Kur’an’da aklın sahasına, ya da akletme ile ilgili bir çok  kavram kullanıldığına göre aklın bu kadar çok fonksiyonu olmalı.

Bu yazıda bunlardan bir kaç tanesini açıklamaya çalışacağız.

 

1-Ulu’l-elbâb

Kur’an’da onaltı âyette geçen ‘ulu’l-elbâb’ kalıbı; derin kavrayış, basiret, iz’an sahibi olmak, akleden kalbe sahip olmak anlamında kullanılıyor.  

 ‘Elbâb’, ‘lübb’ün çoğuludur. ‘Lübb’; sözlükte her şeyin katışıksız özü, cevheri ve hakikatidir. O bakımdan akla da ‘lübb’ denilir.[1]

Buna aklın zekâsı da denilmiştir. Her lübb’ün aklı vardır ama her aklın lübb’ü olmayabilir. Yani her derin kavrayış ancak akılla mümkündür. Ama bazı akıllılar derin kavrayış sahibi olmayabilirler. Bu nedenle Kur’an, Allah (cc) indirdiklerini ancak ‘lübb sahibi’ kimselerin hakkıyla anlayabileceklerini söylüyor.

Lübb, akıl anlamında olmakla beraber o sıradan bir akıl değil, aklı bozacak etkenlerden arınan öz, salt bir akıldır.[2]

“Sezme, anlama ve bir şeyin mahiyetini kavrama gücü” anlamına gelen bu kelime, daha çok insanın vicdanına, iç âlemine ve gönül dünyasına hitap etmek amacıyla kullanılıyor. 

Kur’an bazen sadece akıl sahiplerine (ulu’l-elbâb’a) hitap ediyor. Zira onlar hak ile bâtıl arasındaki farkı farkederler. Onlar hakikate şâhit olmayı bilirler, düşünen vicdanın sesini dinleyenlerdir.

Dört âyette ulu’l elbab, tezekkür (derinlemesine düşünmek) fiili ile birlikte kullanılıyor. (Bekara 2:269. Ra’d 13:19. Zümer 39:9. Âli İmran 3:7) Kur’an, kendisinin verdiği farklı örnekler üzerinde ancak ‘ulu’l-elbab-derin akıl sahipleri tezekkür ederler diyor.

Bir âyette ise ‘ulu’l-elbab’, ‘tezekkür’ ve ‘tedebbür’ fiilleri birlikte geçiyor. (Sâd 38/29) Buna göre ulu’l-elbâb, tezekkür ve tedebbür arasında bağ vardır. Tezekkür ve tedebbür ulu’l-elbâb’ın, bir anlamda akleden bir kalbin faaliyetidir.

Kâf 50:37. âyette lafzen “kalbi olanlar için” deniliyor. Söylemeya gerek yok ki, herkeste onun yaşamasını sağlayan kalb/yürek vardır. Ama herkes âyetlerde verilen örnekleri bu kalb ile anlamaz. Ya da âyette kasdedilen kalb bu değil. Ama düşünen, anlayan, idrak eden, ibret ve öğüt alan, yapılan uyarılara kulak veren Hacc 22/46da söz konusu edilen kalbtir. 

Bu âyetteki kalb bir çok müfessir tarafından lübb (derin anlayış sahibi yürek) veya canlı, aktif akıl diye anlaşılmış.[3] Aklını işletenler verilen örnekler üzerinde düşünürler ve öğüt alırlar, yapılan uyarılara kulak verirler. Ama kalbleri katılaşanlar ve hakikate kapalı olanlar ise, bu örnekler ve âyetler karşısında duyarsız kalırlar. Bir anlamda akıllarını işletmezler, derinlemesine düşünmezler.

 

2-Hıcr

‘Hıcr’ katı, sert, cevher; bir çeşit taş demektir.  Bunun çoğulu ‘ahcar veya hıcare’dir. Bunun fiil hali bir şeyi engellemek, men etmek demektir. (Aklın da sözlükte engellemek anlamına geldiğini hatırlayalım) 

Bu kökten gelen kelimeler Kur’an’da yirmibir âyette yer alıyor.

