Bunu yaparken pek çok kelime kullanır. Biz bunlara “Kur’an kavramları” diyoruz.

Kur’an her kesime, her seviyeden insana, her kültür ortamina veya her zaman dilimine hitap ettiğine göre, seçtiği kelimeler ve onlara yüklediği anlamlar onun mesajını taşıyıcı özellikte olması gerekiyordu. Kur’an bu üslûbuyla diyeceklerini muhatabının idrak seviyesine indiriyor, onların da bunu anlamasını hedeliyor. Onun kelimeleri tıpkı terimlerdeki gibi tekdüze ve statik, indiği döneme ait olsaydı onu belki bir kesim anlardı.

Kaldı ki Kur’an’ın konuları herhangi bir bilim disiplini değil, vahydir. Bu açıdan onun kavramlarının matematiksel, bilimsel ve somut anlamları veya sonuçları olmaz. Her bir Kur’an kavramı kendi bağlamında yatay ve dikey, lafzî ve amaçsal anlam alanına sahiptir. 

Dil, en önemli iletişim ve anlaşma aracı olduğuna göre, anlaşılsın diye gönderilen Kur’an’ın da insanların kendi aralarında anlaşabildikleri bir dili kullanması doğaldır, hatta gereklidir de. 

Allah (cc), vahyi dillerin içerisinden Arapça’yı seçerek onunla indirdi. Bu tercih; herhangi bir dilin kutsal olmasından değil, Arapça’nın yapısı itibariyle Kur’an’ın maksadını en iyi ifade eden, zengin anlamlara sahip, söz sanatı açısından üstün özellikleri olmasındandır. Üstelik vahyin son Peygamberi Hz. Muhammd (sav) de Arapça konuşuyordu. Allah (cc) her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdi ki öncelikle kendi çevresindekiler Allah’ın ne indirdiğini anlasınlar. (bkz: İbrahim 14:4)

Kur’an, İslâmdan önceki Arapça kelimeleri kullanmakla beraber, onlar kök anlamlarından kopuk değildir. Kur’an’ın metodu, Arapça bir kelimenin sözlük anlamının içini tamamen boşaltıp, onun içini yepyeni anlamlarla doldurmak şeklinde değildir. O, günlük konuşmalarda kullanılan kelimeleri sözlük anlamıyla kullandığı gibi, onları kavramlaştırdı, anlamlarını genişletti. 

Kur’an kavramları kendi bağlamından veya vahyin genel maksatlarından, kelimenin kök anlamından ve geçtiği âyette yüklendiği anlamdan koparılırsa; konu da, mesaj da yanlış anlaşılacaktır. Kur’an kavramlarını, insanların meydana getirdiği sosyal bilim disiplenlerinin kelimelerine benzemez. Onlara isteyen istediği anlamı veremez, işine geldiği gibi anlayamaz. Zira her bir Kur’an kavramının Kur’an bütünlüğü  ve vahyin genel kapsamı içerisinde bir manası vardır.

Kavramların anlamları üzerindeki fikir birliği aynı zamanda müslümanlar arasındaki vahdete de etki eder. Kavramların sahih anlaşılması İslâmın da sahih anlaşılması demektir. Onlara Kur’an’ın ve sahih sünnetin vermediği anlamları yüklemek dini farklı anlamayı beraberinde getirir. Bu da dinde tefrikadır. Bugün müslümanların arasında sorunların sebeplerinden biri de Kur’an kavramlarının yanlış anlaşılmasıdır.

 

-Kur’an kavramlarından kopuş

Bu böyle olmakla beraber, tarihten beri maalesef pek çok Kur'an kavramı, kimi zaman Kur'an yorumcuları, kimi zaman mezheb veya tarikat bağlıları, kimi zaman halk, kimi zaman da siyasi rejimler tarafından bağlamından koparıldı. Yanlış anlaşıldı, yanlış yerlerde kullanıldı. Bu kesimler bunları Kur'an'ı anlama ve yaşama amacıyla ele almak yerine, kendi düşüncelerini, kendi ideolojilerini, kendi iddialarını taşıyacak şekilde anladılar, anlattılar.

Öyle ki, Kur'an bütünlüğünden koparılan bir kelime gündeme geldiği zaman, Kur'an'ın ne dediği değil, maksadının ne olduğu değil, o çevrelerin o kelime ile ne anladıkları ön plana çıktı. Bu yanlışlığın hâlâ devam ettiğini söylemeliyiz.

