“İslâm’ı ilk önce kabul eden muhâcirler ve ensar ile, iyilikle onlara uyanlar var ya, Allah onlardan razı olmuş; onlar da O’ndan razı olmuşlardır. Allah, onlara içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük başarıdır.” (Tevbe 9/100)

Burada üç grup kimseden Allah’ın razı olduğu söyleniyor. Bu onlara verilecek birinci ödül. Dahası var: Onlar da Allah’tan razı olurlar. Allah onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı. Onlar bu Cennetlerde sonsuz kadar kalacaklar. İşte bu sonuç onlar için büyük, eşsiz, benzersiz bir başarıdır.

Bu üç grup insan muhâcirler, Ensâr ve onlara güzellikle uyanlar.

Bu yazıda ‘muhâcir ve ensâr’ kavramları üzerinde durmak, Kur’an’da nasıl geçtiğini incelemek istiyoruz.

 

-Hicret-muhâcir

Bunun aslı ‘hecera’ fiilidir. Vasıl olmanın/varmanın tersidir. Bu da bir kimsenin başkasından bedenen, lisan ile, kalp ile ayrılması, ya da bu yollardan biriyle onu terketmek, bir başkasıyla tıpkı onun yaptığı gibi alakayı, konuşmayı kesmek demektir. 

Bu fiilin, şehvetin, arzuların, kötü ahlâkın ve hataların terkedilmesini anlattığı görüşü de var. (İbni Manzûr, Lisânu’l-Arab, 15/23. Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 782)

Nitekim hadislerde bu anlamda geçiyor: "(İyi) Müslüman, dilinden ve elinden Müslümanların emin olduğu kişidir. (Asıl) muhâcir de Allah'ın yasakladıklarını terk edendir." (Buhârî, Îman/4 no:10, Rikâk/26 no: 6484)

“Ameller niyete göredir. Kimin hicreti dünyalıklara, veya bir kadınla evlilik ise; onların hicreti buna yönelik olur…” (Buhârî, M. Ensâr/45 no: 3898)

Bu fiil Kur’an’da hicretin farklı durumları hakkında kullanılıyor. Mesela;

İbrahim’in (as) Allah’a yönelişi bu fiille anlatılıyor. (Ankebût 29/26) 

Kur’an, zulme, baskıya, zayıf bırakılmışlığa razı olanlara “kendi nefislerine haksızlık edenler” diyor. Yarın hesap günü mazeret ileri sürecekleri zaman Rabbimiz onlara “yeryüzü geniş değil miydi? Oraya hicret etseydiniz ya” diyecek (Nisâ 4/97)

Bir âyette kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman müşriklerin kibirlenerek yüz çevirmeleri, âyetler hakkında saçma sapan konuşmaları anlamında kullanıldı. (Mü’minûn 23/67)

İbrahim’in babası onu kovarken aynı kelimeyi kullandı. “Benden uzaklaş, beni, çevremi terket” anlamında. (Meryem 19/46)

Rabbimiz vahyi başlangıcında Rasulüllah’a; “Kötü şeyleri terket”, onlardan uzaklaş diye emretmişti. (Müdessir 74/5)

Yine Allah (cc) ona; “Onların (müşriklerin) söylediklerine sabret ve onlardan güzellikle ayrıl.” (Müzemmil 73/10) Buradaki hicretin bedenen ayrılma anlamında değil, onların inanç, ibadet ve ahlâklarından, kötü ve yanlış sözlerinden uzaklaşma manasında kullanıldığını anlıyoruz. Biz biliyoruz ki Peygamber (as) görevi gereği müşriklerin yanına defalarca gidip onları İslâma davete devam etti.

 “vehcurûhunne-onları yataklarda yalnız bırakın” (Nisâ 4/34) kadınlara yaklaşılmamasından kinâyedir.

Bir kaç âyette bildiğimiz, hicret etme, göç etme, evini/ülkesini hangi

sebeple olursa olsun terketme, uzaklaşma anlamında geçiyor. (Haşr 59:9. Ahzab 33:50. Enfâl 8:72, 75. Bakara 2:218.v.d.)

Bu fiil kökünden gelen ‘mehcûr’; çirkin veya fena olduğu için terkedilmiş söz, şey. “Peygamber, “Ey Rabbim! Kavmim şu Kur’an’ı terk edilmiş bir şey hâline getirdi” dedi.” (Furkan 25/30) Bu hicret-terkediş kalple, ya da hem kalple hem de dille ayrılmadır.

‘hicran’; devenin diğerlerinden ayrılması, ayrılık

‘hecran’; tam bir ayrılış, tam bir uzaklaşma (Müzemmil 73:10) demektir. Bu âyette zımnen Peygamber’e iyi davranışı ve tatlı dili bırakmamaya çağrı var. (Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 782)

        ‘tehcir’; birini hicret ettirmek, başka yere göçe zorlamak. (İbni Manzûr, Lisânu’l-Arab, 15/25)

 

-Kur’an’da muhâcir

Sözlükte, sebebi ne olursa olsun bulunduğu/yaşadığı yeri terkedip başka yere gidene muhâcir, yapılan bu işe de hicret denir. (İbni Manzûr, Lisânu’l-Arab, 15/23)

Terim olarak muhâcir; milâdi 622 yılında Allah’ın izni ve Rasûlüllah’ın göstermesi ile İslâm uğruna Mekke’den Medine’ye göç eden sahabeler topluluğu. Bunun çoğulu ‘muhâcirûn veya muhâcirîn’dir.