‘zi-hıcr’ akıl, fikir sahibi anlamında geçmektedir. Zira o da ayırdetme gücüne sahiptir.[4]

Hıcr kelimesindeki men etme, engelleme veya bir şeyi koruma anlamı olduğundan hareketle akla da hıcr denmiştir. Çünkü insan akıl sayesinde nefsinin aşırı arzularına kapılmaktan kendini korur.[5]

Hıcr, men etmek, alıkoymak anlamından hareketle akıl demektir. Akla, sahibini kötülükten engellemesi yönüyle ‘nühâ’, dengesizlikten alıkoyması sebebiyle de ‘hıcr’ ismi verilir. Dolaysıyla aşağıdaki âyette geçen zi-hıcr’ tam akıl demek olur.[6]

Hıcr bir âyette zi- takısı ile yer almaktadır. (bkz: Fecr 89:1-5)

Teberî’ye göre; ‘zî-hıcr’ yani aklı olan demektir. Bir kimse nefsine hâkim olabiliyor, onun zapturap altına alabiliyorsa ona ‘zî-hıcr’-akıl sahibi denilir. İbni Abbas’tan gelen bir görüşe göre o, engelleyen akıl (zî-nühâ) veya bilinen akıldır, ya da lübb sahibi demektir. Mücâhid’e göre de o aynı zamanda isabetli rey (görüş) sahibi olmak anlamındadır.[7]

Bu bir yönden insanın böyle bir akla sahip olması gerektiğine, ya da aklın böyle bir işlevi olduğuna işaret  olsa gerektir. Nasıl ki ‘nühâ’ olan akıl kişiyi yanlış düşüncelerden, yanlış iş ve kararlardan men ediyorsa, engelliyorsa; hıcr da kendisine sahip olanları, âyetler/vahiy konusunda yanlış düşünceden koruyor.

 

3-Fuâd

Akıl kelimesinin aksine onun farklı tonlarını ve fonksiyonlarını ifade eden ‘lübb, hıcr ve fuâd’ kelimeleri Kur’an’da hep isim olarak yer alırlar. Bu haliyle onlar sanki akletme eyleminin sonucuna işaret etmektedirler. (Beşer, F. Fıkıh Bilgi İctihat, s: 33)

‘Fuad’kelimesi kalb ile eş anlamlıdır. Bunun aslı olan ‘fe’d’ kökü; heyecana gelme, içten tutuşup yanma, şiddetli ateş, et kızartma demektir.[8] ‘Fuâd’ın çoğulu ‘ef’ide’ olarak gelir. Isfehânî’ye göre kalbe fuâd denilmesinin sebebi onun aşırı derecede etkiye açık olmasındandır.[9]

Fuâd Kur’an’da beş defa tekil, çoğul olarak (ef’ide şeklinde) ise onbir âyette geçiyor.

Bazı pozisyonlarda Türkçe’de gönlün meylinden söz ederiz. Bir âyette şöyle deniyor: “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp (fuad), bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsrâ 17:36)

Demek ki kalbin (fuad’ın da) tıpkı kulak ve göz gibi eylemi var ve kalp bundan sorumludur. Âyette gecen ‘peşine düşme’ eylemi bir sonuçtur. Bunun öznesi ise gözlem, bilgi ve bütün bunları ölçüp değerlendiren ve burada ‘akleden kalbe’ karşılık gelen ve gönül olarak anladığımız ‘fuâd’tır.[10] 

“Allah, sizi analarınızın karnından, siz hiçbir şey bilmez durumda iken çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler (ef’ide) verdi.” (Nahl 16:78)

Burada geçen ‘fuad’ kelimesi genellikle kalp diye açıklanmış. Bunun gönül manasının yanında, özellikle eski kaynaklarda, bilgi olayıyla ilgili konumlarda “bilme ve kavrama gücü, akıl” anlamı verilmiş.

Taberî, fuâdın çoğulu ‘ef’ide’yı ‘ukûl-akıllar’ olarak açıkladıktan sonra bu âyetle iligili şöyle diyor: “O kendisiyle bilgi elde etmeniz, iyiyi kötüyü ayırabilmeniz için size akıl da verdi. Bunun yanında ‘fuâd’ da verdi. Onun ve kalbiniz sayesinde eşyayı tanıyıp zihninize yerleştiriyorsunuz. Düşünüp farklı bilgilere ulaşıyorsunuz.”[11]

Görüldüğü gibi bu açıklamada fuâd, kalp ve akıl terimleri ‘bilgi yeteneği’ manasında eş anlamlı olarak kullanılmış.[12]

Bu âyette geçen ‘fuâd’ kalb ile arasındaki farkı vurgulamak için ‘gönül’ olarak çevrilmesi daha isabetli olur. Zira fuâd, işitme ve görmeyle gelen kalbin yatışma hâlini ve beş duyu ile gelen bilgilerin iç dünyada yaptığı ilk etkiyi ifade eder.  

