-Sözlükte ahd

Ahd/ahid’in aslı ‘ahide fiilidir. Bu da bir şeyi bir durumdan bir diğerine korumak, bakıp gözetmek demektir. Buradan hareketle koruyup gözetilmesi gereken sözleşmeye, anlaşmaya isim oldu ki maksat da budur. (el-Cürcânî, et-Ta’rifât, s: 161)

‘Ahd’, isim olarak; gereği yerine getirilen şey, emir, taahhüt, yükümlülük, verilen söz demektir.

Bir başka deyişle ‘ahd/ahid’, bir şeyi tavsiye etmek, ya da yapmaya söz vermektir. Bu tek yanlı olabileceği gibi karşılıklı da olabilir.

‘Ahd/ahid’te hem yemin, hem de kesin söz verme anlamı vardır. Bir başka deyişle yemin; ahdin dinî tarafını, söz verme de ahlâkî yönünü oluşturur.

“Falan kişi falana ahid verdi, yani ona bunu korumasını istedi” denir.

Aynı kökten gelen ‘muâhede’; şeriat dilinde yalnızca kafirlerden, müslümanların ahd-i emanı içine giren kimseler hakkında kullanılır.

Zevi’l-ahd; de aynı manadadır. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 10/317-319. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 523)

Ahdin koruma anlamından hareketle; akitlaşan iki taraf arasındaki belgeye, senede ‘uhdeh’ denmiş.

Ahd, Kur’an’da fiil ve isim olarak 46 yerde, sözleşme, anlaşma ve akit yapmak anlamında kullanılıyor.

Ancak biz burada ahd’in daha cok Allah ile alakalı nasıl kullanıldığını incelemeye çalışacağız.

 

-Fiil (ahide) hâlinde

“Bir şeyin yerine getirilmesini emretmek, söz vermek” veya “ittifak, anlaşma, sözleşme” gibi mânalara gelen ahid kelimesi fiil hâlinde Kur’an’da 17 yerde geçiyor. (Mesela; Bekara 2/100, 125. Âli İmran 3/183. A’raf 7/102. Tâhâ 20/115. Ahzab 33/15. Yâsîn 36/60. Zuhruf 43/49. v.d.)

Bunlar yerine göre, hem insanların birbirine söz vermesi, hem de Allah ile kulları arasındaki bir tür sözleşme için kullanılmaktadır.

Ahid kelimesinde “söz verme”nin yanında “yemin” ve “zaman” anlamları da vardır. Kur’an’da yer yer aynı anlamda mîsâk, vaad gibi başka kelimelerin de kullanıldığı görüyoruz.

 

-Allah ahid verdi

Allah (st) Elçisine bu Kur’an ile ahdine ve emirlerine muhalefet edenleri, O’na itaat etmeyi terkedenleri, secde emri karşı gelen düşmanları İblis’e tabi olanları haber veriyor.

 a-Kur’an Allah’ın (cc) Cennette iken Âdem’e ahid verdiğini söylüyor.

“Andolsun biz, daha önce de Âdem'e ahid vermiştik. Ne var ki o, (ahdi) unuttu. Onda azim de bulmadık.” (Tâhâ 20/115)

Buradaki “ahidnâ-ahid verdik; vahyettik, tavsiye ettik” şeklinde anlaşılmıştır. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 8/465. Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2031)

Burada Âdem’e bir ilâhi uyarı olduğunu görüyoruz.

Bu ilahî buyruk -yahut daha uygun bir deyişle-, ilahî uyarının ne olduğunu takip eden âyetten anlıyoruz.

“Bunun üzerine Biz de, Ey Âdem, muhakkak bu (iblis) sana ve eşine düşmandır. Sakın sizi Cennetten çıkarmasın. Sonra bedbaht olursun.” (Tâhâ 20/117)

Bu uyraıya rağmen Âdem şeytanın vesvesesine uydu ve Rabbinin emrine muhalefet etti. Bunun karşılığında cezayı hak etti.

“Bu, Tâhâ 20/99. âyetteki ifadeyle “Sana geçmişte olup bitenlerin mahiyetinden böyle (bir üslup içinde) bahsetmekteyiz” ifadeyle bağlantılı olup, manevî gerçekleri gözardı etme eğiliminin insan türünün daimî özelliklerinden biri olduğunu işaret içindir. İnsan türü, Kur’an'ın başka yerlerinde olduğu gibi, burada da Hz. Âdem'le simgelenmektedir.”  (Esed, M. Kur’an Mesajı, 2/642)

Demek ki insan yapısı gereği unutur, gaflet eder, vahiy ise ona unuttuklarını hatırlatır, yerine göre uyarır, hatta tehdit eder. Bu uyarılara kulak asanlar, Âdem (as) gibi kendilerini düzeltirler.

Allah (cc), insanlara emir ve yasaklarını, yani hükümlerini onların arasından seçtiği elçileri aracılığıyla göndermiştir. O, bu seçtiği elçilerden ‘elçilik görevinizi yerine getireceksizin’ diye söz almıştı. Bir kaç âyette bu ahid ‘misak’ kelimesi ile anlatılıyor. (Âl-i İmrân  3/81. Ahzâb  33/7)

 

b-Allah (cc) İbrahim’dan ve oğlu İsmail’den (as) ahid aldı.

“Biz, Beyt'i (Kâbe'yi) insanlara toplanma mahalli ve güvenli bir yer kıldık. Siz de İbrahim'in makamından bir namaz yeri edinin (orada namaz kılın). İbrahim ve İsmail'e: Tavaf edenler, ibadete kapananlar, rükû ve secde edenler için Evim'i temiz tutun diye ahid almıştık (emretmiştik-ahidnâ).” (Bekara 2/125)

Bu âyetteki “ahidnâ-ahid aldık” ifadesi, emretme, vahyetme şeklinde tefsir edildi.

Allah (st) İbrahim’e ve oğlu İsmail’e Kabe’yi, tavaf edenler için tâhir etmelerini (temizlemelerini) emretti.

Kâbe’nin tâhir edilmesi de onun putlardan ve onlara orada tapınmaktan temizlenmesidir. Ya da Allah onlara, şirk ve putlardan tertemiz bir mabed yapmalarını veya Kâbe’nin yerinin temizlendikten sonra yapılmasını emretti. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 1/582. Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/279)

 

c-Allah (st) Musa’ya (as) da ahid verdi

Firavun ve adamları Musa’ya (as) yalanladılar. Akıllarını başlarına alsınlar diye Allah onlara kuraklık ve ürün kıtlığı verdi. Ama onlar bundan ders alacakları yerde bunu Musa’nın sebep olduğu uğursuzluk saydılar. Bunun üzerine Allah (st) onlara mucize olarak çekirge, haşere, kurbağa, kan musallat etti.  

“Azap üzerlerine çökünce, ”Ey Musa! sana verdiği söz (yaptığı ahid) hürmetine, bizim için Rabbine dua et; eğer bizden azabı kaldırırsan, mutlaka sana inanacağız ve muhakkak İsrailoğullarını seninle göndereceğiz” dediler. (A’raf 7/134)

Firavun ve adamları bırakın Musa’ya (as) inanmayı, ona tabi olmayı; istedikleri mucizeler gerçekleşince onlara büyü, kendisine büyücü dediler.

“Ey büyücü! Rabbinin sana olan va’din (yaptığı ahdin) hürmetine  bizim için O’na dua et. O zaman doğru yolu bulmuş oluruz” dediler.”  Ancak azap üzerlerinden kaldırılmasına rağmen verdikleri sözden caydılar. (Zuhruf 43/49-50. Ayrıca bkz: A’raf 7/135)

Daha sonra Musa ve kavmini takip eden Firavun ve adamlarının denizde boğulmasını Kur’an, Allah’ın onlardan intikam alması (yakalayıp ceza vermesi) olarak niteliyor. (A’raf 7/136)

 

d-Allah (cc) insanlara Şeytanla ilgili ahid verdiğini hatırlatıyor

İnsan, Allah’tan başka Rabb tanımayacağına, O’ndan başkasına kulluk etmeyeceğine dair ‘ahd-misak’ vermiştir. Ya da Allah (cc) ona bu önemli talimatı-emri bildirmiştir.

Kur’an bu gerçeğe şöyle işaret etmektedir:

“Ey Âdemoğulları! “Şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık düşmanınızdır” diye size ‘ahd/ahid’ vermedim mi?”  (Yâsîn 36/60)

Buradaki “ahid vermek” de emretmek (Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 3/90),

vasiyyet etmek olarak anlaşıldı. (Hâzin, M. b. İ. Tefsir, 4/10)

Allah (cc) bunu elçileri aracılığyla insanlara ulaştırdı. “Şeytana itaat etmeyin, onun günahları süslü gösterme vesveselerine aldanmayın...”

Ya da “ey insanlar bunu peygamberlerim ile daha önce size bildirmedim mi?”

Buradaki ahdin Kâlû belâ’daki ezelî sözleşme-mîsak anlamında veya Allah’ın bildirdiği aklî ve semâî deliller olduğu da söylenmiştir.  (Şevkânî, Fethu’l-Kadîr, s: 1438)

Şeytana kulluktan maksat, onun kışkırtmalarına kapılmak, telkinlerine uymak, isyan sayılan emirlerini yerine getirmektir. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 10/457)

“Allah’tan başkasına tanrısal özellikler vermek akıl dışıdır. Bu şekilde bütün akıl dışı ve nankörce davranışların bir sembolü olarak kendisini yaratan Rabbine karşı Şeytana tapınmakla eş anlama gelir.

Şeytan kelimesi “haktan uzak oldu” kökünden gelir. Bunun için Kur’an akla, hakikate, ahlâka mahiyet olarak aykırı olan her türlü dürtüyü seytanî olarak niteliyor.

Bu dürtülere bilinçli teslimiyeti de Şeytana tapmak olarak niteliyor.” (Esed, M. Kur’an Mesaji, 2/615)

Günü gelecek bu dünyada gönlünce yaşayan ancak şirk ve küfür (gayr-i İslâm) inancını seçenler ilâhi azara muhatap olacaklar. Bu âyetin geçtiği pasajda Âhiretteki azarın ve cezanın yadırganacak bir şey olmadığı, Şeytanın değil Allah’ın buyruklarının dinlenilmesi gerektiği konusunda gerekli uyarıların yapıldığı belirtiliyor. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 4/448)

Allah ile ‘mîsak/ahd’ yapan insan, dünya hayatında verdiği sözde durmak zorundadır. Bunu da ancak yine Allah’ın İpine tutunarak yapabilir.

Ahd etmek, yani bir şeyi yerine getirmeye söz vermek, sorumluluğu gerektirir. Kur’an, Allah’ın elçisine vahyedilen ve dinin özü olan güzel ahlâk örneklerini sıraladıktan sonra; “...Ahd’i de yerine getirin. Doğrusu verilen ahd’de sorumluluk vardır.” buyurmaktadır. (İsrâ 17/34)

Mü’minler birine söz verdikleri zaman gereğini yaparlar. (Bekara 2/177)

“Kim ahdini bozarsa kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a verdiği sözü yerine getirse, Allah ona büyük ecir verir.” (Fetih 48/10)

 

-Ahdu’llah (Allahın ahdi)

Kur’an bunu; ‘ahdullah-Allah’ın ahdi’, ‘ahdî-benim ahdim’ ve ‘ahdu’r-rahman-Rahman’ın ahdi’ kelimeleri ile ifade ediyor.

‘Ahdu’llah’ı, nasıl anlamak gerekir?

Bu genellikle Allah’ın ahdi olarak anlaşılıyor, Türkçeye de böyle çevriliyor.

Bunu Allah’ın insanlara vaadi ve “Allah'a karşı taahhüt” şeklinde de anlamak mümkün. Zira bazı âyetlerde her iki anlamda da geçiyor.

‘Ahdullah’ Kur’an’da 8 defa bir kaç bağlamda geçiyor. Mesela;

“Onlar, Allah’a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozan, Allah’ın korunmasını emrettiği bağları (iman, akrabalık, beşerî ve ahlâkî bütün ilişkileri) koparan ve yeryüzünde bozgunculuk yapan kimselerdir. İşte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.” (Bekara 2/27)

“Burada, Allah’ın insana doğuştan verdiği aklî ve maddî nimetleri yine O’nun gösterdiği şekilde kullanma sorumluluğuna işaret ediliyor. Bu sorumlulukla ancak akılla kavranır. Akıl melekesini doğru kullanan da Allah’ın iradesini tedricen kavrar.