Kavramlardan kopuşu şöyle de ifade etmek mümkün. Allah (st) bir şey diyor, kavramlarla bir maksada isaret ediyor. Ancak O’nun kullarından bazıları sanki “Ey Kur’an, gerçek senin dediğin gibi değil, benim anladığım” diyor. Belki bunu dili  ile veya yazısı ile direkt söylemiyor. Ama kanaatiyle, anlayışıyla, tavrıyla, uygulamalarıyla bunu demek istiyor. (Bu şüphesiz Allah’a din öğretmeye kalkışmak (Hucurât 49:16), kendilerini İslâmın kabına koyma yerine, İslâmı kendi kalıplarına uydurma anlayışıdır.)

 

-Kopuşa örnek kavramlar

-Cihad

Hem  müslümanlar, hem de gayr-i müslimler tarafından -özellikle günümüzde- yanlış anlaşılan bir kavram. Cihadın aslı olan ‘cehd veya cühd’; kararlı ve şuurlu bir şekilde gayret etmek, çalışmak, zorluklara karşı çaba göstermek gibi anlamlara gelir. Kavram olarak ‘cihad veya mücâhede’, hak yolunda çok çalışmak, yoğun çaba harcamak ve düşmanın saldırısına karşı koymak üzere elinden geleni yapmak, bütün gayreti harcamak demektir. Bu düşmanın insanın içinde veya dışında olması farketmez.

Mü’minlerin kararlı ve şuurlu çabalarının bedenle yapılanına ‘cihad’, ruhsal olanına ‘mücahede’, fikir ve İslâmî ilimlerde yapılanına da ‘ictihad’ denilir.

Allah yolunda yapılan bütün çalışmalar, İslâmı savunma için ortaya konan çabalar, hayr ve ma'ruf için yapılan gayretler tümüyle ‘cihad’ ismiyle nitelendirilir. Bu da bedenle, malla, yürekle, ilimle, kurumlarla, neşriyat ile olur. Bunun sınırı da birine hak sözü usûlünce söylemeden, savunma savaşına yardımcı olmaya kadar varır.

Cihad savaş (kıtal veya harb) olmadığı halde gayr-i müslimler onu savaş olarak anlıyorlar. Başına bir de ‘kutsal’ kelimesini ekliyorlar. Böylece İslâmın savaşla yayılan bir din, savaşı önceleyen bir inanç, müslümanların da saldırgan olduklarını ima ediyorlar. Maalesef bazı heyecanlı müslümanlar da bu oyuna gelip ağızlarından cihadı düşürmüyorlar. Onlar da cihadı ‘kafiri billah’ ile savaş diye anlıyorlar.

Halbu ki cihad, İslâm ile insan arasında giren engelleri kaldırma, iyilikler yaygınlaşsın, kötülükler azalsın diye yoğun çaba göstremektir. Cihad bir yönüyle de insan hakları mücadelesi, barışa hizmettir.

Ama ne yazık ki bugün cihad deyince bunun tam tersi anlaşılıyor.

 

-İbadet-Âbid

İbadet, öncelikle Allah’a itaat karşısında kişinin benliğinin derinliğinden gelen bir saygı ile boyun eğmektir. Bu Allah’ın emirlerine uymayı, yasaklarından kaçımayı, Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyi kapsar. Âbid de, Allah’a samimiyetle ibadet eden kimsedir.

Âbid, Allah’a ibadetine istenildiği gibi iman etmekle başlar. Öncelikle ‘Ondan gelen her şeyi tereddütsüz kabul eder, benimser ve uygulamaya söz verir. Sonra da inandığı dinin ölçülerine elinden geldiği kadar uyar. Öyleki zaman içinde ibadet ahlâkı kazanır. Hangi sözün, hangi davranışın, hangi eylemin Allah’ın rızasına uygun olduğunu bilir.

Mü’min yürüyen âbidtir, Allahin var olduğunu hesaba katarak yaşayan kimsedir.

Ancak bazılarına göre ibadet bir kaç uygulamadan ibaret, daha çok yaşlılara veya hacı hocalara mahsus işlerdir. İşte namaz ve oruç gibi. Bir de yanına kurban, kalbi temiz olmak eklendi mi, en dindar olunuyor.

Böylelerine göre ibadet belli bir yaştan sonra dünya işlerinden el etek kesme, elinde tesbih camilere gidip gelme, hacı olmak, sakallı olmaktır.

 

-İmam

‘İmam'; önder, lider kendisine uyulan bir önderdir. Bir kök durumundadır ve arkasında bir cemaat vardır. Bu cemaat da bir ‘imamın-önderin’ peşinde olduğu için ‘ümmet’ adını almaktadır.

Kur'an'da imam’, kaderin yazıldığı yer, Levh-ı Mahfuz (Yâsin 36:12), takva sahiplerinin önder olması (Furkan 25:74), Hz. İbrahim’in ve onun soyundan gelen peygamberlerin övücü sıfatı  (Bakara 2:124. Enbiyâ 21:73),  insanları hidâyete ve kurtuluşa götüren liderler (Tevbe 9:12. Kasas 28:41),  Hz. Musa’ya indirilen kitap (Hûd 11:17. Ahkaf 46:12), kıyâmette kendine uyanlarla hesap yerine gelen önderler (İsrâ 17:71), insanları ateşe sürükleyenler liderler (Kasas 28:41-42), küfürde/inkârda insanlara öncülük yapanlar (Tevbe 9:12) anlamında kullanılıyor.