Allahın âyetleri üzerinde düşünecekleri yerde onlara karşı direnen, hz. Peygamberin bütün özverili çabalarına rağmen bâtılda ısrar eden inkârcılar eleştirildikten sonra şöyle deniyor: “Hâlbuki O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri (ef’ide) yaratandır. Ne kadar az şükrediyorsunuz!” (Mü’minun 23:78. Secde32:9. Mülk 67:23)

Kur’an burada muhatabın sağduyusuna, yani gönlüne hitap ediyor. Onun yanlış inançtan kurtulması için Allah’ın birliğini ve gücünü yansıtan olaylardan üçünü haber veriyor. Bunların birincisi; insanın bilgi elde etme yetenekleriyle donatılmasıdır. Bu da bilgi olayına ilişkindir ve en önemli lütuftur.[13]

 

4-Ulu’l-ebsâr (basar)

Basiret sahipleri demektir.

‘Basar’ (çoğulu ebsâr) göz, yani görme organı veya görme kabiliyetidir.[14]

“Basîr/basîret”; kuvvetli idrak, derin anlayış aklın üstünlüğü, işlerdeki kapalılıklara nüfuz edebilmedir. Bu da eşyanın hakikatini ve iç yüzünü  tıpkı baş gözünün dış görünüşlerine bakarak eşyanın görüntülerini görmesi gibidir.[15]

Basîret; duyular üstü bir görmedir. Bu bir anlamda kalbin görmesi, işin iç yüzünü anlayabilme, bir şeyin aslını ve gerçeğini idrak edebilmedir. Manevi körlük ve sapıklıkta olmak bunun karşıtıdır. Manevi körler, sadece kafa gözüyle görürler. Gördükleri maddi cismin ötesindeki anlam üzerinde düşünmezler.

Kur’an baş gözüyle (basar) ve kalp gözüyle görme (basîret) birbirinin yerine kullanıyor. Zira her ikisinin anlamı birbirine yakındır. Ancak her ‘basar-görme’ sahibi ‘basîret’ sahibi değildir.

‘Basar’ daha çok kafa gözüyle görmektir. Kafa gözüyle bakan, baktığı şeyi dış görünüşü ile tanır, onu kendine göre algılar. Basîret sahibi ise, gördüğü şeyin gerçeğine ulaşır, duyuların ve hayallerin ötesini idrak eder.  

Akıl; “basar-görme” ve “sem’-işitme” ile hasıl olan bir keyfiyet olarak zikredilir. Ama basar ve sem’, sadece kafadaki gözle ve kulakla görmek ve işitmek değil; görüp işittiklerini önyargısız düşünmek ve anlamak demektir. (Bkz; Bekara 2/7, 171. A’raf 7/179. Mülk 67/10)[16]

Her türlü manevi faaliyetin merkezi kalptir. Kalbin de dışarıya açılan iki penceresi vardır. Bu pencerenin biri, duymak (semi’) diğeri ise, görmek’tir (basar/basîrettir). Ancak her iki fiil de kalbin bir faaliyeti olarak kullanılır. Kalbin duyması; kulağın duyduğu şeyi anlaması, kavramasıdır. Sesleri duyan kimseye sağır denmez. Fakat Kur’an, Hakk’ı duydukları halde anlamayanlara, idrak etmeyenlere ‘sağır’ demektedir. (Enbiyâ 21/145)

Bunun gibi ‘basar-görme’ faaliyeti hem gözün bir fiili, hem de kalbin bir işi olarak geçmektedir. İdrak, bir şeyi anlamadır. Basîret idrakin bu yüceliğe ulaşmasıdır. İnsan, evrendeki duyular ötesi özellikleri, eşyadaki ilâhî yönleri bu ‘basîret’ duygusuyla idrak eder, anlar.

Kur’an’da üç âyette geçen “ulu’l-ebsâr” basîret gibidir. (Âli İmran 3/13. Nûr 24/44)

Kur’an, yerde ve gökteki her şeyin mutlak güç ve hikmet sahibi Allah’ı tesbîh ettiklerini söyledikten, İslâm’a ve Peygamber’e düşmanlık yapanları sağlam kalelerinin bile  koruyamadığını, cezanın ummadıkları yerden geldiğini ve içlerine korku düştüğünü haber verdikten sonra; “...Ey basîret (derin kavrayış) sahipleri (ulu’l-ebsâr), ibret alın” (Haşr 59:1-2) diyor.

Kur’an, İslâmi davete karşı amansız düşmanlık yapanların bir kısmının başına gelen felaketi kısa ve etkili bir tablo halinde sunuyor ve arkasından da basiret sahiplerine sesleniyor. Basîret sahipleri (ulu’l-ebsâr) gören kimseler; basîreti olmayanlar ise kör (âmâ) kimselerdir. (Yûnus 10:43)

 

5-Ulu’n-nuhâ

Nuhâ’, Kur’an’da insanın akletme yeteneği ile ilgili kullanılan kelimelerden biridir. Bu da ‘iyiyi kötüden ayırdıktan sonra kötü olandan yasaklayan akıl’ demektir. “Ulu’n-nühâ” da derin kavrayış sahibi demek olur.[17]

İki âyette yer alan ‘Uli’n-nühâ’ da derin kavrayış, anlayış, iz’an sahibi demektir.

