Bu daveti Hz. Yûsuf babası Hz. Ya’kub’a ve ailesine yapmıştı. Kenan diyarından Mısır’a göç eden ailesini yıllar süren hasretten sonra karşılayıp, bağrına bastıktan sonra böyle demişti: “Allah’ın izniyle Mısır’a güven içinde girin.”

 

 

Âyette geçen Mısır, bugünkü Mısır mı? Buradaki “Allah’ın izniyle” ne demektir? “Güven içinde Mısır’a girin” cümlesini nasıl anlamalıyız? Söz konusu güveni kişisel ve toplumsal açıdan günümüze taşıyabilir miyiz? Hz. Yûsuf’un Mısır’ı, bugünkü Mısır gerçeği ile karşı karşıya kalanlara neler hatırlatabilir?

 

Öncelikle “Mısır” kelimesinin anlamına ve Kur’an’da nasıl geçtiğine bakalım.

 

Mısır Ne Demektir?

 

“Mısır”, Arapçada, sağmak, bir yerin etrafını belirlemek, mamur etmek, kırmızıya boyamak, kırmızı toprak anlamlarına gelen ‘me-sa-ra’ kökünden gelir. El-Mısru’ iki şey, iki toprak arasındaki engel, sınır veya bir şeyin en son haddi demektir. “Mısr” ise malum bölgenin/kentin eskiden beri bilinen adı. 

 

Bazıları bu ismi onu ilk defa kuran Mısr b. Nûh’tan aldığını,[1]bazıları, İbranice iki ülke (aşağı mısır, yukarı mısır) anlamındaki “mızrayim” kelimesinden türediğini iddia ederler. İlk dönemlerde kuzey, ya da aşağı Mısır’a Ahd-i Atik’te Mazor (bir şeyin kenarı, hisarlı bölge, kale), Mısır’a ise “Patores” deniyordu. Daha sonra iki mazor anlamında ‘mızrayim’ dendi. Bu da zamanla “Mısr” şeklini aldı.

 

Eski Mısır dilinde bu ülkenin adı kara toprak manasındaki ‘kemet’ten türeyen ‘kopt’tan geldiği de ileri sürüldü. Bugün Batı dillerinde kullanılan “Egypt”in Romalılardan kaldığı sanılıyor. Zira onlar buraya verimli topraklara sahip olduğu için ‘egypt’, ‘egypte’, ‘egitto’ derlerdi.[2]

 

Bazıları ise Firavunlar dönemindeki başşehir Memfis’in eski Mısır dilindeki ilk adı olan Hakuptah/Hikuptah'tan geldiğini söylerler.

 

Mısırlılar ise ülkeleri­nin verimli arazisine işaretle Kemet (kara toprak) diyorlardı.[3]

Çoğunlukla “Mısır” olarak tercüme edilen ‘mısr’ sözcüğünün birinci anlamı gerçekte “şehir” ya da “başşehir”dir.[4]

 

Kur’an’da Mısır

 

Mısır kelimesi Kur’an’da beş âyette geçiyor.

 

1- Firavun’un haksız yere kibirlendiğini anlatan âyetin içinde.

 

“Firavun kavmine seslendi ve şöyle dedi: ‘Ey kavmim! Mısır mülkü ve altımdan akıp giden şu ırmaklar benim değil mi? Hâlâ görmüyor musunuz?’”[5] 

 

“Firavun bu sözüyle saraylarını ve altından akan Nil nehrini kasdederek kudret, servet ve ihtişamını ortaya koyuyor ve buna karşılık Hz. Musa’nın zayıflığını ve fakirliğini ima ediyordu.”[6]

 

2- Firavun zulmünün zirveye çıktığı bir dönemde evlere sığınmaya davet eden âyetin içinde.

 

Bunun üzerine onlar da: ‘Biz güvenimizi Allah'a bağlamışız! Ey Rabbimiz, bizi zalim bir topluluğun elinde rüsvay etme!’ dediler.

 

Biz de Musa ve kardeşine: Kavminiz için Mısır'da evler hazırlayın ve evlerinizi namaz kılınacak yerler yapın, namazlarınızı da dosdoğru kılın. (Ey Musa!) Mü’minleri müjdele! diye vahyettik.”[7] 

 

Burada manevi bir arınmaya işaret edildiği gibi daha da önemlisi, eğer bulunulan yerde  ibadet imkanı kalmamışsa, zulüm ayyuka çıkmışsa, şartlar ve çevre insanın öz kimliğini elinden almaya kalkışırsa ne yapmalı sorusunun cevabıdır. Her şeyin bittigi zor zamanlarda Allah (c.c.) müslümanlara nereden başlamaları gerektiğini söylüyor: Evlerinizden, müslümanların evleri onlara istikamet açısı (kıble) ve şahsiyet kazandırmalı.[8]Onların kimliğini koruyacak kaleler haline gelmeli. Tıpkı Hz. Musa’nın sahabeleri gibi.