Kur’an’ın anlattığı elçilerin bir çoğunun hayatında hicret olgusu var. Bunların bir kısmı kaçış, bir kısmı kurtuluş, bir kısmı daha uygun şartlarda görev yapma, bir kısmı Allah’ın emrini gerçekleştirme, bir kısmı yeni bir nesil ve toplum inşa etme amacına yönelikti.

Onların hicretleri hem bedensel yer değiştirmeyi, hemde manevî terketmeyi, uzaklaşmayı ifade eder. Mesela İbrahim’in (as) “Ben Rabbime muhâcirim (O’na hicret ediyorum)” (Ankebut 29/26)  her ikisini de ifade eder. Zira o hem kavminin inanç, ahlâk ve bâtıl geleneklerinden uzaklaştı, hem de günü geldi içinde büyüdüğü kavminin beldesini terkedip bugünkü Filistin topraklarına hicret etti.

Âdem’in (as) Cennetten yeryüzüne gönderilmesi,

Yûnus’un (as) inatçı kavminden uzaklaşması,

Yûsuf’un (as) daha çocukken Kenan diyarından uzaklara götürülmesi,

Ya’kub’un (as) Kenan diyarından ailecek Mısır’a göç etmesi,

Musa’ın (as) önce Mısır’dan Medyen diyarına gitmesi, sonra kavmini Firavun zulmünden kurtarıp Filistin’e götürmesi,

İsmail’in (as) daha küçük bir çocukken Filistin’den Mekke’ye bırakılması hicret, bu peygamberler de muhâcir sayılır.

Muhâcir terim olarak her ne kadar Mekke’den Mediye göç eden sahabeleri anlatsa da, vahiy sürecinde ilk hicretin Habeşistan’a yapıldığını biliyoruz. İslâmın ilk muhâcirleri bu fedakar müslümanlardı.

Mekkeli müşriklerin İslami davete şiddetle karşı çıkmaları, İslamı kabul edenlere baskı ve işkence artınca Peygamber (sav) bazı müslümanlara “emin bir melik (yönetici)” dediği Necaşi’nin ülkesi Habeşistan’a gitmeye izin verdi. Risâletin 5. ve 6. Altıncı yıllarında iki defa gerçekleşen bu ilk hicrete katılan 130 kadar sahabe Mekkelilerin zulmünden kurtulmuşlardı. Müşrikler, bunu anlayınca kendilerine göre suçlu olan bu kimseleri geri getirmek için elçi gönderdiler. Lakin adâletli kral Necâşi onları teslim etmedi. Ülkesinde rahatça kalabileceklerini söyledi. (Hamidullah, M. İslâm Peygamberi (çev.), 1/119)

Şüphesiz bu hicret o günkü şartlarda muazzam bir fadakârlık, imanda sebat, Allah’ın ve elçisinin va’dine güvendi. Mekke’deki evini, işini, çevresini, (kimisi) ailesini terkedip, bilinmeyen bir ülkeye, ne olacağı belli olmayan bir geleceğe gitmek kolay yapılabilecek bir şey değildi. Fakat onların güvenli ve dinlerini rahatlıkla yaşayabilecekleri, ögürlüklerine müdahele edilmeyecek bir ortam gerekiyordu. Onu da şimdilik Habeşistan’da bulmuşlardı, ağır bedel ödemelerine rağmen.

 Habeşistan muhâcirleri geçici de olsa baskıdan kurtulup güvenliğe kavuşmuşlardı. Lâkin Mekke’de kalan, hicret etmeyen veya edemeyenler, müşriklerin alay, baskı, maddi ve manevi işkenlerine maruz kalmaya devam ettiler. Bu durum İslâmi davetin sesi ve müslümanların sayısı arttıkça, müşriklerin rahatsızlığı ve zulmü daha da şiddetlendi.

Hatta müslümanlara karşı üç yıl süren amansız boykot uygulaması bile devreye sokuldu. Müşrikler mü’minleri temel ihtiyaçlarını kısıtlayarak teslim olmaya zorladılar.

Bütün bu olumsuz gelişmeler Peygamber’i (sav) davet için daha uygun bir ortam arayışına mecbur etti. Bu amaçla yaptığı Taif seyâhati başarısız oldu. Ancak risâletin 11. yılında Medineli bir kaç kişi ile görüşmesi ve ertesi iki yıl içinde yapılan Akabe biatları sonuç verdi. Rasûlullah'a Medine'ye hicret etmesi emredildi. (Buhârî, M. Ensâr/45)

O da sahabelere Medine’ye göç etmelerini söyledi. Onlar da küçük gruplar halinde, bazen gizli, bazen açıktan o zamanki adı Yesrib olan Medine’ye hicret ettiler. En sonunda da Rasûlüllah Ebu Bekr (ra) ile birlikte, tarihin akışını değiştirecek zor ve tehlikeli bir yolculuğu, Hicret’i gerçekleştirdi. 

Gerçek bir fedakârlık isteyen Allah yolunda hicret Kur’an’a göre mümince bir tavırdır.

Allah (cc) kendi yolunda hicret edenlere bolluk ve genişlik vereceğini müjdeliyor. “Kim Allah yolunda hicret ederse, yeryüzünde gidecek çok yer de bulur, genişlik de. Kim Allah’a ve Peygamberine hicret etmek amacıyla evinden çıkar da sonra kendisine ölüm yetişirse, şüphesiz onun mükâfatı Allah’a düşer. Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (Nisâ 4:100)

“Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, elbette onları dünyada güzel bir şekilde yerleştiririz. Âhiret mükâfatı ise daha büyüktür. Keşke bilselerdi.” (Nahl 16:41)

Peygamberin muhacirlerinin bu müjdelere kavuştuğunu söyleyebiliriz. Ancak bu va’d ondan sonra kıyâmete kadar Allah için hicret edecek herkes için geçerlidir.