İslâm tarihinde de ‘imamu’l-muslimîn’, ‘ehl-i beyt imamları’, ‘mezheb imamlar’, ‘kıraat imamları’, ‘hadis imamları’, ‘namaz imamı’ tabirleri kullanılmış. Bütün bunlarda bir önderlik, önde olma ve arkasında bir cemaat, bir kitle, uyanlar olgusu vardır.

Ama ne yazık ki –özellikle ülkemizde- imamın bu anlamları,  Kur’an’ın onu hangi manada kullandığı, siyasi ve önderlik işlevi unutuldu. Geriye namaz kıldıran, cenaze yıkayan, mevlid ve hatim okuyan, yeyici, cenaze törenlerini yöneten anlamı kaldı. Bu da olumsuz, sevimsiz bir tiptir. Uzun zamandan beri resmiyette, medyada, filimlerde bu imaj lanse edildi. Bu imaj İslâma gönül vermeyenlerin kafasında kalsa sorun değil. Maalesef ‘imam’ deyince pek çok müslümanın aklına da bu tip gelmektedir.

Sadece imam kavrami bile , Kur’an kavramlarından kopuşu anlatmaya yeter.

 

Kerâmet

İslȃmda şerefli, değerli, üstünlüğe sahip olmaya ‘kerem/kerâmet’denir.

Kerâmet, sözlükte üstün, değerli, güzel gibi anlamlara gelir. Allah’ın kullarına ikramıdır, bağışıdır, verdiği şeref ve değerdir. Nitekim kerâmet kökünden gelen ‘kerim’ değerli ve şerefli olmak, iyilik sever olmak, çok cömert anlamlarına gelir. el-Kerim Esmâu’l-Hüsna’dandır. Allah’ın sonsuz ikram ve lütuf sahibi, çok cömert oluşunu, şerefin ve değerin onun tarafından verildiğini anlatır.

Ekrem’, en cömert, en şerefli ve yüce, en değerli demektir. Kur’an bu sıfatı bir âyette Allah (cc) hakkında kullanmaktadır. (Alak 96:3) İnsanlar Allah’ın kulları olmaları yönünden birbirlerine üstünlükleri yoktur. İnsanların ‘en ekremi, yani en üstünü ve en şereflisi Allah’a karşı sorumluluk bilincini en iyi duyandır, yani takva sahibi olandır. (Hucurât 49:13) Peygamberimiz (sav), ‘İnsanların en ekremi (en üstünü) kimdir?’ sorusuna aynı cevabı vermiştir. (Buharî, Enbiyâ  Tefsiri, 4/179)

Buna göre kerâmet hem insana Allah tarafından verilen şeref ve izzeti, hem kendisinin ve bazı kullarının cömertliğnii ifade eder.

‘Kerem ve ikram sahibi’ Allah (cc) Kur’an-ı Kerim’i, ‘ekrem ve kerim’ bir elçi olan Hz. Muhammed’i insanları ‘kerem olan’ davranışlara davet etmek için gönderdi. Böylece insan kendi bünyesinde otantik olarak var olan kerȃmetini korusun ve daha ‘ekrem/keremli’ ya da ‘mukremûn’dan olsun diye. Kur'an insanın zaten keremli (şerefli ve değerli) yaratıldığını söylüyor. (İsrâ 17:70)

Görüldüğü gibi kerâmetin olağanüstü, mucize manası yok. Ancak ne yazık ki kerȃmet deyince de pek çoklarının aklına, olağanüstü olaylar, veli/evliyȃ gelir. Kerâmeti olağanüstü (harikulâde) bir olay kabul eden bu açıklama biçimine göre; o, veli (evliyâ) adı verilen seçkinlerin bir özelliğidir, onların marifetidir veya yalnızca onlara verilen bir üstünlüktür.

Tasavvuf kitaplarında pek çok uydurma hikâyeler kerâmet adıyla anlatılır. Anlatılması bir tarafa, böyle inanılır.

Bugün sıradan bir müslümana sorulsa kerâmet nedir. Alacağı cevap genelde “velilerin gösterdiği olaganüstü olaydır” olur. Zira kitaplardan böyle  okumuşlar, çevreden ve belki de bağlandıkları şeyhlerden böyle duymuşlardır. Hatta akaid kitaplarına; “evliyânın kerâmeti haktır, peygamberlere mucize verildiği gibi Allah dostlarına da kerâmet verilir. Onların kerâmeti Peygamberin mucizelerinden bir cüzdür” yazdılar.

