Bilinen bir gerçektir; eden bulur.

Adalet er geç gerçekleşir, herkes yaptığının karşılığını alır.

Bu dünyada yerini bulmayan adaletin ölümden sonra gerçekleşeceğini kabul etmek zorundayız. En azından öteki dünya hayatının olacağını kabul edenler böyle inanır.

Bu inancın kişisel davranışlarda ve sosyal ilişkilerdeki yapıcı rolü konumuz değil. Burada, iyi (hayırlı) olduklarını iddia eden, ama aslında İlâhî ölçüler açısından haddi aşmış, tuğyan etmiş (azmış) ve zalim olmuş kimselerin karşılaşacakları sonucu söz konusu etmek istiyoruz. Kur’an’daki bazı örnekler bize bu sonucun nasıl olacağına dair ip uçları vermektedir.

Tarihte yaşamış pek çok zalim kavim ve kişilerin yaptıklarının bedeli olarak uygun cezalar (karşılık) aldıkları bilinmektedir. Tarihe bir de bu gözle bakanlar, ilâhî adaletin nasıl gerçekleştiğine dair nice örnekler bulabilirler.

Zalimlerin nasıl bir inkılapla devrildiklerini, kötülük odaklarının nasıl acı neticelerle karşılaştıklarını, haksıklık edenlerin nasıl hâk ile yeksan olduklarını, haddi aşan nice müstekbirlerin (büyüklük taslayanların) rezil ve rüsvay olduklarını görür.

Kur’an, o kişi ve toplulukların yaptıklarından ve akibetlerinden örnekler verip, kendisine muhatap olanları uyarıyor. Zaman geçse de, devir değişse de ilâhi ölçü (sünnetullah) değişmiyor. İlahi yasa her kişi ve toplum hakkında hükmünü aynen yürütüyor. İnsan neyi hak ederse ona kavuşur. Kişi işlediği suça göre karşılık bulur.

İnsan için haddi aşmak ve zulüm yapmak kadar kötü bir durum yoktur. Herkes hata yapabilir. İnsan kendine göre bazı gerekçelerle İslâmın batıl dediği dinleri bile tercih edebilir. Bu konuda kendine verilen irade hürriyetini dilediği kullanabilir. Hatalardan vazgeçmek, yanlış tercihleri düzeltmek, Allah’a karşı işlenen günâhlardan tevbe etmek mümkündür. Bütün bunlar beşer oluşun zaaflarıdır.

Ancak haddi aşmak, yani insan olduğunu, kul olduğunu unutup bir anlamda ilahlığa soyunmak, istikbar etmek, yani büyüklük taslamak, kendini yüce ve üstün görmek, bu yüzden de ilâhî ölçüleri takmamak, bu yüzden insanlara karşı cebbar olmak; işte bütün bunlar affedilmez hatalardır.

Bir duada şöyle denir: “Düşmanlık ancak zalimlere karşıdır.”

Müslümanlar insanlara inançlarından, kendi tercihlerinden dolayı değil, zulümleri, diğer insanlara karşı üstünlük taslamaları ve bunu da onlara karşı haksızlığa dönüştürmeleri sebebiyle kızarlar, hatta düşman olurlar.

Zülüm ve haksızlık, insanlık için en karanlık bir tavırdır. İnsanın tuğyan etmesi, yani normal insanlık sınırını taşıp hareketlerinde aşırı yanlışa düşmesi ciddi bir hatadır. Böyle yapanların iyi insan sayılması, davranışlarının normal görülmesi, hoş karşılanması mümkün değildir.

Ancak ne yazık ki, tarihte ve günümüzde kimileri hem kel hem fodul misali, zalim olduğu halde iyi olduğunu iddia ediyor. Haksız olduğu halde haklı olduğunu ileri sürüyor. Haksızlık yaptığı halde, yaptığının hakkaniyet olduğunu savunabiliyor.

Kimileri dünyanın en rezil, en çirkin, en bayağı, en aşağılık işleriyle uğraşır, sonra da bu gibi faaliyetlerini savunur. Bazıları hakszılığın en daniskasını işler, sonra da adaletten dem vurur. Kimileri hayatı, nesilleri, tabiatı, ahlakı kirletir, sonra bunun adına uygarlık der.