Bu demektir ki kişi Allah’a karşı ‘teahhüd’ ifadesi bu beşeri duruma işaret ediyor. Bu da hem içgüdüsel, hem de tecrübe yoluyla algılanabilir.” (Esed, M. Kur’an Mesaji, 1/9)

Ahd’in en önemlisi Allah’a ait olandır. Allah adına/adıyla yapılan sözleşmeler, verilen sözler, Allah adı anılarak, ya da O şâhit tutularak yapılan yeminler de önemlidir.

Kur’an iman edenlere bunu ahid, mîsak ve yemin kelimeleri ile hatırlatıyor. Verilen sözü ve yapılan andı yerine getirmenin büyük bir sorumluluk olduğunu beyan ediyor. Hatta Allah’ı şâhit tutatarak yemin ettikten, bir ahidde bulunduktan sonra bunu bozanları ağır bir dille tehdit ediyor.

Kur’an, hem Allah’ın kullarına verdiği sözleri, vaadleri ve uyarıları, hem de kulların Allah adıyla yaptıkları ahidleri “ahdullah-Allah’ın ahdi” olarak anıyor.

Özellikle kulların ahidlerinin Allah’a nisbet edilmesi oldukça dikkat çekici...

Allah’ın ahd’i öncelikli olarak insanların ‘kâlû belâ’da O’nunla yaptıkları anlaşmanın gereğidir desek yanlış olmaz. Her ne kadar mahiyetini bilmesek de bu anlaşmanın, söz verişin bazı maddeleri vardır.

Kur’an bu maddeleri zaman zaman farklı âyetlerde insanlara hatırlatıyor.

Buna ilâhi mukavele, ezelî sözleşme de diyebiliriz. Bu mukaveleye uymak ancak imanla başlar. Akılla idrak edilir, ilimle bilinir ve sorumluluk bilinciyle, ihlasla yerine getirilir.

Sözleşmeye uymanın sonucu da Allah’a karşı takvalı olma kazancıdır.

Allah’ın ahdi (ahdullah) ifadesiyle; 1-Bazen Allahın akıllara yerleştirdiği şeyler,

2-Bazen Peygamberlerin kitap ve sünnetle ümmetine emrettiği şeyler,

3-Bazen de adak, yemin ve benzeri türden, sorumluluk olarak üzerimize aldığımız, ama aslında seriatın mecbur kılmadığı şeyler kasdedilir. (el-İsfehânî, R. el-Müfredât, s: 523)

Kur’an yorumcularına göre “kâlû belâ”; kulların Allah’tan başka rabb/ilâh tanımayacaklarına, yalnızca O’na kulluk yapacaklarına söz vermeleridir. Ya da bünyelerine (fıtratlarına) yerleştirdiği kabiliyet, potansiyel kulluk anlayışıdır.

Zaten insanın yaratılışının amacı da budur. Allah (cc), sayısız nebi (elçi) ve kitap göndererek insanlara bu ahd’lerini hatırlatmış, görevlerini onlara öğretmiştir.

Bunun yanında Rabbimiz bu ahd’ini yerine getirenlere mükâfat, yaptıklarına uygun karşılıklar söz vermiştir. (Nahl 16/91)

 

-Ahdî-Benim ahdim

Allah (cc) İbrahim’e (as) özel bir ahd-söz verdi. Bu öyle bir ahidtir ki Kur’an’ın zalim dediği kimseler bu özel ahd’e, makama, ödüle ve güzel isme erişemezler; hatta onun soyundan olsalar bile... Zira bunları hak etmezler.

“Bir zamanlar Rabbi İbrahim'i bir takım kelimelerle sınamış, o da onları tam olarak yerine getirince: “Ben seni insanlara önder yapacağım” demişti. «Soyumdan da (önderler yap, yâ Rabbi!)» dedi. Allah: Ahdim zalimlere ermez (onlar için söz vermem) buyurdu.” (Bekara 2/124)

Allah’ın İbrahim’ı sınadığı kelimât ile ne kastedildiği konusunda farklı görüşler var. Taberî bunları şöyle özetliyor:

“Bir imtihan olmak üzere kendi buyruklarını veya bunlarla ilgili kelimeleri bildirmesidir. Ancak bu kelimeleri sadece biri veya bir kaçıyla açıklamak yeterli olmaz. Çünkü âyette bu açıklamayı destekleyecek bir ifade yok.  (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 1/521)

İbrahim’in (as) sınandığı kelimeler; onun bazı şeylerle yükümlü  tutulması, bazı zorluklarla imtihan edilmesi olarak anlaşıldı. O bu sınamaları başarı ile tamamlayınca ilâhi ödülleri hak etti. Bu ödüllerin en büyüğü onun insanlara imam (önder) kılınması idi.

İmam kelimesi önder, önde olan, kendisine uyulan, arkasında bir kitle olan demektir.

İslâmî bir kavram olarak imam; din ve dünya işlerinde insanlara öncülük, riyâset etmektir. Bunun en son ve en yüksek mertebesi de nübüvvettir.

İbrahim bir peygamber olarak dinî hükümlerde, ahlâk ve kullukta, Allah yolunda ihlasla çalışmada bir önder, bir rehber, bir örnek idi. Burada ona verilen imamlık ödülünün daha özel, ondan başka hiç bir kimsenin nail olmadığını, ona mahsus olduğunu anlayabiliriz.

Allah (st) İbrahim’in (as) “soyumdan da önderler yap” isteğini şartlı kabul ettiğini söyleyebiliriz. Yani sanki “senin soyundan elçiler, hidâyette insanlara önder olabilecek güzel kullar da gelebilir. İlâhi denemeleri başarıyla tamamlamış ve ilâhi ödülü hak edenler de olabilir.

Lâkin senin soyundan zalim olanlar bu ahde, bu Allah’ın verdiği söze (vaade) nail olamazlar. Zira bu makamı hak etmezler” dendi. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 1/406)

Burada Allah’ın ahdi, O’nun vaadi’nin olduğunu görüyoruz. İbrahim (as) denemeleri başarı ile tamamlayınca bu vaad’e kavuştu.

Âyetteki “ahdim, zalimleri kapsamaz” vurgusu; peygamber soyundan gelmek tek başına ne makam sahibi olmanın, ne hidâyet rehberi olmanın, ne de kurtulmanın, ya da diğer insanlara nazaran seçkin-özel olmanın garantisi değildir.

Üstünlük biyolojik sebeplere, kan bağına, soya değil; iman, ahlâk, hakkıyla kulluk (sâlih amel) şartına bağlıdır.

Allah (st) bu gibi ödülleri hak edene verir, falanca soydan, ırktan, ülkeden, gruptan, kesimden gelenlere değil... 

Bu ilâhi hüküm aynı zamanda İbrahim’in soyundan gelmeleri sebebiyle kendilerini “seçilmiş halk” olduklarını iddia eden İsrailoğullarını reddediyor. Fiziksel (biyolojik) olarak onun soyundan gelenlere veya onların içindeki zalimlere (günahkârlara) kendiliğinden benzer konumu kazandırmayacağını açıklığa kavuşturuyor. (Esed, M. Kur’an Mesajı, 1/35)

“Bu açıklama diğer yahudiler gibi Peygamber dönemindeki yahudilerin de kendilerini “Allah’ın seçilmiş halkı-milleti” saymalarına bir cevaptır.

Zalimler İbrâhim’in soyundan da olsalar, Allah’ın va’d ettiği önderlik, üstünlük gibi ayrıcalıklara, –lâyık olmadıkları sürece– sahip de olamazlar.” (Komisyon, Kur'an Yolu DİB, 1/205-208)

Vahiy bu âyetle bir başka gerçeğe daha işaret ediyor. İsrailoğullarının müslümanlara karşı üstünlük, seçkinlik taslaması boş bir kuruntu olduğu gibi, başkalarının da bu gibi iddiaları boştur.

Falanca ırka, etnik kökene, soya, mezhebe, tarikata, cemaata, kişiye ait olmak asla bir necâbet (seçkinlik) değildir. Âhirette de hiç kurtarıcı değildir.

“Bizim cemaatimiz fırka-i nâciyedir”, 

“bizim cemaat Nûh’un gemisidir, binen kurtulur”,

“Falanca tarikatin falanca kolundan olanları azap melekleri cehenneme götürmez”,

“Peygamberin en fazla itibar edeceği cemaat bizimki”,

“ne mutlu …. diyene”,

“bizim efendi kendi bağlılarını kibrit kutusunda sırattan geçirecek”,

“bizim efendi, kendisine bağlı olanları yanına almadan hiç bir Cennet nimetinden istifade etmeyecek”,

“bizim mezhebimiz hak, diğerleri bid’at” iddiları ve benzerleri hiç bir işe yaramaz. Bütün bunlar kuruntu (ümniyye) ve hayâlden ibarettir.

Bu gibi iddialar ne vahyin değerli olma ölçülerine uyuyor, ne de insanın görevi gerçeğine... Hiç biri Kur’an’ın insanı Cennete götürecek, Cehennemden kurtaracak ilkelerine uymuyor.

(Piyasada bazıları kendisinin veya bazıları da falancanın seyyid olduğunu, yani Peygamber soyundan geldiğini iddia ederler. Dolaysıyla onun üstün, seçkin hatta kurtarıcı olduğunu vehmederler. Ona ayrı bir gözle bakarlar, aşırı saygı gösterirler, bağlanırlar. Ancak Nûh’un müşrik olan kendi oğlunu ve karısını, İbrahim’in müşrik olan babasını, Lût’un inkârcı karısını kurtaramadığını ve bu âyeti düşünmezler.)

Ömür boyu şirk inancıyla yaşayan, Allah’tan gelenleri inatla inkâr eden, Allah’ın ilkeleri ile alay veya mücadele eden, dinî ve ahlâkî konularda sınırları aşan, hakkaniyet ve adaletten sapan zalim; kim olursa olsun, hangi soydan, hangi ülkeden olursa olsun, Allah’ın iman edip sâlih amel işleyenlere vadettiği dünyalık ve Âhiretteki ödüllere ulaşamaz.

İnsanı kurtaracak olan vahyin öğrettiği gibi iman etmek, Allah’ın ölçülerine göre hareket etmek, Allah’ın rızasını istemek, yani sâlih amel işlemektir, yani hakkıyla ibadet (kulluk) yapmaktır.

Allah (cc) İsrailoğullarına hitaben şöyle buyuruyor:

“Ey İsrailoğulları, Size verdiğim nimeti hatırlayın ve ahdime bağlı kalın ki Ben de size olan ahdimi yerine getireyim ve yalnız Benden korkun.” (Bekara 2/40)

Yani “ey Tevrat’a inananlar, size verdiğim nimetlerin büyüklüğünü  düşünün.” Demek ki onlar nimetlere sükretmek bir yana, kendilerine verilen önemli nimetleri bile unutmuşlardı.

Bekara 2/38de geçen “Benden size bir hidâyet gelirse” ifadesi kitap ve risâlete işaret eder. (Allahu a’lem) Muhammed’in (as) risâleti de buna dahildir. Allah’ın hidâyeti son olarak onunla ve Kur’an’la insanlara sunuldu. Bunu Hicretten sonra Medine’de yasayan yahudilerin anlaması gerekirdi. Anlayıp müslüman olmak bir tarafa, onunla mücadele ettiler.

Âyet onlara peygamberlerle gelen hidâyeti, insan fıtratına yerleştirilen hidâyete meyil yeteneğini ve Tevrat ile gelen hidâyet davetini hatırlatıyor.

Bütün bunlar bir çeşit Allah ile yapılan ahidtir. Eğer onlar bu ahde uyarlarsa, bir anlamda Son Elçi’ye tabi olurlarsa; Allah da kendi ahdini gerçekleştirir. Hidâyeti tercih edenlere, hidâyet üzere, yani müslümanca yaşayanlara mükâfat ahdini (sözünü) yerine getirir.