‘Nühâ’ ‘nühiye’nin çoğuludur. Bu da engelleyen akıl demektir. Çünkü o sahibini çirkin işleri yapmaktan alıkoyar.[18]

Şüphesiz Allah’ın insanlar için yarattıklarında “akıl sahipleri (ulu’n-nuhâ) için (Allah’ın varlığını ve birliğini gösteren) deliller vardır.” (Tâhâ 20/53-54)

Kur’an burada akleden kalbe sahip olanları “ulu’n-nühâ” olarak da nitelendiriyor. Yönünü şaşırmayan akıllar Allah’ın yarattığı bu muazzam kâinat düzenine hayret ederler. Bundaki sayısız deliller, belgeler (âyetler) üzerinde düşünürler.Bunların işaretiyle Hakka giden bir yolu bulurlar. Kendilerini sapıklığa, hataya, kötülüklere sürükleyen inanç ve fikirlerden uzaklaşırlar. (Tâhâ 20/128)

Zalimlik ve azgınlık yaptıkları için cezalandırılan toplumları hikâyesini duyduğu veya bildiği halde bundan ibret almayanların kafası çalışmıyor, basiretleri bağlı demektir.

 

6-Hikmet

‘Hikmet’ kelimesinin kökü ‘hükm’dür. ‘Hükm’ masdarı sözlükte, ıslah maksadıyla bir şeye engel olmak, iyiliğin elde edilmesine çalışmak, idare etmek,  ilim, derin kavrayış, adil yargı, karar vermek gibi manalara gelir.

         ‘Hikmet’ de ‘hükm’ kökünden gelen bir kelimedir ve aynı kökten gelen kelimeler içerisinde en zengin anlam sahasına sahiptir.

‘Hikmet’ sözlükte, kötülükleri ortadan kaldırmak, iyilikleri elde etmek, gerçeği yakalama noktasında ilim ve akılla hareket etmedir. Hikmet, Allah (cc) açısından, eşyanın bilinmesi, tutarlı ve anlamlı bir şekilde icad edilmesi, kul açısından ise, varlıkların bilinmesi ve hayırlı iş yapılmasıdır.

‘Hikmet’ sözde ve işde en iyiyi yakalamak veya olması gerekeni idrak etmektir. Doğru bir karar, isabetli bir sonuç, tutarlı ve sağlam bir hareket tarzı, bir şeyin faydalı hale getirilmesi hikmettir. Bir şeyi körü körüne değil de, önünü sonunu düşünerek ve ondan doğacak bütün tehlikeleri savmayı göze alarak yapmak demektir.

Hikmet, hem ilimdir, hem de isabetli, tutarlı iş yapmadır. Yeterli ve doğru bir araştırma ve tefekkür kişiyi doğru bir hükme varmaya, dolayısıyla hikmete göre iş yapmaya götürür.

Hikmet kelimesinin ‘derin anlayış sahibi olma, dinin inceliklerini bilme’ anlamı yönünden ‘fıkh’ kelimesiyle, her şeyi yerli yerine koyma anlamı yönünden ‘adalet’ kavramıyla, anlamak ve bilmek manası yönüyle ‘ilm’ kavramıyla yakın ilgisi bulunmaktadır.

 

7-Rüşd

‘Rüşd’, sözlükte, doğru yolu bulup ona girmek, akıl ve ruh bakımından, makul davranmak, iyi ve doğru olan şeyleri yapabilmede olgunlaşmak demektir. Ya da hak yolunda kararlı bir şekilde dosdoğru gitmek, doğru yolu bulmaktır.

Rüşd sahibi, rüşdüne ermiş kişilere ‘reşîd veya râşid’ denilir.

Rüşd sahibi olma, rüşd ile hareket etme bir anlamda aklı başında olma, aklını başına alma demektir. Kur’an bunu doğru/hakk yol, sapıklığın ve azgınlığın karşıtı, aklın ve fıtratın gereği olan hidâyet manasında da kullanıyor. (bkz: Bekara 2:256. A’raf 7:146) İslâm ‘sebîü’r-rüşd-rüşd yolu’dur. (Mü’min 40:26)

Hûd 78. âyette Lût (as) kavmi arasındaki tartışma konu ediliyor. Hz. Lût kavmine, “İçinizde reşid bir adam yok mudur?” derken aklı başında, olgun ve tutarlı bir kişiyi kastetmiştir. Zira reşîd kimse aklını kullanan, yaptığı işinin doğru mu yanlış mı olduğunu hesaba katar, derin düşünür, ölçer biçer, yanlış, çirkin ve sapıklık olan şeyleri, kendisine zarar verebilecek şeyleri farkeder, onları yapmamaya çalışır.

