Giriş

Kur’an-ı Kerim, küfürde, inkârda ve azgınlıkta insanlara önderlik yapan, isyanda kişilere ve topluluklara liderlikte bulunan ve böylece insanları cehennem davet eden olumsuz kişiliklerden bahsediyor.

Kur’an bu tiplere; ‘eimmete’l küfr-küfrün önderleri’ veya ‘ateşe davet eden önderler-imamlar’ demektedir.

Bu olumsuz ve zararlı insan tiplerini ve onların faaliyetlerini yakından tanımak gerekir. Kur’an’ın anlattığı bu gibi insanlar, tarihte yaşayıp gitmiş kişilikler değil, bugün de örneği her yerde olabilecek tiplerdir. Bu bölümde onları ve özelliklerini kısaca anlatmaya çalışacağız.         

‘İmam’ kelimesinin ifade ettiği önderlik manasını daha iyi kavrayabilmek için öncelikli olarak onun kök anlamını, türevlerini ve bunların Kur’an’da nasıl kullanıldıklarını inceleyeceğiz.  Sonra da ‘küfrün önderlerinin’ özelliklerini anlatmaya gayret edeceğiz. 

 

A-İmam Kelimesi ve Türevleri:

1-İmam Kelimesinin Kök Anlamı:

İmam kelimesinin aslı olan ‘emme’ fiili; anne olmak, bir şeye veya yere yönelmek, öne geçmek ve cemaatın önünde onlara namaz kıldırmak anlamlarına gelir.

         Aynı fiilin tef’il babından gelen ‘emmeme’ kipi, uymak, birisine tabi olmak, yönelmek; ‘teemmeme’ formu ise yönelmek, -toprakla kullanıldığı zaman- teyemmüm etmek manalarındadır. (İbni Manzur, Lisanü’l-Arab 1/156. Firuzâbâbdî, K. Muhîd s: 1076. Heyet, Mu’cemu’l Vasít 1/27)

 

         2-Ümm Kelimesi:

         Yine aynı kökten gelen ‘ümm’; anne demektir. Bir başka deyişle bitki ve hayvan cinsinden her şeyin aslıdır. (İbni Manzur, Lisanü’l-Arab, 1/159)

         ‘Ümm’; bir şeyin meydana  gelmesine, terbiyesine, ıslahına veya başlangıcına temel olan köküne verilen isimdir. Bu bir anlamda arkadan gelenlerin kendisine nisbet edildiği ana köktür, asıldır.

         ‘Ümm’ kelimesi Kur’an’da kelime anlamıyla hem anne, hem de ana, asıl, temel, uygun karşılık manalarında geçmektedir.

         ‘Ümm’ kelimesinin başka kelimelerle beraber pek çok kullanılışı bulunmaktadır. Söz gelimi, ‘ümmü’l valide’ nine, ‘Ümmü’l beşer’ Hz. Havva annemiz, ‘Ümmü’l Kur’an’ Fatiha Sûresi, ‘ümmü’t tarik’ ana yol, ‘ümmü’l habâis’ kötülüklerin anası/alköllü içkiler bunlardan bazılarıdır. (Heyet, M. Vasit 1/27)

Bu kalıp ifadelerden Kur’an’da geçen iki tanesini söz konusu etmek istiyoruz.

 

2a-Ümmü’l-Kitap:

Kur’an-ı Kerim’de  ‘Ümmü’l-Kitap’tan söz edilir.

“Hâ. Mim. Apaçık kitaba andolsun; gerçekten biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur’an kıldık. Hiç şüphesiz o, bizim katmızda olan ‘Ümmü’l-Kitap/Ana Kitap’tadır; çok yücedir, hüküm ve hikmet doludur.” (43 Zuhruf/4)

‘Ümmü’l Kitap-kitabın anası’ hakimdir, sağlamdır; onda her şey yazılmış durumdadır. Bir çok tefsirciye göre buna ‘Levh-i Mahfuz’ da denilir. (İbni Kesir, Muh. Tefsir 3/284. Beydaví, Tefsir 2/368)  Bütün ilimler Levh-i Mahfuz’a nisbet edilir. Çünkü hepsi de ondan doğmuştur. (R. el-Isfahâní, Müfredât s:27)

‘Ümmü’l Kitap’, bütün peygamberlerle gönderilen mesajın kendisinden alındığı asıl ‘kitap’tır. (M. Esed, Kur’an Mesajı 3/997)

Onun bir adı ‘Levh’- Mahfuz’, bir adı ‘İmamü’n-Mübín’ (36 Yasin/12), diğer bir adı ise ‘Kitab-ı Meknûn’dur. (85 Büruc/22. 56 Vakıa/78) 

O, korunmuş ve saklanmıştır, her türlü değişiklikten uzaktır. Gayb âlemine bakan ‘İmamün mübín’ veya ‘Ümmü’l-Kitap’ deyimleri her şeyin aslını kök ve tohumunu barındıran ilâhí kader'’in bir ünvanıdır. Eşyanın kökleri ve asılları, tohumları varlık alanına çıkmadan önce bu defterdedir. Kur’an’ın ‘Kitabü’l-mübín’ olmadan önceki durumu ‘İmamün mübín’dir, Ümmü’l Kitap’tır.

‘Ümmü’l Kitap açılmakla ve içindeki varlık kökleri, yaratıkların çekirdek ve tohumları patlamakla âlemler, yani kâinat ortaya çıkar. Levh-ı Mahfuz’dan, ‘levh- mahv ve isbat’a geçer.

         “Allah dilediğini ortadan kaldırır ve bırakır. Ümmü’l Kitap-Ana Kitap O’nun katındadır.” (11 Ra’d/39)

Kâinattaki varlıkların her bir türünün kendine ait nitelikleri vardır. Onlar fıtratlarından asla sapmazlar ve fıtratlarına uygun olarak Allah’ın kendileri için çizdiği yolda yürürler. Yani onlar, ‘Ümmü’l Kitap’taki asıllarının ‘mahv ve isbat’ âlemine çıkmasıyla ete kemiğe bürünmüşlerdir ve asıllarındaki niteliklerden dışarı çıkmazsızın fıtrat üzere yaşayan birer ‘ümmet’ halindedirler. (6 En’am/38) (A. Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar s: 583)

‘Ümmü’l Kitab’a kitabın anası denilmesinin bir hikmeti de vahyin kaynağının aynı olduğuna işaret etmek içindir. Farklı kavimlere gönderilen peygamberlerin dilleri ayrı olsa da, insanlara anlattıkları hak ve batılın, hayır ile şerrin ölçüsü aynı idi ve geldikleri kaynak ‘Ümmü’l-Kitap-Levh-ı Mahfuz’du.

 

2b-Ümmü’l-Kura:

‘Ümmü’l kura’ (6 En’am/92. 42 Şûra/7), şehirlerin anası demektir ki bu Kur’an’da  Mekke için kullanılan bir sıfattır.

Çünkü Allah’a adanan ilk mabed orada inşa edilmiş ve daha sonra da bütün beldelerin mü’minleri için kıble kılınmıştır. Âyette geçen ‘onun çevresinde oturanlar’ ifadesi, bütün insanlığı gösterir. (M. Esed, K. Mesajı 1/243)

Bu bağlamda orası bütün şehirlerin anası, cihanın merkezidir. (Beydaví, Tefsir 1/311. Elmalılı, Tefsir 3/463) Rivayete göre insanlık ondan hareket ederek dünyanın her tarafına dağıldı. (R. el-Isfahânî, Müfredât, aynı yer)

Zamahşerí, Ümmü’l Kura’; Allah evi Kâbe’nin insanlık için ilk defa yapıldığı mekandır, yani Mekke’dir demektedir. (Zamahşerí, el-Keşşâf 2/42)

 

3-Ümmet Kelimesi:

Aynı kökten türeyen bir başka kelime de ‘ümmet’tir. ‘Ümmet’, de bir köke, bir öze, bir anne gibi asıla bağlı olan manasına  gelir.

‘Ümmet’ sözlükte, cemaat, nesil veya topluluk demektir.

Ümmetin’ çoğulu ‘ümem’dir.

Aslında ‘ümmet’ kelimesi bir çoğunluğu, bir cemaatı ifade ederken, ‘ümem’ kelimesi çoğulun çoğulu gibidir.

‘Ümmet’ kavram olarak, kendi iradeleriyle veya bir mecburiyet sonucunda aynı yerde, aynı zamanda veya aynı dine uymak suretiyle bir arada yaşayan insan topluluğudur. (el-Isfehânî, Müfredât, s: 27)  

Bu tanımdan hareketle bir çok müslüman bilgin; ‘ümmet’ kelimesiyle İslâma inanan toplulukları kasdedildiği, görüşündedirler.

Kur’an-ı Kerim ‘ümmet’ kavramını farklı topluluklar için kullanmaktadır.

         Söz gelimi, “Yerde debelenen hiç bir canlı ve iki kanadıyla uçan hiç bir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın…” (6 En’am/38 ) âyetinde olduğu gibi hayvanlar ve kuşlar da birer ümmettir.

         Peygamberimiz (sav), köpeğin ve karıncanın bile bir ümmet (topluluk) olduğunu belirtiyor. (Müslim, Selâm/38, (2241). İbni Mace, Sayd/2, (3205). Nesâí, Sayd/10, 7/163) 

         ‘Ümmet’ kelimesinin bir kaç âyette ‘topluluk’ anlamında kullanıldığını görüyoruz.      

         “Sizden, hayra çağıran, ma’rufu (iyiliği) emreden, münkeri (kötülüğü) önleyen bir ‘ümmet’ (topluluk-cemaat) olsun…” (3 Âli İmran/104. Aynı kullanılış için bak. 3 Âli İmran/113. 5 Maide/66. 7 A’raf/159, 164, 181. 28 Kasas/23)

‘Ümmet’ kavramı bir diğer deyişle ‘imam’ sözünden alınmış çoğul bir isimdir ki, çeşitli insan gruplarına önder olan ve kendisine uyulan cemaat demektir. Yani bir imamın (önderin) başkanlığı altında sağlam bir topluluk oluşturup, düzenli bir şekilde faaliyette bulunan ve diğer insanlara önderlik yapabilen bir topluluktur. Bu topluluk iman üzere olduğu gibi, küfr üzere de olabilir. Faaliyetleri salih amel de olabilir, fitne ve fesat da olabilir.