Kimileri bağlandığı hocasının/şeyhinin kerâmetinin hastasıdır. Onda olağanüstüler görmek ister. Gördüğü farklı şeyleri/olayları kerâmete yorar. Şeyhinde olağanüstülükler görmese bile kendisi uydurmaya başlar. Ya da önceden uydurulmuş malzemeyi kendi şeyhi için kullanır.

Görüldüğü Kur’an kerâmeti nasıl anlatıyor, bazı müslümanlar nasıl anlıyor? Bu anlayış biçimi bir kopuş değil mi?

 

-Millet

Kur’an’da ‘millet (çoğulu: milel) kelimesi ‘din ve şeriat’ yerine kullanılmaktadır. Zaen din, şeriat ve millet kelimeleri birbirine yakın anlamdadır.

‘Millet’, tıpkı din gibidir ki, Allah’ın kullarına gönderdiği şeriatın özel adı olmuştur. Din ile aralarındaki fark; millet kavramı gönderildiği peygamberin adıyla söylenir. ‘İbrahim milleti, Musa milleti’ gibi. Allah’ın dini denilebilir ama, Allah’ın milleti demek yanlış olur.

İtikat ve iman yönünden ‘din’, amel ve uygulama bakımından ‘şeriat’, sosyal realite yönünden de ‘millet’ kavramları kullanılır.

İnanılan şeyler, aynı zamanda amel edilen (pratikte uygulanan) şeylerdir. Buna göre ‘millet’, bir toplumun etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, kitlenin uyduğu ve bağlı olduğu ilkeler ve takip ettiği yoldur. Bu yolun hak da olabilir, batıl da olabilir.

‘Millet’, kabile veya kavim değildir. O bir toplumun adı olmaktan çok; toplumun üzerinde toplandığı inancı ifade eder. Şu âyet, millet kavramının anlamını daha açık bir şekilde ifade ediyor: “Çünkü onlar üzerinize çıkıp gelirlerse, sizi taşa tutarlar veya sizi milletlerine (dinlerine) geri çevirirler; bu durumda ebedi olarak kurtuluş bulamazsınız.” (Kehf 18:20. Ayrıca bkz: Bakara, 2:120,130. Âli İmran 3:95 En’am 6:161 Yusuf 12:38 v.d.)

Türkçede millet kavim, ırk, ulus, büyük kabile anlamınış kazanmış, bir dine mensup olmayı değil, bir ırka, bir etnik kökene mensup olmayı ifade eder hâle gelmiştir. Millete ait olan şeylere de millî sıfatı eklendi. Hatta bir kumar olan piyangoya bile millî yaftası yapıştırıldı.

Bu şüphesiz ki bir Kur’an kavramını yanlış anlamanın, yanlış yerde kullanmanın göstergesidir.

 

-Şefaat

Şefâat kavramı diğer bazı kavramlar gibi İslâm tarihinde üzerinde en çok tartışılan ve Kur’ani anlayıştan kopuşu anlatan kavramlardan biridir.

‘Şefaat’ sözlükte, bir kimsenin bağışlanmasını, başkası adına yardım istemek, rica etmek demektir. Bir başka deyişle, bir kimsenin yardım etmek amacıyla bir başka kişiyle birlikte anılmasıdır. ‘Şefaat’ aynı zamanda aracı olmak, yardım etmek, öncülük yapmak gibi anlamlara da gelir. (Nisâ 4:85) Bu da hayırlı işler için olabileceği gibi şer işler için de olabilir.

Kur’an şefaati genel olarak putperestlerin tanrılarının kendilerine faydası olacağı, azaptan kurtaracağı inancını reddetmek üzere kullanıyor. Zira pek çokları kendi uydurdukları tanrıların her zaman kendilerine şefaat edip, yardım için yanlarında olacaklarına inanırlar.

Kur’anda onbeş âyette şefatın olmadığı, altı âyette şefaat için bazılarına izin verileceği, üç âyette de şefaatin tümüyle Allah’a ait olduğu geçiyor. Bir taraftan “kimse şefaat edemez”, “kimse kimseye yardım edemez”, “şefaat hakkı yalnızca Allah’a aittir” derken, diğer taraftan falancaya şefaat izni verilecek diye anlamak Kur’an bütünlüğüne uymaz. Onda çelişki olmadığına göre şefaat bazılarının anladıklarından başka bir şey olmalı.

Şefaat birininin iyiliğini istemek ise, bu dua olabilir, Nitekim Peygamberin şefaatini de böyle anlamak lazim. Allah (st) bazı sevgili kullarına başkaları için dua etmelerine izin verebilir.