Peygamberimizin ve muhâcir sahabelerin bu hicreti, şüphesi sıradan bir göç değildir. Tarihi bir olaydı. Hatta tarihe yön veren en önemli olaylardan biri idi. Hicretle İslâmî davet ve mü’minler güvenli ortama kavuştu. İslâm hayatlaştı, Kur’an’ın ilkeleri yaşantıya dönüştü. Dolaysıyla davetin hedefleri gerçekleşti. Mekkede temeli atılan islâmî kişilikler Medine’de İslâmî topluma ve vahyin şekil verdiği hayata dönüştü.

Hicretten önce Mekke’de sesi boğulmaya çalışılan vahyin daveti, Hicretten sonra 10 yıl, özellikle Hudeybiye barışından sonra 5 yıl içerisinde bütün arap yarımadasına ulaştı. Hem davet olarak, hem siyasi güç, hem de model olarak. Vahyin davetinin bu kadar kısa zamanda bu kadar coğrafyaya ulaşmasındaki başarıyı, eşi bulunmaz özveri ile yapılan hicrette ve bu hicretin muhâcirlerinin, onlara destek olan Ensârın samimiyet, çaba ve fedakârlıklarında aramak lazım. 

Rabbimiz bu seçkin Muhâcirleri farklı ifadelerle, bazı âyetlerde ise Ensâr ile birlikte methediyor. Yaptıkları fedakârlığa ve bununla hak ettikleri karşılığa dikkat çekiyor.

“... Hicret edenler, yurtlarından çıkarılanlar, yolumda eziyet görenler, savaşanlar ve öldürülenlerin de andolsun, günahlarını elbette örteceğim. Allah katından bir mükâfat olmak üzere, onları içinden ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Mükâfatın en güzeli Allah katındadır.” (Âli İmran 3:195)

 “Sonra şüphesiz ki Rabbin, eziyete uğratıldıktan sonra hicret eden, sonra Allah yolunda cihad edip (çaba gösterip) sabreden kimselerin yanındadır. Şüphesiz Rabbin bundan sonra da çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Nahl 16/110)

“İman edenler, hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler (çok çalışanlar); şüphesiz bunlar Allah’ın rahmetini umarlar. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Bakara 2:218)

“İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden (çok çalışan) kimselerin mertebeleri, Allah katında daha üstündür. İşte onlar, başarıya erenlerin ta kendileridir.” (Tevbe 9:20. Hacc 22:58)

Bu muhâcirler haksız yere yurtlarından uzaklaştırılmış, Allah’ın rızasını dileyen, güçsüz olsalar da Allah’ın dinine yardım eden kimselerdir. (Haşr 59:8)

Bu âyetlerden günümüzde Allah yolunda hicret eden, evini yurdunu terketmek zorunda kalan muhâcirlere de muştular var. Hem dünyada hem de âhirette.

Nisâ 4:100. âyetinde verilen müjde günümüz muhâcirleri için de geçerlidir.

 

-Muhâcirliğin sebepleri

Habeşistan’a hicret eden sahabeler, Mekke’de suç işleyen suçlular değillerdi. Kimse onlara haydut eşkıya diyemezdi. Hepsi İslam ile şeref bulmuş, güzel ahlaklı olmuş lerefli kimselerdi. Ama muhacir olmuşlardı. Zira Mekke site devleti onlara hayatı zorlaştırmıştı. Önlerine de tek  seçenek koymuşlardı: İslamdan vazgeçmek.

Onlara ikinci bir seçenek tanımadıklarını, Habeşistan’a elçi gönderip onları Mekkeye getirmek istediklerinden anlıyoruz.

Rasulüllah’ın ve sahabelerin hicreti, tarihin akışını değiştirdi. İslâm ümmeti teşekkül etti, İslâm devletleşti. Arkasından muhteşem İslâm medeniyetleri doğdu. Mekke şartlarında bunun oluşmasına imkan yoktu.

Demek ki bir müslüman toplum için başka bir beldede İslâma dayalı bir toplum, otorite, hâkimiyet ve uygarlık kurabilmek üzere hicret söz konusu olabilir.

İslam o günkü toplumda fiilen var iken hicretle ve Hudeybiye Anlaşmasıyla hukuki bir statüye kavuştu. Bundan dolayı Kur’an bu anlaşmayı “apaçık bir fetih-başarı” diye niteledi. (Fetih 48/1) Bazı durumlarda böyle bir hedef için muhacirlik gündeme gelebilir.

İslami ahkâm maksatlarını gerçekleştirecek şekilde ancak İslâmî otoritenin ve müslüman toplumun olmasıyla uygulanabilir. Büyük Hicret bunun yolunu açtı.

Bazı yerlerde müslüman ya hâkim otoritenin/sistemin, ya gayri müslimlerin baskısı, ya da İslâm dışı şeylerin yaygın olması sebebiyle Rabbine hakkıyla kulluk edemez. Bu durumda mü’min başka bir emin beldeye göç edebilir. Belki böylesine bir hicret yeniden dirilişe, toparlanmaya ve müslümanların işgale uğrayan topraklarını yeniden fethetmeye zemin hazırlayabilir. Zaten hicret olayında bu şuur vardır

Müslümanların zâlimlerle, haksızlıklarla, kötülükler, insan hakları ihlâlleriyle mücadele ederken mevzi, strateji değiştirme gereği olur. Hicret buna imkan sağlayabilir.

