Buna Kur’an’da “mühîn kavramı” da diyebiliriz.

-Sözlikte mühîn

Bunun kökü ‘hâ-ne/hevene’ fiilidir. Bu da sözlükte; yumuşak ve kolay olmak, hakir ve zelil olmak, zayıf ve sakin olmak.

Bunun ‘ehâne’ kalıbı; bir şeyi hair görmek, küçümsemek.

‘hevvene’; kolaylaştırmak, bir şeyi hafifletmek, küçümsemek,

‘hâvene’; yumuşaklıkla ve kolaylıkla davranmak.

“hâne’l-emru ala fülânün: Şu iş şu kimseye kolay geldi” denir. (el-Isfehani, R. el-Müfredat; )

Mesela âyetlerde bu anlamda geçiyor; “Allah kimi tahkir ederse...” (Hacc 22/18)

“İnsan ise; Rabbi onu deneyip de kendisine ikramda bulunduğunda, ona bol bol nimetler verdiğinde, “Rabbim bana ikram etti” der.

Ama onu sınamak için rızkını daraltıp bir ölçüye göre verdiği zaman: "Rabbim bana hor baktı (zelil etti)" der.” (Fecr 89/15-16)

“… Bir çoğunun üzerine de azap hak olmuştur. Allah, kimi alçaltırsa (yehinu) ona saygınlık kazandıracak hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini yapar.” (Hac 22/18) 

-Hâne fiilindan türeyenler

Kur’an’da bu fiilden türeyen isim, sıfat ve masdar olan bir kaç kelime var. Mühîn de bunlardan biridir.

-Hevn;

Bunun iki anlamı var. Birincisi; vakar ve teenni, tevâzu, yumuşaklık...

İnsanın kendine gözün kısılmasına ya da yere eğilmesine neden olacak herhangi bir zillet erişmeden, kendi nefsinde zelilleşmesi, yani tevâzu sahibi olması, alçakgönüllü olması. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât; 798)

Bu, övülmeye değer görünür. Şu âyette olduğu gibi. 

“Rahmân’ın kulları, yeryüzünde tevâzu (hevn)  ile yürüyen kimselerdir. Câhiller onlara laf attıkları zaman, “selâm!” der (geçer)ler.” (Furkan 25/63)

Kimbilir, (Kur’an’ın câhil dediği) kimseler müslümanlarla alay etmek, dinlerini tartışmak için sataşabilirler, laf atabilirler. Bunu yüzyüze geldikleri zaman yaptıkları gibi, -günümüzde- yazı ile, medya ve sosyal medya ortamında daha yaygın yapabilirler.

Müslümanlar onların alaylarına, gülmelerine, kaş göz işareti ile dalga geçmelerine aldırmazlar. Onlarla dini ve dinin ilkelerini tartışmazlar. İmkanı varsa İslâmî anlatırlar. Bu imkan da yoksa, bir anlamda veda olmak, konuyu kapatmak üzere, “lekum dinikum veliyedin-sizin dininiz sizin benim dinim de benim” demiş olarak “selâm” der ve işlerine bakarlar.

Bunu yaparken asla kibirlenmez, asla zillete düşmez, ama vakarla, İslâmî kişiliğe uygun bir şekilde yaparlar.

Buradaki selâm bir müslümanın diğeri ile karşılaştığı zaman vermesi gereken selâm değil; ama bir veda, ayrılma, yüz çevirme selâmı olduğu söylenebilir.

Furkan Sûresinindeki bu pasaj (63-76. âyetler arası) “Rahmanın kulları” diye isimlendirilen, iman edip sâlih amel işleyen müslümanın bazı sıfatlarından bahsediyor. Mü’mine yakışan sıfatlardan biri de dışarıda insanlar arasında yürüdükleri, onlarla birlikte oldukları zaman vakar ve tevâzu ile davranmalarıdır.

Bu iki güzel ahlâk her ne kadar zıd gibi görünse de ikisi birbirini tamamlar. Vakar, sahsiyet sahibi olmak değerini korumaktır. Bu asla kibir değil. Kibirlenmek ile vakar arasında ince bir çizgi vardır. Haddini bilen mü’min imanın verdiği bilinç ile sağlam bir kişilik kurar, Şahsiyetini, kisiliğe yön veren faktörleri vahyin ilkeleri ile belirler. İslâmî şahsiyete yakışmayan davranış, söz ve tavırlardan, zillet ve meskenetten kaçınır. Bu kişiliği birilerine yaranmak, çıkar elde etmek, şirin görünmek için değersizleştirmez.

Tevâzu, kibrin zıddıdır. Mü’mine zillet yakışmadığı gibi büyüklenmek de yakışmaz. Zira Kibriya sıfatına ve hakkına sahip, el-Ekber olan Rahman’ın kulu olduğuna iman eden bir mü’min, insan olarak yerini, haddini bilir. Allah’ın kullarına karşı da kibirlilik göstermez. Onları küçük, kendisini büyük veya üstün görmez.