Ancak şefaat torpil, adam kayırma, âhirette birilerine kurtarma, koltuk çıkma şeklinde anlaşılıyorsa, bu olmayacak bir şeydir. Bu anlayış tevhid inanacıyla ve âyetlerle bağdaşmaz. Zira Kur’an âhirette hiç kimsenin hiç kimseye bir fayda sağlayamayacağını defalarca söylüyor. (Bkz: Bakara 2:48, 123, 254. Mücadile 58:17. İnfitâr 82:17-19. Abese 80:34-37. Âli İmran 3:10, 116. En’am 6:70. v.d.)

Yine ne yazık ki bu Kur’anî gerçeğe rağmen bazıları şefaati birilerinin birilerini kurtarması, ya da torpil yapılmasını istemek olarak anladılar, anlıyorlar. Başta Peygamber olmak üzere, sahabelere, âlimlere, şehitlere, hafızlara şefaat, yani kurtarıcılık sıfatı veriyorlar. İş o noktaya vardı ki, kendi meşreplerine, tarikatlarına mensup olmayı, şeyhlerinin şefaatini kazanmak diye algılıyorlar. Bu yüzden bazıları şefaatlerini hak etmek için seyh dediklerine bağlanırlar. Niçin bağlandın diye sorulunca da, ‘belki âhirette bana da bir el atar’ cevabını verirler.

Böylelerine siz hiç Kur’an okumuyor musunuz diye sormak gerekir.

 

-Şeriat

Günümüzde (özellikle Türkiye ’de) ‘şeriat’ kelimesi yanlış tanınan, üzerinde gürültü yapılan kavramlardan biridir.

‘Şeriat/şir’a’; insanı bir ırmağa veya bir su kaynağına götüren, açık ve düzgün yol demektir. Ya da kanun, kural veya prensip demektir.

Kavram olarak ‘seriat’; İslâmın ahkâm bölümünü, bütün emir ve yasakları, bütün hükümleri ve yasaları içerisine alacak şekilde İslâm Dini karşılığında kullanılmaktadır. Buna göre İslâm şeriatı denildiği zaman, Hz. Muhammed (sav) ile gönderilen din ve onun hükümleri akla gelir.

Kur’an, insanlar için bir ‘şeriat’ ve bir ‘minhac’ var edildiğini haber vermektedir. (Mâide 5:48) Şûrâ 42:13de kasdedilen ‘teşri’ kılma’  şüphesiz ki Din’in ahkâm bölümüdür. Kişi ve toplum hayatını düzenleyen kurallardır.

İslâm bir bütündür ama onu iki ana bölüm olarak açıklamak mümkün: a-Akaid, yani inanç esasları, Tevhid ilkeleri, b-Şeriat, fertle ve toplumla ilgili bütün sosyal, ekonomik, hukukî, ahlâkî ve ibadet hükümleri. Ancak inanç esaslarını ahlâk kurallarından, ibadetle ilgili hükümlerini fert ve aile hayatını düzenleyen kurallardan ayırmak mümkün değildir.

Buna rağmen şeriat –özellikle- Türkçede sevimsiz bir kelime hâline getirildi. İslâma gönül vermeyenler bir tarafa müslümanların bir kısmı bile –aldıkları eğitim, beslendikleri kaynak nedeniyle- ‘şeriat’ deyince akıllarına el kesmek, insan taşlamak, zorla namaz kıldırmak, zorla tesettüre sokmak, ilerlemeye, teknolojiye karşı gelmek, eskiye dönmek gibi şeyler gelir.

Bu yanlış anlama bazı ülkelerde şeriati yasaklamaya, şeriati dile getirenlere ceza vermeye, kimilerini ‘şeriatçi’ diye yaftalamaya kadar vardı.   

 

-Veli/evliyâ

“Haberiniz olsun; Allah’ın velileri (evliyau’llah), onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir.” (Yûnus 10:62) Acaba burada söz konusu edilen Allah’ın velileri (evliyâullah) kimlerdir? Cevabı takip eden âyet veriyor.

“Onlar iman edenler ve (Allah’tan) korkup-sakınanlardır. Müjde, dünya hayatında ve ahirette onlarındır. Allah’ın sözleri için değişiklik yoktur. İşte büyük kurtuluş budur.” (Yûnus 10: 63-64)

Veli (çoğulu: evliyâ) sözlükte, dost, yardımcı, en yakın, işini/bakımını üzerine alan, seven ve ilgi gösteren, üzerinde velayet hakkı olan demektir. Fıkıhta da bu anlamda kullanılır.

Allah’ın güzel isimlerinden biri de ‘el-Veli’dir. Bunun anlamı, yardım eden, insanların ve evrenin işlerini üzerine alan, kullarını çok seven demektir. Zaten sevgi veli olmanın tabiatında vardır.