Müslüman için bir belde boğucu, bunaltıcı, dayanılmaz olunca, alay, hakaret, haksızlık, sözlü ve fiili işkence varsa hicret kaçınılmaz olur.

Müslümanlar için –Allah korusun- bir beldede ya İslami kimliğin (dinin), ya sürgün seçenekleri gündeme gelince, onun muhâcirliği seçmesi evladır.

Müslümanların beldesi işgale uğrar, çabalara rağmen bu işgal sona erdirmezse ve işgalciler baskı ve zulme başvurularsa, müslümanlara hicrete mecbur kalabilirler.

Bir yerde müslüman ekonomik ve sosyal açıdan perişan ise, kendini ve ailesinin en zaruri ihtiyaçlarını karşılama imkanı kalmamışsa, bunları karşılamaya imkan bulacak başka yerlere hicret etmesi mümkündür.

İnsan için en önemli ihtiyaçlardan biri de güvenliktir. Sokakta, iş yerinde, evinde, eğitim alanında, pazarda vs. Bir beldede bu anlamda emniyet kalmamışsa, güvenlik tehlikye düşmüşse, müslüman bir emin belde araması hakkıdır.

Yerine gelince Allah yolunda hicret ciddi bir sınavdır. İmanında samimi olanla, gevşek olanı ortaya çıkaran zor bir denemedir. Gün olur, kişi bu zor deneme ile karşı karşıya gelebilir.

Bir beldede, bir yerde Allah’ın dinini yaşama, O’nun yolunda çaba gösterme imkanı kalmamışsa, mü’min bu imkanların olduğu başka yerlere, -tıpkı ilk Muhâcirler gibi- gidebilir. Orada çabasını, gayretini, kulluğunu, iyiliklerini, modelliğini canlandırabilir.

Müslüman sürekli –İbrahim gibi- Allah’a doğru muhâcir, -hadiste geçtiği gibi de- sürekli kötülüklerden, günahlardan hicret eden insandır.

O yüzden muhâciri şöyle tanımlamak mümkün: İmkanların tükendiği yerden imkânların üretilebileceği yere göç eden mümin. Ya da dönmek üzere geçici olarak ayrılan ideal insan.

Bir yerde hicret, muhacirlik söz konusu ise, orada ‘ensar’ olmak da gündeme gelir.

 

-Nasr-Ensâr

‘Ensâr’ kelimesinin kökü ‘nesara’ fiili sözlükte, yardım etmek, yardımda bulunmak, korumak demektir. (İbni Manzûr, Lisânu’l-Arab, 14/269. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 753) Bu fiil ‘min’ ile kurtardı, ‘alâ’ ile galip ve muzaffer kıldı anlamına gelir. (İslâmoğlu, M. Esmâ-i Hüsnâ, 2/22)

Bu fiili ve türevleri Kur’an’da 159 yerde geçiyor. Fiil olarak da pek çok âyette yardım anlamı eksen olmak üzere çeşitli formlarda, daha çok Allah’ın yardımı anlamında kullanıyor. (bkz: Bakara 2:286. Âli İmran 3:81, 122, 147. Tevbe 9:14, 25. Enbiyâ 21:77. Hacc 22:15. V.d.)

Allah (cc) ilk mü’minlere hitaben; “Allah size yardım ederse size galip gelecek olmaz. Fakat yüzüstü bırakırsa size kim yardım edebilir?” (Âli İmran 3:160)

Dâvûd (as) zamanında Tâlut’un askerleri Câlut’a karşı Allah’tan yardım istediler. (Bakara 2:250)

Mü’minler dualarında; “Yarabbi Sen Mevlâmızsın, kâfirler topluluğun karşı bize yardım et” derler. (Bakara 2:286)

Peygamberlerin davasına yardımcı olan Rabbanîler Allah yolunda gevşeklik göstermezler, sabrederler, “kâfirler topluluğun karşı bize yardım et” şeklinde dua ederler. (Ali İmran 3:147)

Nuh (as) kavminin kendisine yalanmasına karşılık Rabbinden yardım istedi. (Mü’minun 23:26, 39. Kamer 54:10) Lût (as) da benzer bir dua yaptı. Ankebut 29:30)

Allah (cc) peygamberlere ve iman edenlere dünyada ve hesap gününde yardım eder. (Mü’min 40:51)

 Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz (emrini tutar, dinini uygularsanız), O da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam bastırır.” (Muhammed 47:7. Bir benzeri: Hacc 22:40)  Allah (cc) da kendisine yardım edeni bilir. (Hadid 57:25) Allahın kula  yardımı açıktır. Kulun Allah’a yardımı ise O’nun koyduğu sınırlara, O’na verdiği sözlere bağlı kalması, öğütlerine riayet etmes, hükümlerine sarılması, yasaklardan kaçınması, yani dinine yardım şeklinde olur. (Isfehânî, R. el-Müfredât, s: )

Eğer insanlar Peygamber’e (veya davasına) yardım etmezlerse Allah ona yardım eder. (Tevbe 9:40. Bir benzeri: Fetih: 48:3. Hacc 22:15)

Allah (cc) dilediğine yardım eder, zafer verir. (Rûm 30:5. Bir benzeri: Tevbe 9:14. Hacc 22:60)

Şüphesiz Allah’a karşı inkârcıların kendilerine yardım edecek askerleri yoktur ki hak ettikleri azabı savabilsinler. (Mülk 67:20)

İbrahim’in kavmi, onu ateşe atarak tanrılarınıza yardım edin dediler. (Enbiyâ 21:68)