Bir fıkıh terimi olarak rüşd; kişinin mallarını din, akıl, mantık ve iktisat prensiplerine uygun biçimde koruyup harcamasını sağlayan fikrî olgunluğa sahip olmasını ifade eder. Bunun tersi sefeh, akıl melekesi yerinde olmakla beraber malını bu prensiplerine ters harcayan kimsedir.

Kur’an bu kelimeyi hukukî tasarruflar bağlamında da kullanıyor. Rüşd; çocukluk çağını takiben cinsel gelişmenin ötesinde bir fikrî olgunluk düzeyine erişmeyi ifade eder. (Nisâ 4:6)[19]

Ergenlik yaşına ulaşan her çocuk/genç aynı zamanda rüşdüne ulaştı denilmez. Bunun için biraz daha zamana, tecrübeye, bilgiye ihtiyaç var. Denir ki gençler genellikle onsekiz yaşında rüşde ererler. Türkçede kullanılan “rüşdüne erdi”, “rüşdünü isbat etti” deyimleri, kişinin aklını iyi kullanması, doğru olan şeyi yapabilme, iyi olan şeyleri tercih edebilme olgunluğuna ulaştığını ifade ederler.

Kişide ‘rüşd’ kabiliyeti kalmayınca her türlü yanlışı yapabilir. Çünkü aklı başında değil, ya da aklını sâlih (faydalı) işlerde kullanmasını bilmiyor. Akıllı olduğunu iddia etse bile, onunla en doğru olanı, insana en yakışanı, en olgun olanı yapamıyor, bir türlü rüşd yoluna gelemiyor.

 

8-Şuur,

‘Şuur’, ‘şe-a-ra’ fiilindne masdar olup; hissetmek, bir şeyi sezgiyle anlamak, kavramak, tanımak, bir şeyin farkında olmak, bilmek, aklını kullanmak, duyularla idrak etmek gibi manalara gelir.[20]

‘Şa’run şeartü’; kıla vurdum, kıla dokundum. Buradan müstear olarak incelik itibariyle kıla vurmaya veya dokunmaya benzer bir bilgi öğrendim denilmiş. Şiir;’ leyte şi’rı-keşke bilseydim’ sözünde ifade edilen ince bilginin adıdır.[21]

Aynı kökten gelen ‘şair’; ince zekâ, anlayış, duygu ve bilgi sahibi, bir şeylerin farkında olan, hissedebilen, düşünebilen kimsedir. 

Buradaki hissetmek, normal insanların farkında olmadıkları bazı şeyleri önsezi yoluyla önceden anlayabilmek demektir.

Mü’minlerin kendilerindeki şuur sayesinde gafillerin farkına varamadıkları âhireti, hesabı ve mizanı idrak ederler. Şuur aynı zamanda isbata kalkışmaksızın idraktir. Bu, bilgilerin, akleden kuvvete ulaşma mertebelerinden ilkidir.[22] 

Kur’an şuuru hep fiil halinde kullanır. Bu da tıpkı ‘teakkul gibi’ şuurun son derece işlevsel olduğunu gösterir. Kur’an, aşkın olanla bağlantı kurmayanları şuursuzlukla suçluyor. Âyetlerde geçen ‘lâ yeş’urûn-farkına varmazlar’ fiil formu “lâ ya’kılûn-akıllarını gereği gibi kullanmazlar’ anlamındadır.[23]

 “Şuur, bir kimsenin ne yaptığını bilmesi, doğru olanı seçmesi, anlama kabiliyetidir. İnsan eşya ve olayları yorumlarken bu şuurla hareket eder. Şuur olmadan hiç bir şeyin farkında olmaz.

Şuur, beş duyu organı ile elde edilen sezgileri ifade için de kullanılmaktadır. Bu sebeple şuur, hem iç dünyamızda, hem de dış dünyamızda  bize bilgi üreten bir kaynaklardn biridir.”[24]

 

9-Furkan

‘Furkan’ın aslı olan ‘fark’, iki şey arasını ayırmak, farklı olmak, yolun çatallaşması, hüküm vermek, karara bağlamak anlamına gelir.

