A-Cahiyye ve Hamiyyet İlişkisi;

Kur’an-ı Kerim’de bir âyette geçen bu terkib; cahilí dünya görüşüne sahip kimselerin, yersiz gururlarına, temelsiz iddialarına, kaba davranışlarına ve kör inatçılıklarına işaret etmektedir. Bu özellik, hak davet karşısında müşriklerin olumsuz ve haksız bir tavrıdır.

         ‘Cahiliyye gururu’ olarak çevirebileceğimiz bu Kur’an kavramı, müşriklerin müslümanlara karşı hasımca davranışlarının, onların haklarına zalimce tecavüzlerinin nereden kaynaklandığını göstermektedir.

Onlar bu kötü tavırları sebebiyle, hakkı anlamadıkları gibi, haklara saygıyı, nerede nasıl hareket edileceğini ve olgunlukla davranmayı da bilmezler. Cahilí bir kibirin ve gururun, nefislere uymaktan kaynaklanan bir kabalığın, bilgisizlikten gelen bir aldanmışlığın içerisindedirler.

         Bu kavramın daha iyi anlaşılması için öncelikli olarak ‘Cahiliyye’ ve ‘Hamiyyet’ kelimelerinin açıklamasını yaptık. Sonra da bu terkibin içinde yer aldığı âyetlerin anlattığı tarihsel gerçeğe işaret ettik. Daha sonra da bu kalıp ifadenin anlam sahasını, müşriklerin bir özelliği olarak ortaya koyduğu olumsuz tavrı açıklamaya gayret ettik.

      

         1-Cahiliyye Kelimesini Anlam Sahası:

         ‘Cahiliyye’, ‘cehl’ fiilinden türemiş bir masdardır. Yaygın olarak ‘bilgisizlik’ anlamında kullanılmaktadır ama daha başka manaları da vardır.

         ‘Cahiliyye’nin türediği ‘cehl’ fiili sözlükte, bilmemek, tanımamak, kaba davranmak, gücendirmek, fıkır fıkır kaynamak gibi anlamlara gelir. (İbni manzur, Lisanu’l-Arab, 3/228)

         Bazılarına göre bu fiil, bilginin zıddı olarak bilgisizlik ve hafiflik, kendini bilmezlik gibi iki anlam sahasına sahiptir. Aslında ikinci anlam birincisini doğurmuştur.

         Ragıb el-İsfehâní  ‘cehl’e üç anlam vermektedir:

         Birincisi, nefsin bilgiden boş olması,

         İkincisi, gerçeğin dışında bir şeye inanma,

         Üçüncüsü, bir konuda yapılması gerekenin veya hakkın tersini yapmadır. (R. el-Isfehânî, el-Müfredat s: 143)

         ‘Cahil’, ‘cehl’ sahibi, bilgiden mahrum olan, davranışları olgun olmayan, kendini bilmeyen demektir ki ‘cehl’ fiilinin fail (özne)  ismidir.

         Kur’an-ı Kerim, bu fiili ve bunun türevleri olan ‘cahil’, ‘cahiliyye’, ‘cehalet’, ‘cehûl’  kelimelerini kullanmaktadır.

         ‘Cehûl’ çok cahil demektir. ‘Cehâlet’ ise cahil olma halini, ‘cehl’ içinde olma durumunu ifade eder.

 

         2-Cahiliyyenin Kapsamı:

         Bir çok tefsir ve tercümede ‘bilgisiz olma, ilimden uzak olma’ diye anlaşılan ‘cahiliyye’: Íslâm’a inanmayan kişi ve toplumların tutum, davranış, yaşantı, anlayış ve sistemlerini nitelemek üzere kullanılan bir kavramdır.

         İslâm kültüründe ‘cahiliyye’, kendinden önceki dönemin inanç, tutum ve davranışlarını niteleyen, ayırdedici önemli bir kavramdır.

         İslâm’dan önceki döneme de ‘cahiliyye’ denir. Ancak bu niteleme olmuş-bitmiş bir dönemin adı olmaktan ziyade; İslâm dışı inanış ve tavırların genel adıdır. İnsanların düşünüş ve davranışlarına inançları ya da dünya hayatını algılayışları yön verir. Kişi hangi dünya görüşüne inanıyorsa  tutum  ve davranışları ona uygun olur. Onun kabul ettiği değer yargıları, ahlâk ilkeleri inancından kaynaklanır.

         Bazı değer yargılarını, inanç esaslarını, düşünme ve davranış biçimlerini, ahlâk kurallarını bünyesinde toplayıp onlara yön veren iki sistem vardır. Bunlardan biri Allah’ın dini İslâm, diğeri de hangi ad altında olursa olsun ‘cahiliyye’ sistemleri, ya da ‘cahiliyye’ dinleridir. Şirk bu sistemin daha çok inanç yönüne ad olurken, cahiliyye ise bu gibi sistemlerin tutum, hareket tarzı ve değer yargılarına ad olmaktadır.

         İslâm’dan önce cahiliyye insanları hem gerçek bilgi ve bu bilginin kurduğu sağlıklı toplum ve uygarlıktan yoksundular, hem de kendilerine doğru yolu gösterecek kitap ve peygamberden, insana olgun hareket etme imkanı veren bilgiden ve anlayıştan mahrumdular. Bundan dolayı güzel davranışlardan uzaktılar, kaba ve serttiler.

         Bu durum bir anlamda barbarlıktı. İslâm’dan uzak olan kişi ve toplumlar genellikle ‘heva’larına uyarlar. Onlar canlarının, yani keyiflerinin istediğini yapmaktan başka bir şey bilmezler. Dolaysıyla hak-hukuk, erdem ve iyilik, başkasına saygılı davranma ve olgunluk gösterme onların yapacağı iş değildir. Üstelik bu gibiler, hevalarına uydukları için yanlış inançlara düşerler, uydurma ilâhlar bulurlar ve Allah’tan başkasına ibadet etmekten çekinmezler.

         Bütün bunlar ‘cahilliyye’nin görüntüsüdür.

         Kimilerine göre cahiliyye’ ‘hilm’in karşıtıdır.

         ‘Hilm’ sözlükte, düşünerek hareket etme (teenni), sakinlik, yumuşak huyluluk, ahlâk ve karakter sağlamlığı, çok duygusal olmama, tedbirli davranma ve ılımlı olma gibi anlamlara gelir.

         ‘Cahillik’ ise bütün bu ahlakí davranışların zıddıdır. Cahiliyye ‘hilm’ sahibi olmama durumudur. ‘Hilm’ sahibi olma bir anlamda ‘medeni’ insan olma sıfatıdır. Bunun tam karşıtı olan cahillik ise, azgın, arzularının esiri, taşkın içgüdülerine uyan, aceleci bir karakteri olan, olgun davranışlardan yoksun, vahşi ve kaba kimsedir.