Kişilere göre ‘imam-önder’ hangi konumda ise, gruplara-topluluklara göre de ‘ümmet’ o konumdadır. ‘Ümmet’, kuvvetli bir önderlik kurumunun yönetimi altında bir araya gelen topluluktur. O topluluğun fertleri inanç ve gaye yönünden bir köke, bir asıla bağlıdırlar.

‘Ümmet  kelimesi, kendine has bir dine sahip olan kimse anlamına da gelir.

“Hakikaten İbrahim başlı başına bir ümmet idi ve Allah’a itaat ederdi.” (16 Nahl/120)      

Peygamberimiz, İslâmdan önce yaşamış ve imanla ölmüş Kus b. Saide’nin de tek başına bir ümmet olarak diriltileceğini açıklıyor. (nak. K. Sitte, çev. İ. Canan 3/367)

‘Ümmet’, aynı yer ve zamanda, aynı dine bağlı insanların oluşturduğu topluluk anlamında Kur’an’da sık sık geçmektedir.

Aslında insanlar başlangıçta tek bir ümmet idi. Ancak daha sonradan aralarındaki bağy (taşkınlık) yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Farklı dinler uydurdular ve farklı farklı ümmetler haline geldiler. (2 Bakara/213. ayrıca bak. 10 Yunus/19)

 

4-Ümmet ve İmam (Önder) İlişkisi:

İmam’ insanlara öncülük eden, kendi yolundan giden ve peşinde gelen bir ümmet (topluluk) oluşturan önderdir. 

Allah’ın yolunda hidayet imamları olduğu gibi, insanları ateşe ve azaba götüren imamlar (liderler) da vardır. Tıpkı firavun gibi. (28 Kasas/41) (Bizim konumuz da bu gibi önderler ve özellikleridir.)

Kıyamet gününde bütün insanlar kendi imamlarıyla (önderleriyle) çağrılacaklar. (17 İsra/71-72)

Şüphesiz ki dünya hayatında haktan sapmış, azmış ve yoldan çıkmış günahkâr kimseleri imam-önder edinenler, Ahirette zarara uğrayacaklardır. Allah (cc) bütün ümmetlere karşı kendi içlerinden şahid çıkaracak. Bu şahitler onların dünyada iken peşlerine gittikleri önderleridir. Yanlış yaptıklarını, doğru yolda olmadıklarını bizzat itiraf edecekler. (16 Nahl/84)

Ayrıca Rabbimiz Hz. Muhammed’i de bütün ümmetler üzerine şahit olarak getirecek . (16 Nahl/89. 4 Nisa/41)

 

5-İmam Kelimesinin Anlam Sahası:

‘İmam’ın kelime anlamı önde olan, hakta veya batılda kendisine sözle veya fiille uyulan, önder, lider durumundaki kimse veya kitaptır. (Müfredât,  s: 28)

Bir başka deyişle başkanlık veya başka bir sebepten dolayı kendisine tabi olunan, peşinden gidilen insandır.

Çeşitli terkiplerde kullanılmaktadır. Mesela;

         ‘İmamu’s-salat’; namaz imamı, ‘imamu’l-halife’; devlet başkanı, ‘imamu’t tarik’; geniş ve açık yol, ‘imamu kaidi’l-cünd’; komutan, ‘imamu delil-i li’l-müsafirin’; yolculara rehberlik eden, ‘imamu’l-kadr’; öğrencinin günlük öğrendiği dersi gibi. (Heyet, M. Vasit 1/26)

Kur’an-ı Kerim’de yedi âyette tekil, beş âyette de çoğul (eimme şeklinde) ve bir kaç anlamda geçmektedir.

‘İmam’ kelimesi ‘el-ümm’ kelimesinden türemiştir ki bir anlamda ‘ümmet’in önderidir. ‘İmam’, kendisine uyulan bir önderdir. Bir kök durumundadır ve arkasında bir cemaat vardır.

Bu cemaat da bir ‘imamın-önderin’ peşinde olduğu için ‘ümmet’ adını almaktadır.

İnsanlar hayr ve şerr imamlarının önderliğinde, onların peşinden giden ümmet’ler halindedirler. Kıyamet gününde de bu ümmetler kendi imamlarıyla Allah’ın huzuruna hesap vermek üzere çağırılacaklar. (17 İsra/71)

Hesapları görüldükten sonra imamlarıyla birlikte ya Cennet’e, ya Cehennem’e gideceklerdir. Dünyada iken Allah’tan gelen hidayete gönüllerini ve gözlerini kapatıp, kendilerini Hakka ulaştıracak iman önderlerine uymayanlar, peşlerine gittikleri azgınlarla beraber cazayı hak edecekler.

İmamlar-önderler aynı zamanda ahirette ümmetleri hakkında şahitlikte de bulunacaklar:

“Her  ümmetten bir şahit göndereceğimiz gün; (artık ondan) sonra ne küfredenlere (özür dilemeleri için) izin verilecek, ne de (Allah’tan) hoşnutluk dilekleri kabul edilecek.”  (16 Nahl/84) 

“Her ümmetten bir şahit getirdiğimiz ve onların da üzerine seni şahid olarak getirdiğimiz zaman nasıl olacak?” (4 Nisa/41)

Her ‘imam’ın çevresine bir ‘ümmeti’ vardır. Bütün ümmetlerin imamları üzerine şahit olan Hz. Muhammed’in ümmeti ise en büyük nimete nail olan, buna göre de sorumluluğu büyük olan bir ümmettir.

İbrahim’in  (as) soyundan peygamberler ve nebiler geldi. Onlar en hayırlı ümmetler olarak insanları hakka ve hayra davet ettiler. Tıpkı onun gibi Hz. Muhammed’in ümmeti de insanlar içinde çıkarılmış en hayırlı ‘ümmet’tir, ya da böyle bir ümmet olma durumundadır. Bu ümmetin en önemli özellikleri, ma’ruf’u (iyiliği) emretmeleri, münker’i (kötülüğü) yasaklamaları ve Allah’a hakkıyla inanmalarıdır. (3 Âli İmran/110)

İslâm ümmeti bu görevi bir yetkin imamın-önderin etrafında halkanan toplulukla (ümmetle) yerine getirebilir. Müslümanların içinden çıkacak olan bu şuurlu insanlar, diğerlerini hayr’a davet ederler, iyiliği emreder, kötülüklerden sakındırırlar. Bunu Kur’an emretmektedir. (3 Âli İmran/104)  (A. Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar s: 587)

         İnsanlar ya ateşe (Cehennem’e) davet eden küfür önderlerinin (imamlarının) peşine, ya da rahmete ve Cennet’e, yani saadete çağıran imamların peşine giderler. Bu bağlamda Peygamberimiz’in (sav) müslüman toplumun hayatında ‘imam’ın işlevini ve önemini dile getiren şu hadisini hatırlamak gerekiyor:

“Zamanının imamını bilmeden ölen cahiliyye ölümüyle ölür.” (Müstedrek’ten, A.Ünal , age. s: 586)

Bu gerçek başka bir hadiste şöyle dile getiriliyor:

“...Her kim, bir kimseye biat etmeden ölecek olursa, onun ölümü cahiliyye üzere bir ölümdür.” (Müslim, İmare/13 (1851)) 

         İslâm hukukunda siyasi manasıyla ‘imam’; müslümanların serbest oyu veya biatı ile seçilen, ümmetin (müslüman toplumun) din ve dünya siyasetini idare etmek üzere seçilmiş müslüman önderlere verilen isimdir.

Bu manada ‘imam’, İslâmla yönetilen bir ülkenin müslüman başkanıdır.

Namaz kıldırmak için önde olanlara da, ‘namaz imamı, namazda önder’ denilmiştir. Çünkü o da namazda önde bulunmaktadır ve arkasında bir cemaat (bir ümmet) namaz için toplanmaktadır.

Namazda ümmet durumunda olan cemaat, ümm (ana- kök- asıl- önder) durumundaki imama yani cemaatın liderine uymaktadır.

İnsanların kendilerine uyup, ilimlerinden ve ictihadlarından faydalandıkları büyük alimlere de ‘imam’ denmiştir. Çünkü insanlar herhangi bir meselede onların fikirlerinin etrafında toplanıyor, onun ictihadlarının rehberliğinde sorunlarına çözüm buluyorlar. Mezheb imamları bu manadadır. İmam Ebu Hanife, İmam Ahmed b.Hanbel gibi.

Ayrıca hadis ilminde otorite olan, bu ilimde peşinden gidilen büyük alimlere de hadiste ‘imam’ denilmiştir. İmam-ı Buharí, İmam-ı  Müslim gibi.

Peygamberimizin kızı Hz. Fatıma (r. anha) ile Hz. Ali’nin (ra) soyundan gelen önderlere de ‘imam’ adı verilmektedir. Bu temiz soydan silsile yoluyla gelen önderlere ‘Ehl-i Beyt imamları’ denilmektedir ki sayıları oniki tanedir. İmam-ı Ali, İmam-ı Caferi Sadık, İmam-ı Zeynelabidin gibi.

Kur’an-ı Kerim’i güzel okuma ilmi olan kıraat ilminde üstün bir yeri olan alimlere de ‘kıraat imamları’ denmiştir.

Dikkat edilirse, bunların tümünde bir önderlik ve peşinde olan bir cemaat olgusu (ümmet) söz konusudur.

‘İmam’, öz olarak bir topluluğa önder olan demektir.

Günümüz Türkiyesinde, imam kavramının diğer bütün anlamları kaybolmuş ve yalnızca camii imamlığı manası kalmıştır. 