Tevâzu alçak gönüllülüktür. Ama bu asla sünepelik, zillet, kendini asağı görmek değildir. Mü’min tavâzu göstereceğim diye kimsenin önünde, çıkar, makam veya göze girmek için eğilmez. Bu gibi amaçlar için bulunduğu yerine şeklini almaz, renk değiştirmez. Bulunduğu yeri bilir, ona göre göre konuşur veya davranır. Tevâzu gösterir ama alçalmaz, küçülmez, İslâmî kişiliğini unutmaz. Sünepe, dilenci gibi olup kendini rezil etmez.

Bu âyet mü’minin bir sıfatı olarak tavûzuyu önceliyor. Bu kelimenin burada kısaca açıklamaya çalıştığımız vakarı da içinde barındırdığını söylemeliyiz. Zira müslümandan istenen alçakgönüllü olmak, kişiyi değersizleştirecek bir eğilme, zillet veya başkalarına şirin görünmek değil, İslâmî şahsiyete yakışan bir ciddiyet, şahsiyet ve kibirden uzak bir olgunluktur. Bu da onun vakarıdır.

Devam eden âyetlerde Allah (cc), cehennemden sakınmayı, harcamalarda orta yolu tutmayı, yalnız Allah’a iman etmeyi ve sâlih amel işlemeyi, tevbe etmeyi, Allah’ın âyetlerine karşı duyarlı olmayı, isteyince Allah’tan istemeyi, büyük günahlardan sakınmayı da mü’minlerin özelliği olarak sayıyor.

Şu âyetle üzerinde durduğumuz âyet arasında benzerlik var.

“Onlar (o mü’minler) ki, yalana şâhitlik etmezler ve boş söz konuşanlara rast geldikleri zaman, efendice (vakarla) geçip giderler.” (Furkan 25/72)

Mü’minlerin özelliklerini anlatan bu âyetlerle bir önceki Furkan 25/61-62. âyetler arasında bağ kurulabilir. Rabbimiz bu iki âyette gökte burçlar yarattığını, onlara bir kandil (ışık kaynağı) koyduğunu ve Ay’ı da nûr (ışık) yaptığını, gece ile gündüzü peşpeşe getirdiğini açıklıyor. Ki insanlar düşünüp ibret alsınlar ve şükretsinler.

Hevn’in ikinci anlamı;

Birinin bir tasallutu, hakimiyeti ve gücü olup onu hafife alan, küçümseyen kişiden dolayı meydana gelen zelilleşme (hor ve hakir duruma gelme).

Bu ise yerilen bir zelilliktir.

“Allah’a karşı yalan uyduran veya kendine bir şey vahyedilmemişken, “Bana vahyolundu” diyen, ya da “Allah’ın indirdiğinin benzerini ben de indireceğim” diye laf eden kimseden daha zalim kimdir? Zalimlerin şiddetli ölüm sancıları içinde çırpındığı; meleklerin, ellerini uzatmış, “Haydi canlarınızı kurtarın! Allah’a karşı doğru olmayanı söylediğiniz, ve O’nun âyetlerinden kibirlenerek yüz çevirdiğiniz için bugün aşağılayıcı azap ile cezalandırılacaksınız” diyecekleri zaman hâllerini bir görsen! (En’am 6/93) 

-Heyyin; 

Kolay ve yumuşak nesne. Sakin ve teenni sahibi adam. Müsamahalı, hakir, önemsiz demektir.

Peygamber’den şöyle rivâyet edilmiş: “el-mü’minün heyyinün leyyinün-Mü’min tevâzu sahibidir, yumuşak huyludur.” (el-Isfehânî, R. el-Müfredât; 798)

Zekeriyya (as) bir çocuğu olması için dua etti. Allah da duasını kabul ettiğini ona vahyetti. O ise kendisinin ihtiyar, karısının da kısır olduğunu söyledi. Bunun üzerine Allah (cc) şöyle vahyetti:

“Öyledir (ama), bu Benim için kolaydır (heyyin’dir); zira daha önce seni de Ben yaratmıştım, oysa sen hiçbir şey değildin!” (Meryem 19/9)

Bu olay bir başka âyette “işte böyle, Allah dilediğini yapar” şeklinde geçiyor. (Bkz: Âli İmran 3/39-41)

Allah (cc) Cebrail’i Meryem’e (as) bir oğul mijdelemesi için insan biçiminde gönderdi. Meryem “benim nasıl çocuğum olabilir ki, bana kimse dokunmadı” deyince melek;

“(Melek): “Orası öyledir (ama)” dedi, “Rabbin diyor ki ‘Bu benim için çok kolaydır (heyyin’dir). Üstelik Biz onu insanlar için (canlı) bir âyet ve katımızdan bir rahmet kılacağız; zaten bu iş artık gerçekleşmiş bulunmaktadır” dedi. (Meryem 19/21)

Hicretin 6. senesinde Mustalik Gazvesi ile ilgili mü’minlerin annesi Aişe’ye (r. anha) iftira edildi. Kur’an isim vermemekle beraber bu işi muünafikların yaptığını işaret etti. Lakin bazı müslümanlar da buna inandılar ve onun hakkında dedikodu yaptılar. Bir aydan fazla bir süre sonra Allah (cc) Nûr 24/11-20. âyetleri inzâl ederek onu temize çıkardı. Sorumsuz davranıp bu işe alet olan mü’minleri de uyardı:

“Hani o iftirayı dilden dile dolaştırıyor; hakkında hiçbir bilginiz olmayan şeyleri ağzınıza alıp söylüyor ve bunu önemsiz (heyyin) bir iş sanıyordunuz. Hâlbuki bu, Allah katında büyük bir günahtır.” (Nûr 24/15) 

Tabii ya, başkası hakkında, bir konuyla ilgili, belgesiz, delilsiz konuşmak, hüküm vermek –âyetin dediği gibi- kolaydır, eğer insan sorumsuz olursa... (Dilin kemiği yok misâli…)

Ancak burada sert bir uyarı var: Zina gibi ağır bir günah nitelemesi için insanın elinde inandırıcı bir delil, isbat olması, yeterli şâhit, ya da itiraf gerekmez mi?

