köten gelen ‘hılaf’; bir şeyin zıddı, ‘muhtelif’ ise bir şeyin farklı, ayrı oluşu demektir. Ancak her muhtelif birbirine zıd demek değildir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 222-223)

Kur’an’da bir şeyin farklılığı (Nahl 16/13. Fâtır 35/27, 28), insanların ihtilaf etmeleri (Hûd 11/118), Son Saat hakkındaki anlaşmazlıkları (Nebe’ 78/1-2), aynı cinsin çeşitliliği (En’am 6/141. Nahl 16/69. Zümer 39/21) muhtelif kelimesi ile anlatılıyor.

Bu fiilin ‘fâale’ kalıbı olan ‘hâ-le-fe’, muhalefet etmek, karşı gelmek manasındadır.  (Hûd 11/88) Mesela Kur’an Peygamber’in emrine muhalif olanların başına bir belâ gelmesinden onları sakındırıyor. (Nûr 24/63)

‘Ha-le-fe’nin infial kalbından gelen ‘ihtilaf’;  bir tarafın kendi durumda veya yaptığı işlerde diğerinden farklı bir yol tutması demektir. İnsanlar arasındaki sözlü ihtilaf bazen çekişmeye ve münakaşaya dönüştüğünden dolayı aynı kökten gelen ‘hılaf veya ihtilaf’; çekişmek, mücadele etmek, tartışmak, münakaşa etmek manalarında kullanılır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 222-223)

Kur’an bunu fiil halinde otuzüç âyette, bunun masdarı olan ihtilafı ise; yedi âyette kullanıyor. Bunların çoğunda ihtilaf olumsuz anlamıyla, hakka karşı muhalefet etmek, hak davetçilere muhalif olmak manasında gelir. (Mesela;  Bekara 2/175-176, 213. Meryem 19/36-37. Zuhruf 43/65. Şûrâ 42/10)

İnsanlar önceden bir tek ümmetti, sonradan ayrılığa (ihtilafa) (Yûnus 10/19), İsrailoğulları da kendilerine Hakikatin bilgisi (ilim) gelmesine rağmen bu konuda ihtilafa düştüler. (Yûnus 10/93) Ancak insanların dinde ihtilaf ettikleri konularda hüküm vermek Allah’a aittir.  (Âli İmran 3/55)

Bazı âyetlerde ‘ihtilaf’, birbiri ardınca gelme manasındadır.  (Bekara 2/164. Âli İmran 3/190. Yûnus 10/6. Mü’minun 23/80. Casiye 45/5)

‘İhtilaf’ bir âyette çelişki, tutarsızlık, bir tarafı diğerine muhalif olan manasında kullanılıyor: “Hala Kur'an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık (ihtilaf) bulurlardı.” (Nisâ 4/82)

‘İhtilâf’ bir konuda farklı görüş ileri sürmektir; yahut bir konuda birbirinden farklı birkaç görüş ve hükmün bulunması hâlidir.  Bir başka deyişle ‘ihtilaf, ayrılık, uymama, anlaşmazlıklar, ayrılıklar demektir.

Terim olarak, herhangi bir konunun varlığı kabul edildikten sonra, içeriği üze­rinde idrak ve anlayış yeteneğine göre değişik sonuçlar çıkarmaktır. Bu normal olan bir ihtilaf çeşididir ki, İslâm toplumunu parçalayıcı bir nitelik kazanma­dığı, taassup noktasına varmadığı, ihtilaf edilen konular mutlak gerçek gibi algılanmadığı, farklı görüşlere sapıklık denilmediği sürece sakıncası yoktur. Asıl tehlike tefrika manasına gelen dinde ihtilaf çıkarmaktır.

“Aslında düşüncenin hareketliliği demek olak olan ihtilaf insan için kaçınılmazdır ve doğruya isabet edebildiği, yaklaştığı ölçüde makbul ve muteberdir. Ancak Tevhid dini olduğu halde İslâmda fırkalar ve mezhepler oluşmuştur. Unutmamak gerekir ki İslâm kültürünün hareketlilik, canlılık ve zenginlik kazanması da bu ihtilaflar yoluyla olmuştur. Tekrar edelim ki ihtilafı reddetmek insan fıtratını kabul etmeme ve düşünceyi donuklaştırmak demektir. İhtilafın olduğu yerde doğru da yanlış da olacaktır. Mühim olan, işte bu doğruyu arama ve bulma çabasında olmaktır.”  (Özler, Mevlüt, İslâm Düşüncesinde 73 Fırka Kavramı, s: 59-60)