Şimdi ‘imam’ kelimesinin Kur’an’da  tekil ve çoğul olarak kullanıldığı anlamlara bir göz atalım:

  

B-İmam Kelimesinin Kur’an’daki Kullanılışları:

1-Kur’an’ın Bir Adı Olarak İmam:

Bir şeyin imamı, onun değerlisi, en önde olanı ve ıslahçısıdır. Kur’an, Tevrat ve İncil gibi kitapların indirilme sebebi, Allah’ın yolundan çıkan insanlara öncülük yapmak, onlara Allah’ın yolunu göstermek ve bu yolda gitmelerini sağlamaktır.

Yani ‘Kitap’ bütün insanlar için bir ‘imam’dır. Kendisine uyanları iki dünya saadetine ulaştırır.     

Âyette geçen ‘imam’ kelimesine, Allah’ın emirlerini, yasaklarını ve hesaba çekilecekleri hususları ihtiva eden nazil olmuş kitap manası verilmiştir. (Tebarí’den, M. Çelik, Kur’an Kur’an’ı Tanıtıyor, s:198) 

(İsra onyedinci âyetteki ‘imam’ sözcüğü başka şekillerde de tefsir edilmiştir. Açıklaması aşağıda gelecektir.)

İmam, Kur’an ile birlikte Suhuf, Zebur, Tevrat ve İncil’i de nitelemektedir. Nitekim Hûd Sûresi 17. âyet ile Ahkâf Sûresi 12. âyeti açıkça Tevrat’ı işaret etmektedirler.

 

2-İmam-ı Mübin (Apaçık İmam) Nedir:

Kur’an-ı Kerim’de iki âyette geçmektedir. Yani apaçık bir önder, yol gösterici, birleştirici, önde olandır.

         2a- “Şüphesiz biz, ölüleri biz diriltiriz; onların önceden yapıp gönderdiklerini ve bıraktıkları eserlerini de yazarız. Zaten biz her şeyi apaçık olan ana bir kitapta (kitab-ı mübîn’de) sayıp tesbit etmişizdir.”  (36 Yasin/12)

         Âyette geçen ‘imam-ı mübîn’ pek çok tefsirciye göre Levh-ı Mahfuz’dur. Yani her şey oluşundan önce Allah’ın katında bellidir, O’nun tarafından bilinmektedir ve Levh-ı Mahfuz’da olduğu gibi zabtedilmiş ve tesbit edilmiştir. (İbni Kesir, Tefsir 3/157. Elmalılı, Tefsir 6/403. Beydavî, Tefsir 2/278. Tabatabâî, el-Mizan 17/69. Zamahşerî, el-Keşşâf 4/7)

İmam-ı mübîn, yani her şeyi açıklayan Kitap, Allah’ın bilgi hazinesine işaret etmektedir. Bu ilâhî bilgi hazinesi Levh-ı Mahfuz olarak bilinmektedir. Olmuş ve olacak her şey Allah’ın bu bilgi hazinesinde kayıtlıdır. Her şeyin o kitaba yazılması, insanların bildiği türden bir yazı ve tesbit değildir. Bunun mahiyetini sadece Allah (cc) bilir. Âyet, insanların yaptıkları hiç bir amelin (işin) kaybolmayacağını, bir kitaba yazılıp tesbit edilen amellerinden sorumlu tutulacağını haber vermektedir. Nitekim Kur’an’da şöyle deniyor:

“Onların bilgisi Rabbimin katında bir Kitaptadır. Benim Rabbim şaşmaz ve unutmaz.” (20 Tâhâ/52)

         “Onların işlemiş oldukları her şey kitaplarda (yazılı)dır. Küçük büyük her şey satır satır (yazılı)dır.” (54 Kamer/52-53)

Bazılarına göre ‘imam-i mübîn’ Levh-ı Mahfuz değil, insanların işlerinin yazıldığı amel defterleridir. (S. Ateş, Tefsir 7/338)

Elmalılı, ‘imam-ı mübín’in ‘Levh-ı Mahfuz’ olduğunu söyledikten sonra şunları ekliyor: “Her şey oluşundan önce Allah’ın ilminde belli olup Levh-ı Mahfuz’da bütün sayısıyla zabtedilmiş olmakla beraber, olduktan sonra da bütün izleri ve gölgeleriyle yazılır ve insanlar bu şekilde yaptıklarından sorumlu tutulur.” (Elmalılı, Tefsir 6/403)

  1. Kutub, bu terkibin Levh-ı Mahfuz ve benzerleri olduğunu söyledikten sonra; bununla beraber bu terkibin; Allah’ın her şeyi kuşatan ezelî ilmi olarak tefsir edilmesinin daha uygun olacağını ilave ediyor. (fi-Zılâli’l Kur’an 5/2960)

İbni Kesir’e göre ‘imam-ı mübîn’ burada ‘ümmü’l kitap-kitabın anası’ (43 Zuhruf/4) anlamına da gelir. Tefsirci Mücahid ve Katade de aynı görüştedir.  Nitekim Kur’an’da  İsra Sûresi 71., Kehf Sûresi 49. ve Zümer Sûresi 69. âyetlerde buna işaret edilmektedir.

2b- “Eyke halkı gerçekten zalim kimselerdi. Bundan dolayı onlardan intikam aldık; her ikisi de (Eyke ve medyen) açıkça (gözler) ön(ün)ndedir (açık bir yol üzerindedir).” (15 Hıcr/78-79)

‘İmam-ı mübín’ burada açık bir yol, apaçık gözönünde olan şey anlamına gelmektedir. (İbni Kesir, Tefsir 2/316)

Azgınlıklarından ve zalim olmalarından dolayı cezalandırılan Eyke ve Medyen halkının durumu gözler önündedir. Ya da onların harab olmuş yurtları açık bir yol üzerindedir. Onların yaşadığı beldenin yanından geçenler, onların başına azgınlıklarından dolayı neler geldiğini görebilirler.

Onların durumu bu haliyle göz önünde bir ibret dersi olarak durmaktadır.  

 

3-Hz. Musa’nın Kitabının İmam Olması:

“Rabbinden apaçık bir belge üzerinde bulunan, onu yine ondan bir şahid izleyen ve ondan önce de bir imam (önder) ve rahmet olarak Musa’nın kitabı (kendisini doğrulamakta) bulunan kimse, (artık onlar) gibi midir? İşte onlar, buna (Kur’an’a) inanırlar. Gruplardan biri onu inkâr ederse, ateş ona vadedilen yerdir. Öyleyse, bundan şüphede olma. Çünkü o, Rabbinden olan bir haktır. Ancak insanların çoğunluğu inanmazlar.” (11 Hûd/17)

“Bundan önce de, bir rehber (imam) ve bir rahmet olarak Musa’nın kitabı var. Bu da zulmedenleri uyarıp-korkutmak ve ihsanda bulunanlara bir müjde olmak olmak üzere (kendinden önceki kitapları) doğrulayıcı ve Arapça bir dil ile olan bir kitaptır.” (46 Ahkaf/12)        

‘İmam’ sözcüğü her iki âyette de açık bir şekilde Tevrat’ı işaret etmektedir.     

Sadece dünya için çalışan, bundan dolayı da Ahirette hiç bir payı bulunmayan bir kimse ile, Rabbi tarafından kendisine verilen bir delil ve belge ile konuşan, onunla hareket eden, yine Allah’tan gelen bir şahitle, yani Kur’an’la ve kendinden önce insanlara kılavuz (imam) ve rahmet olarak inmiş olan Musa’nın kitabı ile de doğru olduğunu belgeleyen kimse bir olmaz. (S. Ateş, Tefsir, 4/302)

İman edenler Rabblerin gelen apaçık, akla yatkın ve inandırıcı delil üzerindedirler. Allah’ın insanlara indirdiği vahy de bu gerçeğe şahitlik etmektedir. Daha önceden insanlar için bir hidayet imamı  (kılavuz, rehber) ve rahmet olarak inzal edilen Tevrat da İslâma gönül vermiş kimseyi tasdik eder. Tevrat, dinde bir imam (önder) ve kendisine uyulan bir kitap, onunla sorumlu tutulanlar için bir rahmet kaynağı idi. 

 

4-Herkesin Kendi İmamıyla Çağrılması:

“Her insan grubunu kendi imamlarıyla çağıracağımız gün, artık kitabı sağ eline verilirse, onlar kitaplarını okuyacaklar ve onlar, bir hurma çekirdeğindeki ipince iplik kadar bile haksızlığa uğratılmazlar.” (17 İsra/71

Allah (cc), kıyamet gününde her ümmetin kendi imamı  (önderi) ile hesap vermek üzere çağrılacağını haber veriyor. Bu âyette geçen ‘imam’ kavramının işaret ettiği anlam konusunda farklı görüşler bulunmaktadır. Kimilerine göre her ümmetin imamı kendi peygamberi (İbni Kesir, Tefsir 2/389. Bak. 10 Yunus/47), veya tabi olduğu din, ya da emrine uyduğu kitabıdır. Onlara kıyamet günü şöyle hitap edilir: “Ey hayr kitap sahipleri, ey şer kitap sahipleri.” Ya da “Ey din ehli, ey kitap ehli.” (Ebu’s Suud, Tefsir 3/343)    

Kimilerine göre imam; her peygambere indirilen ilâhí kitaptır. Kimine göre de ahirette herkese verilecek olan amel defteridir. 

Bu manaların hepsi de doğru olabilir.

Ancak Taberí’nin dediği gibi âyette kasdedilen; her  milletin, her  cemaatin dünyada peşinden gittiği liderinin arkasından Allah’ın huzuruna çıkacağıdır.

Dünyada peygambere uymuş olan, onun safında; firavuna veya onun gibilerine uyan da onun ardından Rabbimizin huzuruna çıkar. Nitekim Kur’an’ın haber verdiğine göre firavun, kendisine uyanları ahirette ardına takıp cehenneme götürecektir. (11 Hûd/98) İbni Abbas’ın (ra); “Her millet dünyada kendilerini hidayete veya dalâlete (sapıklığa) çağırıp götürmüş olan liderleri ile çağrılır.” dediği rivayet edilmektedir.