Üstelik kötü haberlerin toplumda yayılmasını isteyenlere, ya da buna sebep olanlara dünyada ve âhirette elîm (acı) bir azap vardır. (Nûr 24/19)

-Ehven;

Daha kolay ve yumuşak şey. Kur’an’da bir âyette geçiyor.

Allah’ın büyüklüğünü ve yüce kudretini gösteren pek çok belge, delil, alâmet, mucize (olaganüstü) şeyler var. Allah (cc) zaman zaman bunlardan örnekler verip, kendi varlığını muhataplara hatırlatıyor.

Rûm Sûresinden bir pasajda da öyle. O’nun âyetlerinden (büyüklüğünün isbatlarından/delillerinden) biri de; yerin ve göğün O’nun emriyle bulundukları yerde durmasıdır. İşte bu kadar güçlü olan Allah, günü gelir insanlar ölü iken onları diriltir ve hesaba çeker. Zaten göklerde ve yerde olan her şey O’nundur. Üstelik hepsi O’na itaat eder

“Ve sadece O’dur yaratmayı başlatan, sonra bu (yaratışı) tekrarlayacak olan: Bu O’nun için çok kolaydır (ehven’dir); zira göklerde ve yerdeki en güzel örnekler O’na aittir: Mutlak üstünlük ve mutlak hikmet sahibi de yalnızca O’dur.” (Rûm 30/27)

Burada “daha kolaydır” yerine –Allah hakkında olduğu için- “çok kolaydır, O’na göre kolay, bu O’nun için daha kolaydır” demek daha isabetli.

Bir şeyi yaratmak Allah için elbette kolaydır. Aynı şeyi veya başka bir şeyi tekrar yaratmak O’na çok kolaydır. İlk defa yaratmaya kadir olan Allah (cc) öldükten sonra da diritmeye gücü yeter. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2406)

Buradaki ehven kelimesi hakkında dört görüş var: 1.Bir şeyi başlangıcına iade etmek O’na daha kolaydır.

2.Ehven burada ‘heyyin’ anlamındadır. Bu da çok çok kolay demektir.

3.Allah kullarına onların akıl kapasitesi kadar hitap ediyor. Onlara, yeniden diriltmeyi yapmak, yeniden inşa etmeyi takdir etmek, tıpkı başlangıçtaki yaratma gibi O’na kolay olduğunu haber veriyor.

4.O zamiri yaratılmışlara giderse o zaman anlam; mesela O insanı nutfe, alak ve et parçasından yarattı. Kıyâmette yine “ol der ve O’nun dilediği gibi olur.” (İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, s: 1093)

Yani bir şeyi yapmak, yaratmak, öldürmek isterse, o şey O’nun dilediği gibi olur. Ölüleri tekrar diriltmek Allah için kolaydır. Zira O her şeye Kâdirdir. O’nun gücü her şeye yeter. (Bkz: En’am 6/65. Bekara 2/20, 106, 259. Âli İmran 3/26, 189. Enfal 8/41. Neml 27/70. v.d.)

-Hûni;

Aynı kökten gelen bir de hûni kelimesi var.  Bu da zül, vakar, tevâzu demektir.

İnsanlardan bazıları Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiklerinden, hayvanlardan ve tarım ürünlerinden putlarına ve mabedlerine bir pay ayırırlardı. (Bkz: En’am 6/136) Bunun elbette ölümden sonra bir hesabı olacaktır. (Nahl 16/56-58)

Vahiy sürecinde Allah’a ortak koşup müşrik olanlar, kız çocuklarından beğenmezler ve “bunlar Allah’ındır” derlerdi. Sübhân olan Allah (cc) elbett bu nitelemeden uzaktır. Akıllarınca beğendiklerini de  kendileri ait sayıyorlardı. (Nahl 16/59-60)

Ancak bu müşriklerin “Allah’a ait” saydıkları kız çocuklarıyla ilgili tavırları, uygulamaları oldukça kötüydü.

Onlardan birisine bir kız müjdelendiği zaman öfkeyle yüzü kapkara olur.

Kendisine verilen kötü müjde (!) yüzünden halktan gizlenir. Böyle bir alçaltıcı (hûni) durumdan dolayı yanında tutacak mı, yoksa toprağa mı gömecek? Bak, ne kötü hüküm veriyorlar!” (Nahl 16/58-59. Bir benzeri: Zuhruf 43/15-18)

Buradaki ‘hûni’ ‘hevân’ anlamındadır. Bu da hakir veya zelil olmak, zayıf ve sakin olmaktır ki alçak düşürücü, manen perişan edici şey demektir.