Peygamber’e inanıp ona yardım edenler, ona inen Kur’an’a uyanlar kurtuluşa ererler. (A’raf 7:157)

Dinlerinde samimi olmayanlar müslümanlar bir savaşa mecburen çıksalar söz verdikleri hâlde onlara yardım etmezler. (Haşr 59:11-12)

 Firavun ehlinden iman etmiş bir kimse kavmine; Allah’ın azabı bize gelirse, bize kim yardım edebilir? diye sormuştu. (Mü’min 40:29)

İnsanların tanrı diye uydurdukları putlar onlara asla yardım edemezler. (A’raf 7:192, 197. Şuarâ 26:93. Yasin 36:74)

Zenginliği ile şımaran, İslâmî davete kafa tutan Kârun’un sarayı yerle bir edildiği zaman onu kurtarmak üzere yardım edecek kimse yoktu. (Kasas 28:81)

Cehennemi hak edenlerin Allah’tan başka kendilerine yardım edecek dostları olmayacak. (Şûrâ 42:46)

Zalimlere meyledenlere ateş dokunur, lakin onlara Allah’tan başka yardım eden olmaz. (Hûd 11:113)

Cehennemi hak edenler orada ilâhi yardım göremeyecekler . (Mü’minûn 23: 65. Bir benzeri: Zümer 39:54)

Şefaatin olmadığı, fidyenin kabul edilmediği, kimsenin başkasına yardım edemeyeceği bir gün gelecek. (Bakara 2:48, 123. Bir benzeri: Duhan 44:41)

Bu fiil kökünden gelen ‘intisar’, zâlime karşı yardım istemek demektir. (Şûrâ 42:39, 41. Muhammed 47:4. Şuarâ 26:227. v.d),

‘tenâsur’ ise; yardımlaşmak, birbirine yardım etmek, desteklemek demektir. (Bkz: Sâffât 37:25)

Bu fiilin masdarı ‘nasr’: 23 âyette geçmektedir ve nusret, yardım, destek, zafer, kurtuluş demektir. Nusret, özel yardım ve destektir. Meşru mücadele eden ve çalışan, çaba sarfedenlerin başarılı olması için yapılan destektir.

Bunların dört tanesi nasrullah-Allah’ın yardımı şeklinde geliyor.

“Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Peygamber ve onunla beraber mü’minler, “Allah’ın yardımı (nasrullah) ne zaman?” diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı pek yakındır. (Bakara 2:214. Ayrıca bkz: Rûm 30:5. Nasr 110:1. Ankebût 29:10)

Mutlak yardım/zafer zaten Allah katındandır. (Âli İmran 3/126. Enfâl 8/10)

İnkârcıları koruyacak ilâhları yoktur. Tanrı edindikleri kendilerine yardım edemedikleri gibi, Allah da onlara yardımcı olmaz. (Enbiyâ 21/43. Bir benzeri: Furkan 25:19. A’raf 7:197. Yâsîn 36:75)

 Allah (cc) iman edenlere yardım etmeyi, zafer-başarı vermeyi kendi üzerine alıyor. (Rûm 30:47. Enfâl 8:62)

Peygamber’e hitaben; “O’dur seni yardımıyla, yani imanlı insanlarla destekleyen.” (Enfâl 8:62) deniyor.

Allah (cc) kendine, kendi davasına yardım edenlere elbette en uygun yardımı yapar, dilerse zafere eriştirir. Allah bunu yapacak güçtedir. (Hacc 22:40. Enfâl 8:26)

“(Bunu yapınız ki) Allah, günahlarınızı bağışlasın, sizi içinden ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koysun. İşte bu büyük başarıdır/zaferdir. (Saff 61/13)

 Allah (cc) Rasulüllah’a apaçık bir fetih verdiğini söyledikten sonra bunun hikmetini şöyle açıklıyor: Ta ki Allah, senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışlasın, sana olan nimetini tamamlasın, seni doğru yola iletsin ve Allah sana, şanlı bir zaferle yardım etsin.” (Fetih 48:1-2)

Yalanlanan, kendilerine eziyet edilen peygamberler Allah’ın yardımı/nusreti gelinceye kadar sabrettiler. (En’am 6:34. Bir benzeri: Yûsuf 12:110)

Allah (cc) dilediğini ve mü’minleri yardımı ile destekler. (Ali İmran 3:13. Bir benzeri: Enfal 8:26,) Üstelik O yardım etmeye de zafer vermeye de kadirdir. (Hacc 22:39)

Bu fiili kökünün özen (fail) ismi ‘nâsır’ yardımcı, yardım eden, zafer veya başarı veren demektir. Çoğulu ‘nasirîn’ şeklinde. Kur’an’da onbir âyette geçiyor.

Rasûlüllah’ı Mekke’den çıkaranlardan daha kuvvetli topluluklar vardı. Lakin hak ettikleri ceza gelince ona karşı bir yarmcıları yoktu. (Muhammed 47:13)

Hesap günü bütün sırlar ortaya dökülecek. Orada insanın hiç bir yardımcısı, destekçisi olmayacak. (Târık 86/10. Bir benzeri: Cin 72:24

Allah’ın âyetlerini inkar edip O’nun elçilerini katledenlerin amelleri boşa gider, yardımcıları da olmaz. (Âli İmran 3:22)

İnatla inkâr edenlere dünyada ve âhirette azap var. Onların yardımcısı da yoktur. (Âli İmran 3:56, 91. Bir benzeri: Nahl 16:37. Câsiye 45:34)

Allah’ı bırakıp putları tanrı edinenler yarın hesap günü birbirlerine lanet edecekler ve orada yardımcıları olmayacak. (Ankebût 29:25)

Mü’minlerin bir fayda bulurum umuduyla kâfirlere tabi olmaları gerekmez. Bilakis onların en büyük yardımcısı Allah’tır. (Âli İmran 3:150)

Kendi nefsilerinin hevâsına tanrı gibi uyanlar sapıtırlar ve azabı hak ederler. Buna karşılık onların bir yardımcısı da olmaz. (Rûm 30:29)

 Yine bu fiil kökünden gelen ‘nasîr’; çok yardım eden, destekleyen demektir.

