Kur’an iman etmeyi, onu Allah’ın kalplerde tezyîn etmesi (süslemesi, güzelleştirmesi) olarak açıklıyor.

Aşağıya alacağımız âyet öncelikle Peygamberin sahabelerine hitap ediyor. Ancak bu hükmünün genel olmasına engel değildir.

Âyet her ne kadar Medine döneminde sahabelerden bazılarının yaptıkları üzerine inmiş olsa da, buradan hareketle her devrin, her beldenin müslümanına eskimez ölçüler getiriyor.

Katâde bu âyeti okuduktan sonra, kendisini dinleyenlere şöyle demiş: "Âyetin söz konusu ettiği kişiler Peygamberin arkadaşlarıdır. Şayet Peygamber onların isabetsiz görüşlerine göre hareket edecek olsaydı, sıkıntı yaşarlardı. Sizlerse görüş ve akıl yönünden sahabelerden daha zayıfsınız. Herkes kendi görüşüne şüphe ile baksın ve Kitab’a sımsıkı sarılsın. Zira Allah’ın kitabı onunla amel etmek isteyenler için bir garantidir.” (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/386)

Bir önceki âyette: “Ey iman edenler! Eğer fasık biri size bir haber getirirse, onun iç yüzünü arştırın. Aksi halde bilmeden bir topluluğa fenalık edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz” deniyor. Arkasından da:

“Biliniz ki Allah’ın elçisi henüz aranızdadır. O her konuda sizin temayülünüze uysaydı, bundan zararlı çıkardınız.

Allah imanı size sevdirdi, onu kalplerinizde güzelleştirdi (tezyîn etti) ve hakikati inkâr etmeyi, günah işlemeyi (fıskı) ve (güzel olan şeylere) karşı çıkmayı size çirkin gösterdi. İşte bunlar, doğru yolu izleyenlerdir” (Hucurât 49/7) buyuruluyor.

Kur’an, fâsıkların (yoldan çıkmışların) verdiği, getirdiği, söylediği haberlerin hemen kabul edilmemesini,  araştırılmasını emrediyor. Herhangi bir haberin kabul edilip inanılması için haberi getiren muhabirin, habercinin veya haber kaynağının  âdil, dürüst, doğru, yani güvenilir olması gerekiyor. (Hadis ilminde böylelerine “sika râvi” denir)

Hucurat 49/6. âyetin nüzûl sebebi olarak kaynaklarda şöyle bir rivâyet var:

“Ben-i Mustalık kabilesinin başkanı Hâris b. Dirar el-Huzâî anlattı: (Bir gün) Peygamberin huzuruna vardım. Beni İslâma davet etti. Ben de kabul ettim. Beni zekât vermeye davet etti. Onu da kabul ettim ve ona; “Ey Allah’ın Elçisi, kavmime dönüp onları İslâma ve zekât vermeye davet edeyim. Daveti kabul edenlerin zekâtlarını toplayayım. Sen de İban’a şu zamanda bir elçi gönder, topladığım zekâtları ona vereyim o da sana getirsin” dedi.

Hâris b. Dırar zekâtları toplayıp İban denilen yere getirdi. Ama Peygamberin elçisi ortalıkta yoktu. Hâris elçiyi göremeyince Allah’ın Elçisini kızdıracak bir olay olduğunu zannetti. Hemen kavmin ileri gelenlerini topladı ve onlara; “Peygamber, topladığım zekâtı almak üzere şu vakitte bana bir elçi gönderecekti. Peygamber asla sözünden dönmez. Elçinin gelmeyişinin sebebi Peygamberin bize kızmış olmasıdır.  Ben başka sebep göremiyorum.  Haydin Peygamber’e birlikte gidelim” dedi.

Onlar Peygamber’e doğru yola çıktıkları sırada Peygamber de Velid b. Ukbe’yi zekât mallarını getirmesi için onlara doğru göndermişti. Velid biraz gittikten sonra korkup geri döndü. Peygamberin yanına varınca da; “Hâris bana zekât mallarını vermedi, üstelik de beni öldürmeye kalkıştı” dedi.

Bunun üzerine Peygamber Hâris’e karşı bir seriyye (küçük askeri birlik) gönderdi. Seriyye yolda Hâris ve arkadaşlarıyla karşılaştılar. Hâris onlara; “Kime karşı gönderildiniz” diye sordu. Onlar; “sana karşı” dediler. “Niçin” diye sordu. Onlar; “Allah’ın elçisi sana Velid’i gönderdi. Sen ona zekât mallarını vermediğin gibi, onu öldürmek istemişsin” dediler. Bunun üzerina Hâris; “Muhammed’i gönderene yemin ederim ki, ben onu görmedim, o da beni görmedi.”