         Cahiliyye dinine inananlar, Allah inancından uzak olduğu için gerçek bilgiden, barış ve sakinlikten, adaletli bir sistemdan mahrumdur. O yüzden o dönemin insanı vahşi ve kabaydı. Kuvvetliler zayıflarını eziyordu. Eline güç geçirenler başkalarına haksız yere saldırabiliyordu. Hak hep kuvvetlinindi. İnsanlar birbirine sevgi ve saygı değil, kan bağı ve çıkar bağı bağlıyordu. Yaptıkları yanlışların farkında bile değillerdi. Şiddet ve saldırganlığı erdem sayıyorlardı. Cehâletleri yüzünden putlara ilâh diye tapınıyor ve onlardan kaynaklandığını sandıkları bir dine inanıyorlardı.

         Cahiliyye, iyiyi kötüden ayırmasını bilmeyen bir anlayışın adıdır. Bu anlayışa sahip olanlar kör bir inat üzerindedirler. İslâm öncesi müşrikler öylesine kin ve saplantı içerisinde idiler ki, bu yüzden sonu gelmez kavgaların, kan davalarının, şiddet ve baskınların arkasından koşup duruyorlardı.

         İslâm ile şereflenen sahabeler ‘cahiliyye dönemi’ ne ait her şeyi terkettiklerini söylerken, cahiliyyenin kibir ve taassubunu, sürekli sürtüşmeye yol açan kabilecilik anlayışını, kaba ve  hayırsız barbar davranışlarını, vahşi  karakterini ve putçuluğuna ait her şeyi kasdediyorladı.

         Nitekim Habeşistan’a hicret eden Ca’fer ibni Ebi Talib (ra) oradaki krala:

         “Ey hükümdar! Biz ‘cahiliyye’ düşüncesine sahip kimselerdik; putlara tapar, ölü hayvan eti yer , fuhuş yapardık. Akrabalık bağlarını  keser, komşu  haklarına uymazdık, içimizde güçlü olanlar zayıfların (hakkını) yerdi . İşte biz böyle iken, Allah (cc) bize içimizden bir elçi günderdi …” (İbni Hişam, Siyer 1/336)

         Kur’an; cahil, cahiliyye, cahillik etme kelimelerini farklı yerlerde benzer anlamlarda kullanmaktadır. Bu kullanımlardaki ortak nokta, cehaletin yanlızca bilgisizlik olmadığı; düşüncesizce haraket etme, işin doğrusu dururken yanlış yapma, ilme değil de zanna (sanrılara) dayanma ve hayallere (ümniyye’ye) güvenme  ön plana çıkmaktadır. Zaten böyle yapmak cahillerin davranış özelliğidir.

          Allah’tan başkasına kulluk edenler cahillerdir:

“De ki: Ey cahiller, Allah’ın dışında bir başkasına kulluk etmemi mi emrediyorsunuz?” (39 Zümer/64) 

 

         3-Cahiliyye Allah’ı İdrak Edememe İdeolojisidir:

         Cahiliyye, cehâlet mantığı üzerine kurulu dünya görüşünün, tutum ve davranışların genel adıdır. Bu  görüşe sahip olanların davranışlarına cahilí düşünceler ve inançlar yön verir. Onlar sağlam bir bilgiye, insanı hakka ve en doğru bir yola götürecek bir ilme sahip olmadıkları için kendi hevalarının ölçüsünü temel alırlar. O yüzden putlara tapmayı, peygamberlere ve Allah’ın âyetlerine karşı gelmeyi doğru zannederler. Zenginlik ve servetin üstünlük olduğunu düşünür ve yoksullarla bir arada bulunmak istemezler. (11 Hûd/20)    

         Mü’minler, sabırlı, ağır başlı, teenni ile, düşünerek hareket ederlerken; cahiller, ‘cahiliyye hamiyyeti - cahillik gayreti’yle davranırlar. Bundan dolayı sert ve kaba, düşüncesiz ve hafif meşreptirler. Yerli yersiz öfkelenirler. Bu yüzden Hakk’a ve adalete göre iş yapamazlar.

         Kur’an buna ‘cahiliyye hamiyyeti’ demektir. İnkârcılar kalplerine bu cahiliyye çabasını koydukları zaman Allah (cc) da mü’minler üzerine ‘sekine- kalbi sakinleştirici’sini indirir ve onları ‘takva sözüne’ bağlı tutar. (48 Fetih/26)

         Cahiliyye, cehâlet üzerine kurulu bütün tutum ve davranışların, İslâm’dan kaynaklanmayan bütün sistemlerin, bütün hükümlerin genel adıdır. Çünkü İslâm ve ona ait hükümler Allah’tan gelen sağlam bir ilme, diğerleri ise insanların hevalarından kaynaklanan zanlara dayanır.

         Cahil kimselerin özelliklerine bakarsak, cahiliyyenin her zaman ve her yerde olabileceğini daha rahat anlarız.

         Medine döneminde olan  şu olay ilginç bir örnektir. Bu olay üzerine Peygamberimiz (sav) her zaman gündeme gelebilecek cahiliyye davranışlarına dikkat çekmiş ve ümmetini uyarmıştır.

         Cahiliyye döneminde birbirlerine düşman olan ve uzun seneler boyu süren kan davaları sebebiyle birbirlerine saldıran Evs ve Hacrec kabileleri İslâma girdikten sonra kardeş oldular ve düşmanlığa son verdiler. Bir gün onların tatlı tatlı sohbetlerini gören ve bunu kıskanan bir Medineli yahudi birisini göndererek onlara eski günlerini hatırlatmalarını söyledi. O gönderilen kişi de denileni yapınca her iki taraf önce çekişmeye başladılar ve sonunda da silaha sarılarak savaşa kalkıştılar. Bunu öğrenen Peygamberimiz  (sav):

         “Ey müslümanlar! Allah, Allah ! (Allah’tan korkun),  ben aranızda iken, Allah (cc) size hidayet verdikten sonra birbirinizi cahiliyye’ye mi davet ediyorsunuz?……” (İbni  İshak, nak. İbni Hişam, Siyer 2/555-556) 

         Hz. Bilal-i Habeşí’ye (ra) ‘siyah kadının oğlu’ diyerek hakaret eden Hz. Ebu Zerr’e (ra) Peygamberimiz  (sav):     

          “Onu annesinin renginden dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sende hâlâ ‘cahiliyye ahlâkı’ bulunmaktadır.” (Buharî, İman/22 (39). Müslim, İmare/53 (1848))        

         Yine Peygamberimiz (sav) cahiliyye davası; cahiliyye zamanında gibi kavmiyyetçilik ve asabiyye güdenleri ‘bizden değildir’ buyurmaktadır. (Buharí, Cenaiz/39 (1294, 1297))

         “Ümmetimin içinde cahiliyye döneminden kalma, temamen terkedemeyecekleri dört âdet vardır: Asaletleriyle övünmek, başkalarının soyuna dil uzatmak, yıldızlar vesilesiyle yağmur istemek, ölünün arkasından yüksek sesle ağlamak.” (Müslim, Cenaiz/29 (934))

         Kur’an, müslüman kadınlara ‘cahiliyye döneminde olduğu gibi açılıp saçılmayın’ diyor. (33 Ahzab/33) Çünkü açılıp saçılmak ancak cahiliyye dinlerinde normal bir davranış olarak görülür.