‘en-Nasîr’ olarak Allah’ın güzel isimlerinden biridir. (İbni Manzûr, Lisânu’l-Arab, 14/270) Yardım edip destekleyen, yardım ve desteğini eşsiz ve benzersiz bir biçimde yapan, yardım ve desteğinin bir sınırı olmayan, nasıl yardım edeceğini bilen, zafer ve başarı veren, mutlak yardım edici özne demektir.

Nâsir ile nasîr arasında fark var. Nâsır birinin yardım etme özelliği olduğunu ifade eder. Nasîr ise birini yardım etme vasfıyla övmek ve o konudaki üstünlüğünü itiraf etmektir. (İslâmoğlu, M. Esmâ-i Hüsnâ, 2/22)

Nasîr kalıbı Kur’an’da 24 yerde geliyor. Bunların dördü doğrudan Allah’a nisbetle kullanılıyor.

 “... ve Allah'a sımsıkı sarılın. O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır.” (Hacc 22:78. Enfâl 8:40)

“Biz, işte böyle, her peygamber için suçlulardan bir düşman yarattık. Yol gösterici ve yardım edici olarak Rabbin yeter.” (Furkan 25:31. Ayrıca bkz: Nisâ 4:45. Enfâl 8:40

“Geriye kalan 20 nasîr ismi biri hariç diğerleri olumsuzlama yoluyla Allah’tan başka yardımcı ve destekçi olamayacağını ifade eden, binası menfi cümleler hâlinde yer alır. Bunlar da dolaylı olarak Allah’ın en-Nasîr ismine işaret ederler. (İslâmoğlu, M. Esmâ-i Hüsnâ, 2/25)

“Bilmez misin ki, göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Sizin için Allah’tan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır.” (Bekara 2:107, 120. Ayrıca bkz: Tevbe 9:74, 116. Ankebût 29:22 v.d.)

Zâlimlerin yardımcısı, destekçisi yoktur. (Hacc 22:71)

Allah, sizin düşmanlarınızı çok daha iyi bilir. Allah, dost olarak yeter. Allah, yardımcı olarak da yeter.(Nisâ 4:45)

Konumuz olan ‘ensâr’ kavramı; işte bu ‘nâsır veya nasîr’ fail (özne) isminin çoğuludur.

 

-Kur’an’da ensâr

Kur’an’da, ‘ensâr’ kelimesi 8 âyette geçmektedir. Bir kaç tanesi genel yardımcı (nâsir/nasîr) anlamında, iki tanesinde ise Medineli sahabeleri niteliyor. (İbni Mansur, Lisânu’l-Arab, 14/269)

“Allah yolunda her ne harcar veya her ne adarsanız, şüphesiz Allah onu bilir. Zulmedenlerin yardımcıları yoktur.” (Bakara 2:270. Bir benzeri: Mâide 5:72)

“Rabbimiz! Sen kimi cehennem ateşine sokarsan, onu rezil etmişsindir. Zâlimlerin hiç yardımcıları yoktur.” (Âli İmran 3:192)

“Hataları (küfür ve isyanları) yüzünden suda boğuldular ve cehenneme sokuldular da kendileri için Allah’tan başka yardımcılar bulamadılar.” (Nûh 71/25)

Hz. İsa (as), kendilerini İslâma davet ettiği İsrailoğullarının inkârını görünce; “Allah’a giden yolda benim yardımcılarım kimdir?” demişti. Havariler de, “Biz Allah’ın yardımcılarıyız” demişlerdi. Bunun üzerine İsrailoğullarından bir kesim inanmış, bir kesim de inkâr etmişti. Nihayet biz inananları, düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün geldiler.” (Saff 61:14)

Âyetin cümleleri içerisinde ‘Allah’ın yardımcıları olmak’ şeklinde bir ifade geçse bile bu, Allah’a doğrudan bir yardım değil ‘Allah için yardım’ şeklinde anlaşılmalıdır.  

Ya da “ben Allah’a giderken yardımcılarım kimlerdir? Allah’a iman etmiş ve nefsini Allah’a teslim etmiş olup da, yardımını Allah’a bağlayarak ve Allah rızasından başka bir şey düşünmeyerek bana yardım yapacak; özetle, özü Allah’a bağlı, yardımcılarım, dostlarım kimlerdir?”  (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 2/368)

Şu âyet bunu açıklar niteliktedir: İsa, onların inkârlarını sezince, “Allah yolunda yardımcılarım kim?” dedi. Havariler, “Biziz Allah yolunun yardımcıları. Allah’a iman ettik. Şahit ol, biz müslümanlarız” dediler.” (Âli İmran 3:52 )

Allah (cc) Ey iman edenler! Allah’ın yardımcıları olun, tıpkı Havariler gibi...” buyuruyor. (Saff 61:14) Allah’a yardım etmenin O’nun dinine yardım, O’nun dinini hayatlaştırma ve güzel temsil etme şeklinde anlaşılması gerektiği yukarıda geçti. Bu davet günümüzde her müslümana yöneliktir. 