Sonra hemen Peygamberin huzuruna geldi. Peygamber; “Zekât mallarını vermeyip elçimi öldürmek mi istedin?” diye sordu. Hâris; “Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, ne ben onu gördüm, ne de o beni gördü. Buraya da ancak senin elçinin gelmemesi üzerine, Allah ve Elçisi’nin gazabına uğramaktan korktuğum için geldim” dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. (Ahmed b. Hanbel’den... el-Vahidî, A. b. Ahmed. Esbâbu’n-Nüzûl, s: 292. es-Suyûtî, Celalüddin. Esbâbu’n-Nüzûl (çev.), s: 481. el-Kâdî, Abdulfettah. Esbâb-ı Nüzûl (çev.), s:367-369. Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/383. Beğavî, H. b. Mes’ud. Tefsir, 2/121)

Burada şöyle bir uyarı var:

“Mü’minler, Peygamber aranızdadır. Bundan dolayı Allah’tan korkup-çekinin yalan ve asılsız söz söylemekten sakının. Bir konuda, bir haberde şüpheye düşerseniz ona sorun. Kendi görürüşünüzle onu kandırmaya kalkışmayın. Eğer Peygamber (vahiy yerine) sizin her görüşünüze uysaydı, şüphesiz zarar uğrardınız. Bir takım  felaketlere ve sıkıntılara düşerdiniz.

Çünkü kendisine uyulması gereken bir Peygamberin isabetsiz görüşlere uyması işlerin tersine gitmesidir. Unutmayın ki “Allah imanı size sevdirdi. (Zira siz imanı sevmeyi dilemiştiniz)”. Bu âyet gösteriyor ki bir müslüman için iman etmek için bilgi yetmez, sevgi de gereklidir. Bundan dolayı muhabbet dinin başıdır denmiştir. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/196)

Uyarıya tekrar bakalım: “Ey iman edenler! Eğer fâsık biri size bir haber getirirse, onun iç yüzünü araştırın...”

Bir fâsık, yani yoldan çıkmış, günah işlemekten çekinmeyen veya yalancı biri size –hangi konuda olurs olsun- bir haber getirirse ona hemen inanmayın. Bekleyin, imkanınız varsa araştırın. Elinizde kesin bilgi, belge, delil, isbat olmadan bir kimse, bir topluluk veya bir konu hakkında kesin kararınızı vermeyin. Acele edip bilgisizce, delilsiz önyargılı davranmayın.

Bilmeden, anlamadan, yanlış bilgi ve haberle yanlış sonuçlara varırsınız, yanlış kararlar alırsınız. Böylece başkalarına zarar verirsiniz, haksızlık yapmış olursunuz. Bunun yanlış olduğunu anlayınca da yaptığınız hatadan dolayı pişmanlık duyarsınız. Böyle yanlışların zararı sadece hakkında isabetsiz hüküm/karar verdiğiniz kimselere dokunmaz, eninde sonunda size de dokunur.

Günümüzde müslümanlar bu ilkeye daha çok dikkat etmeliler. Zira piyasadaki haber nehirlerinin (yazılı ve görsel medyanın) başında genellikle fâsıklar, gayr-i müslimler, kezzaplar oturuyor.

“Allah imanı size sevdirdi..” Yani Allah’a ve Elçisine iman etmeyi. Bunun Allah’ın Elçisine itaat ediyorsunuz, ona güveniyorsunuz, ona karşı gelerek zarar uğramaktan korkuyorsunuz. Ona itaat ederek böylece umduğunuza nail oldunuz, işlerinizde isabet ettiniz. “onu kalplerinizde tezyîn etti...” Yani Allah imanı kalplerinizde güzelleştirdi, süsledi de böylece iman ettiniz. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/385)

“...Allah size imanı sevdirdi...” Bu öncelikle Peygamber’i yalan haberlerle yanıltmayan mü’minlere bir övgüdür. Allah onlara (İslâma) imanı dinlerin en sevileni yaptı. Tevfik ve inayetiyle “o imanı” mü’minlerin kalplerinde süsledi. Ya da onu mü’minlere güzel gösterdi ki onlar da imanı seçtiler, tercih ettiler.

Bu âyette “insan kendisi için yazılan alın yazısının tutsağıdır” gibi cebriyeci görüşlere bir reddiye vardır. Zira bütün mahlukâtı, bütün renk ve farklılıkları ile yaratan Allah’tır. Dolaysıyla imanın kalplerde süs olmasını veya kalpleri tezyîn etmesini (süslemesini) de yaratan da O’dur. (Kurtubî, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, 2/2869)

Böyle bir durumda Peygamber (sav) Hâris b. Dırar hakkında yalan söyleyen kişinin dediklerine göre hareket etseydi, şüphesiz hata yapacaktı. Ama Peygamber söylenilen şeyin doğru olup olmadığını anlamak için bir seriyye (birlik) gönderdi. Sonuçta Hâris b. Dırar’ın Medine’ye gelip durumu açıklaması üzerine konu anlaşıldı. Kimseye zarar verilmedi. Eğer acele edilip de birilerine ceza verilseydi, -âyetin dediği gibi- elde kesin bilgi olmadan bakalarına zarar verilmiş olur, sonra da yapılanlardan pişmanlık duyulurdu.