Medinedeki ve diğer yahudilere İsrailoğulları diye hitap edilmesi, hem onlara değer verme, hem imana çağrı, hem de önceki peygamber dönemindeki hâllerine işarettir.

Büyük babaları peygamberdi, ona inananlar da müslümandı. O müslümanlar da İsrailoğullarının ataları idi. Şimdi onlara düşen bunu hatırlamak ve büyük babaları ve ona tabi olan mü’minler gibi hidâyeti seçmekti.

Sanki şöyle deniyor: “Ey Allah’ın güzel bir kuluna (Yakub’a) soy olarak bağlı olanlar, Allah’ın atalarınıza ve size verdiği nimetleri hatırlayın. Şimdi Muhammed (sav) ile gelen vahiy (hidâyet) de bir nimettir. Atalarınız İbrahim’e ve oğullarına inen ile aynıdır. Vaktiyle Allah’a verdiğiniz sözü (ahd’i) yerine getirin. Bu ahid Âdem’den beri gelen ve Tevratla size sunulan hidâyet davetidir. Zira siz bunu Tevrat ile birlikte söz vermiştiniz ki Allah’ın ahdine nail olasınız. Allah’ın ahdini  ancak Son Elçi’ye uymakla yerine getirebilirsiniz. Ve her zaman Allah’tan korkup sakının, sorumlu davranın.” (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 1/284)

Tanrı ile İsrâiloğulları arasındaki anlaşmanın hükümlerini, Allah tarafından belirlenen yükümlülükleri ihtiva ettiği için yahudi ve hıristiyan kutsal kitaplarına Eski Ahid ve Yeni Ahid denilmiştir. Bu iki kutsal kitapta Allah’ın muhtelif peygamberler ve ümmetlerle ahidleştiğine, bu arada İsrâiloğulları’ndan da söz aldığına dair bilgiler bulunmaktadır. (Küçük, A. TDV İslam Ansiklopedisi, 1/532-533) 

Kur’an’da bir kaç âyette Allah’ın İsrâiloğulları’ndan değişik konularda ahid aldığı söyleniyor.

Allah (cc) onlardan Tevrat’a sımsıkı sarılacaklarına (Bekara 2/63),

namazı kılacaklarına, zekâtı vereceklerine, peygamberlere inanacaklarına, muhtaçlara Allah rızası için borç vereceklerine (Mâide 5/12),

kendilerine indirilen kitabı gizlemeyip insanlara okuyacaklarına (Âl-i İmrân 3/187) dair söz aldı. (Ancak bu ahdin nasıl alındığını, mahiyetini bilmemiz mümkün değil.)

Taberî buradaki ahdi, özellikle Allah’ın yahudilere, onların kutsal kitaplarında kendisi hakkında bilgi verilmiş bulunan Hz. Muhammed’in peygamberliğini tanıyıp ona inanmalarını, bu gerçeği insanlara da açıklamalarını emretmesi ve bu hususta onlardan söz almış olması şeklinde yorumladı. 

Bazılarına göre ‘ahdullah’, İslâm dinidir ve ona tabi olmaktır. Ya da kitaplarla onlara bildirilenlerdir.

İbni Cüreyc’e göre ‘ahdullah’ şu âyette geçen misaktır:

“Andolsun, Allah İsrailoğullarından sağlam söz almıştı. Onlardan on iki temsilci -başkan- seçmiştik. Allah, şöyle demişti:

“Sizinle beraberim. Andolsun eğer namazı kılar, zekâtı verir ve elçilerime inanır, onları desteklerseniz, (fakirlere gönülden yardımda bulunarak) Allah’a güzel bir borç verirseniz, elbette sizin kötülüklerinizi örterim ve andolsun sizi, içinden ırmaklar akan cennetlere koyarım. Ama bundan sonra sizden kim inkâr ederse, mutlaka o, dümdüz yoldan sapmıştır.” (Mâide 5/12)

İsrailoğullarına Allah’ın ahdi budur.

Bu ahdin bizim açımızdan durumu: Kim Allah’ın ahdine sadâkat gösterirse Allah da kendi ahdine vefalı olur.

İbni Abbas’tan gelen bir görüşe göre; ‘ahdullah’, Allah’ın emrettiklerine itaat etmeye, günah olan şeylerdeki yasağa uymaya vefalı olmaktır.

Siz Allah’ın emrine uyun ki, Allah da bundan dolayı size vadettiğini yerine getirsin. Allah (st) asla vaadinden dönmez. (Bkz: Tevbe 9/111) (Taberî, İbni Cerir, Câmiu’l-Beyân, 1/288) 

Müfessirlerin çoğu ise bu âyetteki ahdi genel anlamda yorumlamışlardır. Şu açıklama daha makul gözüküyor:

Allah (st) İsrâiloğulları’ndan “Allah’a kulluk edip O’na ortak koşmayacaklarına, doğru olduklarına ilişkin deliller getiren peygamberlere iman edeceklerine, Allah’ın hükümlerine boyun eğeceklerine”, özellikle kendi milletlerinden olan İsmâil’in soyundan gelen Muhammed’e inanacaklarına dair söz almıştır. (Komisyon, Kur'an Yolu DİB, 1/205-208)

Buradaki ahdin içine, fıtratın gereği olarak bütün insanların fıtratına konulmuş olan “aklın ölçülerine göre düşünme ve hareket etme sorumluluğunu yerine getirme vaadi” de girer. (Reşîd Rızâ, el-Menâr (çev.) 1/290)

Âyetin, “Ben de size verdiğim ahdi yerine getireyim” kısmındaki vaad ise bazılarına göre Allah’ın onlara yardım edeceği, iyiliklerine karşı sevap verip Cennetine kabul edeceği yönünde va’adde bulunması demektir. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 1/250)

 

-Ahdu’rrahman-Rahman’ın ahdi

Rahman olan Allah’ın verdiği söz, izin veya va’d… 

Takvâ sahiplerini heyet halinde çok merhametli olan Allah'ın huzurunda topladığımız, günahkârları da susuz olarak cehenneme sürdüğümüz gün,

Rahmân nezdinde ahid (söz) alandan başkalarının şefâata güçleri yetmeyecektir.” (Meryem 19/85-87)

Hayattayken O sınırsız rahmet Allah ile bir bağ, bir bağlantı içine girmiş olmadıkça  kıyâmette kimse şefâatten pay alamayacaktır. (Esed, M. Kur’an Mesajı, 2/620)

Hesap günü putlara/uydurma tanrılara tapan müşrikler kimseye şefaat (yardım) edemeyeceği gibi, kimse de onlara şefaat edemeyecek (destek olmayacaktır). Taptıkları tanrıların da böyle bir yetkisi olmayacak. (Müzemmil 74/48)

Bir önceki âyetlerde âhiret sahnesi tekrar canlandırılıyor. Orada mü’minler saygın misafirler gibi Allah’ın huzurunda toplanırlar. Mücrimler (aşırı günahkârlar) ise suya götürülen susamış hayvan sürüleri  gibi Cehenneme sevk edilirler. Mü’minler sevinç, mutluluk ve onur içerisinde, mücrimler ise horluk, zillet, yeis, korku ve susuzluk içerisinde olacaklar.

“Rahman çocuk edindi” diyenlerin gökleri çatlatacak, yerleri yaracak,  dağlar yığılıp kalacak kadar çirkin bir iftira attıkları söyleniyor. Arkasından da bu âyetler yer alıyor.

Bazı Kur’an yorumcuları, diğer bazı âyetlerde olduğu gibi bu âyette de şefâate izin verildiği görüşündedirler.

Zamahşerî “kimse onlara şefâat edemez” dedikten sonra birinden ahd alınmasını “iman ve ameli izhar etmek” ya da “Kelime-i Şehâdet” olduğu şeklinde açıklıyor. 

Buna göre kendisine izin verilenden başkası şefâat edemez. Necm 52/26, Sebe’ 35/23, Tâhâ 20/109da geçtiği gibi. (Zamahşerî, O. b. M. el-Keşşaf, 3/42)

Yani mücrimler şefâat etmeye güç yetirmezler. Ancak ahid alan kimseler  hariç. Ahid burada Allah’ı birlemek ve ona iman etmektir. Birisi için “ahidtü fülânün fi’l-mekân-yani onu tanıdım, ona şâhit oldum” denilebiir. (İbnu’l-Cevzî, A. b. M. Zâdu’l-Mesir,  s: 897. Benzeri bir görüş için: Beğavî, H. b. M. Meâlimu’t-Tenzîl,  3/209)

Taberî’ye göre inkârcılar Allah’ın katında hiç bir şeye mâlik olamazlar. İman edenler kâfirler gibi değildir. Rahman’ın huzuruna değerli bir heyet gibi kabul edilen müttakiler, O’ndan bir ahid almışlarsa şefâate mâlik olabilirler. (Taberî, İbn Cerir, Câmiu’l-Beyan, 8/382)

Bu yoruma göre muttakiler (takva sahipleri) şefâate nail olanlar değil, şefâat etmeye mâlik olabilecekler olarak sunuluyor.

Kim ahid almışsa (iman etmişse) ona şefâat edilir. İbni Abbas’a göre ahid Kelime-i Tevhiddir. (Kurtubî, M. b A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/1985. İbn Atiyye, A. b. el-Muharriru’l-Vecîz, s: 1242. Bir benzeri görüş için: Şevkânî, A. b. M. Fethu’l-Kadîr, s: 1055. el-Hâzin, M. b. İ. Tefsir, 3/198. Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 2/322)

“Rahman’dan söz alanlar...” ifadesi iki türlü anlaşılabilir:

a-Bunlar âhirette layık olanlara şefâat etmek için kendilerine izin verilenlerdir. Nitekim bir âyette Allah izin vermedikçe hiç bir kimsenin şefâat edemeyeceği haber verilmektedir.

b-Dünyada iken şefâati hak ettiren iman ve sâlih amel sahibi olanlar. Bunlar Allah’ın birliği, peygamberlik, Âhiret vb. iman esaslarına inandıkları için kendilerine şefâat edilmeye hak kazanırlar. Allah’ın izin verdiği kimseler bunların günâhlarının affı için şefâat edecekler. (Râzî, 21/252-253’den  Komisyon, Kur’an Yolu (DİB), 4/527)

O gün sâlih amel işlemiş olanlardan başka hiç kimse şefâatten yararlanamaz. Sâlih amel işleyenlere bu yolda Allah’ın sözü (ahdi) var. Allah (cc) onları fazlasıyla ödüllendireceğini vaadetmiştir. (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 4/2320)

Bazıları bu âyetteki “Allah katında belli bir söz almış olanlar”ın Âhiret gününde kendilerini kurtaracaklarını ileri sürüyorlar. 

Bu âyet iki noktaya işaret ediyor: 1-Şefâat ancak Rahman’dan izin alabilen, yani dünyada iken Allah’a iman eden ve O’nun bağışlamasına layık hâle gelen kimse için geçerli olacaktır.

2-Sadece Rahman’ın izin verdiği bir kimse başkaları için şefâat edebilecektir. Bazılarının kendi kendilerine şefâatçı zannettikleri kimseler değil. (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an, 3/233)

Bazılarına göre bu âyetten de Âhirette birilerine şefaat etme izni verileceği manası çıkarılamaz.

Zamahşerî’ye göre Allah’dan ahid almayan kimse şefaat edemez. Bunun anlamı; onlara kimse Kıyâmette şefâat etmeye mâlik olamaz. Onlar için tek şefâat (yardımcı olacak, kurtaracak şey) ortaya iman ve sâlih amel koymalarıdır. (Zamahşerî, M. b. O. el-Keşşâf, 3/46)

Mü’minlerin şerefli konuklar gibi karşılandığı durumda onların şefâat beklemeye ihtiyaçları olmaz. Ya da Allah’ın şefaatine, yardımına layık olurlar. Kâfirler ise o gün birinden gelebilecek şefâate ne kadar muhtaç olacaklar? Fakat ne yazık ki kimse onlara imdada gelemeyecek.