Aynı davet Peygamberimizin sahabelerine de yapılmıştı. Onlar da Allah yolunda İsa’nın mü’minleri gibi zorluklar çektiler, eziyet gördüler. Ama Allah’ın davasına ve Elçisine sonuna kadar Muhâcir ve Ensâr olarak destek oldular.

 

-Ensâr: Özel ünvan

‘Ensâr’ kavram olarak, Muhammed’in (sav) davetini kabul edip müslüman olan,  Hicretten sonra Peygamber’i ve Allah’ın dinini kabul ettikleri için Mekke’den çıkarılan muhâcirleri barındıran, koruyan ve destansı bir şekilde yardım eden Medineli sahabe topluluğunun özel adı, ünvanıdır.

‘Ensâr’ sıfatını Kur’an özellikle muhâcirlere yardım edenler hakkında kullanmaktadır. Enes b. Mâlik’ten nakledildiğine göre o bu ismin ilk defa Kur’an’da yer aldığını söylemiş (Buhârî, M. Ensâr/1)

Ensâr bu anlamıyla Kur’an’da iki âyette (Tevbe 9:100 yukarıda geçti) muhâcirlerle birlikte geçmektedir. Allah (cc) bu her iki topluluktan razıdır.

Andolsun Allah; Peygamber ile içlerinden bir kısmının kalpleri eğrilmeğe yüz tuttuktan sonra, sıkıntılı bir zamanda ona uyan muhacirlerle ensarın tövbelerini kabul etmiştir. Evet, onların tövbelerini kabul etmiştir. Şüphesiz O, onlara çok şefkatli ve çok merhametlidir.” (Tevbe 9:117)

Kur’an, iman ettikten sonra Allah yolunda hicret edenler ile onlara yardım eden Ensâr’a gerçek müslümanlar diyor, onlar için üstün bir rızık olduğunu söylüyor. (Enfâl 8:74)

Ayrıca Haşr 59:9 ve Enfâl 8:72 ve 74. âyetlerinde ‘ensâr’ geçmemekle beraber Peygamber’e ve muhâcirlere yaptıkları hizmetler, gösterdikleri fedakârlıklar anılarak kendileri övülüyor.

“Onlardan (muhâcirlerden) önce o yurda (Medine’ye) yerleşmiş ve imanı da gönüllerine yerleştirmiş olanlar, hicret edenleri severler. Onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden, hırsından korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Haşr 59:9)

“İman edip hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler var ya, işte onlar birbirlerinin velileridir. İman edip hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye kadar, onların velâyetleri size ait değildir. Eğer din konusunda sizden yardım isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavme karşı olmadıkça, yardım etmek üzerinize borçtur. Allah, yaptıklarınızı hakkıyla görendir. (Enfâl 8:72)

“İman edip hicret eden ve Allah yolunda cihad edenler ve (muhâcirleri) barındırıp (onlara) yardım edenler var ya; işte onlar gerçek mü’minlerdir. Onlar için bir bağışlanma ve bol bir rızık vardır.” (Enfâl 8:74)

Yine muhâcir-ensâr ayırımı yapılmaksızın sahabelerden övgüyle söz eden âyetlerin, sahabenin bir kısımın teşkil eden Ensârı da kapsadığı açıktır.

 İman edenler, hicret edenler, Allah yolunda cihad edenler; şüphesiz bunlar Allah’ın rahmetini umarlar. Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir. (Bakara 2:218)

“Ey Peygamber! Sana ve sana tabi olan mü’minlere Allah yeter.” (Enfâl 8:64)

“Fakat peygamber ve beraberindeki mü’minler, mallarıyla, canlarıyla cihat ettiler. Bütün hayırlar işte bunlarındır. İşte bunlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.

Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük başarıdır.” (Tevbe 9:88-89. Ayrıca bkz: Âl-i İmrân 3/169-174. A‘râf 7:157. Enfâl 8:26. Feth 48:18-19, 29)

Kur’an’ın ‘Ensâr’ dediği Rabbimizin övdüğü ve razı olduğu bu mü’minler ne yaptılar ki, bu şerefi ve iltifatı hak ettiler?

Bilindiği gibi Rasûlüllah (sav) peygamberliğinin 11. yılında (m. 620) hacc zamanı Medineli altı kişiye İslâmı tebliğ etmiş ve onlar da müslüman olmuşlardı. Ertesi yıl 12 kişi, bir yıl sonra da 75 kişiyle birinci ve ikinci Akabe biatları yapılmıştı. İkinci Akabe biatında Medineli müslümanlar, Peygamberi malları ve canları pahasına koruyacaklarına, emirlerine uyacaklarına, her türlü yardımı yapacaklarına, hiç kimseden korkmadan ve çekinmeden Allah’ın yolundan gideceklerine söz vermişlerdi. Bunun üzerine onlar Mekkeli birer muhâcir olarak Medineye göç etmeye başladılar.