İhtilafın böyle masum bir tarafı elbette var. Ancak Kur’an, insanlar arasında olabilecek görüş ayrılıklarını, herkesin kendi kapasitesine göre diğerinden farklı bir görüşü beyan etmesini  değil, kendilerine hak belli olduktan, ya da ‘ilim’ geçtikten sonra ona muhalefet olsun diye ihtilaf edenleri kınıyor. Bu konuda ayrılığa düşenleri, Hak dine muhalefet etmek pahasına, onu kendine göre çok farklı düşünenleri, dinde parçalanmaya yol açan vahyin özüne aykırı görüşlere saplananları kınıyor. Zaten Kur’an dinde tefrika, dini parçalamak dediği şey de bu olsa gerek.

Ancak “Siz kendilerine apa­çık âyetler, deliller geldikten sonra parçalanıp dağılanlar gibi olmayın" (3/105) âyetine göre hakkında kesin delil bulunan konularda ihtilaf  caiz değildir.

Nizâ; ‘mufâale’ kalıbından ‘nâzea’; karşılıklı çekmek, çekişmek, hasımlık yapmak, mücadele etmek, tartışmak, bir anlamda anlaşmaya düşmek demektir ve tümüyle olumsuzdur. (el-Isfehânî, R. el-Mufredât, s: 743)  (Bakınız: Âl-i İmrân 3/152)

Kur’an mü’minlerin kendi aralarında çekişmelerini yasaklıyor:  “Allah ve Rasûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin (la tenâzeû-nizalaşmayın); sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl 8/46)

Böyle bir çekişmeyi, nizâ’ya düşmeyi önlemenin yolu şudur: “Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ülülemre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz (nizâ ederseniz) Allah'a ve Âhirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Rasûl'e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de sonuç bakımından daha güzeldir.” (Nisâ 4/59)

 

  • Tefrika ve ihtilaflar karşısında

Dinde ayrılığa düşmeye, dini çok farklı anlayıp grup grup olmaya, bundan dolayı da iman edenlerin birbirinden uzaklaşmalarına ister tefrika, ister tefrikaya varan ihtilaf ve nizâ diyelim, sonuçta bu tavır yanlıştır. Bu tavır İslâm ümmetini eski toplumların düştüğü yanlışa götürür, dinlerini parçalayıp fırka fırka, mezhep mezhep, hizip hizip olmalarına yol açar.

Günlük hayatta ve Din’i veya dinin temel kaynaklarını anlamada farklı görüşlerin, farklı yorumların olması normaldir. Hatta farklı görüşlerin olması (olumlu anlamda ihtilaf) bir faydadır, bir kolaylıktır. Burada dikkat edilmesi gereken, Din’i kendi hevâsına göre anlama, sonra da kendi anladığını din haline getirme yanlışlığıdır.  

Müslümanlar farklı mezheplere, meşreplere, düşüncelere, ülkelere, ilkelere sahip olabilirler, farklı coğrafyalarda yaşayabilirler, farklı gruplar içerisinde bulunabilirler. Bunlar normal şeylerdir. Ancak herkes kendi anladığını, kendi meşrebini, kendi mezhebini, kendi tarikat veya partisini din haline getirirse; işte bu Din’de tefrikadır. Buna göre mezhebli olmak ihtiyaç, mezhebçi olmak yanlıştır. Bir meşrepten olmak doğal, ama meşrepçi olmak doğru değildir. Yukarıda geçtiği gibi müşriklerin ve Kitap ehlinin yaptığı yanlışlık da buydu.

Unutulmamalıdır ki, Din Allah’ındır ve Kur’an’da anlatılmıştır, Hz. Muhammed (sav) de bize tebliğ etmiştir, hayatıyla ve ahlâkıyla dinden ne anlaşılması gerektiğini göstermiştir. Alimlerin, mezheplerin, grupların Din’den anladıkları,  yalnızca bir yorum veya Din’i daha iyi yaşama noktasında bir çaba gibi görülmeli. Onların anladıkları hiç bir zaman Din’in kendisi değildir.

Müslümanlar arasındaki ‘vahdet’in en büyük düşmanı, yanlış din anlayışı, ülke, bölge, etnik grup, siyasi rejimler, mezhep ve tarikat taassubudur. Halbuki bütün bunlar tefrikaya sebep olmamalı, aksine müslüman toplumların entegre olmasına yardımcı olmalıdır.

Kur’an’ın bütün uyarılarına, Peygamberimizin bütün tenbihlerine rağmen Muhammed ümmeti ilk dönemden itibaren fırkalaşmaya, mezhepleşmeye, grup grup (hizip hizip) olmaya başladılar. Ne yazık ki ümmetin bu hastalığı/hatası devam ediyor.