Câhiliyye araplarından bazıları kız çocuklarını diri diri gömerlerdi.  (İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, s: 782)

Kaynakların dediğine göre câhiliyye araplarından bazıları iki sebepten dolayı kız çocuğu istemezlerdi. Birisi geçim sıkıntısı, diğeri de namus anlayışları. Nahl 16/57. âyette ima edildiği gibi erkek çocukları ileride kendilerine faydalı olacağı için onları sahiplenir, onların çokluğu ile övünürlerdi.

 Câhiliye araplarının çoğu namuslarına çok düşkündüler. Ancak kabile savaşları ve eşkıyalık yüzünden kızlar ve kadınlar kaçırılıp cariye yapılıyor, alınıp satılan eşya hâline getiriliyordu. Bu da onlar için onur kırıcı bir şeydi. Kız çocuğu doğduğu zaman sevinmeleri gerekirken üzülüyorlardı.

Âyet, bu câhilce tutumun, merhametsiz töre anlayışının yanlış olduğunu haber veriyor. Buna rağmen fıtrattaki babalık duygusunu kaybetmeyenlerin tereddüdünü şöyle ifade ediyor. “böyle alçaltıcı bir duruma rağmen onu yanında mı tutsun yoksa toprağa mı gömsün...” Bu acımasız gelenek, töre, anlayış hakkında da “bakın, ne kötü hüküm veriyorlar” diyor. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 3/363)

Bazılarında bu tereddüt olsa da kızları diri diri toprağa gömdüklerini Kur’an söylüyor. (Tekvîr 81/8-9)

 ‘hûni’ azabı niteleyen bir sıfattır. İki âyette âhirette hak edenlere ulaşacak olan cezanın sıfatı olarak geçiyor.

“İnkâr edenler ateşe sunuldukları gün, (onlara şöyle denir:) “Dünyadaki hayatınızda güzelliklerinizi bitirdiniz, onların zevkini sürdünüz. Bugün ise yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı, alçaltıcı bir azapla/onur kırıcı (azâbu’l-hûni) cezalandırılacaksınız.” (Ahkaf 46/20)

Kendisine vahiy gelmediği halde “bana vahyolundu” deyip Allah adına yalan uyduran, ya da “ben de Kur’an gibi gibi kitap yapabilirim” diyen çok zalimdir.

Bu gibi zalimlere melekler ölüm zamanı “hadi canınız kurtarın” derler. Bunlar hem Allah adına yalan söyledikleri, hem de O’nun âyetlerinden, ilâhi davetten kibirlenerek yüz çevirdikleri için “azâbu’l-hûni’yi-alçaltıcı, küçük düşürücü, zelil edici azabı” hak ederler. (En’am 6/93)

“azâbu’l-hûni” bir âyette de Semud kavminin hakettiği dünyalık azabın sıfatı olarak geçiyor.

“Semûd kavmine gelince, biz onlara doğru yolu göstermiştik. Ama onlar körlüğü hidâyete tercih etmişler ve yaptıklarına karşılık, alçaltıcı azap yıldırımı (azâbu’l-hûni) onları çarpmıştı.” (Fussilet 41/17)

Yani onları hor ve hakir edici, alçaltıcı bir ceza...

Semud kavminin gözleri vardı. Biyolojik olarak kör değillerdi. Lakin -âyetin dediği gibi- kendilerine elçi ile hidâyet daveti geldiği hâlde, körlüğü seçtiler. Hidâyete karşı kör ve sağır oldular, yani iman etmediler.

Demek ki hidâyeti (doğru yolu) seçmemek mecazen kör olmaktır. Zira görmek için baştaki göz değil yürekteki göz (basiret, akleden bir kalp) gerekir.

Üstelik iradeyi; hakikati, hidâyeti, ilâhi daveti görme, duyma, anlayıp teslim olma yolunda kullanmayanlar, hem görme, hem irade yetisine nankörlük ederler.

-Mehîn-mühîn

Yine aynı kökten gelen bir de ‘mühîn’ ve ‘mehîn’ kelimeleri var.

Utanç verici, zelil ve rüsvay edici, alçaltıcı-alçak, küçük düşürücü-değersiz, bayağı, iğreti şeklinde ifade edilebilir.

‘Mehîn’ bir âyette insanın aslının değersiz, âdi, bayağı bir su (meni) olduğunu ifade ediyor.

“Biz sizi mehîn (bayağı, değersiz, iğreti) bir sudan  yaratmadık mı?” (Mürselât 77/20. Bir benzeri: Secde 32/8)

Allah (cc) Musa’yı (as) Firavun ve onun ileri gelenlerine elçi olarak gönderdi. Fakat onlar Musa’nın (as) ayetleri (ilahi belgeleri) kabul etmek bişr tarafa alay ettiler. Peygambere sihirbaz dediler. Firavun adamlarına; bu mısır ülkesi benim, şu akan ırmaklar benim değil mi diyerek kibirlendi. Bu onun hak Elçiye karşı kibirlenmesi idi. (Zuhruf 43/46-51) O bu kibrini bir de Musa’ya (as) mehîn diyerek ortaya koydu.