İşte her millet dünyada tabi olduğu liderinin arkasından hesap vermek üzere Allah’ın huzuruna çıkarılır. Herkesin eline dünyada yaptıklarının tutanağı verilir.  (S. Ateş, Tefsir 5/235-236)

Bu konuda Elmalılı ise şöyle diyor:

“İmam, hidayet ve dalâlette öne geçirilip arkasına düşülen, kendisine uyulan kimse demektir ki, bir peygambere, bir dine, bir kitaba, bir mezhebe (görüşe) veya herhangi bir başkana, bir kumandan denilebilir.

Şu halde o gün, her insan topluluğu ilâhí veya şeytaní önderlerine nisbet edilerek meselâ, Ey İbrahim ümmeti, Ey İsa ümmeti ve Ey Muhammed ümmeti diye veya Ey firavun halkı, Ey nemrud halkı vs. diye, veyahut dinlerine, kitaplarına, gittikleri yola nisbet ile, Ey falanca ümmet, Ey falanca millet diye çağrılacaklar. (Elmalılı, Tefsir 5/314)

         Bazılarına göre bu âyet hadis ehlinin şerefinin büyüklüğünü gösterir. Çünkü onların imamı Muhammed’tir (sav). İbni Zeyd’e ve Taberí’den gelen bir başka görüşe göre ise buradaki ‘imamlarıyla...’ sözü her ümmetin kendi peygamberlerine indirilen kitaba işarettir. Mücahid ve İbni Abbas’tan gelen bir rivayete göre bu kelimenin insanların amel defterlerine işaret etmesi muhtemeldir. Yasin Sûresi 12. ila Kehf Sûresi 49. ayetlerinde buna temas edilmektedir.

‘Kendi imamlarıyla...’ sözünden murad, her ümmetin, her toplumun tabi olduğu, peşine gittiği kimselerdir. İman ehli peygamberlere iman edip tabi olurlar. Küfür ehli ise kendi önderlerine iman edip peşlerinden giderler. Şu âyette bu gerçeğe işaret edilmektedir:

“Biz, onları ateşe çağıran önderler kıldık, kıyamet günü yardım görmezler.” (28 Kasas/41)

Bir başka âyette ise zalimlerin kendi yandaşlarıyla beraber haşredileceği (hesaba çekileceği) haber veriliyor:

Zulmetmekte olanları, eşlerini ve tapmakta oldukları (ilâhları) bir araya getirip toplayın.” (37 Saffât/22) 

Bu âyette geçen ‘ezvâc-eşler’ ifadesiyle,  zalimlerle birlikte isyan ettikleri hanımları da kasdediliyor olabilir veya bu ifadeden bütün âsilerin, birlikte bu suçu işleyen kimselerin gruplar halinde bulunacağı manası da anlaşılabilir. (Mevdudí, Tefhim 5/15)

Buharí ve Müslim’de geçen bir hadiste Peygamber (sav) şöyle buyuruyor:

“Her  ümmet kime ibadet ediyordu ise ona tabi olacaktır. (Dünyada) kim tağutlara ibadet etmişse, (kıyamette de) tağutlara uyacaktır.” (İbni Kesir, Tefsir 2/290)

Bir başka hadiste ise âyette geçen ‘imam’ın insanların amel defteri olduğuna işaret ediliyor:

Ebu Hureyre’den (ra) anlatıyor: Rasûlüllah (sav), “Her insan grubunu kendi imamlarıyla çağıracağımız gün...”  (âyetiyle ilgili şöyle dedi:) “Onlardan biri çağırılır. (Amellerinin yazılı olduğu) kitap sağ eline verilir. Vücudu altmış zirâ genişletilir, yüzü beyazlaştırılır. Başına pırıl pırıl yanan inciden bir taç giydirilir. Bu haliyle arkadaşlarının yanına döner. Arkadaşları onu görünce; ‘Ey Rabbimiz, bunu bize de ver ve onu hakkımızda mübarek kıl ‘ derler.

O, yanlarına gelir ve onlara; ‘Müjde sizlere! Herbirinize bunun bir miktarı var’ derler. Bu, hidayete tabi olandır.     

Kâfire gelince, onun kitabı solundan verilir, suratı kararır. Onun vücudu da altmış zirâ genişletilir. Ona da ateşten bir taç giydirilir. Arkadaşları onu görünce;

‘Bunun şerrinden Allah’a sığınırız,  ey Rabbimiz, onu bize verme!’ derler. O da arkadaşlarının yanına gelir. Onlar; ‘Ey Rabbimiz onu zelíl et’ derler. O da; ‘Allah sizi rahmetinden sizi uzaklaştırdı, sizden herkese bunun bir benzeri verilmiştir’ der.” (Tirmizí, Tefsir/18 (3136))

“Hz. Ebu Bekr (ra) hacda Ahmes’ten Muhacir kızı Zeynep adlı bir kadının yanına uğramıştı. Gördü ki kadın konuşmuyor. Sordu ki; “Bu kadın niçin konuşmuyor?” dediler ki; “O, susarak hac yapıyor.” Ebu Bekr o kadına dönerek; “Konuşabilirsin, susarak hac helâl değildir. Bu cahiliyye amellerindendir” dedi.

Kadın; “Sen kimsin? Diye sordu. Ebu Bekr (ra) “Ben muacirledenim” dedi. Kadın; “Hangi muhacirlerden?” dedi. Ebu Bekr; “Kureyş’den” diye cevapladı. Kadın tekrar; “Kureyşden kimsin?” diye sordu. Ebu Bekr (ra), “Sen çok soru soruyorsun, Ben Ebu Bekr’im” dedi. Kadın; “Cahiliyyeden sonra Allah’ın getirdiklerinin yanında şu işimizden bize kalan nedir? (Cahiliye adetlerinden hangisini sürdürebiliriz?)” Ebu Bekr (ra); “Oradan size, imamlarınızı (önderleinizi) takip etmek” dedi. Kadın;

“İmamlar ne demektir?” Ebu Bekr (ra), “Onlar sizin kavminizin başkanları ve ileri gelenleridir. Onlar insanlara emrederler, onlar da bu emre itaat ederler.”

Kadın; “Evet’ dedi. Ebu Bekr (ra) Onlar kavmin önündedirler” diye cevap verdi. (Buharî, Menâkıbü’l-Ensar/26 (3834))

 

         5-Hz. İbrahim’in ve Oğullarının Hidayet İmamı Kılınmaları:

         Allah (cc), Hz. İbrahim’e (as), ‘insanların imamı’ sıfatını vermekte, onu oğullarıyla beraber hidayet imamları kıldığını söylemektedir.

         “Ve onları, kendi emrimizle hidayete yönelten imamlar (önderler) kıldık ve onlara hayrı kapsayan-fiilleri, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize ibadet ederlerdi.” (21 Enbiya/73)

         Başta İbrahim (as) olmak üzere onun soyundan gelen İsmail, İshak, Ya’kub ve Lût peygamberlerin hepsi de salih kimselerdi. Seçilmiş insanlardı. Onlar insanların kendilerine uyduğu, uyarak doğru yolu buldukları hidayet önderleridir. Onlar din işinde bütün insanlık için örnek olabilecek rehberlerdir. Yine onun soyundan gelen Hz. Muhammed de insanlık için hidayet imamı (önderi) kılınmıştır.

         Allah (cc) nasıl kendi yoluna çağıran Hz. İbrahim’i kurtarıp daha bereketli bir toprakta inasanlara imam (önder) yapmışsa, onun gibi Allah’ın birliğine (Tevhide) davet eden, putçulukla mücadele eden Hz. Muhammed’i de kurtarıp topluluklara imam yapacaktır. Bu âyette Hz. Muhammed’in de atası İbrahim gibi doğduğu topraklardan hicret edip bereketli bir yurtta insanların maddí ve maneví lideri (imamı) olacağı sezilmektedir. (S. Ateş, Tefsir 5/512)

Hz. İbrahim (as) bu büyük rütbeye bir takım denemelerden geçtikten, Allah tarafından imtihan edildikten sonra nail oldu. O, Rabbinden gelen denemeleri başarıyla tamamlayınca Allah (cc) ona; ‘Seni insanlara imam (önder) yapacağım’ diye söz verdi.

Kur’an olayı şöyle anlatıyor:

         “Hani Rabbi İbrahim’i bir takım kelimelerle denemeden geçirmişti. O da bunları tam olarak yerine getirmişti. (O zaman Allah İbrahim’e):

‘Şüphesiz seni insanlara imam kılacağım’ demişti. (İbrahim): ‘Ya soyumdam olanlar?’ deyince (Allah):

‘Zalimler benim ahdime erişemez’ demişti.” (2 Bakara/124)

Ayette geçen ‘imam’ kelimesi, önder, lider anlamları yanında, hidayet yolunu aydınlatan ışık, nur, kılavuz ve yol gösterici manalarını da kapsar. (A. Bulaç, Meâl  s: 19)

Allah (cc) İbrahim’i (as) bir takım kelimelerle imtihan etti. O da emredilen şeyleri yapmak, yasaklanan şeylerden kaçmak suretiyle bu denemeleri başarıyla tamamladı.

Doğrusu İbrahim’in imtihan edildiği kelimelerin ne olduğunu tam olarak bilmemiz mümkün değildir. Taberí, bu konuda Peygamberimizden sağlam bir rivayet gelmediğini söylemektedir. Kimilerine göre onlar, Allah’ın ona verdiği emir ve yasaklar, şer’í hükümlerdir.