Ahid, bir şeyi muhafaza etmek, her durumda ona bağlılığını sürdürmek anlamında da gelir. Mesela; “Ahdinize bağlı kalın, zira ahd sorumluluktur” (İsrâ 17/34) âyeti yeminleriniz tutun demektir. Bu âyetteki ahidle İsrailoğullarının “ateş bize sadece bir kaç gün dokunacaktır” iddialarını “Siz Allah katından bir ahid mi aldınız? Eğer öyle olsaydı Allah ahdinden dönmezdi” (Bekara 2/80) yalanlayan ahid aynı manadadır.

İşte şefaatle ilgi ahid de böyledir. Yani sanki ortalıkta Allah’tan alınmış bir şefâat yetkisi varmış gibi hareket edenler eleştiriliyor. Allah hiç kimseye “sen benim katımda şefâate yetkilisin” diye ahid (söz) vermemiştir.

Ahid kavramı ile Bekara 255 ve Yûnus 3. âyetlerindeki “izin” arasında parelellik söz konusudur. Allah izin vermediği hâlde nasıl kimse şefâaatden söz edemezse, o ahid vermeden de kimse şefâat iddasında bulunamaz. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 54)

 “Allah izin vermedikçe kim şefaat edebilir?” ifadesiyle anlatılmak istenen “Allah’ın izin verdiklerinin şefâat edeceği” değildir. Bu geleneksel İslâm anlayışının bir çelişkisi olabilir ama Kuran’ın çelişkisi değildir. Bu konu aslında birçok Arap dilbilimcinin işlediği bir konudur. 

Meryem 19/87. âyetindeki ifade şu demek değildir: “Allah bazılarına izin verecek, onlar da şefaat edecek.”

Arapçada Allah’ın iznine bağlanan “illâ” edatı, dilde istisna değil imkânsızlık ifade eder. Yani bu ve benzer âyetlerdeki “illâ” edatı Allah dışında kimsenin şefâat yetkisine sahip olmadığını anlatmak için kullanılmıştır.

Kuran’a göre şefâat sadece Allah’a aittir. Meryem Suresi’nin 87. âyetinin yanlış anlaşılması yüzünden çelişki iddiası ortaya çıkmıştır. (http://www.diniyazilar.com/2014/02/kuranda-celiski-yoktur-bolum-1/)

“Şefâate istisna getiren âyetlerdeki anahtar kelime “izin”dir. İzin kelimesi, kullanıldığı alanla ilgili olarak, Allah’ın o şeyle ilgili kendisi için belirlediği yolu, yöntemi, ilkeyi, o şeyi yapan yasayı ifade etmektedir.

‘Yasa’ anlamına gelen başka kelimeler yerine ‘izin’ kelimesinin kullanılması, spontane ve donuk bir ilkelilikten çok, her an Allah’ın denetimi ve gözetimi altında olan, varlığını ve sürekliliğini daima borçlu olan, bir yönü ile fizik, diğer yönü ile metafizik boyut taşıyan iç içe/esnek bir duruma işaret etmektedir. Her durumda Allah’ın izni geçerlidir.

Bu izin hangi konumda olursa olsun, o konuda Allah’ın koyduğu yasalar geçerlidir. Âhiretin de mutlak hâkimi O’dur. Peygamberlerin etki ve yetkileri bu dünyaya aittir.

Bu durum Allah’ın bu çerçevedeki izni, yani temel ilkeleridir.

Şefâatin izin şartına bağlanması, Allah’ın izin vermesi ve bu işin mutlaka olması manasında değil, O’nun varlık yahut mülkiyet üzerinde mutlak otorite ve egemenliğinin vurgulanması ve aksine söylemlerin geçersiz olduğu anlamındadır.

“Allah’ın izniyle” ifadesi, Allah’ın otoritesinin sınırsızlığını ve bütün insiyatifin onun elinde olduğunu vurgulamaktadır. Bu ifade şekli Kur’an’ın anlatım tekniklerinden biridir. Bunun bir örneği şu âyettir: “Allah’ın dilemesi dışında, bundan böyle sana okutacağız ve unutmayacaksın.” (A’la 87/6-7)

Ya da kul ne kadar unutmaya çalışsa da Allah istemedikçe o unutamaz. “illâ mâ şâe-Allah’ın dilemesi dışında” ifadesi, hz. Peygamber’in bazı âyetleri unuttuğu veya Allah tarafından unutturulduğu anlamına gelmediği gibi, aynı şekilde şefâati dilediği anlamına da gelmez.

Nasıl Peygamber’in (vahiy olarak) okuduklarından bir şey unutması söz konusu değilse, bu ifadenin “Allah’ın şefâati dilediğini” belirtmesi de söz konusu değildir.

Yine “İzni dışında, yerin üzerine düşmemesi için göğü tutmaktadır” (Hac 22/65) âyetinde göğün yerin üstüne düşmesini izne bağlaması, böyle bir şeyin olması anlamına değil, bu işin ancak O’nun izni ile olabileceği, yani mutlak gücün ve yetkinin O’nun elinde olduğu anlamına gelir.

“Allah’ın izni olmadan kimse şefâat edemez” ifadesiyle Allah müşriklere meydan okuyarak “Siz ey müşrikler, birilerinin Allah katında şefâat edeceğini mi sanıyorsunuz? Peki benim iznim olmadan bunlar nasıl şefâat edecekler?” demektedir. (Sarmış, İ. Şeytan Üçgeni, s: 406-407)

 

-Allah (st) ahdini yerine getirir

Verdiği sözü (ahd’i) tam anlamıyla Allah’tan başka kim yerine getirebilir?

Rabbimiz bir âyette soyle buyuruyor:

 “Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır. Artık, onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. Allah, bunu Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da kesin olarak va’detmiştir.

Kimdir sözünü (ahdini) Allah’tan daha iyi yerine getiren? O hâlde, yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte asıl bu büyük başarıdır.” (Tevbe  9/111)

Bazı kaynaklar bu ayetin Hicretten önce ikinci Akabe Biati’nde Rasûlullah’a destek sözü veren Ensar ile onun arasında geçen konuşmalar üzerine nâzil olduğu yer almaktadır. Şöyle ki:

Anlatıldığına göre İkinci Akabe Biatinde Abdullah b. Revâha Rasûlullah’a: “Rabbin ve kendi için dilediğini sart koş” dedi. Rasûlullah da (sa) “Rabbim icin (yalnızca) O’na ibadet etmenizi ve O’na hiç bir şeyi ortak koşmamanızı, kendim için de beni, kendinizi ve mallarınızı koruduğunuz gibi korumanızı şart kosuyorum” dedi. Onlar da: “Bunu yaptığımız zaman bize ne var?” diye sordular. O da “Cennet var” diye cevap verdi.

Bunun üzerine bunun üzerine; “Bu alış-veriş kârlı, bu sözleşmeyi ne bozarız ne de bozulmasına müsaade ederiz” dediler. Bu âyetin bundan sonra nâzil olduğu söylendi.

Bir gün Rasûlullah bunu okurken bir arabi geldi ve; “bu kimin sözüdür?” dedi. Rasûlullah; “Allah’ın kelâmıdır” dedi. O a’rabi de: “Vallahi bu kârlı bir alış-veriş, bunu ne bozarız, ne de bozulmasını isteriz” dedi. Gazaya çıktı ve şehid oldu. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 6/482. Kurtubî, M. b A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1494. Suyuti, Esbabu’n-Nüzul, s: 227. Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 4/408)

Böyle bir konuşma o zaman gerçekleşti mi? Gerçekleşmiş olabilir. Ancak bu âyetin içeriği ve bağlamı bunun Tebuk seferi öncesinde indiği görüşünü destekler niteliktedir. Mekke’de indiği görüşünü ise desteklemeye elverişli görünmemektedir. (Derveze, İ. Tefsîru’l-Hadîs (cev.), 7/413)

Âyetin Medine döneminde Mescid-i Nebevî’de indiğini, sahabeler tarafından sevinçle karşılandığını ve Ensardan bir kişinin yukarıda işaret edilen konuşmada geçen, “Doğrusu bu kârlı bir alış-veriş! Artık ne vazgeçer ne vazgeçilmesine razı oluruz” ifadesini kullandığını belirten rivâyet de bu kanaati desteklemektedir (İbn Ebû Hâtim, 4/1886’den Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 3/86)

Allah’ın bir şey satın alması söz konusu olmağına göre, burada mecazi bir ifade var. Zaten her şey O’nun. O kendisine ait olan şeyi elbette satın almaz.

İnsanın Allah’ın dilemesiyle tabi tutulduğu dünya sınavına bağlı olarak bu âyette canlar ve mallar’ı mü’minlere izafe etti. Bu aynı zamanda mü’minlerin seçme hakkına bir vurgudur. (Komisyon, Kur'an Yolu DİB, 3/86)

Allah insana dünya hayatında kullanmak üzere güç, kuvvet, mülk ve bunlar üzerinde tasarruf etme yetkisi verir. İnsan kendisine emânet olarak verilen bu imkanları, yine O’nun koyduğu ölçülerde kullanırsa, hem kazanır, hem de bu dünyaya sahip olmak icin değil, şâhit olmak üzere geldiğini anlar.

Canı veya malı, imkanları Allah yolunda, O’nun razı olacağı şekilde harcayan bilir ki, yaptığı boşa gitmez, karşılığını mutlaka alır. Bu bir çeşit alış-veriştir. Allah ile olan bu alış-verişten dolayı mü’minlerin sevinmeleri gerekir.

Bu karşılık Allah’ın böyle yapan kullarına bir va’didir. Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da kesin sözüdür. Sözünü (va’dini) Allah’tan başka tam anlamıyla yerine getirebilir?

İnsan eğer bu imkanları canının istediği gibi kullanırsa, kendine zarar verir, mülkiyet sınavını kaybeder, Âhirette hüsrana uğrar. İnsan ölümle terkedeceği dünyalıklar konusunda keyfine, zevkine, nefsinin hevâsına aldanmamalı...

Ca'feri Sâdık demiş ki: "bedenlerinizin Cennet'ten başka fiyatı yoktur, onları ondan başkasına satmayınız."

Şair Fuzûlî de; "Cânı cânân dilemiş vermemek olmaz ey dil!"

Ne nizâ eyleyelim ol ne senindir, ne benim" demiş. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 4/410)

Burada Allah yolunda çalışmaya (cihada) ve ibadete dolaylı teşvik var diyebiliriz.

Demek ki bir müslüman için kâr, kazanç, başarı dünya hayatı ile sınırlı değildir. Mutluluk denilen şey de, dünyalık zevk ve hazlar içine hapsedilemez. Bu gerçek âyette alış-veriş olayından hareketle edebi bir üslûpla anlatılıyor.

Müslümanları savunma savaşına özendiren bu âyette öldürülmeyi dahi göze aldıran hedefin Allah rızası olması, Allah ile yapılan bir sözleşme (ahid) çerçevesinde, yani O’nun koyduğu ilkelere uygun olması gerektiğini de görüyoruz. Eğer bir kişi ihtirasının sonucu, dünyalık çıkar (ganimet), haksız da olsa kendi taraftarlarının kazanması için savaşa giderse, ya da bu yolda yardımcı olursa; bu dünyalık amaçlarla sınırlı bir kumara benzer. Bu amaçla başkalarına zarar vermek veya öldürmek büyük bir vebâl, çok büyük bir kayıptır. (Komisyon, Kur'an Yolu DİB, 3/86)

 

-Allah ahdinden dönmez

“Bir de dediler ki: “Bize ateş, sayılı birkaç günden başka asla dokunmayacaktır.” Sen onlara de ki: “Siz bunun için Allah’tan söz mü aldınız?

-Eğer böyle ise, Allah verdiği sözden dönmez-. Yoksa siz Allah’a karşı bilemeyeceğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?” (Bekara 2/80)

Yani bu iddia sahipleri bundan Allah’tan söz mü aldılar, bu söz onlara vahiyle mi bildirilmiş?

Bu kafa yapısı ile gerçeği tahrif eden ve saptıran, yalan yanlış ifadelerle halkı kandıranların sonu ne kötüdür. İnsanları Cehenneme sürükleyecek bu gibi kandırma yapanların kanaatleri de yanlıştır. Böyleleri kendilerine göre bu yalanlarına bir kılıf bulurlar. Câhil insanlara: “Sayılı bir kaç günden başka bize cehennem azabı dokunmayacak...” derler. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 1/329)

Rabbimiz bu temelsiz iddiaya cevap veriyor: “Siz bunun için Allah’tan söz mü aldınız?” Hayır böyle bir şey yok. Bu, onların ağızlarında geveledikleri bir sözdür. Kaldı ki Allah bir şeyi vaadetmişse onu mutlaka yerine getirir.