         Cahiliyye düşüncesine sahip olanlar Allah’ın hükümlerini tanımazlar, onları beğenmezler. Onlar atalarının izinden giderler ya da kendi hevalarına uyarlar.

         Kur’an şöyle diyor: 

         “Onlar hâlâ cahiliyye’nin hükmünü mü arıyorlar? Kesin bir bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdir?” (5  Maide/50)           

 

         B-Cahiliyye Hamiyeti

 

1-Hamiyyet Kelimesinin Anlam Sahası:

Bu isim-masdarın kendisinden türediği ‘Hamy’ fiili sözlükte; bir şeyin ateşte kızarması, bir hararet kaynağından sıcaklığın gelmesi, öfkelenme-gazap, bir işi yapmaktan kaçınma, himaye etme, zararlı bir şeyi giderme ve kıskanma gibi anlamlara gelir. (İbni Manzur, Lisanu’l-Arab 4/239. Fîruzâbâdî, Kâmûsu’l-Muhît, s: 1277. Heyet, Mu’cemu’l-Vasít  1/200. Ebu Bekr er-Râzî, Muhtaru’s-Sıhah s: 158)

  1. Isfehâní’ye göre öfke kuvveti kabarıp çoğaldığı zaman ona ‘hamiyyet’ denir. (R. Isfehânî, Müfredât s: 189)

‘Hamiyyet’, ‘hamy’ fiilinin masdar ismi olarak; himaye etmek, kıskanmak, ondan bir şeyi defetmek, engel olmak demektir.  Bir ahlâk terimi olarak ise; mahremlerini ve dinini töhmetten muhafaza etmedir. (Mu’cemu’l Vasít, 1/200)

Din, namus ve vatan gibi üstün değerleri koruma, bunların saldırıya uğramasından dolayı öfkelenme, savunma için harekete geçme, insanın kendisine utanç verecek şeylerden kaçınması şekline açıklanmaktadır. Aralarında kan bağı olan kimselerin birbirini himaye etme duygusuna da hamiyyet denilmiştir. (M. Çağrıcı, DİA, Hamiyet mad. 15/481)

         ‘Hamiyyet’ kalbe yerleşen koruma, savunma, gazap ve engel olma duygusu anlamıyla olumsuz bir mana taşımaz. O, şerefin lekelendiğini görmekten ileri gelen bir öfke halidir. Pek çok kimse kendine göre şerefinin zedelendiğini düşündüğü zamanlarda öfkelenir. Değer verdiği şeylere zarar verildiği zaman gazaba gelir. Kendisini kızdıran şeyi ve zarar veren sebebi ortadan kaldırmak için harekete geçer. Kendine ait olan şeyleri, yakınlarını ve yakın bildiklerini –haklı veya haksız- koruma gayreti taşır.

         ‘Hamiyyet’i tek başına mutlak anlamda kötü bir sıfat saymak isabetli olmaz. Onu kötü yapan insanlardaki hamiyyet duygularını kabartan sebepler, onları gazaplandıran ve gayrete geçiren amaçlardır. Eğer bir kimse din, iffet, şeref ve haysiyet gibi en yüce değerleri saldırıya uğradığında öfkeleniyor, harekete geçiyor, o saldırıyı kaldırmak veya önlemek için gayrete geliyorsa; bu, müsbet bir hamiyyet duygusudur. Şerefine, iffetine, inancına veya benzer değerlerine bir saldırı olduğu zaman gazaplanmayanlara, gereken savunmayı yapmayanlara   hamiyyetsiz denilir. ‘Böyleleri namuslarına, hanımlarına ve kutsal değerlerine yapılan hakaretlere aldırmaz, alçak kimselerin eziyetlerine katlanır, zalimlerin zulümlerine ve haksızlıklarına itiraz etmeksizin boyun bükerler. Her türlü kepazelikleri ve rezillikleri görmemezlikten gelirler. Bunlara iyi insan gözü ile bakılmaz.’ (İ. Gazalí, İhya, ter. A. Serdaroğlu 3/378)

         Ahlâk ilminde ‘hamiyyet’ çoğunlukla gazap gücünün yerinde harekete geçmesinden doğan bir fazilet olarak değerlendirilir. Geç öfkelenip çabuk sakinleşen kimsenin öfkesi ideal olarak kabul edilmektedir. Ancak bu sakinlik ve ağırbaşlılığın hamiyyet duygunun ve gayretin öldürülme noktasına götürülmemesi gerekir. (R. Isfehâní’den, M. Çağrıcı, DİA agm.) 

         İmam-ı Gazalí’ye göre gazap, kişinin kendi dışından gelen tehlikelere karşı bir tür savunma gücüdür. Bu duygu ile hamiyyet arasında bir ilişki vardır. Öfke gücü zayıf olan insana ‘hamiyyetsiz’ denir. Böyle bir kimse gerçekte eksik bir insandır. (Gazalî, İhya 3/376)

Aile, şeref ve namus gibi değerler ‘hamiyyet’ duygusu ile korunabilir. Namus için kıskanç olma da bu duygunun içindedir. Hamiyyet, gazap gücünün akıl ve din ölçüleri çerçevesinde aktif olma durumudur. Bu ölçülerle hareket eden olgun kimse gereken yerde ‘hamiyyet’ sahibi olmalı, hiddetini gösterebilmelidir. Yumuşaklığın gerektiği yerde de öfkesini yenmeyi bilmeli, itidalli-adaletli davranmayı bilmelidir. (Gazalî, İhya 3/378-379)       

         Ancak ‘hamiyyet’ duygusu, yersiz öfkelerden, anlamsız gazaplardan, haksızca savunmalardan, hakkı kabul etmedeki kör inattan kaynaklanıyor, kişiyi haksızlığı savunmaya götürüyorsa; bu olumsuz anlamdaki hamiyyettir. Bunu savunmak ta mümkün değildir.

Bunun için Kur’an aynı âyette müşriklerin müslümanlara karşı hamiyyet duygusuna kapıldıklarını, ama bunun bir ‘cahiliyye hamiyyeti’ olduğunu özellikle vurguluyor. Âyette ‘hamiyyet’in tek başına kullanılmayıp ‘cahiliye’ kelimesiyle gelmesi müşriklerin yanlış tavırlarını daha net ortaya koymaktadır.

 

2-Gerektiği yerde hamiyyet

         Hadislerde ‘hamiyyet’ kelimesinin olumlu ve olumsuz anlamlarda kullanıldığını görmekteyiz.