 

3- Firavun’un zulmünden kurtulduktan sonra değerli şeyleri bırakıp basit şeyleri isteyen nankörlere esaret günlerini hatırlatan âyette.

 

Hani dediniz ki, ‘Ya Musa, biz tek çeşit yemeğe artık dayanamayacağız. Rabbine dua et de yerin bitirdiği sebze kabağından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından çıkarsın.’ Musa da size ‘Hayırlıyı daha değersizi ile mi değiştirmek istiyorsunuz. Öyleyse ‘mısır’a ininiz, orada ne isterseniz var’ dedi. Bu yüzden onlara alçaklık ve yoksulluk damgası vuruldu, Allah'ın gazabına uğradılar…”[9] 

 

Hz. Musa, Allah’ın izniyle İsrailoğullarını Firavun’un zulmünden ve onun ülkesindeki esaretten kurtarıp Allah’ın kendilerine vadettiği beldeye götürürken onları bulutla gölgeledi, kendi katından onlara kudret helvası ve bıldırcın eti ikram etti.[10] Çölde susuzluk çekmesinler diye herbir boya bir kaynak olmak üzere bir taştan oniki göze (pınar) akıttı. (Bakara, 2/60)

 

Bir müddet sonra bunlardan bıktılar, kendilerine sunulan bu nimetlerin değerini ve nasıl bir ortamdan kurtarıldıklarını unutarak, soğan, sarımsak gibi basit şeyleri istediler. Bunun üzerine Musa (a.s.), “Madem ki değerliyi değersiz ile değiştirmek istıyorsunuz, öyleyse geriye gönün, Mısır’a gidin, orada köle olun, bugün sahip olduğunuz izzeti Firavun ve adamlarına teslim edin. Bu kölelikle birlikte orada soğan da bulabilirsiniz, mercimek de.” Peygamberin getirdiği Vahiy’le izzete kavuşup, esaretten kurtulan bir toplum bunun değerini bilmiyorsa, onların boynunlarına zillet, burunlarına köle halkasının geçmesi revâdır.  

 

4- Hz. Yûsuf’un köle olarak satıldığını haber veren âyette. 

 

“Ve o'nu satın alan Mısırlı adam, karısına: ‘Ona iyi bak’ dedi, ‘belki bize yararı olur; kaldı ki, evlatlık da edinebiliriz o'nu.’ Böylece, Yusuf'a o ülkede iyi bir yer sağladık; (bunu yaptık) ki, o'na olayların iç yüzüne, gerçek anlamına dair bir kavrayış öğretelim. İşte, Allah edip-eylediği işlerde böyle galiptir; ne var ki, insanların çoğu bunu bilmez.”[11] 

 

Kur’an bu adamın kim olduğundan ve konumundan bahsetmiyor. Ancak ileride ve özellikle Yusuf 30. âyette kendisinden “aziz” diye bahsedilmesi, onun sarayda veya Mısır ülkesinde saygın ve güçlü bir ileri gelen birisi olduğunu gösterir. ‘Aziz’, karşı çıkılamayan, itaatsizliğin mümkün olmadığı güçlü kişiler için kullanılmaktadır.Nitekim bu konuyu anlatan kaynaklar onun kralın baş veziri olduğunu söylerler.Bazı kaynaklara göre bu Mısır azizinin ismi Potifar (Potifhar) idi ve Mısır krallığının hazine memuruydu.[12]

 

İleride peygamber olan peygamber oğlu Hz. Yûsuf, kıskanç kardeşleri tarafından kuyuya atıldı, sonra da az bir para karşılığı bir kervana satıldı. Mısır sarayının önde gelenlerinden bir aziz de onu köle pazarından satın alıp saraya getirdi ve karısına hediye etti. Sonra da ona; “Bu çocuğa iyi bak. İlerde işimize yarayabilir, belki de onu evlât ediniriz”dedi. 

 

Kur’an onun bir Mısırlı tarafından satın alındığını söylüyor. O Mısır bugünkü Mısır mıydı, o gün Mısır denilen kent bugünkü Kahire miydi? Belki. Gerek Hz. Yûsuf’un hikâyesi, gerek Hz. Musa ve Hârun’un kısssası, tarihi belgeler bahsedilen Mısır’ın bugünkü Mısır olduğunu kabul etmemizi kuvvetlendiriyor.