“Yoksa ben, şu zavallı, zelil (mehîn) , nerede ise maksadını anlatamayacak durumda olan bu adamdan daha hayırlı değil miyim?” (Zuhruf 43/52)

Firavunun bakışına göre Musa kendisi gibi saltanat ve mülk gücü olmayan, böyle olmadığı için de kendi geçimini sağlamak üzere hor bir şekilde çalışan ve değersiz, zayıf, üstelik meramını bile tam anlatamayan (Tâhâ 20/27) biri idi. Böyle birine karşı kendisinin daha hayırlı oldunu sanıyordu. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2776)

Mehîn, hem Vahye inanmayan, hem de boşu boşuna yemin eden kişiyi nitelemek üzere... Buna göre kendi yalanının hakikat, bâtıl inancının hak olduğuna inanan ve bunu aşırı yeminle savunan vahye göre değersiz, zelil, aşağılık birisidir.

“(Rasûlüm!) Alabildiğine yemin eden, mehîn (aşağılık, değersiz adama itaat etme) “ (Kalem 68/10)

Ya da zayıf kalpli, değersiz yalancı, Allah’ın katında hakir, görüşü zayıf kimse. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3125)

 

*Kur’an’da ondört yerde gelen ‘mühîn’ hepsinde “azâbun mühîn veya azâbün mühînün” şeklinde ‘azab’ı niteliyor.

Bu nitelemenin iki tanesi ‘azâbu’l-mühîn’ şeklinde tıpkı iki yerde geçen ‘azâbu’l-hûni’ gibi lâm-u ta’rifle (belirlilik takısıyla) geliyor. (Bkz: Duhân 44/30. Sebe’ 34/14)

Mesela, Musa (as) kurtarıncaya kadar İsrailoğulları Firavun ve sistemin baskısı, zulmü, eziyeti altında idiler. Çok aşağılayıcı, zelil ve hakir edici idi ama geçici ve belli bir azap idi. Süleyman (as) için çalışan cinlerin eziyeti, azabı onun ölümüne kadardı. Üstelik bu azap çok korkunç ve ebedi değil, eziyet verici ve geçici idi.

Cehennem azabını nitelerken ise belirlilik takısı olmadan (nekre) olarak geçiyor. Bu da azabın her çeşidini kapsadığını ve geçici olmadığını, bu azabı hak edenlerin bunun boyutlarını bilemeyeceğini anlatır.

Bu ayrıntı ayrıca vurgulanmaya değer.

‘azâbun mühîn’den iki tanesi bir dünyalık azabı, eziyeti, yorucu çalışmayı; diğeri de Firavunun İsrailoğullarına yaptığı zulmü, eziyeti, aşağılamayı anlatıyor.

“Andolsun, İsrailoğullarını o azâbu’l-mühîn’den (alçaltıcı bir azap)tan; Firavun’dan kurtardık.

Çünkü o, haddi aşanlardan bir zorba idi.” (Duhân 44/30-31)

Evet, Firavun kendi kavmini bile gruplara ayırıp aşağılayan bir zorba idi. (Zuhruf 43/54)

Allah (cc) İsrailoğullarına yapılan ihsanı haber veriyor. Bu da onları zorba ve haddi aşan (müsrif) Firavun ve adamlarından denizde yol açarak kurtarması idi.

Buradaki “azâb-ı mühîn-alçaltıcı, zelil edici azab”ın, Firavunun baskısı ve zulmü, dahası erkek çocuklarını öldürmesi olduğunu tahmin edebiliriz. Zira Musa (as) vahiyle kurtarıncaya ve Kenan diyarına götürünceye kadar Firavun ve adamları onları baskı altında tutuyor, aşağılayarak köle muamelesi yapıyordu.

Bir zaman sonra da onların erkek çocuklarını öldürmeye başlamıştı.

“Şüphe yok ki, Firavun yeryüzünde (ülkesinde) büyüklük taslamış ve ora halkını sınıflara ayırmıştı. Onlardan bir kesimi eziyor, oğullarını boğazlıyor, kadınlarını ise sağ bırakıyordu. Şüphesiz o, bozgunculardandı (müfsitlerdendi).” (Kasas 28/4. Bir benzeri: A’raf 7/206. Bekara 2/49)

-Mühîn, bir âyette cinlerin bir yanılma sebebiyle çok uzun ve yorucu çalışmalarını ifade ediyor.

Süleyman’ın (as) ölümü bir asanın başında gerçekleşti. Belli ki cinleri çalıştırırken bastonuna dayalı bir şekilde onları gözetliyordu. Ecel onu burada buldu. Bastonu güve yeyince kırıldı ve Süleymen yere düştü. Cinler  onun öldüğünü bu ana kadar anlamadılar ve Süleyman başlarında imiş gibi çalışmaya devam ettiler.

“… eğer gaybı bilmiş olsalardı bu azâbu’l-mühîn (alçaltıcı, ya da küçük düşürücü bir azap) içinde kalmamış olacaklardı.” (Sebe’ 34/14) Daha fazla, belki yorucu çalışmaya mecbur olmayacaklardı.

Eskiden veya şimdilerde birileri cinlerin gaybı bildiğini iddia ederler.  Âyet bunu reddediyor. Eğer cinler gaybı bilselerdi, Süleyman’ın öldüğünü bilirler ve boşuna yorulmazlardı.

-‘mühîn’ ifadesi 11 âyette Cehennem azabını niteliyor.