        Meselâ Peygamberimizin (sav) haksız bir boşama olayına tepkisi ‘hamiyyet’ kelimesiyle anlatılmış ve olumlu anlamda kullanılmıştır. (Ebu Davud, Sünen, Talak/10 (2196))

         Hz. Aişe (ra) kendisine yapılan ifk (iftira) olayını anlatırken Sa’d b. Muaz’a yakışıksız sözler söyleyen Hazrec kabilesinin başkanı Sa’d b. Ubade için; “İbnu Ubade iyi salih (iyi)  insandı, fakat hamiyyet onu cahilleştirdi.” diyor. (Müslim, Tevbe/10 (2770). Buharî, Şehâdât/15 (2661))

Hamiyyet burada olumsuz manada geçmektedir.

         Olumlu anlamıyla hamiyyete ilk dönem müslümanlarının (selef’in) tavırları örnek olarak gösterilebilir. Onların dört önemli özelliği vardı.

         1-Hz. Peygamberin Sünnetine tam bir teslimiyet,

         2-Dine bağlılık ve takva,

         3-Dinde ihlas ve samimiyet,

         4-Gerektiği yerde hamiyyet ve gayret,

         Selef büyüklerinin ortak bir özelliği, din için gösterdikleri yorulmak bilmeyen gayrettir. Onlar dine hizmet etmek arzusu ile doluydular. Bu amacın gerçekleşmesi için her çeşit zahmete ve sıkıntıya katlanmaya, gereken fedakârlığı göstermeye hazırdılar. Bu ruh hali olağanüstü bir gayreti gerektirir. Selef bu gayreti çekinmeden göstermiştir. Onlar bu hizmet uğruna dünyalık makamları ellerini tersiyle itmişler, hizmet yolunda ve Allah’ın dini uğrunda dayak ve hapsi, hatta ölümü bile göze almışlardı. (İ. Canan, K. Sitte Ter. Önsöz 1/311)

  

         B-Cahiliyye Hamiyyeti/Cahiliyye Gayreti

       1-Cahiliyye hamiyeti nedir?

         Bu; cahiliyye tavrından kaynaklanan öfkeyi, gazabı, gayret ve çabayı, kendini bilmezliği ve yersiz gururu ifade eden anahtar bir kalıp ifadedir.

         Hamiyyet tek başına kullanıldığı zaman pek de olumsuz anlam  taşımazken cahiliyye ile birlikte kullanıldığı zaman müşriklere ve İslâmla mücadele edenlere ait kötü ve olumsuz bir tavrı nitelendiriyor.

Bu olumsuz tavrın kaynağı sıradan bir kızgınlık, şerefe ve haysiyete saldırıdan dolayı ortaya çıkan bir haklı savunma, ya da dışarıdan gelen bir tehlikeyi bertaraf etmek için gayrete gelme duygusu değildir. Bu gazabın, gayretin, hiddetin veya çabanın arkasında yatan sebep; müşriklerin bilgisizliği, nasıl davranılması konusundaki yetersizlikleri ve haksız kibirleridir. Böyleleri, kendileri yanlışta olmalarıne rağmen batıla ve haksızlığa taraf olurlar ve onu sonuna kadar savunmaya çaba gösterirler. Yaptıkları faaliyetin yanlış mı doğru mu olduğu önemli değildir. Önemli olan onların karşı çıkışları, haksız olan bir şeyi hakka rağmen sonuna kadar savunmaya kalkışmalarıdır.

         Cahiliyye dinine iman edenler, bilgisiz ve derin düşünceden mahrum oldukları için boş bir gururun peşinde, kör bir inatçılığın üzerindedirler. Gururlarına aykırı geldiğini zannettikleri şeye karşı gözü kapalı bir şekilde tepki gösterirler, ona karşı düşünmeksizin öfkelenirler.

         ‘Cahiliyye Hamiyyeti’ ifadesini bir veya iki kelime ile Türkçeye çevirmek yeterli olmaz zannediyorum. Onun için bu Kur’an kavramını anlamaya çalışmak, konu bütünlüğü içerisinde  işaret ettiği olumsuz tavra dikkat çekmek daha doğrudur. (Nitekim Türkçe yayınlanan pek çok Kur’an meâli ve tefsiri bu terkibi farklı şekillerde karşılamaya çalıştılar.

Mesela, A. Bulaç bunu, ‘öfkeli soy koruyuculuğu’, (Meâl, s: 514) S. Ateş, ‘öfke ve gayret’ (Tefsir 8/488, Meâl s: 513), A. F. Yavuz, ‘cahiliyye gayreti’ (Meâl s: 515), Elmalılı, ‘cahiliyye tassubu’ (Tefsir 7/167), M. Esed, ‘küstahça bir büyüklük duygusu-cahiliyye ürünü bir duygu’ (Kur’an Mesajı 3/1050). M. İslamoğlu, ‘malum gurur-cahiliyye gururu’ (Meal s: 1023), İ. Eliaçık, ‘cahiliyye bağnazlığı’ (Meâl s: 537), B. Eryarsoy-A. Ağırakça, ‘cahiliyye taassup ve kibiri’  (Meâl, s: 515) şeklinde çevirdiler. 

Hicazí Tefsirinin Türkçesinde ‘cahiliyye çağının asabiyet ateşi’ (Hicazí, Tefsir 5/594), S. Kutub’un tefsirinin Hikmet Yayınları çevirisinde ‘cahiliyyet taassubu’ (fi-Zılali’l Kur’an 13/456), İ. Derveze’nin tefsirinin tercümesinde ise ‘cahiliyye öfke ve gayreti (et-Tefsiru’l Hadis 6/505).  karşılığı verilmiş.)

         Kur’an kavramlarını semantik açıdan tahlil eden Japon raştırmacı T. Izutsu bu terkib hakkında şunları söylüyor:

“Burada ‘cahiliyye hamiyyeti-cahiliyyenin kendini bilmezliği’ diye tercüme ettiğim şey, aşiret mensubunun o tahammül sınırını aşan aldırmazlığına, putperest arapların adeta simgesi durumundaki akıl almaz kibire, en hafif derecede de olsa gururlarına gelebilecek bir saldırının, yahut geleneksel yaşayış biçimlerinin kaybolmalarına dair izler taşıyan her şeye karşı gösterdikleri inat dolu direnişe yöneliktir. Bu, aklı baştan alan inatçı ruh, müslümanlara inen ‘sekine-ruh sakinliği’ ile, onların zor zamanlarda nefislerini kontrol altında tutma ve din adına sakin ve sebat sahibi olma durumlarıyla zıtlık gösterir.

Bu tutum; İslâmın görüşü açısından, ‘iyiyi kötüden ayırdetmeyi bilmeyen, yaptıkları hatalardan dolayı af dilemeyen, hayra sağır, gerçeğe dilsiz, ilâhí rehberliğe de kör olan’ cahiliyye insanının kör ve şiddetli bir saplantısıdır. İslâm öncesi kan davalarının, sayısız sefalet ve felâketin de sebebi bu saplantı idi.” (Kur’an’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar  s: 56)

         Kur’an bu nitelemeyi bir kabile gururu, İslâm öncesi arapların bir geleneği, ya da bir aykırı karakter olarak değil; cahiliyyeyi bir din olarak seçen sapıkların ilâhi davete ve o davete gönül verenlere karşı yaptıkları yanlış bir davranış olarak değerlendiriyor.