Bunu ileri sürenleri “bir kaç gün” ile neyi kasdettikleri önemli değildir. Ya da bu iddiayı ileri sürenlerin kimliği...

Her kim olursa olsun, kendisi veya cemaati, grubu ve taraftarları için benzer iddiada bulunursa, bu âyete göre bunun bir temeli yoktur. Allah hiç kimseye veya hiç bir cemaate (din mensubuna) böyle bir söz (ahid) vermemiştir. Kimsenin elinde buna dair sağlam bir bilgi ve belge yoktur.

Bir rivâyete göre Hz. Peygamber yahudilere; “Cehennem ehli kimdir?” diye sormuş; onlar da “Biziz; fakat bizden sonra yerimize siz gireceksiniz” demişler; Peygamber de “Yalan söylüyorsunuz! Çok iyi biliyorsunuz ki biz sizin yerinizi almayacağız” dedi. (Buhârî, Tıb/55 no: 5777, Cizye/7no: 3169. Ahmed b. Hanbel, 2/451)

Bu tür iddiları ister İsrailoğulları, ister başkaları ileri sürsün; asla Allah’tan alınmış bir ahide dayanmaz. Bu sadece onların gerçekleşmesi mümkün olmayan kuruntularıdır.

Bu tür iddialar Allah’ı hakkıyla takdir edememenin, Allah adına yalan uydurmanın (bir çeşit O’nun adına konuşmanın), kendi kendine gelin güvey olmanın sonucudur.

Onlar Allah’ın Âhirette kime nasıl muamele edeceğini nereden bilirler ki, böyle inanıyorlar? Bu tür iddialar boş sözlerden, Âhiretten işe yaramayacak hayâllerden başka bir şey değildir.

(İsrailoğullarının bu tür iddiaları ile, bazı müslümanların; “kurtulan fırka (fırka-i nâciye) veya Nûhun gemisi biziz”, “bizim cemaat/mezheb/tarikat en doğru yoldur”, “bizden olanlar Cennete gidecek” demeleri arasında bir fark var mı?)

Bu âyet her ikisini de reddediyor.

Mü’minler inanır ki, Allah herkese bu dünyada iyi ve kötü yaptıklarının karşılığını verecek. İlâhi adaletin gereği kimse kıl kadar haksızlığa uğratılmayacak. Cehenneme gitmemenin yolu da iman edip bütün bir hayata Allah’ın hükümlerini hâkim kılmak, yani hakkıyla kulluk yapmak, sâlih ameli çoğaltmaktır.

Allah’ın insanlara vahiyle ve elçilerle bildirdiği ahid budur.

Allah (st) elbette ahdinden (verdiği sözden) dönmez.

Rabbimiz verdiği sözden (ahid’ten) dönmediğini bir de vaad kelimesini ile anlatıyor;

“Rabbimiz! Şüphesiz sen, hakkında şüphe olmayan bir günde insanları toplayacaksın. Şüphesiz Allah va’dinden dönmez.” (Âli İmran 3/9)

“Rabbimiz! Peygamberlerin aracılığı ile bize vaadettiklerini ver bize. Kıyâmet günü bizi rezil etme. Şüphesiz sen, va’dinden dönmezsin.” (Âli İmran 3/194)

“(Hesapları görülüp) iş bitirilince şeytan diyecek ki: Şüphesiz Allah size hak olanı va’detti. Ben de size va’dettim ama size karşı yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu...” (İbrahim 14/22. Ayrıca bkz: Ra’d  13/31. Rûm  30/6. Zümer  39/20. Muzemmil 73/18)

 

-Ahdullah (Allah’ın ahdi) ile ilgili Kur’anî ilkeler

1-Allah’ın ahdini (ahdu’llah’ı) yerine getirin

Bu Türkçe’de “ahde vefa” dediğimiz şeydir. En çok da Allah ile yapılan ahd-söz verme hakkında geçerlidir.

“Antlaşma yaptığınız zaman, Allah'ın ahdini (ahdullah’ı) yerine getirin ve Allah'ı üzerinize şâhit tutarak, pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın. Şüphesiz Allah, yapacağınız şeyleri pek iyi bilir.” (Nahl 16/91)

“Antlaşma yaptığınız zaman…” cümleciği iki anlam taşır. Birincisi; Ra’d 13/20'de olduğu gibi) kişinin Allah'a olan inancından doğan manevî, ahlakî ve toplumsal yükümlülüklerine işaret ediyor.

İkincisi; insanların birbirleriyle –Allah’ı şâhit göstererek- yaptıkları tüm sözleşmelerin, tüm andlaşmaların, ilke olarak Allah'la yapılmış sayılacağını ve dolayısıyla bunlara tam bir riayet gerektirdiğini tenbih ediyor.

Âyetin bir sonraki cümlesi zaten bu anlama vurgu yapıyor. (Esed, M. Kur’an Mesajı, 2/549)

Bir âyette şöyle deniyor:

“Rüştüne erişinceye kadar, yetimin malına ancak en güzel şekilde yaklaşın, verdiğiniz sözü de yerine getirin. Çünkü söz (veren sözünden) sorumludur.”  (İsrâ 17/34. Bir benzeri: En’am 6/152)

Bundan önceki âyette Rabbimiz başta adalet olmak üzere bazı ilâhi emirleri, ölçüleri bildiriyor. Burada ise ahde vefayı, sözünde durmayı, yaptığı sözleşmeye bağlı kalmayı emrediyor.

Bu iki âyette üç vurgu var. Birincisi; Yetimlerin malına kötü niyetle yaklaşmamak. Hileli yollarda onu zimmetine geçirmemek. Yetime bakma durumunda, onunla aklı başına gelinceye kadar güzelce ilgilenmek ve emâneti asıl sahibine teslim etmek.

İkincisi âdil olmak. Yetimin malına bakma konusunda olsun, hükmetmede, ölçü ve tartıda olsun, hak vermede, hayatın diğer alanlarında adaleti gözetmek müslümanın vasfıdır. Güç yettiği kadar... Adaletin, eşyayı (şeyleri) yerine koymak, her şeyin veya herkesin hakkını vermek olduğunu hatırlayalım.

Üçüncüsü; verilen sözde durmak. “Allah’ın ahdini yerine getirin, çünkü söz vermek sorumluluktur” deniyor.

Müslüman Allah adıyla yemin eder, Allah’ı şâhit tutarak söz verir. Ya da söz verdiği, bir vaadte bulunduğu zaman Allah’ın ona şâhit olduğunun bilincindedir. Âyet bu durumu hatırlatarak müslümanın söz vermesini “Allah’ın ahdi” diye nitelendiriyor. Âdil olmak, karşıdaki bir akraba olsa bile adaletten, doğruluktan ayrılmamak, verilen söze sâdık olmak...

Vaadinden dönmemek imanın gereğidir. Aynı zamanda Allah ile yapılan taahhüde uymaktır.

Allah adına/adıyla, ya da Allah şâhit tutularak yapılan ahidlere ve akitlere (anlaşmalara), yeminlere, adaklara, randevulara, taahhütlere uymak gerekir.

Bu âyetin bütün bunları içine aldığını söylesek herhâlde yanlış olmaz.

Ahdullah-Allah’ın ahdi-O’na verilen söz’ün, sahabelerin Rasûlullah’a biati, mali görevler, Allah adıyla yapılan yeminler olarak da açıklanmış.

Ancak âyetin kapsamı ve mesajı daha geniş olmalı. Nitekim bu âyetin  her türlü meşru’ vaadleri, sözleşmeleri, yeminleri, anlaşmaları kapsadığı görüşü daha isabetli görünüyor.

Burada bu gibi vaadler Allah’ın ahdi, Allah’a söz verme şeklinde ifade ediliyor. Zira bunlar hukuk ve ahlâk bakımından bağlayıcı olduğu gibi, dinî açıdan da önemlidir. Allah katında sorumluluğu gerektirdiğini gösterir. (Ayrıca bkz. Mâide 5/89) (Komisyon, Kur'an Yolu DİB, 3/383)

Allah’a verilen sözün (ahdullah’ın) ciddi bir sorumluluk olduğunu bir başka âyet şöyle hatırlatıyor:

“Andolsun ki, onlar, daha önce geri dönüp kaçmayacaklarına dair Allah’a söz vermişlerdi. Allah’a verilen söz ise sorumluluğu gerektirir.” (Ahzâb 33/15)

 Bu ahd, -sahabeler hakkında- öncelikle iman etmektir. Zira iman etmek, imanın gereğini yapmaya da söz vermektir. Müslüman bunu Şehâdet/Tevhid kelimesiyle ifade eder. Sonra da Peygamber’e yapılan biat söz (ahd) vermek demektir. Ona biat edip, mallarıyla ve canlarıyla destek olacaklarına söz verip, sonra onu yardımsız veya yalnız bırakmak, ahde vefasızlıktır.

 

2-Allah’ın ahdini satmayın

Nahl 16/91-94. âyetlerde Allah’ın ahdi olarak nitelendirilen yeminlere ve yapılan anlaşmalara dikkat çekiliyor. Bunlara uymanın lüzumu, fesat, fitne aracı yapılmaması gerektiği söylendikten sonra şöyle buyuruluyor:

“Allah'ın ahdini az bir karşılığa satmayın! Şayet anlayan kimseler iseniz, şüphesiz Allah katında olan (sevap) sizin için daha hayırlıdır.

Sizin yanınızdaki tükenir, Allah katında olan ise kalıcıdır. Elbette sabredenlere, yapmakta olduklarının en güzeliyle mükâfatlarını vereceğiz.” (Nahl 16/95-96. Ayrıca bkz: Tevbe 9/121. Nûr 24/38. Ankebût 29/7. Zümer 39/35. Ahkâf 46/16)

Yani, Allah'la yaptığınız sözleşmeyi az bir pahaya değişmeyin!

Bazı insanlar dünyalık çıkarlar yüzünden veya başka zaaflardan dolayı yeminlerini yerine getirmezler, vaadlerinden dönerler, anlaşmalarına uymazlar. Bu şekilde ucuz ve basit çıkarlara aldananlar, bu hatayı yapanlar Allah katında daha değerli ve son bulmayacak olan nimet ve lütufları kaybederler.

 İnsanın ihtiras ve tamahı, takıntıları, küçük hedeflere odaklanması, hatta maddi ve boyolojik istekleri, sağlıklı düşünmesini, aklının ve vicdanının sesini dinlemesini engeller. (Komisyon, Kur'an Yolu DİB, 3/384)

Bu gibi engeller ancak kuvvetli bir iman, vahyin çağrısına kulak verme ve Rabbimize güven duymakla aşılabilir.

Allah (st) ahidlerini ve yeminlerini yerine getirmeyenleri açık bir şekilde kınıyor.

 “Şüphesiz, Allah’a verdikleri sözü ve yeminlerini az bir karşılığa değişenler var ya, işte onların Âhirette bir payı yoktur. Allah, kıyâmet günü onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temizlemeyecektir. Onlar için elem dolu bir azap vardır.” (Âli İmrân  3/77)

 

3-Allah’a ahid iftirası

Kur’an’ın ehl-i kitap dediği kimselerden bazıları, Allah’ın indirdiği kitabı az bir para karşılığı satmak için yeniden, bir anlamda işlerine geldiği gibi yazıp, “bu Allah katındandır” dediklerini, bu yaptıklarından dolayı başlarına gelecek olanı düşünmediklerini anlatıyor.  