 

5- Yakub ailesinin Mısır’a göç ettiğini anlatan âyette.

 

“Ve (hep birlikte Mısır'a varıp) Yusuf'un yanına çıktıklarında (Yusuf):“Allah'ın izniyle Mısır'a güven içinde girin!” diyerek ana-babasını bağrına bastı.”[13]  

 

Hz. Yûsuf ve orada müslüman olanların sayısı artıp, konumları iyi bir duruma gelince ailesini Mısır’a davet etti. O babasını, kardeşlerini ve diğer aile fertlerini sevinçle karşıladı. Boyunlarına sarılıp bağrına bastı, “hoş geldiniz” dedi. Sonra da onları özel dinlenme yerlerinde istirahat ettirdi. Anlaşılıyor ki bu, henüz şehre girmeden karşılama yerinde oluyordu. Nitekim “Allah'ın izniyle hepiniz güven ve huzur içinde Mısır'a girin” dedi.  İsrailoğulları böylece Mısır'a girdiler.[14]  Bunun anlamı Mısır’a yerleşmek üzere girin demektir. Hz. Yûsuf daha sonradan onları orada uygun bir yere yerleştirdi.

 

Ayetteki, “Mısır’a güven içinde girin” ifadesini dört manada anlamak mümkün:

 

1- Mısır ülkesinde putperestliğin hâkimiyeti sona erdi. İnsanların çoğu Tevhid dinini kabul ettiler. Bu dinin ölçülerine göre yaşamaya başladılar. Allah (c.c.) bu beldeyi zalimlerin zulümlerinden, eşkıyaların gasp ve soygunlarından kurtardı. Burası artık güvenli bir ülke oldu. Siz de buraya Allah’ın izniyle (emriyle) yerleşiniz. Ya da “Allah’ın izniyle kendinizi güvende hissedeceğiniz Mısır’a buyurun.”[15]  

 

2- Siz Peygamber torunu, peygamber oğlu bir peygambersiniz. Oğulların da her ne kadar kardeşleri Yusuf’a ihanet etmiş, tuzak kurmuş olsalar da yine peygamber çocuklarıdır. Allah’a kulluk yapan, günlük hayatlarında iyi ve güvenilir insanlardır. Sizin gibi emin insanların İslâm ile güvene kavuşan Mısır toplumuna katılmasında bir sorun yok.

 

3- Ben burada hem peygamberim hem de kralın izniyle Mısır ülkesinde yetkili bir kimseyim. Sizin buraya yerleşmeniz için teklif sunan da, sizin için uygun yerleşim yeri hazırlayan da benim. Her ne kadar yerli halka göre siz Kenanlı yabancılar olsanız da benim himayem altındasınız. Benim emanımla Mısır’a girip yerleşebilirsiniz.

 

4- “Allah’ın izniyle” bir diğer açıdan sizin Mısır’a göç etmeniz Allah’ın iradesi ile olduğuna göre size güven verecek, sizi buradaki her türlü tehlikeden koruyacak olan da O’dur. Öyleyse endişe etmeyiniz, ülkenizi terk ettiğiniz için üzülmeyeniz, yabancı bir yere geldiğinizden dolayı yabancılık çekmeyiniz. Allah’ın vahyini insanlara ulaştırmakla görevli elçiler, Allah’ın koruması altındadır.

 

Hz. Yûsuf Emin Bir Peygamberdi ve Ülkesini İmanla Emin Belde Yapmıştı

 

Hz. Yûsuf bir peygamber olarak Allah’ın kendisine vahyettiklerini usûlüne uygun olarak çevresindeki insanlara tebliğ etti. Onları hidâyete ve tek Allah’a ibadet etmeye davet etti. Kendisi de dürüstlüğü, iffeti, adaleti, sevgi ve merhametiyle, iyilikseverliğiyle, güzel ahlâkıyla insanlara örnek oldu. Bu haliyle çoğunluğun güvenin kazandı. Mısır yönetiminde yetkili olduğu zaman görevini mükemmel, dürüst ve adaletli bir şekilde yaptı. Kendisine emanet edilenleri korudu, her işin üstesinden geldi. Böylece Mısır kralının ve halkının hidayet bulmasına sebep oldu.