Burada söz konusu olan bazılarının kalplerinde yer etmiş olan batıl inançtan kaynaklanan, o inancın bir gereği şeklinde ortaya çıkan tavırdır. Bir başka deyişle, Peygamber’e ve O’nun şahsında İslâma cephe alan anlayışın dayandığı kaynaktır. O da ‘cahiliyye’ inancından, ‘cahiliyye’ anlayışından başkası değildir.

         “Cahiliyye gururunun arkasında ise ‘ırd’ adıyla bilinen ünlü “cahiliyye şeref sistemi” yatıyordu. İslâmdan önce tüm düzen bu sisteme göre işliyordu. Efendi-köle, kadın-erkek, eşraf-avam arasındaki ilişkiler hep bu sisteme göre tanzim ediliyordu. Bu sistemde bir ferdin fadl, efdal, ayn ve a’yan gibi şeref mertebelerini geçerek yükselmesi mümkündü. Bu sistemin en temelinde yatan değer ise (olumsuz anlamda) murûet (mürüvvet) idi. (M. İslamoğlu, Meal s: 1024, 5 nolu dipnot)

Şimdi bu kelimenin geçtiği âyeti buraya alalım, sonra da bu âyetin ifade ettiği tarihî arka plana bakmaya çalışalım.  

 

         2-‘Cahiliyye Hamiyyeti’ Terkibinin Geçtiği Âyet:

         Hamiyyet kelimesi Kur’an’da bir âyette bir tek olarak, bir de cahiliyye tamamlaması ile birlikte iki defa geçmektedir.

          “Hani o küfretmekte olan (kafirler), kendi kalpleri içinde ‘hamiyyeti/taassubu; cahiliyyenin hamiyyetini/taasubunu kaynattıkları zaman, hemen Allah, Rasûlünün ve mü’minlerin üzerine sekine-(kalbi teskin eden) güven ve yatışma duygusunu indirdi ve onları ‘takva sözü’ üzerinde kararlılıkla ayakta tuttu. Zaten onlar da, buna layık ve ehil idiler. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (48 Fetih/26)    

 

         2-Bu  Âyetin İndiği Ortam:

         Bu âyetin içerisine yer aldığı Fetih Sûresi bilindiği gibi Hudeybiye Barış anlaşmasından sonra inen bir sûredir. Sûre, Hz. Peygamber’e Hudeybiye’de büyük bir fetih verildiğini söyleyerek başlıyor. Hz. Muhammed’in (sav) yalnızca Rabbinden gelenlere güvendiğini, O’nun gösterdiği bütün yollardan uzaklaştığını ve bütün adımlarında Allah’tan gelen hükümlere tabi olduğunu, ister müşriklerden, isterse zayıf inançlı kişilerden; kimden gelirse gelsin her türlü zorluktan ve inkârcıların cahiliyye hamiyyetlerinden çekinmediğini, görevine devam ettiğini ifade ediyor. Bununla beraber Medine’de Peygamber eliyle kurulan örnek İslâm cemaatının nasıl bir yapıya sahip olduğunu, İslâmı kabul edip Peygamberin etrafında kenetlenen sahabelerin ihlasını anlatıyır. Hudeybiye’de Peygamber’e biat edenlerden Allah’ın razı olduğunu söyledikten sonra; müşriklerin baskısından kurtulacaklarının ve Kâbe’yi en kısa zamanda ziyaret edebileceklerinin müjdesini veriyor.

         Kaynakların bildirdiğine göre, Peygamberimiz (sav)  hicretin altıncı yılında Zülkâde ayında, muhacirler, ensar ve çevredeki bazı arap kabileleriyle birlikte yaklaşık bindörtyüz kişiyle silahsız olarak Mekke’ye doğru yola çıktı. Maksadı savaş değil, Kâbe’yi ziyaret etmekti.

         Peygamberimiz (sav) Hudeybiye’ye gelip konakladı. Mekkeli müşrikler O’nun savaş için geldiğini sanarak hazırlıklara başladılar. Savaş için gelmediğini, Kâbe’yi ziyaret için geldiğini öğrendikleri zaman da O’nu Mekke’ye sokmamaya karar verdiler.

         Müşrikler öteden beri kimseyi Kâbe’yi ziyaretten alıkoymazlar, haram aylarda kimseyle savaşmazlardı. Hatta birisi kardeşinin katilini Kâbe’de görse bile haram aylar çıkıncaya kadar ona dokunmazdı. Ancak bu sefer Hz. Muhammed’in ve arkadaşlarının ziyareti söz konusu olunca bütün geleneklerini, bütün prensipleri, bütün teamülleri çiğneyerek onları Mekke’ye sokmama kararı aldılar, Kâbe’yi ziyaret etmelerine engel oldular.

         Peygamberimiz (sav) Hudeybiye’de iken bir ara elçi olarak gönderilen Hz. Osman’ın Mekkeliler tarafından öldürüldüğü haberi geldi. Bunun üzerine Efendimiz sahabelerden, savaştan kaçmayacaklarına dair biat aldı. O an Peygamber’e biat edenlerden Allah’ın razı olduğunu Kur’an haber veriyor. Bu biatın adı ‘Rıdvan Biatı’ idi. (48 Fetih/18)

         Daha sonra Mekkeliler Süheyl b. Amr’ı Peygamberimizle anlaşma yapmak üzere gönderdiler. O sene Kâbe’yi ziyaret etmemek, on yıl savaşmamak ve müslüman olup Medine’ye gelen Mekkelileri geri vermek şartıyla Peygamberimizle anlaştılar.

         Peygamberimiz (sav) Hz. Ali’yi çağırarak ona dedi ki: “Anlaşma metnini Bismillahirrahmanırrahim” diye yaz. Süheyhl b. Amr; “Ben bu şekilde kabul edemem. Ama “bi-ismüke allahümme-Senin adınla Allahım” diye yazarsan kabul ederim. Rasûlüllah (sav) Hz. Ali’ye öyle yazmasını buyurdu. Sonra; “Yaz ki bu, Allah’ın elçisi Muhammed’in Süheyl b. Amr ile yaptığı barış anlaşmasıdır.”

         Süheyl b. Amr buna da itiraz ederek; “Senin Allah’ın elçisi olduğunu kabul etsem zaten seninle savaşmam” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (sav); “Bu Abdullah oğlu Muhammed’in Amr oğlu Süheyl ile yaptığı anlaşmadır”  şeklinde yaz dedi. Hz. Ali (ra) ‘Rasûlüllah’ silmekten çekinince Peygamberimiz; onu kendi eliyle sildi. Hz. Ali de kalan boşluğa dediği gibi yazdı. (İbni Hişam, Siyer 3/321-332. Müslim, Cihad/34 (1783.) M. Rıza, Muhammed (sav) s: 314-326. Zamahşeri, el-Keşşâf 4/335)

         Âyet muhtemelen müşriklerin buradaki tavrına da işaret ediyor.