Necm Sûresi 37. Âyette Hz. İbrahim’in ahde vefa ettiğine, görevini eksiksiz yerine getirdiğine işaret ediliyor. O, kendisine şeriat kılınan bütün konularda vefalı idi ve onlarla gereği gibi amel ediyordu.  (İbni Kesir, Tefsir 1/115. S. Ateş, Tefsir 1/232)

Allah (cc) Hz. İbrahim’i ‘imamet-i kübrâ-en büyük önderlikle’ öne geçirdi, pek çok topluluğu ona tabi kıldı ve onu kendisine uyulan bir rehber yaptı. İmam, kendisine uyulan, önde olan, rehber, önder anlamına gelir.

İmamet-i kübrâ ise; din ve dünya işlerinde insanlara öncülük ve yöneticilik yapmaktır. Bunun en son ve son mertebesi  de risalet (peygamberlik)tir. Bu imamet ise amelde düstûr olacak bir takım diní hükümlere, millet ve şeriate sahip kılmak ve bununla insanların önüne geçirmek demek olur. (Elmalılı, Tefsir 1/405-406)

Burada Hz. Muhammed’e ve onun şahsında insanlara bir gerçek haber veriliyor ;

Allah (cc) Hz. İbrahim’i bazı emir ve hükümlerle imtihana tabi tuttu. O da onları Allah’ı memnun edecek şekilde yerine getirdi. Zaten İbrahim (as) Allah’a itaat konusunda vefalı bir kimse idi. (53 Necm/37)

Böylece o insanlara imam kılındığı gibi Allah’ın şehâdetine de hak kazandı.

Onun ulaştığı bu makam, gerçekten ulu bir makamdır. Allah’ın şehâdeti ile ilâhî emirleri yerine hakkıyla getirebilme ve Allah’ı razı etme makamı...

Halbuki insan zaafları ve kusurları yüzünden tam anlamıyla ahde vefa edemez,  doğru yolda kolayca yürüyemez.

         “Seni insanlara imam-önder yapacağım demişti.”

         İnsanların örnek ve rehber kabul edebilecekleri bir imam...

Kendilerini Allah’a götürecek, hayra ulaştıracak ve rehberlik özelliklerini temamen taşıyan bir imam...

İşte bu sırada İbrahim’e (as) beşer sıfatı hakim oluyor ve bu imametin soyunda da devam etmesi arzusu ortaya çıkıyor. 

Ancak Allah (cc), bütün zamanları ve toplulukları kapsayacak olan bir esası yerleştirmek üzere Hz. İbrahim’e red cevabı veriyor. 

İmamet, imanla ve salih amelle, itaat ve şuurla onu hak edenlerindir. Yoksa o, soyları takip eden bir veraset malı değildir.

“Allah da ‘zalimler benim ahdime eremez’ demişti.”

Zulmün bir yığın çeşidi ve rengi vardır. Zalimler için yasak olan imamet görevi de çeşitlidir. Risalet imameti, Hilafet imameti ve namazda imamet gibi...

Her birisi de ayrı ayrı imamet ve rahberlik anlamı taşır. Bu rehberliğe layık olmanın şartı da bütün manalarıyla adalet sıfatına sahip olmaktır. Hangi çeşitten olursa olsun, zulmeden kimseler, nefislerini bu haktan vaz geçirmiş olurlar. (özetle, S. Kutub, fi-Zılâl 1/238-239)

Bu demektir ki böylesine bir devletten ve nimetten mahrum kalan, hak ve adaletten uzaklaşmış zalimlerin, kendi yerine konması gereken şeyleri ait olduğu yere koyamayanların müslümanlara imam-önder, onların başında riyaset sahibi olmaları caiz değildir.

Nitekim Allah (cc), bir zamanlar hidayet üzerinde olan İsrailoğullarına lutfettiği imamet ve risalet (peygamberlik) makamını, onlar hak’tan saptıkları için onlardan almış, yine İbrahim (as) soyundan gelen Hz. Muhammed’e vermiştir.

Artık bundan böyle O’na uyanlar, O’nun yolundan gidenler insanlar için hidayet lideri olacaklardır. Zalimler ise taşkınlıkları yüzünden böylesine şerefli bir görevi üslenemezler. (S. Ateş, Tefsir 1/234)

Hz. İbrahim kendisinden sonraki bütün peygamberlerin babası ve bütün kavimler için bir hidayet imamı idi. Peygamberlere indirilen her kitap birer ‘imam’dır. Ancak onlar her insana - ayrı ayrı gelmedikleri için, peygamberlerin onları yaşaması ve tebliği ile imamlık işlevleri yerine gelir.

Bundan dolayı kitaplarla özdeşleşen peygamberler de insanlar için ‘imam-önder’ konumundadır.

Ayrıca bütün peygamberler de Allah’ın hidayetiyle insanlara yol gösterici, öncü ve rehber olarak birer ümmet-hayırlı bir toplulukturlar. Bu ümmetin evrensel anlamdaki babası veya anası (ümmü), yani kaynağı Hz. İbrahim’dir. O, İnsanlığa bir ‘imam’ olmasının yanında, hidayet imamları olan peygamberlerin kendisinden geldiği bir ‘ümmet’tir de. (16 Nahl/120) (A. Ünal, age. s: 585)

            

6-Müslümanların Takva Sahiplerine İmam Olma İsteği:

Allah (cc), Furkan Sûresinde müslüman kulların özelliklerini saydıktan sonra şöyle buyurmaktadır:

“Onlar, kendilerine Rablerinin âyetleri hatırlatıldığı zaman, onun üstünde sağır ve körler olarak kapanıp kalmayanlardır.

Ve onlar: “Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soyumuzdan, gözün aydınlığı olacak (kimseler) armağan et ve bizi takva sahiplerine (müttakilere) imam-önder kıl,” diyenlerdir.

  

İşte onlar, sabretmelerine karşılık (Cennetin en gözde yerinde) odalarla ödüllendirilirler ve orada esenlik ve selamla karşılanırlar.” (25 Furkan/73-75)

İslâm’a teslim olmuş müslümanlar, Allah’ın indirdiği Kitab’a ve ‘imam’ olarak gönderdiği peygambere inandıkları için  hidayet üzerindedirler. Onlar, hayra davet etme, iyilikleri yaygınlaaştırma ve kötülüklerle mücadele açısından  insanlar içerisinden çıkarılmış hayırlı bir ‘ümmet’ olurlar. Yukarıda geçtiği gibi Muhammed ümmeti arasından bu görevi yerine getirecek daha özel bir cemaatın-ümmetin olmasını bizzat Kur’an emrediyor. (3 Âli İmran/104)

Ümmet kavramındaki önderlik anlamının  olduğunu hatırlarsak, müslümanların niçin müttakilere ‘imam-önder’ olmak istedikleri daha iyi anlaşılır.      

İbni Abbas (ra), Hasen ve Süddí’nin ‘bizi müttakilere imam kıl...’ sözünü, ‘bizi önderler yap ki hayr’da bize uysunlar’ şeklinde açıkladıkları rivayet ediliyor. Başka tefsircilere göre onlar  takva sahiplerine hidayet önderleri olmayı istediler. (İbni Kesir, Tefsir 2/642)

Takva sahipleri Allah’ın korumasıyla, iman ve salih amelle Cehennem ateşinden korunan kimselerdir. Rahman’ın kulları, dindarlık ve salih amel bakımından önde olmayı, müttakilere önder olmayı ve rehberlik yapmayı, dünyada fazilet ve takvayı yaymada öncülükte bulunmayı arzu ederler. 

“İmam, kendisine uyulan, önde olan kimsedir. Yalnız takva sahibi olmak değil, takva sahiplerine önder olma arzusu gerçekten ulvi bir gayedir.

Rahman’ın kullarının ruhundaki büyüklüğü gösteren bu duanın içinde bulundurduğu mana yüce ve toplayıcıdır. Bundan yüksek bir fikrí ilerleme, bundan yüce bir gayret düşünülemez.” (Elmalılı, Tefsir 6/89)

Furkan Sûresi 74. Âyetin tefsiri ile ilgili olarak S. Kutub şunları söylüyor:

İşte bu şuur kuvvetli bir imandan gelen fıtrí bir duygudur. Allah’a varan yolun yolcularının artması isteği de fıtrata uygundur. Bu yola girenlerin öncelikli olarak eşlerin ve kendi neslinin olmasını istemek ise ayrı fıtrí istektir. Kişi kendi yakınlarının durumundan sorumludur. Zira onlar kendisine birer emanettir. Doğal olarak onların da ilâhí yolda olması ister. Müslüman bir insanın bir hayr önderi olmasını arzu etmesi de imandan kaynaklanan tabii bir arzudur. Böylesine bir istek yükselmek veya üstünlük elde etmek için değildir. (özetle, S. Kutub, Tefsir  5/2581)

Allah’a itaat eden kulların bu durumuyla; kendi aralarında dünyalıklar, iktidar ve üstünlük sağlama rekabetine giren kâfirlerin durumu farklıdır.

Müslüman insan, başkalarıyla servet, dünyalık  ve iktidar yarışına girmez. Onun arzusu hidayette olmak ve insanlara takvada, güzel davranışlarda rehberlik etmek, yol göstermektir.

Âyette geçen ‘müttakilere imam olma...’ duasını, siyasal açıdan insanlara baş olmak, onlara yönetici olmak, onlara bu anlamda üstün sağlamak anlamında almak isabetli değildir. (Mevdudi, Tefhim 3/607)

Kurân, siyasal anlamdaki bir liderlikten değil, takvada, hayır yarışında, salih amellerde bir örneklikten, yanlışta ve dalâlette olanlara hidayeti gösterebilecek bir önderlikten söz etmektedir.

  

7-Müstez’afların İmam Kılınması:

Allah (cc),  potansiyel olarak güçsüz bırakılan, ezilen ve horlanan müstaz’afları yeryüzünde ‘imam’ yapmak istediğini bildiriyor

“Gerçek şu ki, firavun yeryüzünde büyüklenmiş ve oranın halkını bir takım fırkalara ayırıp bölmüştü. Onlardan bir kısmını güçten düşürüyor (müstaz’af yapıyor), erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o müfsitlerdendi (bozgunculardandı).