«Doğrusu Allah bize, (gökten inen) ateşin yiyeceği (yakıp kor edeceği) bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamamızı emretti (ahd verdi)» diyenlere şöyle de: Size, benden önce mucizelerle, (özellikle) dediğiniz (mucize) ile nice peygamberler geldi. Eğer doğru insanlar iseniz, ya onları niçin öldürdünüz?” (Âli İmrân 3/183)

Yani bize tavsiye etti ve elçileriyle bunu bize ulaştırdı. Biz, emir olsun yasak olsun Allah’ın kendi katından bize elçileriyle gönderdiklerini tasdik etmekle yükümlüyüz. (Taberî, İbni Cerir, Câmiu’l-Beyân, 3/538. el-Cevzî, A. b. M. Zâdu’l-Mesîr, s: 245. el-Hâzin, M. b. İ. Tefsir, 1/327. Es-Sa’lebî, M. b. İ. el-Keşfu ve’l-Beyân, 2/204)

Kaynakların bildirdiğine göre Hicretten sonra Medine’de yaşayan yahudilerden ileri gelenler Rasûlüllah’a gelerek “Sen, seni Allah’ın elçi olarak gönderdiğini iddia ediyorsun. Halbuki Allah, elçilik iddia eden kişi ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe, ona inanmamamıza dair bize ahid verdi. Buna göre sen bu mucizeyi gösterirsen sana inanırız” dediler. Âyetin bunun üzerine indiği söylendi. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an,)

(İslâmda kurban; ibadet amacıyla belirli hayvanları usûlüne göre boğazlamak veya bu şekilde kesilen hayvan demektir. Yakılan kurban sözü Ahd-i Atik’te geçiyor. Levililer 1/7. Tesniye 15/16. Krallar 18/38)

Bu ateşten maksat ne olabilir?

Rivayet edildiğine göre geçmiş peygamberler zamanında bir kimse bir sadka verdiği zaman unun kabul edilip edilmediğini öğrenmek için bir kurban takdim ederdi. Sadakası kabul edilmişse, gökten bir ateş iner onun kurbanını yakardı. (Taberî, İbni Cerir, Câmiu’l-Beyân, 3/538) Bu şekilde kurban takdim etme olayı İsrailoğullarına gönderilen elçilerin mucizesi sayılıyordu. Peygamberin Allah tarafından gönderildiğini isbat için de bir kurban kesilir, peygamber dua ederdi. Bunun üzerine gökten bir ateş iner o kurbanı yakardı. Bu da o kişinin peygamberliği konusunda sâdık olup olmadığını ortaya koyardı. (Zemahşerî, el-Keşşaf, 1/438) Hadi diyelim bu rivâyet doğru, ama Kur’an’ın anlattığı peygamberlerin tek mucizesi bu değildi ki…  

Böyle bir şey gerçekte olsa da, bu ileri gelen yahudilerin Muhammed’in (sav) yanında Kur’an ve başka mucizeleri gördükleri halde böyle bir şey istemeleri, şart olarak bunu ileri sürmeleri iman etmekte samimi olmadıklarının göstergesidir.

Bunun Allah’ın ahdi (verdiği bir söz) olduğunu iddia etmeleri de uydurulmuş bir yalan ve iftiradır.

Âyet onların bu isteğinin iman etmek için olmadığını veciz bir şekilde, soruyla reddediyor.

“… de ki: Size, benden önce mucizelerle, (özellikle) dediğiniz (mucize) ile nice peygamberler geldi. Eğer doğru insanlar iseniz, ya onları niçin öldürdünüz?” 

Muhammed’den (as) böyle bir mucize isteyenler elbette bir peygamber öldürmediler. Ancak atalarının izinden körü körüne gidenlere, atalarının hatalarını hatırlatmak, onlar yapmış gibi söylemek Kur’an bir anlatım üslûbudur.

“Yani atalarınız peygamberlere inanmak bir tarafa onların bir kısmını öldürdüklerini doğru buluyorsunuz. Demek ki siz o zamanda yaşasaydınız peygamber katilleri ile birlikte olacaktınız. Üstelik son Peygamber’e inanmamak için bahâne uyduruyor, Allah’a iftira ediyorsunuz.”

Bir şey daha daha var: “Son Elçiye iman etmek, Kur’an’ın anlattığı diğer elçilere de inanmakla mümkün. Medem ki onlar kurban mucizesini gösterdikleri hâlde atalarınız inanmadı; bugün siz de aynı mucizeyi görseniz inanmazsınız. Sadece bahâne uyduruyorsunu.” (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 2/473)

Âyetin devamından peygamberlerin böyle mûcizeler getirdikleri anlaşılmakla birlikte bundan Allah’ın onlara “böyle bir mûcize getirmediği takdirde hiçbir peygambere inanmamalarını emrettiği” anlamı çıkmaz. Tam aksine âyet böyle diyenleri kınıyor ve iddialarının doğru olmadığını söylüyor. Daha önce elçiler mu’cize getirmelerine rağman bunların ataları bazılarını katletmişlerdi. (Komisyon, Kur'an Yolu DİB, 1/543) ,

Allah (cc) onlardan peygamberlerin haber verdiği, ateşin yediği kurban olayının peygamberliğinin isbatı olduğuna iman etmelerini istemişti. Kur’an, Muhammed (sav) zamanında bu iddiları ileri sürenlerin yalanlarını ve iddialarını reddediyor. Onlar bu iftirayı onun elçiliğini reddetmek için yapıyorlardı. Onlar bozulmamış Tevratta onun doğru sözlü bir elçi olduğunu bildikleri halde onun elçiliğini kabulş etmediler.

Halbuki Allah’ın ahdi, Muhammed (sav) Allah’ın kullarına gönderdiği son elçiye inanmaları, itaat etmeleri idi. Onların ataları peygamberleri katlettiler, bunlar da onca delile rağmen son vahyi katletmeye çalışıyorlar. Üstelik Allah’a iftira ederek, O’nun hakukunu küçümseyerek... (Taberî, İbni Cerir, Câmiu’l-Beyân, 3/539)

Sonuçta âyet “doğru söylüyorsanız elçileri niçin öldürdünüz” diyerek Son Elçi’den böyle bir mucize istemelerinde samimi olmadıklarını beyan ediyor.

Bu âyet aynı zamanda günümüzde Son Vahyi kabul etmekte samimi olmadıkları için bahane arayan, sapma sapan sorular soran; “madem Allah var o niye öyle, bu niye böyle”,”öteki dünyaya gidip gelen var mı”,”madem öyle Allah kötüleri-günahkârları neden taş etmiyor”, ”gözlerimle görmedikçe...”, “peygamberler zamanında olduğu iddia edilen mucizeler şimdi de olsun” diyenlere de işaret ediyor diyebiliriz.

 

4-Ahdini bozmayanlar iman edenlerdir

İman edenler, dini yaşamada ihlaslı (samimi) olanlar gerek Allah’a verdikleri sözü yerine getirirler, gerek insanlarla yaptıkları sözleşmelere uyarlar.

Şüphesiz ki Allah’tan gelenlere bütün kalbiyle inanan ile, hakikati görmeyen (manevi) kör bir olmaz. Gerçeği (ilâhi vahyi)  gerçek akıl sahipleri, ya da aklını kullananlar anlar. (Ra’d 13/19)

“Onlar, Allah'ın ahdini yerine getirenler ve verdikleri sözü bozmayanlardır.

(Yine) onlar Allah’ın gözetilmesini emrettiği şeyleri gözeten, Rablerinden saygı ile ve kötü hesaptan korkan kimselerdir.” (Ra’d 13/20-21)

Böyle aklını kullananlar, ilâhi vahyi kabul eden, Allah’ın rızasını isteyerek namazı ikâme eden, ellerindeki imkanları yerine göre infakta bulunan, kötülükleri iyilikle savmaya çalışan kimselerdir. (Ra’d 13/22)

Kur’an’ın “ulu’l-elbâb” dediği aklını kullananlar Allah’ın ahdini, öncelikle kalu belâ diye beyan edilen (A’raf 7/177) ezelî sözleşmeye bağlıdırlar, onun gereğini yaparlar, öz benliklerine yerleştirilen tevhid ahdine (fıtrata) uyarlar. Bu ahde, misaka vefasızlık etmezler. Allah’a verdikleri sözlerden, ya da Allah’ın adına verdikleri sözlerden dönmezler, yaptıkları anlaşmalara uyarlar. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 5/140-141)

Bu sıfatları taşıyan kişiler mü’minlerdir. Kur’an mü’minlerin sözlerine bağlı olduklarını şöyle anlatıyor:

“Yine onlar (o müminler) ki, emânetlerine ve ahidlerine riayet ederler.” (Mü’minûn  23/8)

“Onlar, emânetlerini ve verdikleri sözü gözeten kimselerdir.” (Me’âric  70/32. Ayrıca bkz: Bekara 2/177)

Emânet yalnızca mal, maddi şeyler değildir. Emânet diğer dinî emirler, Allah’a ve kullara ait haklar, vekâletler, kişinin sorumluluğuna bırakılan şeyler, alınan görevler, beden, kabiliyetler, akıl, zekâ, vicdanın işletilmesi, Rabbe verilen sözler (ki Tevhide inanmak, Âmentü demek Allah’a verilen sözdür), insanlarla yapılan sözleşmelerdir, verilen sözlerdir.

Zaten yapılan/verilen ahd’i yerine getirmek takvalı olmanın (sorumluluk taşımanın) sonucudur.

 “Hayır! (Gerçek, onların dediği değil.) Kim sözünü yerine getirir ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, şüphesiz Allah da sakınanları sever.” (Âli İmrân  3/76)

“Onlar, Allah’a verdikleri sözü yerine getiren ve verdikleri sözü (misak’i) bozmayanlar.

Ve onlar, Allah’ın riâyet edilmesini emrettiği haklara riâyet eden, Rablerinden saygıyla korkan ve kötü hesaptan korkanlardır.” (Ra’d 13/20-21)

Bundan bir önceki âyette Allah’ın indirdiğini kabul eden kimsenin kör gibi olmayacağı, bunu ancak ulu’l-elbâb-akleden bir kalbe sahip kimselerin anlayacağı söyleniyor.

Kur’an’ın ulu’l-elbâb-derin düşünce sahibi dediği, yani aklını iyi kullanan kimselerin bazı özellikleri burada zikrediliyor.

Birincisi; onlar, A’raf 7/177de işaret edilen “elestü bi-rabbikum-Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’deki ahde, yani Allah’ı âlemlerin Rabbi biricik ilâh tanımak şeklinde öz benlikleriyle, fıtratlarıyla taahhüt ettikleri tevhid inanacına (fıtrat dinine) vefalı olurlar.  Bu misakı (söz vermeyi) bozmazlar. Böylece Allah’a karşı verdikleri bir sözden dönmezler.

İkincisi; Allah’ın emrettiği işleri (görevleri) yerine getirirler.  Herkesin, ailenin, hısım akrabanın, komşuların, diğer insanların, gayr-i müslimlerin, tabiatın, canlıların hak ve hukukuna riayet ederler. Aslında yaratılmışların haklarını gözetmek, Yaratıcının hakkına riayet etmektir.

Üçüncüsü; Rablerinden haşyet ederler, yani saygı ile korkarlar. O’nun makamına gereken saygıda titizdirler. O’na karşı saygısızlık etmekten içleri titrer. Günah işlemekten bu yüzden çekinirler.

Dördüncüsü; aleyhlerine olacak hesaptan havf ederler (korkarlar), hem de dehşete düşercesine... Onlar, Âhirette dünyada yaptıklarından hesap vereceklerine inanırlar. Bu hesapta kötü duruma düşmekten çok korkarlar, ürperirler. Bu korku sebebiyle dünyada iken o hesaba hazırlık yaparlar. Ölmeden önce yaptıklarını gözden geçirirler. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 5/140-141)

“Bu ilke, vahyin inşa etmek istediği İslâm aklının koordinatlarından biridir. Bunun sayesinde bir müslüman hakikatle ve kendi fıtratıyla barışık olur. Bunun tam tersine mutlak hakikate ve kendi fıtratına karşı yabancılaşmış bir aklın tavrı hem bu sûrenin 25. âyetinde hem de Bakara 27’de şöyle dile getirilir: “Allah’ın korunmasını emrettiği bağları koparırlar ve yeryüzünde ahlâkî çürümeye (fesada) sebep olurlar”.

İslâm aklının koordinatlarından biri olan bu ölçünün hem Mekke’de hem de Medine’de dile getirilmiş olması, zaman, zemin ve ortamın değişmesiyle değişmeyen insana dair temel bir meseleye parmak basıldığının işaretidir.