Velid b. Ukbe hakkında indiği söylenen bu âyet, haberi getiren kişiyi “fâsık” olarak niteliyor. Yoldan çıkan anlamına gelen fâsık Kur’an’da genellike müşrikler ve kâfirler hakkında kullanılır. “Allah fâsıklar topluluğunu hidâyete ulaştırmaz” (Münâfıkûn 63/6), “Rabbinin emrinin dışına çıktı (fâsık oldu)” (Kehf 18/50), “Fıska düşenlerin yeri ateştir” (Secde 32/20) gibi.

Burada adı geçen Velid ise babası Muğire’yi bırakıp müslüman olmuş, Medine’ye hicret etmiş ve Peygamber’e tabi olmuş birisidir. Hicret etmiş bir sahabiye fâsık demek pek doğru görünmüyor.

Bu rivâyetlerin doğru olduğunu var sayalım. Buna göre Velid’in “Ben-i Mustalık zekât mallarını vermediler, üstelik beni öldürmeye kalkıştılar” şeklinde çok ciddi yalan söylemesi gerekir. İslâm uğruna hicret etmiş bir sahabi bu denli yalan söylemiş olabilir mi? Üstelik Peygamber (sav) herhangi bir kimseyi, kendisine hasım olan bir kavme elçi olarak göndermezdi. Bu onun maharetli siyasetine uygun düşmezdi.

Bundan dolayı tefsirci F. Râzî; “Velid’e fâsık denmesi uzak bir ihtimaldir. Nasıl denebilir ki, fâsık çoğu yerde imandan uzaklaşmış kişiler hakkında kullanılır” demiş.

Anlaşıldığı kadarıyla kendisine güvenilmeyen, (yalancı) bir müşrik bir haber getirmiş, müslümanlar da bu habere inanıp bir kavme saldırmak istemişler. Allah’ın elçisi ise acele etmemiş, ihtiyatla davranıp yanlış bir iş yapılmasına izin vermemiştir. Âyet bu münasebetle inmiş olabilir. (Allahu a’lem) (Ateş, Süleyman. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 8/516)

Demek ki fâsıktan duyulan bir şeyi, fâsıkın getirdiği, yaydığı, neşrettiği paylaştığı haberleri hemen kabul etmemek gerekir. Bunlar yalan, uydurma, dedi-kodu, hayali şeyler, fitne ve kafa karıştırma amaçlı olabilir. Teenni ile (düşünerek, araştırarak, tedbirli davranarak), ihtiyat payı bırakarak hareket etmek gerekir.

Peygamber (sav); “Teenni ile hareket etmek Allah’tan, acele etmek ise şeytandandır” buyurdu. (Tirmizî “garip hadis” kaydıyla; Birr/66 no: 2012 )

-Kalpleri süsleyen iman

İşte burada kalpleri süsleyen iman devreye giriyor. Bu da öncelikle Peygamber’in, sonra da müslümanların teenni ve basiretle hareket etmeleri; imanın kalplerinde süslenmesidir.

Şüphesiz kalpleri süsleyen iman davranışları da süsler. İman sahiplerini aceleci, peşin fikirli, önyargılı, adaletsiz, insafsız olmaktan korur. Yerinde hareket etmeyi, hakka ve hukuka uymayı, kesin bilgi olmadan karar vermemeyi öğretir.

Allah (cc) imanı mü’minlerin (sahabelerin) kalbinde tezyîn edince (süsleyince) Peygamber onlara değil, onlar Allah’ın Elçisine uydular. Dahası bununla Allah onların yalan haberle amel edip düşebilecekleri sıkıntı ve meşekkatlerden onları kurtardı. İnkârcılığı, yalancılığı, çekinmeden günah işlemeyi, yani haramları çirkin gösterdi.

Böylece mü’minler Allah’ın lütuf ve inayetiyle iman ve Allah’a itaatten ayrılmazlar. Böyle kimseler rüşde ermiş, doğru yolu bulmuş, istikamet üzere olanlardır. Bunların kimlerin olduğunu en iyi bilen de Allah’tır. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/383)

Yürekleri imana açmak, duyguları ona doğru harekete geçirmek, iman etmeyi kendilerine tezyinât-ziynet gibi süslü göstermesi, imandaki güzellikleri ve hayrı göstermesi... Şüphesiz bütün bunlar Allah’ın mü’min kullarına lütfudur. Bu lütuf ve ihsan da en büyük bağıştır. İnsana ulaşan diğer nimetler, iman nimetine göre daha değersizdir.