Bu azabın alçaltıcı, rüsvay edici, küçük düşürücü, zelil edici olduğunu ifade ediyor.

 

-Bu alçaltıcı azap hakikati bilerek inkâr edenlerin (kafirlerin) hakkıdır

“Karşılığında nefislerini sattıkları şeyi kıskançlıkları sebebiyle Allah’ın, kullarından dilediğine lütfuyla indirdiği vahyi inkâr etmeleri ne kötüdür! Bu yüzden gazap üstüne gazaba uğradılar. İnkâr edenlere azâbun mühîn (alçaltıcı bir azap) vardır.” (Bekara 2/90)

Allah’tan gelen hakikati inkâr etmeyi ve Allah’ın vahiyle indirdiği âyetleri yalanlamayı karakter hâline getirenlerin âhirette buna karşılık elde edecekleri şey alçaltıcı bir azaptır. (Hacc 22/57)

Bazı kavimler kendilerine gelen elçilere çeşitli bahânelerle karşı çıktılar, inanmadılar. Burada İsrailoğullarının da aynı hatayı yaptılar, kendilerini yanlarında olan değerlere benzer şeye davet eden Son Elçi’ye kıskançlık sebebiyle inanmadılar.

Âyet onların bu hatalı tutumunu “kendilerini/kişiliklerini satma” olarak değerlendiriyor. Bu ciddi hatanın karşılığı da gazap üstüne gazap, rüsvay edici azaptır.

“İnkâr edenler, kendilerine vermiş olduğumuz mühletin, sakın kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Biz, onlara ancak günahları artsın diye mühlet veriyoruz. Onlar için azâbun mühîn  (alçaltıcı bir azap) var.” (Âli İmran 3/178)

Burada “sünnetullah’a-Allah’ın yasası”na işaret ediliyor. Şüphesiz insan fıtratı ve eğilimleri, evrendeki olaylar bu yasaya tabidir. İnkârcılara mühlet verilmesi, yani seçme özgürlüğü veya yaptıklarını gözden geçirme fırsatı verilmesi, onlar için bir kazanç değildir. Bunun tersine bu durum, onların sahte gururlarının, buna bağlı olarak günahlarının artmasını sağlar.

Günahların artmasının Allah’ın iradesine bağlanması sebep-sonuç yasasını bütün yarattıkları için geçerli yapan O’dur.” (Esed, M. Kur’an Mesaji, 1/126)  

Allah vahiy ve elçileri yoluyla kullarına bazı hükümler gönderir, bazı sınırlar koyar. Kim inadına, bilerek, ya da bu sınırları küçümseyerek bunları aşarsa, karşılığını zelil edici bir ceza şeklinde alır. Bu durum sebep-sonuç yasasının işlemesidir.

“Allah'a ve Peygamberine karşı isyan eden ve kendisine belirlenen sınırları aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için azâbun mühîn (alçaltıcı bir azap) vardır.” (Nisâ 4/14. Ayrıca bkz: Nisâ 4/102)

-Bu azap tehdidi bir âyette Allah ve Elçisine karşı gelenler için olduğu söyleniyor

“Allah'a ve Rasûlüne karşı gelenler, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır. Biz apaçık âyetler indirmişizdir. Kâfirler için küçük azâbun mühîn (alçaltıcı bir azap) vardır.” (Mücâdile 58/5)

Bu şekilde sonsuza kadar cehennemi hak etmek Kur’an’da bir de ‘hızy’  kelimesi ile anlatılıyor.

“Allah’a ve Rasûlüne karşı gelen kimseye, içinde ebedî kalacağı cehennem ateşinin olduğunu bilmediler mi? İşte bu, büyük bir rezilliktir (hızyu’l-azîm’dir).” (Tevbe 9/63)

-Bu azap tehdidi insanları hak yoldan saptıranlar için de geçerlidir

Kendisi saptığı gibi başkalarını da temelsiz iddialarla, bâtıl ve hiç bir tutarlı delile dayanmadan saptırmaya bir ömür boyu çaba gösterenler de aşağılayıcı azabı hak ederler.

“İnsanlardan öylesi var ki, herhangi bir ilmî delile dayanmadan Allah yolundan saptırmak ve sonra da onunla alay etmek için boş lafı (lehve’l-hadis’i) satın alır. İşte onlara azâbun  mühîn (alçaltıcı/rusvay edici bir azap) vardır.” (Lukman 31/6)

“Bu âyetin, anlattığı masallarla insanları saptırmaya, müslüman olmalarını engellemeye calışan Nadr b. Hâris’in davranışı, faaliyetleri üzerine nâzil olduğu nakledilse bile, hükmü geneldir. (İbni Hişam, Siyer, 1/299-300. el-Vahidî, Esbab’un-Nüzûl, s: 259-260. Abdülfettah el-Kâdi, Esbabu’n-Nüzûl (çev.), s: 305)

Kim vahyi duymak isteyenlere farklı metod ve araçlar kullanarak, nefsin hoşuna gidecek şeylerle kandırarark, eğlencelerle oyalayarak bu yoldan alıkoyarsa, insanların sapıtmasına sebep olursa, ya da elinin altındakileri inkârcı, günahkâr, zalim, haddini aşmış olarak yetiştirirse, onun hakkı da dünyada ve âhirette zelil edici azaptır, rüsvaylıktır.