Veli kavramının inanç ve dünya görüşü ile ilgisi, siyasi bir anlamının da olduğunu hatırlayalım. Cahiliyye döneminde insanlar putlarını/tanrılarını şefaatçı saydıkları gibi veli de sayıyorlardı. Yani onları dost ve yardımcı sanıyorlardı. Kur’an onların bu iddiasını reddederek gerçek velinin Allah olduğunu ilan etti. Bununla beraber mü’minler de hem iman açısından, hem siyasi ve ümmet olma açısından birbirlerinin velisi, dostları, yardımcıları, sevenleridir, müttefiktirler.

Velilik bağı yani ‘velâyet’ her şeyden önce bir iman, duygu ve birbirine destek olma beraberliğidir. Bundan dolayı bütün müslümanlar karşılıklı veli olmak durumundadırlar. (bkz: Enfal 8:72. Tevbe 9:71)

Allah’ın velisi de, âyette geçtiği gibi iman edip takva üzere yaşayan, Allah’ın kendilerini sevdiği, yardım ettiği, yakını saydığı, aynı zamanda inkarcılardan ayrı tuttuğu güzel mü’minlerdir. Buna göre her insan nasıl ki doğuştan ‘Allah’ın halifesi’, ‘hizbullah-Allah’tan yana’ olma adayı ise; Allah’ın velisi olmaya da adaydır. Vahiy nasıl Allah’ın velisi olunabileceğini açıklıyor. Bunun iman ve takva ile, sâlih amel işleyerek olacağını haber veriyor.

Bu açıklamaya göre İslâmı bihakkın yaşayan her müslüman Allah’ın velisidir, evliyaullah’tandır. Bunun da olağanüstü bir tarafı yoktur. Onlar özel bir sınıf, özel adamlar değildir.

Lakin birilerine göre veli/evliyâ Kur’an’da anlatıldığı gibi değil onların anladığı gibidir. Onlara göre Allahın velileri özel kimselerdir. Onlar Allah tarafından seçilir, ledünni ilme sahiptirler. Yani ilmi, hikmeti kitaptan, okullardan değil doğrudan yukarıdan alırlar. Çok mübarek ve saygındırlar. Olağanüstü özellikleri vardır. Kimsenin yapamadığını yaparlar. Gaybı bilirler, dirileri, hatta ölü olsalar bile imdat isteyenlerin yardımına koşarlar. Bir anda iki yerde bulunabilirler. Meleklere hükmederler. Mezarlarda olanları haber verirler. Rakiplerini taş yaparlar. Depremi durdururlar. Kalplerden geçeni bilirler. Uçakları nefesleriyle düşürebilirler. müridlerini trafik kazalarından korurlar. Kalp gözleri ve keşifleri açıktır (ne demekse) ve tasarruf sahibidirler. Bütün bunların Allah’ın izniyle olduğunu iddia ederler.

Kur’an’dan kopuk bu veli/evliyâ inancı, nicelerini Tevhid dininin dışına çıkarır da onlar bunun farkında olmazlar. Konuyu Kur’an ve sahih sünnetin uzağında anlayanlar, özel bir statü verdikleri evliyâ’da olağanüstülükler ve yetkiler görürler. Onlara teslim olurlar, bir dediklerini iki etmezler (Ğassalın elindeki meyyit gibi). Ağızlarından, ya da kalemlerinden çıkan sözleri doğru mu yanlış mı demeden benimserler.

Şüphesiz her konuda olduğu gibi bu konuda da şaşmaz ölçü Vahiydir. Allah’ın veli kulları, muttaki mü’minlerdir. Bunlar da özel bir sınıf değillerdir. Bu velilik sıfatını onlar iman ettikleri ve uydukları Kur’an’dan alırlar. Ne peşlerine gelenlerden, ne de yukarılarda olduğu zannedilen ve olağanüstü kişilikli düşünülen kimselerden. Bunun için törenler, bağlanmalar, şeyh-mürid ilişkisi, tarikat silsileleri, başkaları tarafından verilecek ünvanlar gereksizdir. Üstelik İslâmda ruhbanlık ve özel bir sınıf statüsü yoktur. Üstünlük, derece ve sevap kazanma ölçüsü yalnızca takvadır. Bugünkü veli-evliyâ anlayışında ise ruhbanlık kokusu var.

 

-Tevessül-Vesile

‘Vesile (çoğulu: vesâil)’, sözlükte, bir şeye arzu ile ulaşmak, kendisiyle bir maksada ulaşılan, yaklaşma sebebi, bir şeye kavuşmak için yakınlığından faydalanılan şey demektir.