Allah (cc) burada insanlar için hayrı dilediğini, küfür, isyan ve fâsıklıkın çirkin, abes, nahoş olduğunu kendisinin gösterdiğini, hidâyetin kendisinden olduğunu tekrar hatırlatıyor. (Ya da bunların çirkin şeyler olduğunu Allah’ın onlara nasip ettiği iman nuruyla, basiretle anlarlar. Unutmamak gerekir ki Allah hidâyeti dileyene, kendi tercihine göre hidâyet yollarını kolaylaştırır.) Bütün bunlar O’nun hikmetinin eseridir.

İnsana düşen Allah’ın davetine icabet etmesi, hidâyeti tercih etmesi ve Allah’tan gelen hakikate teslim olmasıdır.

İnsan bazı konularda, karar almada, bir şey veya bir kimse hakkında karar vermede acele eder. Âyet öncelikle sahabelere sonra da müslümanlara kendileri için hayır zannettikleri, aslında şer/yanlış olan konularda acele etmemeyi hatırlatıyor.  (Kutub, Seyyid. fi-Zılâli’l-Kur’an, 6/3342)

İmanın sevdirildiği, kalplerinde imanın tezyîn edildiği, inkârcılığın, fıskın (yoldan çıkmanın), Allah’a isyan etmenin O’nun hükümlerine karşı gelmenin çirkin, sevimsiz, zararlı gösterildiği kişiler... Yani iman edenler. Yani önce Peygamberin sahabeler, sonra ihlaslı mü’minler. İşte onlar râşidler’dir. Yani rüşde erenler, doğru yolu bulanlar, aklı başında hareket edenlerdir. Ya da aklını kullanarak sevdirilen şeyleri benimseyen, çirkin ve şer gösterilen şeylerden uzak durup doğru yolu, isabetli seçimi, sonucu bereketli olan kazancı elde edenlerdir.

Rüşd, başlı başına doğru yolu, doğru yolu bulmayı, o yolda sebat etmeyi, aklını iyi kullanmayı, daha doğrusu aklı hayırlı ve isabetli işlerde kullanmayı ifade eder. Râşid olmak, rüşdüne ermek, rüşd yolunu tutmak aklını isabetli kullananların işidir. Aynı zamanda bir kalite meselesidir.

Rüşd yolu aynı zamanda İslâmın, “sıratı-ı müstakim-en doğru yolun” diğer adıdır. Kim rüşd yolunu izlerse en sağlam bir köke tutunmuş olur.

“Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğru yol (rüşd) sapıklıktan (ğayy’dan) iyice ayrılmıştır. O hâlde, kim tâğûtu (uydurma tanrıları) tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bekara 2/256)

Nitekim âyet imanı seven, onu kalbinde ve hayatında süsleyen, hayatını imanla süsleyen, Allah’ın razı olmadığı davranışlardan, eylemlerden uzak olanları “Râşidiûn-rüşd yoluna girenler” diye övüyor. Bu da İslâmı bütün yönleriyle benimsedikten sonra, onu hayatlaştıranları anlatan bir ifadedir.

Bu ifadeden anlaşıldığına göre Peygamber (sav) dönemindeki bütün müslümanlar bu hataya düşmemişler, sadece bazı kimseler bu görüşü öne sürmüşlerdir. İslâm toplumunun doğru yol üzerinde kalması, onlara imanı sevdirip, küfr, fısk ve isyan yolundan kendilerini nefret ettirmesi Allah'ın bir lütuf ve ihsanıdır.

Âyet iki gruba sesleniyor. “Şayet o (Peygamber) size bir çok işlerde uysaydı...” hitabı Ben-i Mustalik kabilesi üzerine ordu gönderilmesini isteyenleredir. Âyetin ikinci kısmı; “...Fakat Allah size imanı sevdirdi...” hitabıyla geneldir.

Burada, kendi görüşlerinde ısrar etmeyip imanın gereği Peygamber’e itaat edenler övülüyor. Allah (cc) imanı Peygamber’i izleyenlere sevdirdi, imanı kalplerinde süsledi. Böylece yürekleri imanla süslenen (tezyîn edilen) mü’minler rüşd yolunu (doğru yolu) buldular ve “râşid” oldular.

Kur’an’ın muhatapları da yüreklerini imanla tezyîn ederlerse (süslerlerse) aynı sonuca, aynı ödüllere kavuşurlar.

 

Hüseyin K. Ece

10.03.2019

Zaandam