Bu uyarıyı sadece akrabalık bağlarıyla sınırlamak doğru olmasa gerek.” (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/462)

 

5-Allahın ahdini (ahdillah’ı) bozanlar

Ahd’e bağlılık açısından insanlar Allah’ın huzurunda iki kısma ayrılırlar.

Birinci grupta olanlar verdikleri ahd’e uyarlar, verdikleri sözü yerine getirirler. Biriyle anlaşma yaptıkları zaman, gereğini yaparlar.

Bu ahd’in Allah’a ve insanlara verilmesi açısından farkı yoktur. (Mü’minûn 23/8. Meâric 70/32. Ahzab 33/23)

İkinci grupta olanlar ise ahd’lerine sadâkât göstermezler. Böyleleri ‘elest bezminde’ verdikleri ahd’e uymadıkları gibi, fıtratlarında olan yaratılış ahd’inin gereğini de yapmazlar. Allah’a ve insanlara karşı verdikleri sözleri yerine getirmezler.

Bunlar Kur’an’ın münafık, fâsık ve inkârcı dediği kimselerdir.  

Eğer insanlar Allah’a karşı verdikleri ahd’i (kulluk yapma görevlerini) yerine getirirlerse ve insanlar arasında yaptıkları anlaşmalara uyarlarsa, verdikleri sözlerde dururlarsa; Allah (cc) onlara verdiği ahd’i yerine getirecek, onlara hakk ettikleri mükâfatı verecektir. (Bekara 2/40)

İman bir ahidleşme, inkâr ise bu ahd’i bozmadır. İman, etmek, mü’min olmak Allah’ın ahdine sadâkât, inkâr etmek, şirk koşmak, isyancı olmak da bu ahde vefasızlıktır.

Mü’minler Allah’ın ahd’ine vefa gösteren sâdıklar, inkârcılar, münafıklar ve fâsıklar ise bu ahd’e uymayan vefasızlar, sadâkâtsizler ve döneklerdir.

İnsanların hepsinin Allah’ın onları yarattığı fıtrata, içlerine konulmuş olan yaratılış bilincine, Allah’a iman ve ibadet etme kabiliyetine bağlanmaları gerekirken; kimileri bu gerçeğe ve ilâhî uyarılara rağmen doğru yoldan çıkmakta, verdikleri ahd’i bir tarafa atmaktadırlar. İşte böyleleri yoldan çıkmış fâsıklardır.

“Biz onların çoğunda, sözünde durma diye bir şey bulmadık. Ama gerçekten onların çoklarını yoldan çıkmış kimseler bulduk.” (A’raf 7/102)

Tarihte bazı kavimler ve yaşadıkları beldeler yıkılıp mahvolmuştu. Kur’an bunlardan bir kısmının haberlerini anlattı. Bu kavimlere, beldelere Allah uyarıcı ve müjdeleyici elçileri, kuvvetli deliller ve mucizelerle gönderdi. Ama onların bir kısmı buna aldırmadılar. Bir kısmı da elçilerin davetine karşı çıktılar, o davete karşı savaştılar. Bozgunculuk yaptılar, haddi aştılar, zulme saptılar. Bunun sonucu cezayı hak ettiler.

Tefsirciler bu âyette geçen ahd kelimesini çoğunlukla, Allah’ın Âdem’in soyuna, yani bütün insanlara fıtratına koyduğu hakkı ve hakikati bulma, kabul etme meyli, fıtratında olan iman etme ve iyilik kabiliyeti olarak açıkladılar.

İnsan dünyaya özünde bu olumlu eğilim ve yetenek ile gelmesi bir anlamda Allah’a karşı bir ahdi, bir borcudur. Ancak bazılarının bu fıtratı ve fıtrata uygun olan İslâmı tanımayarak batıl yollara sapması, kötülük yapması, çirkin davranışlar sergilemesi de Allah’ın ahdini bozma şeklinde anlaşıldı. (Komisyon, Kur'an Yolu DİB, 2/442)

Allah (cc) ahdini bozanları bir âyette şöyle anlatıyor:

“Onlar, Allah’a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozan, Allah’ın korunmasını emrettiği bağları (iman, akrabalık, beşerî ve ahlâkî bütün ilişkileri) koparan ve yeryüzünde bozgunculuk yapan kimselerdir. İşte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir.” (Bekara 2/27)

Bu âyette Allah’ın emrine karşı gelenlerin kötü ahlâk ve davranışlarından üç tanesi sayılıyor:

Birincisi; Onlar Allah’a verdikleri sözden dönmeleri. Bu söz ya ezelde ‘elestü bi-rabbiküm’deki ilâhî soruya ya ruhlar aracılığıyla, ya da fıtrat ile ‘evet’ demektir. (A‘râf 7/172)

Bu da sadece Allah’ı Rabb ve ilâh olarak tanımayı, sadece O’na kulluk etmeyi, dünya işlerinde, muamelelerde Allah’ı şâhit tutarak veya Allah adına verilen sözleri, ahidleri kapsar.

Münafıkların kötü âdetlerinden biri de verdikleri sözde durmamalarıdır. (Bkz: Buhârî, Îmân/24 no: 33, Şehâdât/28 no: 2682, Vesâyâ/8 no: 2749, Edeb/69 no: 6095. Müslim, Îmân/25(107-108) no: 211-212. Tirmizî, Îmân/14 no: 2631. Nesâî, Îmân/20 no: 5023-5024)

 İkincisi; “Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyler”i kesip ayırmaları.

Bazı âlimlere göre birleştirilmesi emredilen şey akrabalık bağlarıdır.

Ancak âyeti daha geniş çerçevede anlamak gerekir. Allah (st), din, peygamber, kulluk anlayışlarının Tevhid inancı etrafında birleştirilmesini ister. (Komisyon, Kur'an Yolu DİB,1/36)

Allah ile varlığın, peygamber ile vahyin, kalp ile aklın, iman ile ibadetin, dünya ile Âhiretin, kulluk ile Yaratıcının, şeriat ile dinin, karı ile kocanın, ebeveyn ile çocuğun, din kardeşlerinin arasını birleştirmek gibi.

Fesatçılar (bozguncular) ise bunun tersini yaparlar.

Üçüncüsü; fesat çıkarmaları, bozgunculuk yapmaları. Bozguncular (müfsidler) tarihten beri bazıları toplumlardaki düzeni ahengi, yaptıkları kötülüklerle, fitnelerle bozmuşlar, bozarlar.

Çevreyi kirletenler, insanlara maddi ve manevi zarar verenler, acı ve felakate sebep olanlar her zaman oldu, olmaktadırlar. Bu fesatçılar da genelde münafık, inkârcı ve müşrikler arasından çıkar. (Zalim müslümanlar da buna dahildir.)

Allah’ın yasakladığı (özellikle toplumsal) eylemler zararlı olduğu gibi, kötülüktür, fesattır, denge ve düzeni bozucudur. Amaçları ne olursa olsun, aşırı günah işleyenler; Allah’ı bırakıp nefsin hevâsına veya şeytana uyanlar, ya da puta tapanlar olduğu söylenebilir. (Komisyon, Kur'an Yolu DİB, 1/36)

Bekara Sûresi 27. Âyete göre fasıklar;

a-Allah’la olan ahd’lerini bozarlar. Yaratılışlarında bulunan fıtrata yönelmezler. Allah’a söz verdikleri ve bütün benlikleri bu gerçeğe şâhit olduğu halde O’ndan başka ilâhların peşine giderler. Sözlerinden cayarlar.

b-Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyleri keserler. Allah’la ve O’nun emirleri arasındaki bağı, peygamberlerle gelen ilâhî belgeler ve onlara bağlılık arasındaki bağı koparıp atarlar.

c-Yeryüzünde bozgunculuk yaparlar, fitne çıkarırlar. Onlar öncelikle yeryüzünün ve insan toplumununun düzenini sağlayacak olan İslâmla ve onun inanç sistemiyle mücadele ederler. İslâmın getirdiği ahlâk ölçülerinin yaşanmasına engel olurlar. Böylece Kur’anın fesat dediği ortamları hazırlarlar.

Bu özellikleri taşıyanlar ve ahd’lerine vefa göstermeyenler büyük zarara uğrayacaklar. (Ra’d 13/25)  

‘Fâsık’ din dilinda büyük günah (fısk) işlemek, ciddi hata yapmak sebebiyle Allah’a itaatten çıkan kimsedir.

Fâsıklığın üç derecesi olduğu görüşü var:

Birincisi; haramı helâl saymadan günah işleyen, haram olan eylemleri yapan müslüman,

İkincisi; haramları ısrarla işleyen. Haram işlemeyi dünya görüşü, karakter edinen  kişi,

Üçüncüsü; haramı inkâr ederek, yani haram diye bir sey tanımayarak onları zevkle yapan kişi. İşte bu inkârcıların sıfatıdır.

Bir önceki âyette küfre saplananlar (kâfir olanlar); “Allah’ın bundan muradı nedir...” dedikleri geçiyor. Arkasından da fâsıkların yanlış tavrına işaret ediliyor.

Demek ki kâfirlik ile fâsıklık arasında bağ var. Ya da Rabbimiz kâfirlerin bazı davranışlarını fâsıklık olarak niteliyor. Zira onlar bu davranışlarıyla yoldan çıkarlar.

Fâsıklar ahidlerine sâdık kalmazlar. Bu ahid isterse belgeli sözleşme olsun... İnsanın fıtratında “Ey Allahım, yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden yardım dileriz” deme yeteneği, özelliği var. Onlar bu ezelî sözleşmeyi (elestü bi-rabbikum’u), bu iman ve kulluk anlaşmasını, yaratılışa ait genel yasayı bilmezler, tanımazlar. Allah’ın (cc) bu ezelî sözleşmeyi (misakı) vahiy ve elçilerle takviye etmesine rağmen...

Bir kısmı da bu ahdi diliyle ikrar etmesine karşın buna hakkıyla uymazlar. Ya da Allah adına yemin ettikten, ahid yaptıktan sonra sözlerine sadâkat göstermezler.

Böyleleri Allah’ın birleşmesini emrettiği seyleri koparırlar, islah etmeleri gerektiği halde ifsat ederler (fesada sebep olurlar), kişiyi kurtuluşa götürecek sâlih amelleri (faydalı/güzel işleri) işlemezler. Bunlar fâsıklardır, bunlar kendi tecihleriyle sapıklığa düşerler. Allah’ın vereceği sevap gibi muhteşem kazançtan mahrum kalırlar. Kendi aleyhlerine zarara sebep olurlar. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 1/245-246)

 

-Allahın ahdini bozanlar zarar ederler

Allah’ın ahdini yerine getirmeyenler, O’na verdiği söze uymayanlar öldüktan sonra yurdun kötüsünü hak ederler.

 “Allah’a verdikleri sözü, pekiştirilmesinden sonra bozanlar, Allah’ın korunmasını emrettiği şeyleri koparanlar ve yeryüzünde fesat çıkaranlar var ya; işte lânet onlara, yurdun kötüsü (cehennem) de onlaradır.” (Ra’d 13/25)

Bu âyet ne kadar Musa’ya (as) verdikleri sözü bozan İsrailoğulları hakkında inmiştir gibi görüşler olsa da, hükmü geneldir. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 5/143)

İster iman etmek, ister iman ettikten sonra iman sözünde sebat etmek, ister Allah’ı şâhit tutarak yapılan yemin, sözleşme gibi, hangisi olursa olsun; Allah’a  verdiği sözü yeri getirmeyen, hangisi olursa olsun Allah’ın korunmasını istediği (akrabalık, iman-ibadet, dünya-Âhiret, kul-Allah, din kardeşliği, Kur’an-hayat gibi) bağları koparanlar; üstüne üstlük bir de bulundukları yerde fesada, fitneye, kargaşaya, anlaşmazlığa, savaşa, kan dökülmasıne, hak ihlâllerine, kolaylıkla günah işlemeye sebep olurlarsa onlar lanete uğrar. Âhirette onların varacağı makam, yurdun en kötüsü olan cehennemdir.

“Allah’ın sıkı tutulmasını buyurduğu bağlar”; aile bağları, yetim ve yoksullara karşı olan sorumluluklar, komşular ve toplumdaki diğer insanlarla ilişkilerden doğan bağlar, müslümanlar arası kardeşlik bağlarını içine alabilir.