                   

         4-Cahiliyye Hamiyyetinin Ortaya Çıkışı:

         Mekkeli müşrikleri Kur’an’ın ‘cahiliyye taassubu, ya da bağnazlığı’ dediği bu olumsuz tavra hangi sebep sürüklemişti?

Onlar niçin bu denli çirkin, kaba, taasuba dayalı, kibir kokan bu yanlışı yapmışlardı?

Niçin kendi aralarında doğup büyümüş, el-Emin sıfatını uygun gördükleri doğruluk sembolü Hz. Muhammed’in (sav) davetine bu kadar hasım olmuşlardı?    

         Mekkeli müşrikler, herkesin hacc ve umre için Kâbe’yi ziyaret etme hakkı olduğunu biliyorlardı ve buna inanıyorlardı. Bu araplar arasında eskiden beri kayıtsız şartsız uyulan bir gelenekti.

Onlar, kendilerinin temamen haksız, müslümanların ise temamen haklı olduklarını bilmelerine rağmen, sırf ‘cahiliyye hamiyyetleri’ sebebiyle müslümanların umre yapmalarına engel oldular.

Gerekçeleri ise şuydu: “Eğer Muhammed bu büyük kalabalıkla Mekke’ye girerse bütün araplar arasında şöhretimiz sönecek, gururumuz kırılacak” diyorlardı. İşte bu onların cahiliyye hamiyyeti idi. (Mevdudí, Tefhimu’l Kur’an  5/425)

         Kur’an’ın ifadesine göre eğer onların içerisinde yaşayan müslümanlar olmasaydı Allah (cc) onlara diğer müslümanlar eliyle ceza verebilirdi. (48 Fetih/25)

Buradan anlaşılıyor ki hem peygambere karşı gelmeleri, hem onu ve müslümanları Mekke’den çıkarmaları, hem de Hudeybiye’de haksız yere onların hac ziyaretine engel olmaları ciddi bir hataudı.

         Mekkeli müşriklerin kalplerinin derinliklerinde kötü bir hamiyyet duygusu vardı. Ancak bu ‘gayret/çaba’ erdeme uzanan, hakkı destekleyen, insan onuruna yakışan bir hedef için değildi.

Onlar kalplerine sağlam bir inancı değil de; temelsiz büyüklenmeyi, yersiz bir övünmeyi ve kör bir inadı yerleştirmişlerdi. Bu duygu ile Hz. Muhammed’in ve sahabelerin karşısına dikildiler ve O’nu yolundan alıkoymaya çalıştılar.

Onların bu tutumu cahiliyye taassubu, bilmemezliğin getirdiği bağnazlıktı.

Çevredeki araplar kendilerine ‘müslümanlar zorla Mekke’ye girdiler’ dedirtmemek için dinde ve örfte  haksızlık sayılan bu cahiliyye bağnazlığına yeltendiler.

         Kendilerine göre Kâbe’nin mahremiyeti ve haram aylara saygı kutsaldı. Ancak bu anlayışı da çiğneyerek, barışçı bütün çabalara ve bu çabaların sahiplerine yani o günkü müslümanlara karşı cahiliyye hamiyetine kapılmışlardır. Yaptıkları yanlışları tenkit edenleri bile aynı duygu ile karşıladılar.

         Peygamberle anlaşmaya gelen Süheyl b. Amr, aynı taassub yüzünden besmeledeki Rahman ve Rahim kelimelerini ve Hz. Muhammed’in Rasûlüllah adıyla yazılmasını kabul etmedi. (S. Kutub, fi-Zılâli’l Kur’an 6/3329)      

         Bütün bunlar ve benzerleri  tavırlar; inatçı ve sapık cahiliyye bağnazlığının, cahiliyye tahammülsüzlüğünün, cahiliyye kuruntusunun eseridir.

Onların ruhlarındaki bu katılık, hakka karşı oluşan bu hoşgörüsüzlükten kaynaklanmaktadır.

                   

5-Cahiliyye Hamiyyetine Karşılık ‘Sekine’:     

5a-Sekine nedir ?

Hz. Muhammed (sav) sahabelere Allah’ın izniyle Kâbe’yi ziyaret edebileceklerini rüyasında gördüğünü söylemişti. Onlar da bunun üzerine umre için Mekke’nin yakınına kadar gelmişlerdi. Ancak Müşrikler onları Mekke’ye sokmadılar.

Şüphesiz böylesine bir haksızlık müslümanları kızdırıp onları galeyana getirebilirdi. Üstüne üstlük Peygamber (sav) Mekkelilerle o günkü şartlarda müslümanların aleyhine görünen bir de anlaşma imzalamıştı. Hudeybiye anlaşmasının kendilerine ne faydalar getireceğini, Allah’ın bu anlaşmaya ‘fetih’ diyeceğini şimdilik bilmeyen sahabeler, bu ağır şartlar karşısında şaşırdılar, anlayamadılar, ürperdiler, tedirgin oldular.

Hatta anlaşmayı herkes gibi bir zillet olarak algılayan Hz. Ömer (sav) Hz. Peygamber’e ‘Allah’ın Rasûlü olup olmadığını’ bile sormak ihtiyacını duymuştu.

         O insanların karşısında vahiyle hareket eden Peygamber olmasaydı, isyan etmeleri bile işten değildi. Ama önlerinde Allah’ın Rasûlü vardı. O ne yaptığını biliyordu. O bu anlaşmanın müslümanlara nice zaferlerin kapısını açacağını tahmin ediyordu. Sahabeler O’na itiraz etmeyi akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı. Yalnız anlamak, bilmek ve tatmin olmak, çoşan ruhlarını sakinleştirmek istiyorlardı.

         Bunun üzerine “Allah (cc), Rasûlünün ve mü’minlerin üzerine ‘(kalbi teskin eden) güven ve yatışma duygusunu- sekinesini’ indirdi ve onları ‘takva sözü’ üzerinde kararlılıkla ayakta tuttu...” âyeti nâzil oldu.

         Allah (cc) onların kalbine tatmin ve Peygamberin yaptıklarından razı olma anlayışını koydu. Peygambere ve müslümanlara sebat ve kararlılık verdi. Böylece onlar tıpkı müşrikler gibi gururlanmadılar, yersiz hamiyyete kapılmadılar. (V. Zuhayli, et-Tefsiru’l Vecíz s: 515)  Rasûlüllah’a karşı gelmediler. Vakarla davrandılar, olayları tahammülle karşıladılar. (Zamahşeri, el-Keşşâf 4/335. Beydaví, Tefsir 2/412)

 

       5b-Mü’minlere hoş bir hediye: Sekine

         Burada ‘sekine’den murat, sabır ve vakardır. İşte bu sabır ve vakar sayesinde Hz. Peygamber ve müslümanlar, Kureyş müşriklerinin cahiliyyet hamiyyetlerine karşı koydular. Öfkelenip şuursuzca hareket etmediler ve onlara karşı cevap olarak hak ve hukuku çiğneyen, doğruluğa ters düşen veya hayır ve güzellikle sonuçlandırma yerine, havayı daha fazla bozacak hiç bir davranışta bulunmadılar. (Mevdudí, Tefsir 5/425)

Peygamberin kendilerine bidirdikleriyle, ya da haber verdikleriyle tatmin oldular. Müşriklere bulaşan cahiliyye kibir ve böbürlenmesi onlara bulaşmadı. Onlar, sabırlı ve vakarlı davranarak itiyatlı hareket ettiler. Müşrikler cahiliyye hamiyyeti duygusuyla Allah’a (cc) ve Rasûlüne isyan ettiler, emirlerine karşı geldiler. Buna karşılık Allah (cc)  böyle bir duyguyu müslümanlardan giderdi, onlara iç huzuru verdi ve onları ‘takva kelimesi’ ile ayakta tuttu.