Peygamberimiz de peygamberliğin onüçüncü yılında (622) Medine’ye hicret etti. (İbni Hişam, Siyer, 1/431-480)

Peygamberimiz (sav) Hicretten hemen sonra muhâcirler ile Ensâr arasında kardeşlik kurdu. Ensâr muhâcirleri öz kardeşleri gibi kabul ettiler ve ellerindeki her imkânı onlarla paylaşmak istediler. Onlara barınak ve eşya verdiler. Tarla ve bahçelerinde çalıştırarak ürünlerine ortak ettiler. “... son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ettiler...” (Haşr 59:9)

Medineli Ensâr, sahip oldukları şeylerin yarısını kardeşi ilan edilen muhâcir'e veriyordu. (Buhârî, Ferâiz/16 no: 6747) 

Böylece bütün varlıklarını Mekke’de bırakıp gelen muhâcirlere büyük ölçüde maddî ve mânevî destek sağlanmış oldu. Bu dayanışması sonucunda Peygamber’in (sav) Medine’de kurduğu çarşıda ticarî hayat canlanmış ve Medineliler yahudilerin ekonomik etkisinden kurtulmuşlardı. (Algül, H. TDV İslâm Ansiklopedisi, 11/151) Onların arasındaki yardım ve kardeşliğin bir örneği daha görülmemiştir:

Ensâr, Akabe biatlarında Peygamber’e verdiği sözü tutarak, müslümanlara ve Medine’ye saldıran iç ve dış düşmanlara karşı mücadele ettiler. Bu uğurda hiç bir fedakârlıktan çekinmediler. Mallarını ve canlarını ortaya koydular. Bütün zor anlarda desteklerini sürdürdüler, geri adım atmadılar ve hiç bir şeyden korkmadılar.

Kur’an, her iki grup müslümanı da övmüş, Peygamberimiz çeşitli hadislerinde onları takdir etmiştir.

“Şayet Ensar bir vadiye veya bir geçide gitse ben de mutlaka Ensâr’ın gittiği vadiye veya geçide giderdim.” (Buharî, M. Ensar/2 no: 3779, Temenni/9 no: 7245. Tirmizî, Menâkıb/66 no: 3901)

“Allah’a ve âhiret gününe iman eden kimse Ensar’a buğzetmesin.” (Tirmizî, Menâkıb/66 no: 3906)

Peygamberimiz yine onları ancak mü’minlerin sevebileceğini, onları sevenlerin mükâfatının Allah tarafından sevilmek, onlardan nefret etmenin cezasının da Allah’ın buğzuna uğramak olduğunu açıklamıştır. (Buharî, M. Ensâr/4 no: 3783-3784. Tirmizî, Menâkıb/66 no: 3900)

Ensâr, Peygamberimize ve O’nun davasına hayatı boyunca destek oldular. O’nun vefatından sonra da Allah yolunda çalışmaya devam ettiler. İslâmî davetin başka ülke ve coğrafyalara ulaşmasına çaba gösterdiler.

Diğer insanlara hayatlarıyla örnek oldukları gibi, Peygamberimizin sünnetini koruyarak kendilerinden sonra gelenlere aktardılar. Sonradan ortaya çıkan anlaşmazlıklara pek karışmadılar.

Ensâr, şüphesiz ki İslâmî davetin korunmasında ve yayılmasında, Medine’de ilk İslâm devletinin kurulmasında, örnek İslâmî hayatın sonraki nesillere aktarılmasında muhâcirlerle birlikte en önemli rolü oynadılar. Onlar, mü’minler için en güzel örnektir. Onları sevmek, onları örnek almak, onların izini takip etmek bir iman borcudur.

Onların hayatında İslâmî çalışmaların bütün yönlerini, fedâkarlığın, cömertliğin, yiğitliğin, kardeşliğin, eziyetlere katlanmanın, Peygambere bağlanmanın, emre itaat etmenin, anlaşma ve işbirliğinin, diğer mü’mini kendi nefsine tercih etmenin (isar’ın), çalışmanın, ilme düşkünlüğün, kısaca Allah için tertemiz yaşamanın bütün güzel örneklerini bulabiliriz.

 

-Günümüzde ensâr olmak

Kur’an mü’minlere şöyle diyor:

“Ey iman edenler! Allah’ın (dininin) yardımcıları olun, tıpkı Meryem oğlu İsa’nın havarilere demesi gibi…” (Saff 61:14)

‘Sözün (lafzın) özel olması hükmün genel olmasına engel değildir’, kuralından hareketle diyebiliriz ki: Bütün mü’minler, her devirde ve her yerde öncelikle İslâm’ı hayatlarında yaşayarak, onu birer canlı hayat hâline getirerek, onun güzelliklerini ahlâk olarak göstererek, diğer insanlara ‘hidâyet’ örneği olarak yardım etmek, ‘ensâr’ olmak durumundadırlar.

Ayrıca bütün mü’minler, bulundukları yerlerde, şartların uygun olmasına göre mallarıyla, imkanlarıyla, bilgi ve güçleriyle, gerekirse canlarıyla Allah’ın dininin ‘yardımcılar’ı olmalılar, tıpkı Ensâr gibi. Zaten mü’minler kendilerinden yardım isteyen din kardeşlerine yardım etmekle yükümlüdürler. (Enfâl 8/72)

Mü’minler, dünyanın neresinde olursa olsun, ezilen, hor görülen, müztez’af hâle getirilen, hatta yerinden yurdundan sürülen mü’minlere ellerinden geldiği kadar ‘ensâr’ olmak, gerekli yardımı ulaştırmakla görevlidirler.

Allah’a yardım, O’nun dinine ve O’nun muhtaç, müstez’af ve mücâhid kullarına yardım etmekle, yani ‘ensâr’ olmakla mümkündür.

Hatırlamak gerekir ki Allah (st) kendi yolunda muhâcir ve ensâr olanları sevdiği, ödüllendireceği gibi, güzellikle onlara tabi olanları da, onları örnek alanları da sever ve ödüllendirir. (Tevbe 9/100)

 

Hüseyin K. Ece

12.07.2021

Zaandam