Hem somut, hem de soyut manayı ifade eder. Mesela “feraktu beyne şey’eyn” denir ki, ister baş gözü ile, ister kalp gözü (basiret) ile görülsün, iki şeyin, ya da zıt değerlerin arasını seçip ayırmak demektir.[25]

‘Furkan’, hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan, hidâyeti sapıklıktan ayıran ölçü, bir şeyi iyice tefrik edip ayırma demektir. Bu genel anlamından hareketle gerçeği kanıtlayan delil veya sezgiye, doğru bilgilere ve şüpheden kurtuluşa da furkan denilir.[26]

Furkan hakla bâtılı ayırma anlamına geldiği gibi, bu ayrılmayı sağlayan Allah’ın koyduğu ölçü, gönderdiği kitap manasına da gelir. Kur’an’ın bir adı da el-Furkan’dır.

“Furkan, hem özü itibariyle iyiyi kötüden fark eden (fârik), hem de iyi ile kötü kendi sayesinde fark edilen (mefrûk) anlamına gelir. Duyularla değil akılla algılanan fark’ı ifade eder. Vahyin sıfatı olarak hem özne olan vahyin kendi içinde iyiyi kötüden ayıran muhtevasına, hem de inşa ettiği akıllara seçip ayırma (temyiz) yeteneği kazandırmanasına delâlet eder.”[27]

O aynı zamanda takva sahibi mü'minlere verilen bir özelliktir. (Enfal 8:29) Burada takva şuuru ile hareket edenlere furkan, yani eşyayı, hakikati doğru bir şekilde anlama kriteri söz veriliyor. Bu kriter her zaman sinyal görevi yapar, insana doğru yolu, faydalı ile zararlının farkını gösterir.

 

10-Hilm,

‘Hilm’; sözlükte öfkenin harekete geçmesi, kabarması durumunda nefsi zaptetmek, ona hâkim olmak. (Çoğulu; ahlâm) Hilm, sabırlı ve temkinli, akıllı ve ağır başlı olmak şeklinde de açıklanmıştır.[28]

‘Hilm’ İslâm öncesinde ‘akıl’ anlamında ve çok nâdir kimselerin ulaşabildiği ve önemini takdir ettiği bir meziyet sayılmaktaydı.[29]

Bazılarına göre Tûr 53:32de ‘hilm’ akıl anlamına gelir.  

İsfahânî, kelimenin kökünde akıl anlamının bulunmadığını, ancak aklın sonuçlarından olduğu ve akıldan bağımsız düşünülemeyeceği için hilme de akıl dendiğini belirtir.[30]

Bu da akıl ile hilm arasında bir ilişki olduğunu gösterir. Nefsin hevasının isteklerine, öfkeye hâkim olmak şüphesiz akıllıca yapılacak işlerdendir. Buna göre hilme “ağır başlılık, sebat, akıllı ve uygarca davranış” anlamları verilebilir.

İbnü’l-Esîr, Peygamber’in namazda imam olduğu zaman arkasında duracak kimselerde aradığı şartları ifade eden “ülü’l-ahlâm ve’n-nühâ” şeklindeki sözünü “zevü’l-elbâb ve’l-ukūl” olarak açıklamış; bununla da cemaat içinde en bilgili, yetişkin, olgun kişileri kasdettiğini açıklıyor.[31]

“Eski kaynaklarda hilm biri zihnî, diğeri ahlâkî olmak üzere iki anlamda kullanılmış. Zihnî hilim akıl demektir. Bu anlamdaki hilim ahmaklık, sefâhet (beyinsizlik) ve cahilliğin karşıtı olarak gösterilir. Buna göre hilim sahibi insanın bir özelliği akıllı ve bilgili olmak, ahmaklıktan, sefâhetten ve câhillikten uzak durmaktır.[32]

“Onlara bunu akılları mı (hilimleri mi) emrediyor?” meâlindeki âyet (Tûr 52:32) dolaylı olarak müslümanlara aklı kullanmayı, akıllı davranmayı, ahmak, beyinsiz ve câhiller gibi olmaktan uzak durmayı hatırlatmaktadır.

Hilm, aynı zamanda ergenlik çağına ulaşmayı anlatır. (Nûr 24:59) Ergenliğin hilm diye nitelendirilmesi, büluğa eren kimseye hilmin, ağırbaşlılığın, teenni ile (düşünerek) hareket etmenin yakışmasından dolayıdır.

 

11-Nazar

Bunun aslı ‘nazara’ fiili; bir nesneyi idrak etmek ve görmek için gözü ve basireti çeşitli yönlere döndürmek, çevirmek. Bununla bazen hiç acele etmeden tekrar tekrar ve dikkatlice düşünme, araştırma ve inceleme ve bununla elde edilen bilgidir.

Nazar, bir şeyi bakarak düşünmek, anlamaya çalışmaktır.[33] Yûnus 10:101deki nazar, tekrar tekrar bakın ve düşünün, ibret alın anlamındadır. 