Kavram olarak ‘vesile’, Allah’a yaklaşmada kendisinden yararlanılan ibadet cinsinden bir şeydir. Vesileye başvurmaya da ‘tevessül’ denir. Allah (st) şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah’tan ittika edin (korkup-sakının) ve O’na (yaklaşmaya) vesile arayın ve O’nun yolunda cihad edin (çok çalışın) ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide 5:35)

Tefsirciler buradaki ‘vesile’yi, emirlerine itaat, yasaklarından kaçınmak, ya da O’nun rızasını kazandıracak sebeplerle mü’mini Allah’a yakınlaştıracak şey diye açıklamışlardır. (Muh. İbni Kesir, 1/511)

Vesile, maksadın meydana gelmesine sebep olan şey olduğuna göre kişiyi Allah rızasına götürecek bütün sâlih ameller, bütün hayırlı işler bir ‘vesile’dir.   

Mü’min, ‘Allah bizi imanımız ile’ sever deyip, bir köşeye çekilmez. O, Rabbie karşı sorumluluk bilinciyle yaşar, Allah’ı razı edecek salih amellere, farzlar vacipler dışında, nafile ibadetlere devam eder. Peygamberimiz, mü’minin nafile ibadetlerle Allah’a yaklaşmaya devam edeceğini haber vermektedir. (Buharî, Rikak/38) Buna göre müslümanı Allah’a yaklaştıracak vesileler iman, takva ve sâlih amellerdir.

Müşrikler kendi icat ettikleri putları, sahte tanrıları Allah’a ulaşmak için vesile sayarlar. (Zümer 39:3) Ancak ilâhlara tapınmak sapıklık olduğu gibi, ibadette aracı bulmak da sapıklıktır. (Kehf 18:110)  

Tevessül, ibadette bir aracı, bir torpil bulmak değil; bir sâlih ameli ihlasla yaparak, takvaya sarılarak ve Allah yolunda cehd ederek (çalışarak) O’nun rızasını kazanmaya çaba harcamaktır.

Kur’an’a göre vesile bu olmasına rağmen birileri bunu ‘aracı bulmak’ olarak anlayarak ibadette, zikir ve duada başkalarını aracı yaparlar. Bazı  ölmüşleri, aziz zannedilenleri, bazı dirileri ‘falancanın yüzü suyu hürmetine’ diyerek işin içine katarlar. Bazıları da âyetteki vesileyi ‘şeyh’ diye anlarlar. Allah’a yakın olmak, O’nun sevgisini kazanmak için mutlaka bir aracıya bağlanmak gerektiğine inanırlar. Onlara göre aracısız Allah’a bağlanmaya kalkışmak, trafosuz yüksek gerilimden elektirik almaya benzer.

Kur’an, insanlara ısrarla ibadette aracıya başvurmayı yasaklarken, dini daha iyi yaşama iddiasında olan bazılarının vesileyi, aracı, birilerine olağanüstülük pâyesi vererek, şeyhe, mürşid-i kâmile bağlanma, onun yardımıyla Allah’a yakın olmak diye anlamaları, insana vâ-esafâ dedirtir.

Kur’anın kelimesi onun bağlamından kopuk anlaşılırsa olacağı budur. Allah korusun.

 

-Zikir

Yanlışlara kurban giden, Kur’an ve sünnete göre anlaşılması için önüne engeller yığılan mümtaz bir kelime, önemli bir ibadet: Zikir.

‘Zikir’, sözlükte; anma, hatırlama, bir şeyi zihinde hazır etme, bir şeyi dile getirme, hatırlatma demektir. ‘Zikir’, kalbin, anılan kimseye dikkat kesilmesi ve ona karşı uyanık olmasıdır.

Kavram olarak ‘zikir’, Allah’ı anmak, akılda tutmak, yani O’nu unutmamak, O’nu daima hatırlayarak hareket etmektir. O’nu hatırlatıcı ibadetlere, dualara, zikir ve tesbih cümlelerine, imkanlara, sâlih amellere devam etmektir.

‘Zikir’, Allah’ın emridir, yani ibadettir ve O’nun ve Elçisinin öğrettiği gibi yerine getirilir. (Bakara 2:152, 198, 200, 203, 239. Nisa 4:103 v.d.) Bilindiği ibadetleri Şari’ emreder, Peygamber uygulayıp öğretir, mü’minler de ihlasla icra ederler.

Zikir ibadeti kalp, dil ve bedenle yerine getirilir. Kalbin zikri, kalbin Allah’ı ve O’nunla ilgili şeyleri hatırlaması. Dilin zikri Kur’an okuma, dua etme, zikir ve tesbih ifadelerini terennüm etme, şükretme, İslâma davet etme, hak sözü söyleme v.s.dir. Bedenin zikri haramlardan kaçınma, emirlere/ibadetlere uyma, din için çalışma, yani İslâm üzere yaşamadır, Allah rızasını gözeterek güzel davranmadır.