Kur’an hz. Peygamber’in şahsında çarpıcı bir gerçeği haber veriyor:

Dinlerini parça parça edip (ferrakû) guruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir.” (En’am 6/159) Dini parçalayıp grup grup olanlar öylesine bir hata yaparlar ki, artık o konuda son söz Allah’a kalmıştır. Bu ciddi hatanın karşılığını ancak o verir: Ancak bu geçmiş ümmetlerle sınırlı bir şey değil demek ki.

 Kitap ehli kendilerine peygamberler gönderilmesine, kitap, hüküm ve ilim verilmesine rağmen aralarındaki çekememezlik yüzünden dinde ayrılığa düştüler, dinlerini parçaladılar.  (Câsiye 45/16-17) Kur’an’da bunun hatırlatılması İslam ümmetini uyarmak içindir. “Siz böyle yapmayın” demektir.

İsrâiloğulları’nın dinleri konusunda ayrılığa düşmelerini eleştiren ifadelerin ardından hz. Peygamber’e şöyle emrediliyor: “ Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık; sen ona uy, bilmeyenlerin arzularına uyma” (Câsiye 45/18. Bir benzeri: Mâide 5/48)

Buna göre dinde tefrikaya düşmemek için Allah (cc) tarafından hz. Muhammed’e (sav) ve onun ümmetine gönderilen din ve şeriat yoluna uymak, hevâyı din edinmemek veya hevâlarını din edinenlerin peşine takılmamak gerekir.

Allah (cc) iman edenlere çok açık ifadelerle dini ayakta tutmalarını, yani ona sımsıkı sarılmalarını, onun bütün prensipleri ile hayat haline getirmelerini, onun hükümlerini ve ölçülerini hayatın bütün alanlarında uygulamalarını emrediyor: “O: ‘Din’i dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa (tefrikaya) düşmeyin’ diye dinden Nuh’a vasiyet ettiğini ve sana vahyettiğimizi, İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya da vasiyet ettiğimizi sizin için bir şeriat kıldı…” (Şûrâ 42/13)

Ey müslümanlar siz din konusunda hata yapan eski ümmetler gibi olmayın: “Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir.” (Rûm 30/32)

Onlar dinlerini parçaladılar, yani fırka fırka, grup grup, mezhep mezhep oldular. İşin garibi içine düştükleri hatayı farketmeyi bırakın, her grup kendi anladığı övünüp durdu. Biz daha doğruruz, biz hak yoldayız, en iyi biziz, dini biz temsil ediyoruz diye. Âyet zımnen onların bu övünmelerinin hiç bir işe yaramadığını haber veriyor. Zira dinlerini kendilerine uyduranların hak yolda olduklarına dair ellerinde hiç bir belge bulunmamaktadır.

Kur’an İslâm ümmetini uyarmaya devam ediyor: “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.” (Âli İmran 3/105)

Ancak bu uyarılara rağmen müslümanların kitap ehlini bazı konularda izleyeceklerini, yani onların düşütüğü hatalara düşeceklerini haber veriyor:

Ebu Saîd el-Hudrî’nin rivayetine göre Peygamber (sav) şöyle buyurdu:“Sizler karış karış, arşın arşın sizden öncekilerin yolunu izleyeceksiniz/onların inançları ve yaşayışlarını ölçü edineceksiniz. İnsanın giremeyeceği küçük bir keler deliğine girecek olsalar siz de onları takib edeceksiniz.”  Sorduk: Ya Rasûlellah! (Bunlar) yahûdiler ve hıristiyanlar mı olacak? Şöyle buyurdu:  “Ya başka kimler olacaktı?” (Buhârî, Enbiyâ/50 no: 3457, I’tisam/14 no: 7320. Müslim, İlim/6 no: 6781. İbni Mace, Fiten/17 no: 3994. Ahmeb b. Hanbel 2/325, 327)

Dinde tefrika olmamasının yolunu  Kur’an şöyle gösteriyor:  “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın; parçalanıp bölünmeyin...” (Âl-i İmrân 3/103)

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin; Peygambere itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah’a ve Rasûlüne döndürün. Şayet Allah’a ve Ahiret gününe iman ediyorsanız…” (Nisâ 4/59)

Allah (cc) kendi yolunu insanlara bildirdikten sonra “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Zira o yollar sizi Allah'ın yolundan ayırır (teferraka). İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.” (En’am 6/153) buyuruluyor.