“Vay hâline, her yalancı ve günahkâr kişinin.

Yüzüne karşı Allah’ın âyetleri okunurken işitir de, sonra onları hiç işitmemiş gibi kibirle küfründe israr eder. İşte onu acıklı bir azapla (azâbun elîm ile) mujdele.

Üstelik bu tipler, âyetlerimizden bir şeyler öğrendikleri zaman başlarlar onunla alay etmeye. İşte böylelerini azâbun mühîn (alçaltıcı bir azap) beklemektedir.” (Câsiye 45/7-9)

Bundan ötesi onlar için Cehennem’dir. Hayat boyu kazandıkları şeyler de, dost ve yardımcı edindikleri de onlara hiç bir fayda sağlamaz. (Câsiye 45/10)

İnsanlardan bazıları, belki de çoğu Allah’in âyetlerini işitmezler, ilgilenmezler. Âyetlerin uyarılarına, muştularına, haberlerine veya getirdikleri ölçülere aldırmazlar. Bir kısmı da âyetleri duyarlar ama alay ederler. Kişi küçümsediği ve önemsiz gördüğü şeyle, kişi ile alay eder. Bu elbeette çok çirkin bir davranıştır. Ama alay ettiği şey Allah’ın ayetleri ise bu daha da çirkindir. Üstelik alay edilen şey, âyetlerin geldiği makamdır. Bir kul kendini yaratan ve her açıdan muhtaç olduğu Rabbinin ayetleriyle, Kur’an ile alay ediyorsa, varın bu hatanın boyutlarını düşünün... Böyle bir kişinin ruh ve yürek sağlığı yerindedir denilebilir mi?

Kur’an’ın kalplerinde maraz var, kalpleri mühürlü dediği kimseler böyleleri midir?

Böylelerinin hakki alçaltıcı, bir nevi onlarla alay edici azaptır, ilâhi ödüllerden mahrumiyettir, bedbahtlıktır. Kendileri Allah’ın ayetlerini veya İslama ait şeyleri küçümsedikleri, aşağı, hor ve hakir gördükleri için, karşılığını hor ve hair olmak, küçük düşürücü, değersizleştirici azap olarak alırlar. 

Azabın müjdelenmesi onların âyetlerle alay etmelerine karşılık alay gibidir. Zira normalde azap, felaket, bela, musibet, kaza vb.değil, güzel, sevindirici, mutlu edici haberler müjde ile verilir.

Onlar bu büyük hataları sebebiyle daha dünyada iken bu kötü karşılığı alabilirler. Vahiy ile korkusuzca mücadele edenlerin karşılaştıkları sıkıntı, musibet, zorluk, mutsuzluk, hastalık ve benzeri şeylerin, bu gibi hataları, haddi aşmaları sebebiyle başlarına gelmediğini kimse isbat edemez.

İnsanları Allah yolundan saptırmak isteyenler araç olarak yeminlerini de kullanırlar. Onların yeminleri değil, yemini alet ederek varmak istedikleri hedef kötü…

(İki dinli) münafıklar, aralarında yaşadıkları müslümanları terkedip Allah’ın gazap ettiği kimselere yanaşırlar. Onlardan bir şeyler beklerler, onlarla müttefik olurlar, onların yanında izzet ararlar. Ama müslümanların yanına gelince de yalan yere yemin ederler ki; “biz de müslümanız, sizden yanayız”.  Böyleleri ne o taraftan ne de bu taraftandır. (Bkz: Nisâ 4/143)

Allah (cc) böyleleri için şiddetli bir azap hazırladı. Zira bunların işleri çok fena, berbat, zararlıdır... Fitne ve fesatları, çevirdikleri dolaplar çok çirkindir… (Mücâdile 58/14-15)

Arkasından da şöyle buyuruluyor:

“Onlar yeminlerini kalkan yapıp (insanları) Allah’ın dininden alıkoydular. Bunun için onlara azabun mühîn (alçaltıcı bir azap) vardır.” (Mücâdile 58/16)

‘saddu’ fiili hem geçişli hem de geçişsizdir. Buna göre yeminlerini inkârlarına örtü yapanlar hem kendileri saparlar, hem de başkalarını  saptırırlar. (Dâll ve mudil gibi)

Servetleri, soyları, övündükleri şeyler, alayları ve iddiaları onları ebedi cehennemlik olmaktan kurtaramayacak. Onlar yalancıların te kendileridir. (Mücâdile 58/17-18)

-Bu azap tehdidi şükretmeyen (iman etmeyen) nankörler için de geçerlidir 

İnsan çok çok borçlu olduğu Allah’a vahyin ve elçilerin öğrettiği gibi sürekli şükretmelidir. İman etmek, iman ettiği Rabbe kulluk etmek ve eldeki imkanlardan infak etmek de (vermek, bağışlamak da) şükretmektir.

Lakin nimet vereni tanımayan, yani iman etmeyen inkârcılar aynı zamanda nankördür. Nankörler de nimet verenin istediği gibi infak etmezler. Allah için vermezler, zira O’nu hakkıyla takdir etmezler.