Bir şeye gözünü uzatıp bakmaya, bakan onu görse de, görmese de ‘nazartü ilâ kezâ’ denir. Bu ifade, “bir şeyi acele etmeden tekrar tekrar düşündüm” anlamın da gelir. (bkz: Saffat 37:88-89) Eğer o baktığı şeyi görür, onu derinlemesine düşünür, üzerinde tefekkür ederse bu sefer ‘nazartü fihi’ denir.[34]

 

12- Vesm/mütesevvim

Kur’an’da bir âyette geçen ‘mütevessimin’in aslı olan ‘vesm’; etki, iz ve belirti, iz bırakma demektir. Mütevessim ise kıyas yapabilen, ârif, öğüt tutan demektir.

Bunun masdarı olan ‘tevessüm’ bazılarının zeki olmak, bazılarının ferâset, bazılarının anlayışlı dediği kelimedir. ‘tevessemtu-bir şeyi damgaladım, onu özellikleriyle tanıdım’ denir. Buna göre ‘mütevessim’; sanki en ufak izleri bile okuyabilen, anlayabilen marifetli kimsedir.[35]

“Böylece ülkelerinin üstünü altına getirdik. Üzerlerine de balçıktan pişirilmiş taşlar yağdırdık. Şüphesiz yok ki bütün bunlarda, işaretleri okumasını bilen kimselerin (mütesevvimîn’in) alacağı nice mesajlar vardır.” (Hıcr 15:74-75)

“Tam olarak ifade etmek gerekirse, mütevessim terimi: “Bir şeyin dış görünüşünden, haricî özelliklerinden yola çıkarak, o şeyin hakikatini, özünü, iç yüzünü anlamak için gereken dikkat ve duyarlığı gösteren”,[36]  İbret nazarıyla bakan kimsedir.

‘Mütesevvimîn’  kendilerine bilgi alınan ve insanları yönlendirenden çok, kendi içinde meseleyi anlayandır.[37]

 

13-Fehm

‘Fehm’; kendisi sayesinde insanın algılanan şeylerin anlamlarını idrak edebilme kabiliyetidir. “fehimtü-aklettim, anladım, kavradım’ denilir.

 Fehmetmek, bir şeyi kalp ile tanımak, onun hakkında ma’rifet sahibi olmaktır.[38]

Bunun ‘fehheme’ kalıbı, kavratmak, idrak ettirmek demektir. (Enbiyâ 21:79)  

‘efhemtuhu’ kalıbı, birisine bir şeyi tasavvur edinceye kadar anlatmak,

‘istifham’ kalıbı ise, kişinin bir başkasının bir şeyi kendisine kavratmasını istemektir.[39]

Görüldüğü gibi’ fehm’in, kavrama, idrak etme, tasavvur etme yönünden akıl ile ilgisi bulunmaktadır. Belli ki kişi akılla tanır, algılar, anlar ama onların anlamlarını fehimle idrak eder.

 

14-Dirase/ders

‘Derestu’l-ilme’; bilgiyi ezberleyerek zihnime nakşettim”, “hıfzetmek, ezberlemek suretiyle ilmin izini zihnime aldım demektir. Bilginin elde edilmesi sürekli okumakla gerçekleşeceği için bu tür okumalara ‘ders’ kelimesiyle ifade edilir.[40]

Kur’an “hem kendi okuduğunuz, hem de başkalarına öğrettiğiniz bu kitabıın ilkeleri doğrultusunda hareket eden kimseler olun” demektedir. (A’raf 7:169. Ayrıca bkz: Âli İmran 3:79. Sebe 34:44)

Dersin doğrudan akılla bir ilişkisi yoksa da onun öğrenme, bir şeyi izlerini zihne yerleştirme, tekrarlayarak bilgi elde etme, bir şeyin alâmetlerini takip ederek bir ilme sahip olma manaları açısından aklın sahasına girer.

 

15-Ma’rifet/irfan

Bir şeyi tefekkür ederek ve etki veya sonuçlarını iyice düşünerek iyice kavramak demektir. Bu bakımdan o ilimden daha dar kapsamlıdır.

Bunun aslı ‘arefe’ fiili; ‘araftühu-‘ onun kokusunu hissettim, onu tanıdım  sözünden gelmektedir. Herhangi bir şeyi görünümüne bakarak duyularla kavramak, o şeyin eserine (izine) bakarak ve akıl yorarak o şeyi hakkıyla tanımak demektir.

Allah’ın zâtı hakkında ilim (bilmek) değil ma’rifet (tanıma) fiili kullanılır. “Şu kişi Allahı biliyor” denmez, “şu kişi Allah’ı tanıyor” denilir. Çünkü ma’rifet tefekkürle ulaşılan sınırlı ve özel bilgi hakkında kullanılır.