Ellerinde bütün dünyayı mahvedecek silahları olanlar, başkalarının dünya barışını tehdit ettiklerini haykırırlar. Kendileri bütün dünyayı sömürürken, kontrol altına alırken, yağma ederken; başkalarının barış için tehlikeli olduğunu ileri sürerler.

Bu gibiler haksızlıklarına, zulümlerine, sömürülerine her zaman bir kılıf bulurlar. Bunlar rezilliklerine, ahlaksızlıklarına, edeb ve haya dışı davranışlarına medeniyet, çağdaşlık, ilerleme derler. Kendilerinin hep iyiliği temsil ettiklerini, kendilerini tasvip etmeyenlerin kötülük tarafında yer aldıklarını ilan ederler.

İlâhî ölçü böyle değil elbette. İlâhî adalet şaşmaz ve kimsenin iddialarına bakmaz. Tarihte olduğu gibi, günümüzde de, gelecekte de haddi aşanlar, Yaratıcıya karşı büyüklük taslayanlar, haksızlık edenler hak ettikleri kötü sonuca kavuşacaklardır. Onlar neyi iddia ederlerse etsinler, ne kadar biz hayırlılarız derlerse desinler... İyilik ve kötülük, hayırlı olmak veya hayırsızlık onların iddia  ettikleri gibi değil elbette.

İşte Mekkeli müşrikler bir örnek. Bakınız Kur’an kendilerini bir şey zanneden şımartık Mekkeli müşriklere ne diyor:   

“Şüphesiz Firavun ailesine de uyarıcı peygamberler geldi.

Lâkin onlar bütün âyetlerimizi yalanladılar. Biz de onları çok kuvvetli ve kudretli yakalayışla yakaladık.

Şimdi sizin kâfirleriniz, onlardan hayırlı mı? Yoksa kitaplarda sizin için bir beraet mi var?

Yoksa ‘Biz birbirimize yardım eden bir topluluğuz’ mu diyorlar?

Her halde o topluluk bozulacak ve geriye dönüp kaçacaklardır.

Bilâkis kıyamet onlara va’dedilen asıl saattir. O saat cidden çok feci ve acıdır.” (Kamer, 54/41-46)

Elmalılı bu âyetlerle ilgili olarak şöyle bir açıklama getiriyor:

“Yani ey bu asır insanları, sizin kâfirleriniz Nûh kavminden Firavun’a kadar helâkleri zikredilen kâfirlerden daha mı kuvvetli, yahut Allah’ın azabından kurtulmaya daha mı lâyıktırlar? Yoksa sizin için kitaplarda bir berat mı vardır? Yani ahirzamanda yaşayan insanlar, ne kadar küfr ve isyan ederlerse etsinler Allah’ın yanında ceza ve sorumlulukları yoktur diye aklanmanıza dair semavî kitaplarda bir açıklama mı vardır?” (Elmalılı, Tefsir, 7/356-357)

Neyinize güveniyorsunuz? Çokluğunuza mı? Mal ve mülkünüze mi? Silahlarınıza mı? Devasa üretiminize mi? Medya gücünüze mi? Yoksa diğer insanların korkaklığına, pısırıklığına, uyuşturulmasına mı?

Bütün bunların ebedî olduğuna, fani olmadığına mı inanıyorsunuz?

Bütün gücü elinde bulunduran Yaratıcıyı hesaba katıyor musunuz?

“Sizin kâfirleriniz , ötekilerinizden, yani o eski kâfirlerden iyi mi? Siz onlardan daha iyi misiniz ki onları helâk eden Allah sizi helâk etmesin? Yoksa sizin helâk edilmeyeceğinize, yaptıklarınızdan berâet edeceğinize, sorumlu olmayacağınıza  dair kitaplarda bir hüküm var? Yoksa siz topluluğunuza mı güveniyorsunuz? Yenilmez bir toplum  olduğunuzu mu sanıyorsunuz? O topluluğunuz bozulup kaçacak, buradaki bozulma ve öldürülme ile azapları bitmeyecek, asıl bundan sonra karşılaşacakları kıyamet saatindeki azap daha feci olacaktır.” (S. Ateş, Tefsir, 162)

Bütün zalimler, bütün müstekbirler, bütün haksızlık yapanlar, eninde sonunda mağlup olacak, düşecek, ettiğini bulacak.