Biz ise, yeryüzünde müstez’aflara lütufta bulunmak, onları imamlar-önderler yapmak ve mirascılar kılmak istiyoruz.” (28 Kasas/4-5)

Yeryüzünde tuğyan edip haddi aşanların tipik örneği olan firavun, elinde bulundurduğu devlet gücüyle; gelecekte saltanatına zarar vereceğinden şüphelendiği zayıf insanlara tuzaklar kurmuştu. Onları fırkalara-çeşitli gruplara ayırmış, güçten düşürmüş, ellerindeki imkanları yok etmiş, onlara azap ve işkencenin en kötüsünü taddırmıştı.

Bu gaddarlıkları yaptığı, İsrailoğullarını zayıf bıraktığı halde yine de onlardan çekiniyordu. Bundan dolayı da korkunç bir katliama başvurmuştu. Görevlendirdiği casuslar vasıtasıyla onların doğan erkek çocuklarını tesbit ettirmeye ve onları öldürmeye başlamıştı.

Ancak her şeye galip olan, emrine hiç kimsenin karşı koyamayacağı Allah’ın (cc) hesabı daha farklı idi. O (cc), bu müstez’aflara lütfetmek, onların sayısını artırmak, onları köle değil, kendilerine uyulan rehber ve imamlar yapmak istiyordu.

Hz. Musa (as) Allah’ın bir hikmeti olarak firavunu sarayında büyüdü, onun yatağında yattı, onun yemeğini yedi. Ancak firavunun ve  askerlerinin helâki onun eliyle oldu. Allah (cc), bununla her şeye hakim, en yüce kudretin kendine ait olduğunu, dilediğini dilediği gibi yapabileceğini öğretiyor. (İbni Kesir, Tefsir 3/5)     

Allah (cc) sonra o müstez’afları mübarek toprakların doğusuna da batısına da varis kıldı. Onları güçlendirip daha kuvvetli adımlarla ileri atılmalarını istedi. (7 A’raf/137)

Nitekim onlar  da iman ve salih amelle bu ilâhí vaadi hak ettiler.

Âyet, bir evrensel gerçeğe daha işaret ediyor:

Allah’ın sonsuz gücü ve insanı dehşete düşüren kudreti. İnsanlara göre güç ve kuvvet sahibi firavun gibi iktidar sahipleri, aslında göründükleri ya da iddia ettikleri kadar güçlü değiller. Böylesine kibirli, servetle ve iktidarla şımarmış azgınların gücü, ilâhí irade karşısında gülünç denecek denli zayıftır. (S. Kutub, fi-Zılâl 5/2678)

Hz. Musa’ya (as) ve onun ümmetine lütfeden, onları yeryüzünde önderler yapan Allah (cc) tarih boyunca kendi yolunda olan müstez’aflara aynı şekilde lütfunu göndermiştir ve bugün de gönderebilir. Haddi aşmış ve haksız yere kibire kapılmış zalimlerin ve zalim yönetimlerin ezdiği, haklarını gasbettiği, köle yapmak istediği nice mazlumlara yine lütfeder, onları insanlık ailesi için hidayet önderleri yapabilir. 

Niceleri azgın yöneticiler ve despot yönetimler tarafından hor görülseler de, zayıf bırakılsalar da;  Allah (cc) onları tıpkı Hz. Musa (as) gibi firavunun sarayında yetiştirir, onlara güç ve nimet verir, yeryüzüne varis yapar ve onları insanlar için takva, güzel ahlâk ve hidayet imamları kılabilir.

Bu yüce makama kavuşabilmenin şartı, Allah’ın hükmüne tabi olmak, firavun zihniyetine karşı çıkmak ve Allah’ın dini uğruna zulme, baskıya, horlanmaya maruz kalmaktır.

Böyle bir mazlumiyetin karşılığı da, insanlık arasında ‘imam-önder’ olabilecek müstez’aflıktır.   

         Allah’ın bu va’dini ne zaman ve hangi coğrafyada gerçekleşeceği, sadık müslümanların kendi bölgelerinde O’nun dini için yapacakları çalışmalara bağlıdır.

 

8-Ateşe Çağıran İmamlar-Önderler:

İmam-önder  konumunda olan kimseler, insanları hidayete ve kurtuluşa götürdükleri gibi, peşine gidenleri ateşe sürükleyenleri de vardır.

Kur’an-ı Kerim, Hz. Musa’ya karşı çıkan ve askerleriyle beraber yeryüznde haksız yere büyüklük taslayan, sonra Allah’a dönmeyeceklerini sanan firavun ve adamlarının suya atıldığını ve zalimlere böylece ceza verildiğini anlattıktan sonra şöyle diyor:

“Biz, onları ateşe davet eden imamlar-önderler kıldık; kıyamet günü yardım da görmezler.

Bu dünya hayatında biz onların arkasına lânet düşürdük; kıyamet gününde ise, onlar çirkinleştirilmiş olanlardır.” (28 Kasas/41-42)

Yani onlar, zulüm işlemek, hakikatı inkâr etmek, sonuna kadar inkârda direnmek ve Hakka karşı batılı savunmak için her türlü vasıtayı kullanmakta sonraki kuşaklara öncü ve örnek oldular. Bu yolları insanlara gösterip Cehennemi boyladılar ve şimdi onların izlerini takip etmekte ve aynı felâkete doğru koşmaktadırlar. (Mevdudí, Tefhim 4/187)

“Biz onları ateşe çağıran önderler kıldık...”

Bunlarınki çok kötü bir davet, çok kötü bir rehberliktir.

“Kıyamet günü yardım da göremezler.”

Onlar dünyada da hezimete uğruyorlar, ahirette de. Bu, zulmetmenin ve Allah’a karşı gelmenin cezasıdır.

Onların karşılaştığı sadece hezimet mi? Onlar için ayrıca bu dünyada lânet, öldükten sonra ise suçlanma var.

“Bu dünya hayatında biz onların arkasına lânet düşürdük; kıyamet gününde ise, onlar çirkinleştirilmiş olanlardır.”

Âyet onların ahirette karşılaşacakları çirkinliği ve kötü sonucu tasvir etmekte, onları hakkında korku ve nefret tablosu çizmektedir.  O tablo yeryüzünde büyüklük taslamanın, insanları makam ve iktidarla aldatıp Allah’ın kullarına dil uzatmanın karşılığıdır. (S. Kutub, fi-Zılâl 5/2695)

Kur’an, firavunun ve askerlerinin insanları ateşe davet eden önderler yapıldığını söylüyor.

Acaba onlardan sonra gelen ve halkı kötülüklere davet eden, peşlerine takılanlara günah işlemekte ve isyanda örnek olan ve yol gösteren liderler; tıpkı firavun ve askerleri gibi ateşe çağıran imamlar değil midir?

Bilinen bir gerçektir, insanlar zaman zaman kendilerine inançta, yaşayışta, hayata bakışta örnekler bulurlar. Onların fikirlerine inanır, ilkelerini benimserler. Onları taklid ederler, onlar gibi olmaya çalışırlar.  Peşlerine gittikleri önderleri firavun gibi ilahlığa yeltenen, Allah’ın hükümlerine karşı gelen zalimlerse; onlar da liderleri gibi sapık olurlar. Liderleriyle beraber Allah’ın huzuruna çıkarlar ve beraberce Cehennemi  hak ederler. Bu gibi liderlerin kendileri dalâlette olduklarından kendilerine uyanları da ateşe davet etmiş olurlar.

Kur’an, bazı insanların büyük bilip peşine gittikleri, ama kendilerinin de azabı düşmelerine sebep olan büyükleri hakkında diyecekleri sözleri şöyle anlatıyor:

“Ve dediler ki: “Rabbimiz, gerçekten biz efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik, böylece onlar bizi yoldan saptırmış oldular.

Rabbimiz, onlara azaptan iki katını ver ve onlara büyük bir lânetle lânet et.” (33 Ahzab/47)

         “Ve daha başka çeşit çeşit (azab) vardır.

İşte şunlar da sizinle beraber (cehennem) girecek olanlardır. (Yani cehenneme girerken liderlere: “İşte peşinizden gelenlere, şimdi burada da ardınızdan geliyorlar. Onlarla sizinle beraber cehenneme giriyorlar” deniliyor. Ama liderler şimdi durumdan memnun değiller. Dünyada kendilerine uymalarından gurur duydukları kimseleri, artık istemiyorlar): Onlara merhaba yok, (yerleri geniş olmasın, rahat yüzü görmesinler (!) Onlar ateşe gireceklerdir.

(Uyanlar, uyulanlara) dediler ki: “Hayır, asıl size merhaba yok, (asıl siz rahat yüzü görmeyin), siz bunu bizim önümüze getirdiniz. Ne kötü durak (bu).

(Ve hepsi birbiri aleyhine dua ediyorlar): “Rabbimiz bunu bizim önümüze kim getirdiyse onun ateşteki azabını bir kat daha artır” dediler.

Bize ne oldu ki, (dünyada) kötülerden saydığımız adamları (burada) görmüyoruz?” dediler.

Hani onlarla alay ederdik. Yoksa gözler(imiz) mi onlardan kaydı., (onları gözden mi kaçırdık).

Bu mutlaka gerçektir, ateş halkının tartışmasıdır (bunun olacağında asla şüphe yoktur).”  (38 Sâd/58-65)

“Ateşin içinde birbirleriyle tartışırken, zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara dediler ki: “Biz size uymuştuk. Şimdi siz şu ateşin ufak bir parçasını bizden savabilir misiniz?

Büyüklük taslayanlar da dediler ki: “Hepimiz de onun içindeyiz. Allah kullar arasında (Böyle) hüküm verdi. (Biz kendimiz kurtardık mı ki sizden azabı hafifletelim).” (40 Mü’min/47-48)

“(Ateşe giren) kâfirler dediler ki: “Rabbimiz, cinlerden ve insanlardan bizi saptıranları bize göster, onları ayaklarımızın altına alalım da alçaklardan olsunlar.” (41 Fussilet/29)

[O Gün, haksız yere] kutsananlar, kendilerine tâbi olanları tanımazlıktan gelecekler ve onlara tâbi olanlar, bütün ümitleri paramparça olmuş bir şekilde [kendilerini bekleyen] azabı çekeceklerdir!