 

Hz. Yûsuf, eğitimiyle değişen, olgunlaşan, güzel ahlâk kazanan o günün müslümanları emin (güvenilir) kimseler oldukları gibi, meydana getirdikleri toplum da güven toplumu oldu.

 

Aslında bu sonuç vahye dayalı dünya görüşünün tabii sonucu idi. İslâm insanları emin, onların yaşadığı evi ve beldeyi ‘daru’l-eman-güven ülkesi veya daru’s-selâm-huzur’ beldesi yapmayı hedefler.

 

O Günkü Mısır Firavunların Hâkimiyetiyle Tekrar Güvensiz Hâle Geldi

 

Hz. Yûsuf’tan sonra geçen yüzyıllar içinde İsrailoğulları ve müslümanlar zayıfladılar. Oradaki üstün konumları, toplumun en aşağısı olma konumuna dönüştü. Zamanla Firavunlar güçlendiler ve Mısır’da yönetimi ele geçirdiler. Ondan sonra da İsrailoğullarına baskı yapmaya başladılar. Hatta onları köleleştirdiler. Bazı kaynaklar bunun sebebi, İsrailoğullarının Hz. Yakub’un ve Hz. Yusuf’un öğretisini kaybetmeleri, o çizgiden uzaklaşıp içinde yaşadıkları toplumun ahlâk ve adetlerini benimsemeleri, yani dejenere olmaları idi diyorlar.[16]

 

Tevhidî ilkelerin ve ilâhî hükümlerin hakim olduğu dönemlerde güven ve huzur yeri olan Hz. Yûsuf’un Mısır, firavunlarla birlikte zayıflar (müstez’aflar) ve muvahhidler için zillet, esaret ve hüzün beldesine dönüştü. Artık onlara “Mısır’da güvenle kalın, yaşayın” diyecek bir Allah elçisi kalmamıştı.

 

Hz. Musa’nın görevi bu toplumu bu esaretten kurtarıp dedeleri Yakub’un geldiği beldeye geri götürmekti.

 

Müslüman Emin Olmalı

 

İman mü’minleri emin (güvenilir) yapar. Yani ben mü’minim diyen herkes aynı zamanda her açıdan en güvenilir insan olmalı. Mü’min doğru söyler, emaneti korur, işini dürüst yapar, haklara riayet eder, kimsenin iffetine (namusuna) kötü gözle bakmaz, kimseyi aldatmaz, sözünde durur, anlaşmalarına riayet eder. Mü’min öyle biridir ki, dünyanın en değerli şeyi kendisine gönül rahatlığı ile teslim edilir de, bunun başına bir şey gelir mi diye tereddüt olmaz.

 

Peygamber (s.a.s.) müslümanı şöyle tarif ediyor:

 

“Müslüman başkalarının elinden ve dilinden emin olduğu insandır.”[17]

 

Bu hadis bütün sözleri ve fiilleri kapsar. Müslüman böyle emin olmalı ki, onun kurduğu toplum da güven ve huzur havzası olsun.

 

Toplumsal Güven Toplum Üyelerinin Emin Oluşuna Bağlıdır

 

Müslüman bir toplum da güven toplumu olmalı. Oradaki insanlar, kim olursa olsun mal, can, ırz, izzet-i nefs, insan hakları açısından kendisini güvende hissetmelidir. Dünyanın bir başka yerinde bir kişinin başı sıkışsa, “müslümanların arasına gideyim. Orada güven ve huzur var. Orada insana insan gibi davranılıyor. Müslümanlara sığınırsam kurtulurum, başıma bir iş gelmez” demeli. (Bugün müslümanlar bu güveni veriyorlar mı? Heyhat, bırakın bir gayr-i müslimin bir İslâm ülkesine sığınmasını, başı darda olan müslümanlar öteki İslâm ülkesine sığınamıyor, çünkü emin değiller, -istisnalar hariç- sığınmak için genelde Avrupa ülkelerini tercih ediyorlar.)

 

İslâm toplumunda herkesin başında bir polis olur. Başında polis olan insan da kolay kolay kötülük, alçaklık, sahtekârlık yapamaz, kimsenin hakkına tecavüz edemez.

 

İslâm toplumunda herkesin başında olması gereken polis, takva bilincidir, Allah’a karşı sorumluluk duygusudur, ahirette hesap verme dikkatliliğidir. 

 

Müslüman Yöneticiler Emin Olmalı Ki İslâm Toplumu Emin Belde Olsun.