 “Bunlar cimrilik eden, insanlara da cimriliği emreden ve Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği nimeti gizleyen kimselerdir. Biz de o nankörlere azaben mühînen (alçaltıcı bir azap) hazırlamışızdır.” (Nisâ 4/37)

-Allah (cc) inatçı kafirlere alçaltıcı azap hazırladı

Allah (cc) insan için her şeyde bir ölçü koyduğu gibi, savaş hâlinde nasıl cemaaatle namaz kılınacağının ölçüsünü de koydu. Allah’ın –hangisi olursa olsun- koyduğu ölçüleri (hükümleri) takmayanlar, kaale almayanlar, müslümanları yok etmek için fırsat kollayan, ansızın veya göstere göstere, -günümüzde- her türlü imkanı kullarak saldıran bu gibi kafirlere; “….Allah alçaltıcı bir azap (azâbun mühînün) hazırladı.” (Nisâ 4/102) Zira onlar yaptıkları hatalar yüzünden bu sonucu hak ederler.

İnsanlardan kimisi Allah’ı, kimisi Peygamber’i, kimisi her ikisini de inkâr ederler. Kur’an’ın anlattığı Allah ile görevlendirdiği Peygamberin mesajının ayrı ayrı şeyler olduğunu zannederler. Vahyin söz konusu ettiği elçileri kabul etmezler. Bu da vahyin inkârıdır.

“Şüphesiz, Allah’ı ve peygamberlerini inkâr edenler, Allah’a inanıp peygamberlerine inanmayarak ayrım yapmak isteyenler, “(Peygamberlerin) kimine inanırız, kimini inkâr ederiz” diyenler ve böylece bu ikisinin (imanla küfrün) arasında bir yol tutmak isteyenler var ya; işte onlar gerçekten kâfirlerdir.

Biz de kâfirlere azâben mühîn (alçaltıcı bir azap) hazırladık.” (Nisâ 4/150-151)

Bir başka âyette böylelerinin azabı şöyle haber veriliyor:

“İnkâr edip âyetlerimizi yalanlamış olanlara gelince, onlar için de alçaltıcı bir azap (azâbun mühîn) vardır.” (Hacc 22/57)

 

-Allah’ı ve Elçisini incetenler zelil edici azabı hak ederler

Kur’an, Allah’ın ve meleklerin Rasûlullah’a salat ettiklerini, müslümanların da bunu yapması gerektiğini söylüyor. (Ahzab 33/56) (Allah’ın salat etmesi rahmetine mazhar kılması, meleklerin salatı bağışlama duası, mü’minlerin salatı hem dua, hem hayatında fiilen destek, vefatından sonra da davasına destek olarak yorumlandı.)

Buna karşın bazıları Allah’ı ve Peygamber’i bir şekilde incitirler.

“Şüphesiz Allah ve Resûlünü incitenlere, Allah dünya ve ahirette lânet etmiş ve onlara azaben mühînen (alçaltıcı bir azap) hazırlamıştır.” (Ahzab 33/57)

“Allah’ı incitme ifadesi mecâzî bir kullanımdır. Allah’ın hoşnut olmayacağı işler yapmak, Allah’a uygun düşmeyecek nitelemelerde bulunmak demektir.” (DİB Meali âyet açıklaması)

Peygamber’i incitmek, hayatında ona inanmamak, yalanlamak, rahatsız etmek, hakkında olur olmaz laf üretmek, davetine icabet etmek veya engel olmak, eziyet etmek, dedikodusunu yapmak, ailesi hakkında yersiz konuşmak, davası hakkında şüpheye düşürmek, bazı konularda onu yalnız bırakmak…

Ölümünden sonra ise davasına destek olmamak, onu yanlış tanımak ve tanıtmek, onun yapmadığını yapmış gibi, demediğini demiş gibi nakletmek, onun üstün bir çabayla tebliğ ettiği, yaşayıp öğrettiği dine yardım etmemek, bu ilâhi ikramın değerini bilmemek hatası olsa gerektir.

 

-Muhân

Aynı kökten gelen bir de ‘muhân’ var...

Allah’ın mü’min kulları O’ndan başka tanrıya ibadet etmezler, kimsenin canına haksız yere kıymazlar, zinaya yaklaşmazlar. Ancak; her kim de bunları yaparsa ağır cezaya çarptırılır.

“Kıyâmet gününde azabı katlanır ve bu azapta zelil (muhân) edilerek ebedî kalır.” (Furkan 25/69)

Bunun tersi şöyle:

“Kim (Allah’ın huzuruna) ürettiği iyi bir değerle gelirse, yaptığının on katını kazanacaktır; ama kim de ürettiği kötü bir değerle gelirse onun aynısıyla cezalandırılacak ve hiç kimseye haksızlık yapılmayacaktır (En’am 6/160. Bir benzeri: Mü’min 40/40)

Kur’an bundan sonra yine müjde veriyor.

“Kim inkârcılıktan vazgeçip tevbe ederse, iman ettikten sonra vahyin sâlih amel dediği değerleri samimiyetle üretirse, güzel işler yaparsa; bu sonuca ulaşmaz.

Zira Allah (cc) tevbe edip küfürden vazgeçip iman edenlerin kötülüklerini iyiliğe çevirir.” (Furkan 25/70-71)

Hüseyin K. Ece

20.02.2022

Zaandam