Ancak ne yazık ki zikir kavramı da bağlamından koparıldı, belli vakitlere, belli hareketlere ve belli sözlere indirgendi. Özellikle tarikatlar öteden beri zikri kendilerine göre anladılar. Zikir adıyla çeşitli törenler, hareketler, sözler icad ettiler.

Ortalıkta zikir adına yapılan hareketlere bakınca insanın hayretten ağzı açık kalır. Allah aşkına Peygamber (sav) zikir ibadetini böyle mi yaptı? Ümmetine böyle mi öğretti? Peygamberin ve O’nun sahabelerinin hayatında, kol kola verilmiş bir şekilde, yatarak-kalkarak, bağırıp çağırarak, kendinden geçerek, folklor gibi acayip hareketler yaparak zikir yapma şekli yoktu. Hele hele de zikri illa da bir üstadın emri altında belli bir zamanda yapmak, onu ölmüş-yaşayan mürşidlere, şeyhlere havale etmek, onların da Allah’a götürmelerini beklemek gibi bir yanlışlık yoktur.

Bugün zikir ibadetinin düştüğü hâl, Kur’an kavramlarından kopuşun acı gerçeğini gösteriyor.

 

-Mürşid

Rüşd’ kökünden gelen “mürşid’ sözlükte, birinin doğru yola girmesini,  akıl ve ruh bakımından olgunlaşmasını, iyi ve doğru olan şeyleri yapabilmesini sağlayan kimse/şey demektir. Bir anlamda doğru yola götüren, yardımcı ve vesile olan, terbiye edip yetiştiren, irşad eden, kılavuz/rehber, kişinin istikameti bulmasını sağlayan anlamındadır.

Allah kime hidâyet verirse o dogru yolu bulmustur. Sapıtan ise kendisi için bir mürşid (kılavuz, eğitici) bulamaz. (Kehf 18:17) 

‘Rüşd’ aynı zamanda hidâyet demektir. (Bakara 2:256) Öyleyse ‘mürşid’ kavram olarak hidâyete götüren, hidâyeti gösteren olur. Bu sekilde hidayeti bulanlara Kur’an ‘râşid’ diyor. (Hucurât 49:7)

İrşad, yani hidâyet yolunu göstermek vahyin hedefidir. Öyleyse evvel emirde asıl mürşid Allah’dır. Zira insanlara rüşd yolunu gösteren, hidâyetin imkanlarını yaratan, vahyin irşad olmasını takdir eden, peygamberler ve ilâhî kitaplarla insanlara doğru yolu gösteren O’dur.

Kur’an da bir mürşid olarak, insanları hidâyete, yani doğru yola davet etmektedir, muhataplarını ilâhi hükümlerle, ölçülerle terbiye ediyor. Kur’an, kıyâmete kadar bu fonksiyonunu yerine getirecek mutlak  ‘mürşid’tir.

Peygamberler de Allah’tan aldıkları görev ve O’nun bildirdiği hidâyet ile, insanları irşad ettiler, onların ‘rüşd’ yoluna girmelerini sağladılar. Öyleyse peygamberler de Allah’ın izniyle hidâyeti gösterici ‘mürşid’lerdir.

Hz. Muhammed (as), insanları ‘irşad’ için gönderilmiş son ‘mürşid’tir. Çünkü O’nun daveti hidâyetedir, rüşd yolunadır. Şimdi mü’minlerin mürşidi odur. O da bizim gibi bir insandır, ama peygamberdir. Bazılarının mürşid dedikleri gibi olağanüstü özellikleri yoktur. O Kur’an’ın onu tanımladığı gibidir.

Günlük dilde insanları irşad edenlere, öğretmen ve mürebbilere de eğiten, terbiye eden, rehber anlamında mürşid denilebilir.

Bu Kur’an gerçeğine rağmen birileri mürşid kavramını Kur’an bağlamından koparıp kendi özel hocalarına, şeyhlerine verirler. Onların çok maharetli, Allah’tan görevli olduklarını zannederler. Bunlara ‘mürşid-i kâmil’ derler. Sonra da böyle mürşidlere bağlanmadan, onun terbiyesinden geçmeden, onun verdiği dersleri yapmadan gerçek İslâmî hayatın olmayacağını iddia ederler. Onlara biat etmenin, onların hizmetinde olmanın, onlara kayıtsız şartsız itaat etmenin, bu işin gereği olduğuna inanırlar.

Halbuki bir öğretmen, rehber, eğitimci, ağabey ve efendi insanlardan faydalanmak, ders almak, onların önereceği eğitimi uygulamak mümkün iken, birilerini olağanüstü saymak, onları günahsız zannetmek, onlara teslim olmak, onlardan medet ummak elbette dinde aşırılıktır.

 

Hüseyin K. Ece

17.08.2019

Zaandam

 

Kur'ani Hayat Dergisi, Eylul-Ekim 2019 Sayı: 67