       Bu âyet Hudeybiyede müşriklerin inatçı, gururlu tutumları karşısında müslümanların aynıyla karşılık verememekten dolayı ne kadar sıkıldıklarını, orada yapılan anlaşmanın kendilerine ne kadar ağır geldiğini gösteriyor. Fakat sonradan Allah’ın ilhamıyla gönülleri yatıştı, Allah Rasûlü’nün seçtiği çözüm tarzına razı olup huzur buldular. (S. Ateş, Tefsir 8/489)

         Onlar Allah’ın yardımının her zaman kendileriyle beraber olduğuna inanıyorlar, bu yardıma kavuşmak için gerekeni yapıyorlardı. Allah yolunda çaba harcamaktan, Peygambere her şartta yardımda bulunmaktan geri durmuyorlardı. Onların gönüllerine indirilen ‘sekine’ imandaki samimiyetlerinin bir sonucu, Allah yolunda harcadıkları çabanın bir mükâfatı idi.

         Allah’ın (cc) mü’minlerin kalbine ilham ettiği bu sekine (güven duygusu ve huzur), onların imanlarını daha da güçlendirmek, imandaki ihlaslarını daha da artırmak içindi. (48 Fetih/4) 

Rıdvan ağacının altında Hz. Muhammed’e (sav) bütün zorlukları ve tehlikeleri göze alarak biat eden mü’minler Allah (cc) razı olmuş ve onların kalplerinde olanı bilerek onların üzerine ‘sekine’sini-güven duygusunu ve huzur’ indirmiştir. Peygamber’e böylesine biat ederek her şartta O’na itaat etmeye söz verenlere, bunu imandaki ihlaslarıyla ve amelleriyle isbat edenlere Allah (cc) yakın bir fetih (zafer) müjdelemektedir. (48 Fetih/18)

         ‘Sekine’ kelimesi Fetih Sûresinde üç âyette geçiyor. Bunların ikisinde Peygamberimize Rıdvan’da biat eden seçkin sahabelere işaret edilirken, üçüncüsünde genel bir ifade kullanılıyor ve “Mü’minlerin kalbine, imanlarına iman katıp artırsınlar diye ‘sekinesini-güven duygusunu ve huzuru’ indiren O’dur...” denilmektedir.

Böylesine bir güven duygusunun, bir anlamda İslâmla güvene ve huzura erme saadetinin müslümanlara verilme sebebi de, onları altlarından ırmaklar akan Cennetlere koymak ve hatalarının üzerini örtmek içindir. (48 Fetih/5)

         Müşrikler, ya da Allah’tan gelen dini kabul edip yaşamayanlar, insanı her türlü güven ve huzur veren böyle bir ‘sekine’den yoksundurlar. Müslümanlar ‘sekine’ duygusuyla bir taraftan iç dünyalarında bir güvene, iç istikara, sabır ve vakara, inandığı şeyden emin olma rahatlığına kavuşup tatmin olurlar. Diğer taraftan inandıkları bu dinle dış dünyalarında bir güvene ve huzura kavuşurlar, olgun davranma imkanını elde ederler, çevrelerine emniyet ve dürüstlük kişiliği gösterirler.

Onlar, bu ‘sekine’ sayesinde kaba davranışlardan, fevri hareketlerden, haksızlığa sebep olacak akılsız işlerden uzaktırlar. Onlar, Allah’ın (cc) kalplerine ilham ettiği ‘sekine’ duygusu ile Allah’ın hükmü gelinceye kadar sabrederler, vakar ile hareket ederler, Allah yolundaki zorluklara karşı direnirler ve asla inkâcıların hükümlerine boyun eğmezler. Nitekim Huneyn savaşından sonra ciddi anlamda sarsılan, sonra da toparlanıp düşmanlarını mağlup eden müslümanların kalbine Allah (cc) böyle bir ‘sekine-güven duygusu ve sabır’ indirmişti. (9 Tevbe/26)

         Müşriklere, münafıklara, yoldan çıkmış azıp sapmışlara ‘cahiliyye hamiyyeti’, müslümanlara ise ‘sekine’ yakışır.

         Bir hadiste Kur’an okuyan mü’minlere de ‘sekine’ indiği haber veriliyor :

         Ebu Hureyre (ra) Rasûlüllah’ın (sav) şöyle dediğini rivâyet ediyor: “Her ne zaman bir topluluk şanı yüce Allah’ın evlerinden bir evde toplanıp Alah’ın kitabını okur ve aralarında onu müzakere ederlerse muhakkak üzerlerine bir ‘sekine/huzur’ iner, kendilerini rahmet kaplar, etraflarını melekler sarar ve Allah onları kendi katında olanların yanında anar.” (Ebu Davud, Salat/14, (1455). Tirmizî, Kraat/12, (2945). Müslim, Zikir/11, (2699). İbni Mace, Mukaddime/17, (225).)

 

       5c-Takva kelimesi nedir ?

          “...ve onları ‘takva sözü’ üzerinde kararlılıkla ayakta tuttu. Zaten onlar da, buna layık ve ehil idiler. Allah her şeyi hakkıyla bilendir.” (48 Fetih/26)

         Pek çok alimin görüşüne göre bu âyette geçen ‘takva sözü’; Tevhid Kelimesidir.  (M. Sabûní, Safvetü’t Tefâsir 3/226)

Tirmizí’nin garip diyerek rivayet ettiği bir hadiste ‘takva kelimesinin’ burada ‘Lâ ilâhe illallah’ olduğu söyleniyor.

Tefsirci Mücahid, onun ihlas olduğunu söylüyor.

Tefsirci Atâ’ya göre o; “Lâ ilâhe illalahû vahdehû lâ şerike lehû, lehu’l mülkü ve lehu’l hamdü ve hüve âla külli şey’in kadír-Allah’tan başka ilâh yoktur, O tektir, O’nun hiç bir ortağı yoktur, mülk ve hamd O’na aittir ve O her şeye güç yetirendir.” sözüdür.

Hz. Ali (ra); “O, Lâ ilâhe illallahû vallahu ekber-Allah’tan başka ilâh yoktur ve O en büyüktür sözüdür” demiştir.