Müslümanları dinde tefrikaya düşenler gibi olmaktan sakındırıyor.  “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra tefrikaya düşenler (ihtilaf edenler) gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.” (Ali İmran 3/105) 

Tefrikanın karşıtı vahdet/cemâattir. Vahdet, hak din, hudûdullah, Allah’ın hükmü, şeriat gibi kelimelerle ifade edilen dinin esaslarına, bir anlamda Allah’ın ipine sarılmakla, Dini Kur’an’ın ve hz. Peygamberin öğrettiği gibi anlayıp yaşamakla, müslümanların dinde kardeş (Hucurât 49/10), İslâm ümmetinin bir ümmet olduğunu bilmekle sağlanır. (Enbiyâ 21/92. Mü’minûn 23/52)

Kur’an müminlerin tevhid inancı ve din ilkeleri hususunda ayrılığa düşülmemelerini, vahdeti ve aralarındaki barışın korunması istiyor  ve şu uyarıyı yapıyor.  Allah ve Resûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir. (Enfâl 8/46)

Kur’an’ın indiriliş amacı işte öncekilerin ihtilaf ettikleri, farklı anlayışları sebebiyle tefrikaya düşüp parçalandıkları hususlarda hak bilgi verme, insanları doğru yola davet etmektir. (Nahl 16/64)

İnsana düşen Allah’ın onlar için seçip gönderdiği samimiyetle inanıp yaşamaktır. “Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a halis kılarak ve muvahhidler olarak O'na kulluk etmeleri, namazı kılmaları, zekâtı vermeleri emredilmiştir. İşte doğru din budur.” (Beyyine 98/5) 

Bu Hak Din’i doğru anlayıp yaşamak dururken; onu kendi hevâlarına göre anlayanlar, ya da anladıklarını din haline getirip mutlaklaştıranlar, tabi oldukları mazhebi, tarikatı, cemaati, fırkayı, partiyi din gibi algılayanlar, farklı yoruma müsait konulardaki öteki yorumları din dışı sayıp sapık ilan edenler; adları sünnî (ehl-i sünnet) de olsa, şiî (ehl-i şia) de olsa, kendilerine ehl-i bid’at veya ehl-i kıble de denilse dinde fırkalaşıyorlar, yani tefrikaya sebep oluyorlar demektir. Bu fanatiklerin yapması gereken şey, fırka/hizip/mezhep taassubunu bırakıp Allah’ın İpi’ne sarılmaktır.

 

-Tefrika ve İslâm düşüncesinde fırka gerçeği

 Tefrika ile fırka veya olumsuz anlamda fırkalaşma arasında bağ var.

‘Fırka’ terim olarak, İslâm fikir tarihinde kendilerine has siyasî düşünce veya itikadî telakkilere sahip bulunan gruplar için ‘siyasî akım” (bir nevi parti) ve ‘itikadî mezhep’ anlamında kullanılmıştır. (Topaloğlu, B. TDV İslâm Ansiklopedisi,  13/35) (‘Fırka’nın çoğulu ‘firak’tır. Mezhep yerine kullanılan diğer kavramlar ‘nıhle ve makale’dir.)

İslâm tarihinde amelde, itikat ve siyaset sahasında ortaya çıkmış düşünce okullarına, gruplara kelâm ve mezhepler ilminde genelde mezheb adı verilmektedir.   

Amelî/fıkhî konularda ortaya çıkan farklı görüşlere, yollara fırka değil mezhep denmiştir. Bunlar birer fıkıh ekolüdür ve İslâmî hükümleri yorumlama, anlama ve İslâm hukukunun tesbiti çalışmasıdır. Amelî mezhepler ve onların görüşleri din sayılmadığı ve ‘benim mezhebim hak seninki batıl’ denilmediği sürece, onlara bid’at denemeyeceği gibi, bir ihtiyaca cevap veriyorlar denilebilir. Bu bakımdan amelî sahada bir mezhebe uymak hem caizdir, hem de ihtiyaçtır. Ama mezhebçi olmak tefrikaya yol açar.

Burada İslâm tarihinde ve günümüzde fırka/grup/hizip gerçeği ile karşı karşıyayız. Bunun üzerinde durduğumuz tefrika ile ilgisi var.