Peygamber (sav) Bedir günü kendisi için yapılan çadırda şöyle dua etmişti: “Allahım, bize verdiğin söz yüzü hürmetine sana yalvarıyorum, bize yardım eyle!” Allahım, istersen bugünden sonra bir daha sana ibadet edilmez. (müslümanlar bozulursa sana ibadet eden kalmaz)!”

Ebu Bekr (ra) (Peygamber’in elini tutarak); “Ya Rasûlellah! Rabbine yalvardığın yeter” dedi.

Peygamber zırhlı olarak bulunduğu yerden çıktı, şöyle diyordu: “O topluluk bozulacak ve geri dönüp kaçacaklardır. Bilâkis kıyamet onlara va’dedilen saattir. O saat cidden çok feci ve acıdır.” (Buhâri; Tefsir 54/5-6)

Kureyş’in kendisiyle gururlandıkları kuvvetlerinin kırılacağı hicretten beş yıl önce açıkça beyan edilmiştir. O dönemde bunun nasıl mümkün olacağını hiç kimse tasavvur dahi edemezdi. Çünkü Müslümanlar o dönemde, bir kısmı çaresizlik içinde Habeşistan’a hicret etmeye mecbur olmuştu ve geride kalanlar ise Rasûlüllah’la birlikte Şi’bi Ebi Talib’te kuşatma altındaydılar. Hatta Kureyş’in bu kuşatması yüzünden neredeyse, açlıktan ölecek hale gelmişlerdi. Şimdi böyle bir dönemde, bu tablonun tersine dönebileceğini kim düşünebilirdi?

İbni Abbas’ın öğrencisi İkrime’nin rivâyet ettiğine göre, Hz. Ömer, “Kamer Sûresi’nin bu âyeti nazil olduğu zaman, bu dönüp kaçacak olan topluluğun kim olduğunu merak etmiştim. Ama Bedir’de Rasûlüllah’ı zırh giymiş vaziyette ileri atılıp bu âyeti okurken gördüğümde, âyette haber verilen topluluğun Kureyşli müşrikler olduğunu anladım” demiştir. (İbni Cerir, İbni Ebi Hatim’den, Mevdudi, Tefsir, 6/57)

Bugün de aynı şeyleri günümüzün haddi aşan zalimleri için söylememiz gerekiyor. Bunlar da aynı sonuçla karşılaşacaklar. Ama şimdi, ama öldükten sonra...

Zire bunlar, ne Firavun ve yandaşlarından, ne de Mekkeli Kafirlerden daha hayırlı değiller.

Kur’an şöyle diyor:

“Siz de kendinizden öncekiler gibisiniz. Halbuki onlar sizden daha güçlü idi. Malları ve evlâtları daha çoktu. Onlar (dünya nimetlerinden) payları kadar faydalandılar. Sizden öncekiler kendi payları kadar faydalandıkları gibi siz de payınız kadar faydalandınız ve onlar (bâtıla) daldıkları gibi siz de daldınız. Dünyada da ahirette de amelleri boşa gitmiş olanlardır onlar. Zarara uğrayanların ta kendileri işte bunlardır.

Onlara (münafıklara) kendilerinden öncekilerin, Nûh, Âd, Semûd kavimlerinin, İbrahim kavminin, Medyen ashabının, Mü’tefikelerin haberi gelmedi mi? Peygamberleri onlara apaçık mucizelerle gelmişlerdi. Allah onlara zulmediyor değildi. Fakat onlar (ima etmemekle) kendilerine zulmediyorlardı.” (Tevbe, 9/69-70)

Ey günümüzün inkarcı zalimleri! Siz kendinizi iyi, güçlü, yenilmez mi sanıyorsunuz?

Ey günümüzün zalimlerine destek olanlar, ya da onlara yaltakçılık yaparak bir şey bekleyenler! Sizin bu kafirleriniz eskilerden daha mı iyidir? Ellerinde ceza görmeyeceklerine dair ilâhî bir ferman mı var?

Ey kibirlenerek kendilerini üstün görenler, sonra da hadsiz hesapsız taşkınlık yapanlar! Sizin bir yerlerden torpiliniz mi var ki, hem haksızlık edesiniz, hem de baş tacı olasınız?

Şimdi yüksek sesle haykırmanın zamanıdır:

Ey günümüzün insanı!

SİZİN KAFİRLERİNİZ DAHA MI HAYIRLI?

 

Hüseyin K. Ece

 

16/7/2003

Zaandam