İbni Abbas’a göre ‘takva sözü’ Allah’tan başka tanrı olmadığına şehâdet etmektir ki bu söz her takva’nın başıdır.

         Taberí’ye göre ise o Kelime-i Tevhid ve Allah (cc) yolunda cihad etmektir. (İbni Kesir, Tefsir 3/346)

         Beydaví’ye göre ise ‘takva kelimesi’ Şehâdet veya besmeledir ki Peygamber (sav) onları müslümanlar için tercih etti. Ya da sebat (kararlılık) ve ahde vefa, verilen sözde durma, yapılan anlaşmaya uymadır. (Beydaví, Tefsir 2/412, ayrıca bak. V. Zuhayli, Tefsir s: 515)

  1. Ateş, bu âyette geçen ‘takva kelimesinin’ Tevhid Kelimesi veya besmele olarak açıklayanların bulunduğunu söyledikten sonra şunları ekliyor:

“Fakat bizim kanımıza göre takva sözü burada, Peygamberimizin, ihtiyatlı olma, aşırı davranıştan sakınma, masum kanına girmeme konusunda söylediği öğütlerdir. Ashabın takva sözüne bağlanması, Peygamberin öğütlerini ve seçtiği çözüm yolunu kabul edip aşırı davranıştan kaçınmasıdır.” (S. Ateş, Tefsir 8/489)    

 

D-Cahiliyye Hamiyyetinin İşleyişi:

1-Boş bir gayret, yersiz bir gurur

Kur’an’ın âyetleri her ne kadar bazen kişilerden, kavimlerden veya tarihí olaylardan bahsetse de hükmü geneldir. Kur’an olayı anlatır, örneklerini verir; arkasından da uyarısını yapar, hükmünü ortaya koyar, ya da olması gereken prensibe işaret eder.

         Burada da aynı üslûbu görüyoruz: Kur’an, cahiliyye dinine iman eden müşriklerin olumsuz davranışlarından birine, bir anlamda Peygamber döneminde gerçekleşen bir olaydan örnek getirerek işaret ediyor. Bu olumsuz karakteri somut bir olayla ortaya koyuyor. Cahiliyye anlayışının, o olumsuz, inatçı, hak-hukuk tanımaz, o kaba ve medeniyetten yoksun yüzüne dikkat çekiyor. Bu anlayışa sahip olanların ne denli bağnaz, kindar ve taassup sahibi olduklarını haber veriyor.

         Bu karakter cahiliyye dinine inananların değişmaz yapısıdır. Müşriklerin, ya da Allah’ın indirdiklerine sırtını dönenlerin hak davet karşısındaki genel ahlâkıdır. Bu tavır zamanların değişmesiyle değişmiyor. Bu olumsuz kişilik yerini olumlu bir şahsiyet yapısına terketmiyor. Geçmişte hak davetin temsilcilerinin karşısında takınılan o inatçı ve bağnaz tutum her devirde aynı anlayışla devam ediyor.

         Ne idi o olumsuz tavır ve davranış?

         Hak karşısında batılı savunmak... Haklının hakkını vermemek... Cahilliği, barbarlığı, haksızlığa taraf olmayı, saldırganlığı savunmak... Yanlışı, sapıklığı, batılı, cehenneme davet eden çağrıları, insanı felâkete sürükleyecek bir anlayışı inatla korumaya çalışmak... Kendi yandaşlarına ait olduğunu sandığı bir takım batıl değerlere taassupla taraf olmak...

         Cahiliyye dininin mensupları kendi dinlerini, o dinlerinin hayata yansıyan görüntülerini ne pahasına olursa olsun; yanlış ta olsa savunurlar. Bu savunmayı yaparken de vahşi ve barbarca davranırlar. Boş bir övünme ile bu yanlış ve zararlı ilkelerini, tavırlarını korumak üzere gayrete gelirler.

         Peygamber döneminin müşrikleri Kâbe’yi ziyeret için gelen müslümanlara engel oldular. Bu haksızlığın gerekçesi elbette hak dine karşı olmalarıydı. Ancak onlar diyorlardı ki; “Eğer Muhammed’e Kâbe’yi ziyeret izni verirsek, bunu zorlama ile vermiş olacağız. Böylece araplar arasındaki itibarımız azalır.”

         Cahiliyye dinine iman edenlerin tarih boyunca hak dinle mücadele etmelerinin gerekçesi de hep aynı değil miydi? Çevrede itibarlarının azalması, müslümanlar karşısında geri adım atma utancı, ya da ilkelerden taviz verme korkusu... Ama her şeyden önce cahiliyye sapıklığını savunma inatçılığı ve bilmemenin getirdiği yanlış tavırlar...

         Evet onlar Hak’tan gelen ilme sırt döndükleri için kendi hevâlarına, ya da atalarının geleneklerine veya ilkelerine uyarlar. Bundan dolayı hangi davranışın iyi ve kötü olduğunu, nerede nasıl hareket edilmesi gerektiğini bilmezler. Boş bir gayretin, temelsiz bir kibirin, sonunda zarar verecek bir çabanın, katı bir taassubun kurbanlarıdır onlar.

          Cahiliyye dinine iman edenler dünyanın her tarafında hakka ve hakka gönül verenlere karşı ‘cahiliyye hamiyyeti’ ile mücadele etmeyi sürdürüyorlar. Biz bu haddi aşmış, kaba, vahşi, inatçı, hak tanımaz, barbar, hodbin ve cahilane davranış sahiplerinin zararlarını her tarafta görmekteyiz. Bütün yeryüzünün her tarafında onlar cahiliyye’nin değerlerini amansız bir şekilde savunuyorlar, o değerlerin hayat hakim olması için aşırı bir gayret içerisindeler.

 

       2-Mü’minlerin tavrı

         Onların bu kaba tavırlarına karşı mü’minlerin kalbinde, imanlarını artırıcı ve kemâle erdirici ‘sekine’ nimeti yer etmiştir. Onlar sabırlı, vakarlı ve ağırbaşlıdırlar. Hafiflikten, haksızlığa meydan verecek yanlış davranışlardan, edebe aykırı eylemlerden kaçınırlar. ‘Cahiliyye hamiyyeti’ ile davranan cahiller kendilerine sataştığı zaman onların seviyesine inmeyerek ‘selâm’ der ve geçerler. (25 Furkan/63)

         Tıpkı sahabeler gibi imanda, İslâm’ın hükümlerine uymada ve onları hayata hakim kılmada  sabrederler.

İnkârcıların baskılarına ve hilelerine direnirler.

İnsanca davranmada, ahlâk ve fazilette örnek, hidayetin canlı şahitleri olmaya çalışırlar.

Yeri ve zamanı gelince de onlarla uygun araçlar  ve yüntemlerle mücadele ederler. Onların zulümlerine ve kötülüklerine engel olmaya çalışırlar.

 

Hüseyin K. Ece

28.12.2008

Zaandam-Hollanda