Bu en geniş anlamıyla, varlığın yaratılış amacına bağlı kalması yönündeki yükümlülük, tüm canlılara karşı, karşılıklı sevgi ve şefkati, bununla ilgili ahlâki sorumluluğunu kuşatır. (Esed, M. Kur’an Mesaji, 1/491)

“Gerek Allah’a gerekse kullara verdikleri sözden dönen, yaptıkları anlaşmaları bozan, akraba, konu-komşu ve diğer insanlarla ilişkilerini kesen, fakir-fukarayı gözetmeyen, yeryüzünde fesat çıkarıp insanların arasını bozan kimseler bu kötü fiillerden dolayı dünyada Allah’ın, meleklerin ve insanların lânetine uğrarlar; Âhirette ise cehenneme gireceklerdir.” (Komisyon, Kur'an Yolu DİB, 3/261)

Zaten müşriklerin (şirk dinine inananların), inkârcıların Allah ve Peygamber’e karşı, sâdık kalacakları ahidleri olmaz.

“Allah’a ortak koşanların Allah katında ve Rasûlü yanında bir ahdi nasıl olabilir? Ancak Mescid-i Haram’ın yanında kendileriyle antlaşma yaptıklarınız başkadır. Bunlar size karşı dürüst davrandığı sürece, siz de onlara dürüst davranın. Çünkü Allah, kendine karşı gelmekten sakınanları sever.” (Tevbe  9/7)

Bu ahdin, öncelikle Allah’a ve Elçisine verilen söz olduğu görülüyor. Sonra da Peygamber ve sahabelerle yapılan sözleşme/anlaşma olması mümkündür. Âyet her ikisine de işaret etmiş olabilir.

Âyetin birinci cümlesi her devirde her zaman olabilecek bir gerçeğe ve genel bir kurala, ikinci kısım ise daha çok özel bir olaya, âyetin nüzûl sebebine işaret ediyor denilebilir. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 4/278)

Her ne kadar Peygamber zamanında Rasûlüllah ile anlaşma yapanlar, sözlerinden caydılarsa da, Mescid-i Haram’ın yanında anlaşma yapanlardan hâlâ ahdine sâdık olanlar vardı. Dolaysıyla böyle sözüne sâdık kimselerle -müşrik olsalar bile- yapılan anlaşmalara sonuna kadar uymak gerekir. Eğer bunlar da sürenin bitmesinden önce anlaşmayı bozarlarsa, artık müslümanlarda bir sorumluluk kalmaz.

Allah (st) bu konuda ve diğer konularda sorumlu davrananları, verdiği söze uyanları, ahdine sâdık kalanları sever.

Allah (cc) bir başka âyette sözlerinde durmayanlar hakkında şöyle diyor:

“Onlar ne zaman bir antlaşma yaptılarsa, içlerinden birtakımı o antlaşmayı bozmadı mı? Zaten onların çoğu iman etmez.” (Bekara 2/100)

Böyleleri anlaşma bozmayı, sözünden dönmeyi, ahde vefasızlık etmeyi günah saymazlar, bir sakınca görmezler.

Kur’an böylelerinin durumunu bir başka âyette şöyle açıklıyor: “Onlar, kendileriyle antlaşma yaptığın, sonra da her defasında antlaşmalarını hiç çekinmeden bozan kimselerdir.” (Enfal 8/56)

Buradaki “anlaşmayı yaptılarsa...” ifadesini; “Allah'a ahit verdilerse...” şeklinde anlamak mümkün. Bu ahid de; ne zaman bir peygamber görevlirinse ona yardımcı olmak, ama onun hasımları olan müşriklere yardımcı olmamaktır.” (İzmirli, İ. H. Meali âyet açıklaması)

İlk dönem tefsircilerinin İbni Abbas’tan naklettiklerine göre Medine yahudilerine “Muhammed elçi olarak ortaya çıkınca ona inanacağız” sözleri hatırlatıldı. Ama onlar bu ahidlerine uymadılar.

Nitekim bir sonraki âyet Kitap Ehlinden bazılarının kendi yanlarındaki (vahyi) tasdik etmek (veya tamamlamak) üzere gelen Elçi’yi kabul etmediler, Allah’ın kitabına, sanki onu hiç bilmezmiş gibi uymadılar. (Beklara 2/101)

Bir görüşe göre de onların verdikleri ahid (yaptıkları anlaşma) kasıt, Beni Kurayza, Ben-i Nadir gibi kabilelerin Allah’ın Rasûlü ile yaptıkları anlaşmalardır. (İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, s: 77)

“İbnu Ebi Hatim`in Abdullah bin Abbas’tan (ra) rivâyet ettiğine göre Rasûlüllah (a.s.) peygamber olarak gönderilince, yahudilerin verdikleri ahid ve onlardan Muhammed (a.s.) hakkında alınan ahid kendilerine hatırlatılınca Malik bin es-Sayf demiş ki: “Vallahi, kitabımızda bizden; Muhammed’e iman edeceksiniz şeklinde bir ahit alınmadı (bize emredilmedi).” Bunun üzerine bu âyetin indiği söyledi. (Kurtubî, Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/244)

Buradaki anlaşma (ahid), sadece Peygamber döneminde anlaşmalarına (ahidlerine) uymayanlar hakkında değil; “müslümanın imanın gereği bütün yükümlülükleri, diğer insanlara karşı yüklendiği ahlaki, hukuki ve toplumsal görevleri kapsayan bir kavram” olarak anlamak gerekir. (Esed, M. Kur’an Mesaji, 1/336)

Âyet onların durumunu anlatıp mü’minlere zımnen, “siz olmayın” diyor.

 

“Allah'a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir bedelle değiştirenlere gelince, işte bunların Âhirette bir payı yoktur.

Kıyâmet günü Allah onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için acı (elîm) bir azap vardır.” (Âli İmran 3/77)

Burada verdiiği sözden, yaptığı anlaşmalardan dönenlere, ettiği yemine sâdık kalmayanlara bir tehdit (vaîd) var. (İbni Atıyye, Muharriru’l-Vecîz, s: 319)

Bu âyetin nüzûl sebebi olarak bazı görüşler var: Bir görüşe göre; sahabeden Eş’ab b. Kays bir yahudi ile bir arazi hakkında anlaşmazlığa düştü. (Belli ki yahudi arazinin kendisine ait olduğunu iddia ediyordu) Beraber Rasûlüllah’a geldiler. Ona; “(bu arazi ile ilgili) yanında bir isbat (belge) var mı?” diye sordu. O da “hayır yok” dedi. Yahudiye; “yemin eder misin?” diye sordu. Bunun üzerine Kays; “bu adam yemin ederse benim malım elimden çıkar” dedi.  Bunun üzerine bu âyet indi. (Buhârî, Şehâdât/19 no: 2666-2667. Tirmizî, Tefsir/3(4) no: 2996)

Başka bir görüşe göre bu âyet yahudiler hakkında indi.  Allah (st), Tevratta ona tabi olsunlar diye Muhammed’in (sav) özelliklerini açıkladı. Lâkin onlar bunu inkâr ettiler, Allah’ın ahdine muhalefet ettiler. (İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesir, s: 204. Kurtubî, Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/693. İbni Atıyye, Muharriru’l-Vecîz, s: 319. Zemahşerî, el-Keşşâf, 1/369)

Abdullah b. Mes’ud’un naklettiğine göre Rasûlüllah şöyle dedi: “Bir kimse müslüman bir kişinin malının elinden gitmesine sebep olacak şekilde yemin ederse, o kişi Allah ile O ona kızgın olduğu halde kavuşur. Allah da bunu tasdik için adı geçen âyeti inzâl etti. Eş’ab b. Kays Rasûlüllah’ın amcaoğlu ile yanında geldi. O da; “Ne anlatacaksınız?” diye sordu. Şöyle cevap verdik: “Şöyle şöyle oldu.” Kays; “bu âyet benimle ilgili indirildi. Benim amcaoğlunun arazisinde bir kuyum vardı (o, onun kendisine ait olduğunu iddia ediyor)” dedim. Rasûlüllah; “aranızda bir belge var mı, ya da yemin var mı” diye sordu. “Ey Allah’ın elçisi ya yemin ederse (nasıl olacak)?” dedim. Rasûlüllah şöyle dedi: “Kim ettiği yeminle müslüman kişinin malının elinden gitmesine sebep olursa, o kişi Allah’a, O ona kızgın olduğu hâlde kavuşur.” (Buhârî, Tefsir/3-3 no: 4549-4550)

 Abdullah b. Mes’ud’tan Şefik b. Seleme nakletmiş: “Rasûlüllah şöyle buyurdu: “Kim ettiği yeminle müslüman kişinin malının kesilmesine sebep olursa, o kişi fâcir (günah işlemiş olur), Allah’a O ona kızgın olduğu hâlde kavuşur. Allah (cc) bu âyeti indirdi.” Bundan sonrası bir önceki rivâyetteki gibi. Yalnız burada “aranızda bir belge var mı, ya da yemin var mı” yerine Peygamber’in; “şâhidin var mı” diye sorduğu, Kays’ın hayır şâhidim yok”, “onun yemini var mı?” dediği geçiyor. Hadisin bundan sonrası aynı. Bunda şu ilave var: “Allah (st) Elçisini tasdik etmek üzere bu âyeti inzal etti.” (Buhârî, Müsâkât/4 no: 2356-2357, Şehâdât/21 no: 2669, 2673, 2676.)

Buhârî’nin başka bir rivâyetinde Eş’ab b. Kays’ın bir adamla aralarında bir kuyu ile ilgili husumet olduğunu, bundan dolayı Peygamber’e geldikleri anlatılıyor. Gerisi yukarıdaki gibi. (Buhârî, Rehin/6 no: 2515-2516)

Tefsir kaynakları her ne kadar bu âyetin iniş sebebini söyleseler de hükmü geneldir. Bu rivayetler anlaşılmasına yardımcı olabilir. Ama aslında burada Allah’a ve Âhirete iman edenlere uyarı var: Allah’a verdiği sözü, yaptığı yemini kalkan olarak kullanıp çıkar etmenin ağır sonuçları olur.

Mü’minler bu uyarıya daha ciddi ve dikkatli bir şekilde kulak vermeliler.

Burada, Allah adını kullanarak insanları aldatmanın, çıkar elde etmenin günahının diğer bazı haramlardan daha ağır olduğunu anlıyoruz. Hele bu aldatma ve menfeat sağlama “din adına” olursa...

Ahirete inanmayıp oradaki hesaptan korkmayan, bundan dolayı da dünyalık çıkarları önceleyen birisi; çıkar için, daha çok kâr için hile, aldatma, yemin, sahtecilik gibi şeyleri yapabilir, bulunduğu ülkenin yasalarından kaçtığı sürece...

Buna karşın Allah’a ve Âhiret gününe, oradaki hesaba güçlü bir şekilde iman eden, aynı zamanda aklını kullanan derin kavrayış sahibi bir müslüman böyle yapmaz. O, fani dünyalıklar, geçici kar ve hazlar uğruna, kendini Âhiret nimetlerinden yoksun bırakmaz.

Âhireti hesaba katmayıp Allah’ın ahdini bozanlar, oradaki mükâfat ve rahmetten pay alamayacaklar. Zira rahmet kapısını kendileri dünyada iken kapatmış olurlar. Onlar dünyadaki bu tercihleriyle ilâhi bağışlardan mahrum kalacakları gibi, can yakan (elîm) bir azabı da hak ederler.

Allah’ın yasası/hükmü:Her insan –iyi veya kötü- yaptıklarının karşılığını alacak. (Komisyon, Kur'an Yolu DİB, 3/436)

Âhirette Allah’ın bu ciddi hatayı konuşmaması, onlara bakmaması, onları tezkiye etmemesi, değersiz oluşları; onları rahmetiyle bağışlamaması ve sâlih kullarına layık gördüğü övgüden onları mahrum bırakmasıdır. (İbni Atıyye, Muharriru’l-Vecîz, s: 319. Zemahşerî, el-Keşşâf, 1/369)

 

Hüseyin K. Ece

20.11.2021

Zaandam