Ve sonra o tâbi olanlar, “[Hayatta] ikinci bir fırsat yakalasaydık da onların bizi tanımazlıktan geldiği gibi biz de onları görmezden gelip reddetseydik!” diyecekler. Böylece, Allah yapıp-ettiklerini onlara acı bir pişmanlık [duygusu] tattırarak gösterecektir; ve onlar ateşten çıkarılmayacaklardır.” (2 Bekara/166-167)

 

C-Küfrün İmamları (Önderleri):

Bu terkip Kur’an’da bir âyette çoğul olarak (eimmete’l küfr-küfrün imamları) şeklinde geçmektedir. Allah’a verdikleri sözde durmayan, müslümanlarla yaptıkları anlaşmaları bozan, onların dinlerine husumet besleyen inkârcıları tanımada önemli bir kavramdır.

Her ne kadar Kur’an’da bir âyette yer alsa da ve Peygamberimiz zamanında antlaşmalarına uymayan müşrikleri anlatan âyetlerin içinde geçse de; taşıdığı anlam geneldir ve özellikleri Kur’anın her tarafında anlatılan Hak dinin düşmanı küfür öncülerini tanıtmaktadır.

Önce bu kavramın içinde yer aldığı âyeti görelim:

 

1-‘Küfrün İmamları’ Kavramının Yer Aldığı Âyet

“Onlar (hiç) bir mü’müne karşı ne ‘akrabalık bağlarını’, ne de ‘sözleşme hükümlerini’ gözetip tanırlar. İşte bunlar, haddi aşmakta olanlardır. ,

         Eğer onlar tevbe edip namazı kılarlarsa ve zekâtı verirlerse, artık onlar sizin dinde kardeşinizdir. Bilen bir topluluk için âyetleri böyle birer birer açıklarız.

          Ve eğer antlaşmalardan sonra, yine yeminlerini bozarlarsa ve dininize hınç besleyip-saldırırlarsa, bu durumda küfrün imamlarıyla-önderleriyle savaşın. Çünkü onlar, yeminleri olmayan kimselerdir, belki cayarlar (veya düşmanca tutumlarına son verirler).” (9 Tevbe/10-12)

          

2-Âyetin Geçtiği Ortam:

Tevbe Sûresi müslümanlarla savaşan müşriklere bir bildiri (ültimatom) ile başlamaktadır. Bu bildiri Allah ve Rasûlünün inkârcı ve Hak din ile mücadele eden müşriklerden uzak olduğunu söyledikten sonra, anlaşma yapılmış olanlara ve İslâmın aleyhine hiç kimseye yardım etmeyenlere süre verilmesi söz konusu ediliyor. Sonra da eman dileyen müşriklere eman verilmesi isteniyor.

Kur’an  bundan sonra Allah ve Rasûlü ile bir anlaşmaya yanaşmayan inkârcıların hiç bir ahidleri olmayacağını, dolaysıyla onlara karşı takınılacak tavrın, onların tavrına bağlı olacağı hatırlatılıyor. Yani onlar müslümanlara saldırırlarsa müslümanların da onların saldırılarına karşılık verme hakları bulunmaktadır.

Müşrikler müslümanlara karşı galip gelirlerse ne akrabalık bağını gözetirler, ne anlaşma şartlarına uyarlar, ne de verdikleri sözde dururlar. Ağızlarıyla da müslümanların hoşuna gidecek sözler sarfetmeye çalışsalar da içlerinde müslümanlara karşı bir düşmanlık, İslâma karşı bir hoşnutsuzluk beslerler. Onlar bu halleriyle hem fasık kimselerdir, hem de haddi aşmaktadırlar. Eğer bu tutumlarını terkeder ve Allah’ın emirlerini yerine getirirlerse, dinde müslümanlara kardeş olurlar.

Bütün bunlara rağmen müslümanlarla yaptıkları anlaşmalara uymayarak, ettikleri yeminleri bozarlarsa, bununla da kalmayıp İslâm’a düşmanlık yapmaya, ona karşı mücadeleye ve savaşmaya devam ederlerse, müslümanların da bu küfür öncüleriyle savaşmak, bu inkârcı önderlerle mücadele yapmak, onların fitnelerine ve zararlarınma engel olmak gibi bir görevleri vardır.

Küfür öncülerinin bir ahdi yoktur. Onların düşmanlıklarının ne zaman ortaya çıkacağı belli olmaz. Müslümanların onlarla mücadelesi belki onları hainlikten ve zararlı iş yapmaktan alıkoyabilir.

Bilindiği gibi Peygamber Efendimiz (sav) Hicretin altıncı yılında Mekkelilerle Hudeybiye anlaşması yapmıştı. Bu anlaşmaya göre çevrede yaşayan kabileler ister Mekkelilerle, isterse Medinelilerle ittifak kurup anlaşma yapabileceklerdi. Bu bağlamda önemli kabilelerden biri olan Beni Bekr kabilesi Mekkelilerle, Huzaa kabilesi de Peygamberimizle anlaşma imzalamıştı. Ancak Beni Bekrliler, Huzaalıların bu ittifakını hiç bir zaman içine sindirememiş, hazmedememişti. Fırsat buldukça Huzaalıları tehdit ediyor, bunun cezasını vereceklerini söylüyorlardı.

Hicretin sekizinci yılında Beni Bekr’den kimileri bazı Mekkelilerin de yardımıyla Huzaalılara saldırdılar, onlardan pek çok kişiyi öldürdüler, mallarını yağmaladılar. Bunun üzerine Huzaalılar müttefikleri olan Peygamberimizden yardım istediler. Peygamberimiz de Hudeybiye antlaşmasına uymayan Mekkeliler’e karşı gizli olarak harekete geçti ve bu sefer Mekkenin fethiyle, müşriklerin oradaki saltanatlarını ebediyyen kaybetleriyle sonuçlandı. (İbni Hişam, Siyret 4/31-60)

Mekke’nin fethini takip eden Hacc mevsiminde Tevbe Sûresinin ilk âyetleri indi ve müşriklere kesin bir ültimatom verildi. Bu bildiri ile beraber müslümanlarla savaşmaya kalkışanlara aynıyla karşılık verileceği (ayrıca bak: 2 Bakara/194), antlaşmalarına uyanlara dokunulmayacağı, yeminlerini veya ahidlerini tutmayıp müslümanlara ve İslâma düşmanlığa devam edem küfür öncüleriye hep mücadele edileceği ortaya konulmuş oldu.   

     

3-Küfrün İmamları Kimlerdir?

Kaynaklar, özellikle bu âyetlerin nüzûl sebebi ile ilgili olarak bir haber kaydetmiyorlar. İbni Kesir, Katade’nin, küfür önderlerinin Ebu Cehil, Uteybe, Şeybe ve Ümeyye b. Halef gibilerdir dediğini naklediyor.

İbni Merduyeh şöyle anlatıyor: Saad b. Ebi Vakkas (ra) Haricilerden bir adamın yanına uğradı. Haricí dedi ki; İşte şu adam ‘küfrün imamlarındandır’. Saad b. Ebi Vakkas ona şöyle cevap verdi: “Yalan söylüyorsun. Bilakis ben küfrün imamlarıyla savaşıp onları öldüren biriyim.”

İbni Kesir şunu da ilave ediyor: Âyet Kureyşten iki müşrik hakkında nazil olsa bile hükmü geneldir. (Allahu a’lem).  (İbni Kesir, Tefsir 2/128)

Aşağıdaki hadiste de Huzeyfe (ra) kendi sağlığında âyetin kasdettiği küfür öncülerinden hayatta kalanlardan bahsediyor. Âyet öncelikli olarak o günde Rasûlüllah (sav) ile savaşan müşrikleri kasdetmiş olabilir.

Tabií’nden Zeyd b. Vehb anlatıyor: “Biz Huzeyfe’nin (ra) yanında idik. Bize dedi ki: Şu âyetin kasdettiklerinden hayatta sadece üç kişi kaldı: “Eğer anlaşmalarından sonra yeminlerini bozarlar, dinimize dil uzatırlarsa; küfür imamlarıyla savaşın. Belki sakınırlar (vazgeçereler).” (9 Tevbe/12)

Münafıklardan da sadece üç kişi kaldı.

Onun bu sözü üzerine bir bedeví kalkarak; “Siz Muhammed’in (sav) sahabelerisiniz, bize bir takım haberler aktarıyorsunuz, ama bunların içeriği nedir, ne değildir anlamıyoruz. O halde şu evlerimizi yarıp işe yarayan eşyalarımızı çalanlara ne demeli?” dedi.

Huzeyfe (ra); “Onlar fasıklardır. Ben tekrar ediyorum münafıklardan sadece dört tanesi kaldı. Bunlardan biri yaşlı bir ihtiyardır, öyle ki soğuk su içse soğukluğunu hissedecek halde değildir.” (Buharí, Tefsir/Tevbe 12 (4658). Aynı hadisi Ebi Şeybe, İbni Merduyeh de aynı tabií’nden rivayet ediyorlar.  Bak. Tabatabâí, Tefsir, 9/187)

 

4-Âyetin Yorumu:

“Ve eğer antlaşmalardan sonra, yine yeminlerini bozarlarsa ve dininize hınç besleyip-saldırırlarsa...”

Açıkça inkâr edip, İslâma hakaret etmeye, onunla alay etmeye, ya da onun hayattaki yansımalarına karşı açıkça düşmanlık etmeye kalkışırlarsa –ki müşriklerin çoğu her zaman böyle yaparlar-,  işte “bu durumda küfrün imamlarıyla-önderleriyle savaşın...”