Ma’rifenin zıddı inkâr, ilmin zıddı ise cehâlettir.

Ma’rifet sahibi olmaya ‘irfan’, ma’rifet sahibi olanlara da ‘ârif’ denir.[41]

Din dilinde ‘ma’rifet’; Allah’ı sıfatlarıyla (sıfatullah ile), fiilleriyle (ef’alullah ile), esmâsıyla (esmâullah ile) ve bunların kâinattaki tecelleriyle tanımak, anlamak, O’nu hakkıyla takdir etmek demektir. Çünkü O’nun varlığının, kudretinin ve hükümranlığının eseri her yerdedir.

Ma’rifet, sadece Allah’ı gereği gibi tanımak, anlamak, hak tasavvur değil, aynı zamanda O’na gereği gibi bağlanmayı, O’na muhtaç olma ve borçlu olma gerçeğini de ifade eder. 

Kim Allah’ı hakkıyla tanırsa, kim Allah’ı hakkıyla takdir ederse, kimin Allah tasavvuru isabetli, Kur’an’a uygun ise; onun Tevhid inancı kökleşir, şehâdeti güçlenir, imanı yakîn olur. Buna bağlı olarak da teslimiyetini, itaatini, kulluğunu  daha iyi yapar.

 

-Kur’an’da geçmemekle beraber bir hadiste geçen ‘el-keyyis’in[42] ve peygamberlerin vacip sıfatlarından biri olan ‘fetâneti’in de aklın sahasına girdiğini ekleyelim.

 

Hüseyin K. Ece

03.06.2019

Zaandam

 

[1] Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 2/293

[2] el-İsfehânî, R. el-Müfredât, S: 673

[3] Mesela; Mukatil b. Süleyman, Tefsir, 3/273. el-Ferrâ, Y. b. Z. Meâni’l-Kur’an, 3/80. Taberî, İbni Cerir, Câmiu’l-Beyan, 11/432. el-Cevzi, A b. M. Zâdu’l-Mesir, s: 1344. İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 3/378. Kurtubî, M. b. A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2895

[4] İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 4/40-42. en-Ne’âl, M. F. Mevsu’atu’l-Elfâzı’l-Kur’aniyye, s: 240

[5] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, S:156. Zemahşerî, el-Keşşâf, 4/735

[6] Beğavî, H. b. Mes’ud. Tefsir, 4/482. Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 9/190

[7] Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/565

[8] İbni Fâris. Mekâyis, s: 726

[9] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 585

[10] İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/535

[11] Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 7/625

[12] Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 3/374

[13] Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 4/70

[14] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 63-64. İbni Manzur, M. b. M. Lisânu’l-Arab, 2/93. el-Cevherî, İsmail b. H. es-Sıhah, 2/227

[15] en-Ne’al, M. F. Mevsûatu’l-Elfazı’l-Kur’aniyye, s: 150-151

[16] Beşer, F. Bilgi Fıkıh İctihat, s: 30

[17] İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an 1/602

[18] en-Ne’al, M. F. Mevsûatu’l-Elfâzi’l-Kur’aniyye, s: 793. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 773

[19] Köse, S. TDV İslâm Ansiklopedisi, 35/298

[20] İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 8/89

[21] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 384

[22]  Altıntaş, R. İslâm Düşüncesinde İşlevsel Akıl, s: 90

[23] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 384)

[24] Altıntaş, R. İslâm Düşüncesinde İşlevsel Akıl, s: 93

[25] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 377

[26] Çelik, İ. TDV İslâm Ansiklopedisi, 23/221

[27] İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an 2/698

[28] İbni Manzur, Lisânü’l-ʿArab, 4/209

[29] Çağrıcı, M. TDV İslâm Ansiklopedisi, 18/33

[30] el-Isfehânî, R.eEl-Müfredât, s: 377

[31] İbnu’l-Esir, M. En-Nihâye Fi. Ğarîbi’l-Hadis, s: 230

[32] Çağrıcı, M. TDV İslâm Ansiklopedisi, 18/33

[33] İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 14/291

[34] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 758)

[35] İbni Manzur, Lisânu’l-Arab,15/214. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 821

[36] Zemahşerî Ve Râzî’den Esed, M. Kur’an Mesajı, 2/524

[37] Beşer, F. Fıkıh Bilgi İctihad, s: 149

[38] İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 11/235

[39] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 580

[40] İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 5/144. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 241

[41] İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 10/110-111. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 495-496

[42] İbni Mâce, Zühd/31 no: 4260. Tirmizî, Kıyâmet/25 no: 2459

 

Kur'ani Hayat Dergisi, Temmuz-Ağustos 2019 Sayı: 66