 

Müslüman yöneticiler işin ehli ve adaletli olmalı. Ellerinin altındakileri Allah’ın indirdiği hükümlerle yönetmeli. Öncelikle kendileri ahlâklı, güvenilir ve dürüst olmalılar. Üzerlerindeki görevin emanet, insanların en iyisinin onlara iyilik edenler olduğu bilinciyle hareket etmeliler. Onlar, açın, hastanın, yetimin, kimsesizin, garibin, dulun, özürlünün hamisi olduklarının farkında olmalılar. Topluma ait bir şeyi yanlış yerde kullanmanın, çalmanın, zimmetine geçirmenin, ateşten bir halka gibi boyna geçirileceğini unutmamalılar. Hakları sahiplerine vermenin ciddi bir ibadet ve erdem, hak yemenin, haksızlık yapmanın zulüm olduğunu ilke edinmeliler.

 

Allah’a ve âhiret gününe iman eden yöneticiler böyledir. Bu gibi idarecilerin yönettiği beldeler daru’l-İslâm (huzur, barış ve güven ülkesi) olurlar. 

 

Hak ölçüleri yaşamanın, uygulamanın, ahlâk edinmenin sonucu zaten huzur, barış, adalet ve güvendir. Hak da Kur’an’ın bildirdikleridir. Tarihte müslümanlar Kur’an’a sarıldıkları zamanlarda hem izzete kavuştular, hem huzur ve güven buldular, hem tarihin öznesi oldular. Tersi mi? Felâket, zillet, esaret, yıkım, adaletsizlik, zulüm, gözyaşı, işgal, kardeş kavgası ve zindan oldu.

 

Hulâsa

 

Müslüman emin insan, onun ailesi minik bir daru’s-selâm, yani mutluluk yuvası/küçük cennet, onun yaşadığı toplum da barış ve güven toplumu olmalı. Müslümanları yönetenlerin görevi de böyle bir toplum oluşturmak, varsa yaşatmaktır. Allah (c.c.) Kur’an’ı/İslâm’ı zaten bunun için gönderdi.

 

Şimdilerde müslümanların yaşadığı beldelerde; korku, endişe, tereddüt, baskı, adaletsizlik, gerilik, cehâlet, insan hakları ihlâlleri, savaş varsa bunun sebebi müslümanların Kur’an’ı hayata uygulamada gevşek davranmaları diğer sebebi ise siyaseti eline geçirenlerin kötülükleri ve kötü yönetimleridir. Maalesef uzun zamandan beri müslümanların kendilerini yönetenlerle sorunları var.

 

Eğer Mısır’ı şehir/ülke manasında alırsak, müslümanların ‘Mısır’larına ‘Güven içinde girin’ diyemiyoruz.

 

Amsterdam-Kahire-Cidde üzerinden Umreye giderken Kahire havalimanında transfer bölümünde giriş kapısının üzerinde bu âyeti okuduğum zaman heyecanlanmıştım. “Mısır’a güven içinde girin.” Devir Hüsnü Mübarek devri idi. Mısır’a girmemiştik, zira yolumuz Cidde’ye doğru idi. Ama girseydik bunun güven içinde olmayacağını söyleyebilirim. Zira halkı müslüman ülkelerin yakın geçmişi bu güveni vermiyor, insanın içine soğuk bir korku ve acıtan bir ürperti bırakıyor.

 

Bugün! “Ey insanlar, ey müslümanlar, Mısır’a (ve müslümanların yaşadığı beldelere) güven içinde girebilirsiniz” demeyi ne kadar isterdim.

 

Çağdaş firavunların yüzünden bugünkü ‘Mısır’lar Hz. Musa öncesi ‘Mısır’a ne kadar da benziyorlar.

 

 

Dipnot

 

 

[1]- İbni Manzur, Lisânul Arab, 14/83-84

[2]- Ahmed Bedir, Kur’an-ı Kerim Atlası, s: 377

[3]- H. Görgün, DİA Mısır mad. 29/557

[4]- M. Esed, Kur’an Mesajı, s: 412

[5]- Zuhruf 43/51

[6]- D. Vakfi Meali, s: 492

[7]- Yûnus 10/87

[8]- M. İslamoğlu. Meal s: 390

[9]- Bakara 2/61

[10]- Bakara 2/57

[11]- Yûsuf 12/21

[12]- Taberi, Tefsir 7/172. Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, 2/448

[13]- Yûsuf 12/99

[14]- Taberi, Tefsir, 7/301

[15]- M. İslamoğlu, Meal s: 451

[16]- Heyet, Kur’an Yolu, 1/62

[17]- Müslim, İman/64-66 no: 40-42

Hüseyin K. Ece