Bir kaç hadiste yahudilerin yetmişbir veya yetmişiki fırkaya, hırıstiyanların yetmişbir veya yetmişiki fırkaya/gruba ayrıldığını, Muhammed ümmetinin de yetmişüç fırkaya ayrılacağını haber veriliyor. (Ebu Dâvud, Sünnet/1 no: 4596. Bir benzeri: Tirmizî, İman /18 no: 2640)

Bazı rivâyetler İslam ümmetinin yetmişüç fırkaya ayrılacağı haber verildikten sonra bunlardan sadece bir tanesinin Cennette olacağı söyleniyor. (Dârimî,  Siyer/75. Bir benzeri: Ahmed b. Hanbel, 3/120)

Peki Cennete gireceği haber verilen fırkanın özellikleri nelerdir? Bir kaç hadiste bu sorunun cevabı veriliyor. Üç rivâyette bu kurtulan fırkanın cemaat olduğu söyleniyor. (Bakınız: Ebu Dâvud, Sünnet/1 no: 4597. İbni Mâce, Fiten/17 no: 3991-3993. Ahmeb b. Hanbel, 3/145 nak. 73 Kavramı s: 26)

Bazı rivâyetlerde kurtulacak fırkanın Peygamberin ve sahabelerinin bulundukları yol üzerinde olanlar denilerek, adeta yukarıda geçen hadisteki ‘cemaat’ kelimesi açıklanıyor. 

 “İsrailoğullarının başına gelen şey, ümmetimin de başına gelecektir... İsrailoğulları 72 fırkaya ay­rıldı. Benim ümmetim de 73 fırkaya ayrılacaktır. Onlardan bir fırka (grup) hariç, hepsi ateştedir.” Dediler ki: Ey Allah'ın Rasûlü! Ateşten kurtulacak bu fırka hangisidir? “Onlar benim ve sahabelerimin bulundukları şey üzere olanlardır.” (Timizi, İman/18 no: 2641) (Bu Hadisleri inceleyen M. Özler, bunların genelde güvenilir, sağlam hadisler olduğu sonucuna ulaşmış. Bakınız: İslâm Düşüncesinde 73 Fırka Kavramı, s: 29-39)

Bir kaç kanaldan gelen hadislerdeki rakamlar veya fırkalara ayrılacak kesimler bazısından yer alıp bazısında yer almasa bile, rivâyetlerdeki ortak nokta şudur: İslâm ümmeti de tıpkı önceden gelen kitap ehli gibi çeşitli gruplara  ayrılacak, aralarında ciddi bölünmeler olacak.  

Bazı mezhep tarihçileri İslâm tarihinde ortaya çıkmış ve bid’atçi diye nitelenen fırkaları ve kollarını sayarak yetmişüç rakamını doldurmaya çalışmışlardır. Halbuki buradaki rakam gerçek rakam olmadığı gibi (çokluktan kinâyedir), İslâm tarihinde ortaya çıkmış fırkaların ve onların kollarının sayısı o kadar çok ki, bu rakamı fazlasıyla aşarlar. Kaldı ki fırka fırka olmak hastalığı tarihte olmuş bitmiş ve bir daha olmayacak şey değil ki.

Burada karşımıza “fırka-i nâciye-kurtulan fırka, umduğuna kavuşan, Cehennem azabından uzaklaşan grup” çıkıyor. Kavram olarak, Kur’an ve Sünnet’in hükümlerini kabul ederek, Peygamberimizin ve sahabelerinin yolunu izleyen kimseler hakkında kullanılmıştır. Acaba kurtulacak grup (fırka-i nâciye) hangisidir?

İslâm tarihinde ortaya çıkmış hiç bir fırka kendisinin yanlış, batıl ve bid’atçi olduğunu söylememiş; aksine hemen hepsi de asıl doğru yolda olanların, yani fırka-i nâciye’nin kendileri olduğunu iddia etmiştir. Kur’an bu iddia sahiplerinin iddialarının boş olduğunu söylüyor. (Rûm 30/32)

Buna göre, İslâm’ı Kur’an’da anlatıldığı, Peygamberimizin öğrettiği gibi, sahabelerin ve onları izleyen ilk nesillerin uyguladığı gibi anlayıp yaşayanlar, İslâmı kendine değil de akidesini, fikrini, davranışlarını, ahlâkını, düzenini, dünya görüşünü, değer yargılarını ona uygun hale getirmeye çalışanlar adları ne olursa olsun fırka-i nâciyedir.

Sonuç olarak; hiç biri grup, fırka, cemaat veya mezhep mensubu kendilerini kurtulmuş saymamalı. Zira ‘fırka-i nâciye’ tarihte ve günümüzde bir grubun/cemaatin ismi olmaktan; çok bir tavrın, bir anlayışın, sahih bir zihniyetin takipçilerinin, muvahhid müslümanların ortak adıdır.

 

Hüseyin K. Ece

 

Kur'ani Hayat Dergisi, Mart-Nisan 2016 Sayı: 46