Müslümanlarla belirli konuda anlaşma yaptıktan, ya da onların haklarına ve dinlerine saygı duyacaklarına dair söz verip, yemin ettikten sonra, bu ahidlerinden vazgeçen ve tekrar alçak bir şekilde İslâm’la alay etmeye, müslümanlara zulmetmeye başlayanlar, küfürde ileri giden, inkârcılara bu konuda öncülük yapan küfrün imamı, küfrün elebaşları olurlar. Müslümanlar bu zalimlerin faaliyetlerine engel olmak ve onlara karşı haklarını korumak için, gerekirse ölmeyi de göze alarak mücadele etmek durumundadırlar.

“...Çünkü onlar, yeminleri olmayan kimselerdir...”

Gerçekte onların gözünde yaptıkları yeminler, verdikleri sözler, imzaladıkları antlaşmalar kıymetsizdir. Kalplerinde yer etmiş kutsal bir değer yoktur ki böyle güzel davranışları olsun. Bunun için ağızlarıyla söz verirler, kağıtlara imza atarlar ama, buna yüreklerinden katılmazlar. Ağızlarındaki süslü laflar hiç bir işe yaramaz. Onlar o lafları pozisyon icabı, o an çıkarları öyle gerektirdiği için, ya da müslüman kitleleri kandırmak için ileri sürerler. Yeminin, ahidleşmenin, söz vermenin, insanlara ait hakların değerini bilmedikleri için; ettikleri yeminleri bozarlar, yaptıkları antlaşmalara uymazlar. Hatta kendi koydukları kuralları bile çiğnerler.

Müslüman kitle zarar gördükten, hakları ellerinden alındıktan, ya da dinlerine durmadan saldırıldıktan sonra oturup küfür elebaşlarıyla bir antlaşma yapmanın da faydası yoktur. Onlara karşı günün şartlarına uygun yöntem ve araçlarla mücadele etmek gerekir. Onlara kendi anlayacağı dilden cevap verilmeli ki “... belki cayarlar (veya düşmanca tutumlarına son verirler). » (9 Tevbe/12) Belki müslümanların dinine saldırmaktan vazgeçerler, belki sinsi düşmanlıklarını bırakırlar, belki kimsenin hakkına tecavüz etmezler, belki insanları ifsat etmeyi, onları ateşe ve mutsuzluğa davet etmeyi bırakırlar.

Onlarla yapılacak mücadele onları yola getirmek ve zararlarını engellemek niyetiyle olmalıdır. Yoksa saldırganların ve zalimlerin yaptığı gibi, sırf yakıp yıkmak, yok etmek, hakları iptal etmek, hor ve hakir etmek, sadece karşı tarafa zarar vermek ve eziyette bulunmak amacıyla mücadele etmek caiz değildir. (Elmalılı, Tefsir 4/282-283

  1. Kutub bu âyetin tefsirinde şöyle diyor:

“Müslümanlar, işkence (zulüm) fırsatını bulabilmek için gözlerini dört açmış bekleyen bir düşmanla karşı karşıyadırlar.  Bu düşman en ufak bir merhamet hissi taşımadan zarar vermeye çalışır. Ne yapılan bir antlaşma, ne ahlâk ilkeleri, ne yüreklerdeki bir ahid, ne de akrabalık bağı, onu durduramaz. Ancak müslümanlara gücünün yetmeyeceğini anlayınca geri adım atar. Uzun tarihí tecrübeler, bu gibi hasımların değişmez özelliğinin bu olduğunu göstermiştir.

Bu uzun tarihí tecrübe; insanları diğerlerine kulluktan kurtarıp sadece Allah’a kulluğa davet eden İslâm nizamı ile, kulların kullara kulluğu esasına dayanan cahiliyye nizamları arasındaki uzun mücadele ile şekillenmektedir. Allah’ın dinine ve onun mensuplarına düşmanlık besleyenler, tevbe ederlerse dinde müslümanlara kardeş olurlar, müslümanlar geçmişteki husumetleri unuturlar, kendilerine kötülük yapanları affederler. Böylece aralarında akide esasına dayanan bir bağ oluşur.

Bu âyetin ifade ettiği manayı ve hikmeti ancak idrak sahibi mü’minler anlarlar.

Eğer onlar ahidlerine ihanet edip, müslümanlara düşmanlığa devam ederlerse; onlar küfrün öncüleri olurlar. Onların sözleri ve antlaşmaları o zaman değersizdir. O takdirde onlarla uygun araçlarla mücadele etmek gerekir. Bu şekilde belki hatalarından vazgeçerler, belki hidayate gelmelerine zemin hazırlanmış olur. Ancak bu zorla ve kerhen değil, bir çok zamanlarda olduğu gibi yine galip olan Hakkı görüp ikna olduktan sonra gerçekleşmelidir. (özetle, S. Kutub, fi-Zılâl 3/1606-1607)

 

5-Günümüzde Küfür İmamları (Önderleri):

Kur’an’ın söz konusu ettiği küfür önderlerinin faaliyetleri Mekke’nin fethi ile sona ermiş değildir. Bir başka deyişle küfürde, isyanda ve Hak yol ile mücadelede inkârcılara yol gösterenler, öncülük yapanlar, sapıklıkta yol gösteren imamlar (öncüler) her zaman olmuştur.

‘İmam’ kavramında önderlik, liderlik, yol gösterici olma özellikleri bulunmaktadır. İmam, kendisine uyulan, gösterdiği yoldan gidilen öncüdür.

Bugün de insanlara Allah’a isyanda yol gösterenler aynı konumdadır. Fikirleriyle, icraatlarıyla, ya da kurdukları sistemlerle İslam’ın önünü kesenler, onun hayata hakim olmaması için her türlü çabayı gösterenler, peşlerine gidenler açısından birer önder konumundadırlar.

İnsanlardan bir kısmı kendileri için böylesine imamlar/önderler bulurlar. Onların izini takip eder, onlardan kaynaklandığına inandıkları değerleri savunurlar. Onların ilkelerini yaşatırlar, onlara layık olmaya çalışırlar. Düşüncede, eylemde, hayat düzeninde, dünyaya bakışta hep o rehber edindikleri önderin yaptıklarını eksen alırlar. Başka fikirleri ve inançları kutsadıkları liderin görüşleri ile değerlendirirler. Peşine gittikleri bu inkârcı önderlerinin ilkeleri uğruna mücadele ederler. O ilkeleri hayata hakim kılmaya çalışırlar.

Peşine gidilen bu önderlerin/liderlerin görüşleri, icraatları ve ilkeleri Allah’ın indirdiği hükümlere aykırı  ise; Kur’an bunlara ‘küfrün imamları’ adını veriyor. Kur’an’a gore onlar, peşlerine taktıkları kitleleri ateşe davet eden sapıklardır. Hem kendileri saparlar hem de peşlerine takılanları saptırırlar.   

‘Küfür’ kelimesinin anlam yapısı ile birlikte düşünürsek, insanları İslâm dışı yollara davet eden, onlara günah işlemekte öncü olan bütün kişiler Kur’an’da kendileriyle mücadele edilmesi gerekir dediği ‘küfür imamı’ olan kişilerdir. Nitekim bu küfür önderleri, zamanımızda bütün araçları kullanarak insanları kendi inkârcı yollarına, bir anlamda da Cehenneme davet etmektedirler. Bunlar günümüzün firavun zihniyetli kişileridir. Ellerindeki dünyalıklarla şımarıp, Allah’ın hükümlerine savaş açan müstekbirlerdir. Müslümanları ve onların dinlerini geri, kötü ve hasım bilirler. Bu düşmanlıkları sebebiyle de ellerine fırsat geçince, ya da müslümanları zayıf buldukça onlara saldırmaktan, onların hakkına tecavüz etmekten, onlara zulmetmekten asla geri kalmazlar.

Müslümanlar, her devirde bol miktarda olan bu ‘küfrün ve şirkin’ imamlarını (önderlerini), isyanda ve Allah’ın dinine düşmanlıkta topluluklara öncülük yapan bu zalim liderleri çok iyi tanımalıdırlar. Onların kurduğu düzenlere, ortaya koydukları dünya ve hayat görüşlerine karşı dikkatli olmalıdırlar. Kur’an’ın emrine uyarak onlara karşı yerine ve zamanına göre uygun araçlara başvurarak mücadele etmelidirler.

Bu mücadelenin amacı sürekli kavga ortamı meydana getirmek değil; küfür önderlerinin zararlarını engellemek, insanların haklarına kavuşmalarını sağlamak, hidayet yolunun üzerindeki engelleri kaldırmaktır.

Günümüz insanları bu ‘küfür önderlerinin’ meydana getirdikleri kâbusu ve mutsuzluğu, bir anlamda halkları davet ettikleri dünya cehennemini yoğun bir şekilde yaşıyorlar.

Söz buraya gelmişken Hz. Muhammed’in onlarla ilgili şu uyarısını hatırlayalım.

“... Şu bir gerçek ki, ümmetim adına korktuğum en önemli şeylerden biri de, dalâlete saplanmış yöneticiler ve saptıran önderlerdir (imamlardır); (onlar hem sapacak, hem de saptıracaklardır/dâl ve mudîl).

Ümmetimden bazı gruplar putlara tapacaktır, bazı gruplar da (Hak din olan İslâm’dan saparak) müşriklere katılacaklardır. Kıyamete yakın zamanda deccallar türeyecektir. Bunların sayısı 30 (ilâ 70) civarında olacaktır. Bunların kimi kendisini peygamber, (kimi de Mesih) zannedecektir...

Ve lakin ümmetimden bir grup sürekli olarak Hak üzere olacaktır. Onlar Allah’ın yardımını göreceklerdir. Allah’ın emri (olan kıyamet) gelinceye kadar, bu kendilerine ters düşerek Hak’tan ayrılanlar onlara zarar veremeyecektir.” (İbni Mace, Fiten/9 (3952). Ebu Davud, Fiten/1 (4252). Darimî, Rakâik/39 (2755))