-        Giris

İslâm’ın teşvik ettiği faziletlerden biri de sözünde durmak, anlaşmalara riâyet, vaadlere sadâkattir, yani ‘ahde vefâ’dır. Çünkü ahde vefâsızlık (sözünde durmamak) dinde, ahlâkta, karakterde noksanlıktır. Kişi Allah’ın hakkını ve kulların olabilecek hakkını bu ahlâkla ödeyebilir.

 

 Kur’an’a göre insanlar “İlk ahid-fitrat” ile ve zaman zaman Allah adına olan yemin ve akitlerle Allah (cc) ile sözleşme yaptılar ve hayatları boyunca yapmaaya devam ederler.

Kim Allah ile olan sözleşmesine uymazsa, insanlarla olabilecek sözleşmelerini de bozabilir. Allah’ı aldatmaya yeltenenler insanları da aldatmaya kalkışırlar.

Müslümanların kim olursa olsun, insanlarla yaptıkları anlaşmalar batıl olmadığı sürece Allah adına yapılmış yemin gibidir. Hele bu anlaşmalar Allah’ın adıyla başlarsa, “vallahi-billahi” ile tamamlanırsa... Dolaysıyla harfi harfine bu anlaşmalara uymaları gerekir.

Kur’an yemine sadık olmayı, yapılan anlaşmalara riâyet etmeyi, ahde vefâyı o kadar önemsiyor ki, pek çok âyette bunlara değiniyor. Sözünde durmayı (ahde vefâyı) mü’minlerin en önemli özelliği olarak sayıyor. (Mü’minûn 23/8. Meâric 70/32. Ra’d 13/120. Bekara 2/177)

Kur'an muslumanlara kendileriyle yapılmış antlaşmaların hükümlerine uydukları sürece, müslüman olmayanlara verilen sözde durulmasını emrediyor. (Tevbe 9/1, 4, 7)

Bir başka yerde Allah’la yaptıkları ahde sâdık kalanlara büyük mükâfat vaad ediliyor (Feth 48/10), ahdini yerine getirmeyenler bozguncu olarak nitelendiriliyor (Bakara 2/27) ve Al­lah’a karşı ahidlerini hiçe sayanların âhirette hiçbir nasip alamayacakları haber veriliyorr. (Âl-i İmrân 3/77)

Peygamber (sav) de sözünde durmamayı, yani ahde vefâsızlığı münafıklığın (dinde ikili oynamanın) belirtisi saymış,[1] Allah adına yemin edip de sözünde durmayan kimselere Hesap Gününde hasım olacağını söylemiştir.[2] Âlemlere rahmet olarak gönderilen bir elçinin hasım olacağı kişi demek ki çok aşırı, müslümana yakışmayacak kötü bir huy edinmiştir.

O (sav) şöyle buyuruyor: “Kıyâmet günü, ahdine vefâ göstermeyen kimselerin arkasında bir bayrak bulunacak ve vefâsızlığı ölçüsünde o bayrak yükseltilecektir.”[3]

Peygamber (sav) her konuda olduğu gibi bu konuda da insanlığa mükemmel bir örnek olmuştur. O, peygamber olmadan önce de[4], sonra da sözünün eri olmuş, verdiği sözleri yerine getirmiş, anlaşmalarına bağlı (sâdık) kalmış, kimseyi aldatmamış, her zaman dürüst davranmıştır. Nitekim sahabeler ahde vefânın onun ahlâkı olduğunu söylüyorlar.[5]

Kur’an’da ahde vefa ile ilgili bazı kavramlar kullanılıyor. Şöyle ki: 1-Ahid (ahidleşme, söz verme), 2-Misak (kendisiyle bağlanılan söz), 3-Yemin (kasem), 4-Akd (akdetme, anlaşma yapma), 5-Biat (sözleşme, kabul etme), 6-Nezretme (adama).

1-     Ahid:

Ahd kelimesi isim ve fiil olarak Kur’an’da kırkaltı yerde geçmektedir.

‘Ahd’; sözlükte, bir şeyi her durumda koruyup gereğini yerine getirmek, talimat vermek, söz vermek demektir. ‘Ahd’, isim olarak; gereği yerine getirilen şey, emir, taahhüt, yükümlülük, verilen söz demektir. Bir başka deyişle ‘ahd’, bir şeyi tavsiye etmek, ya da yapmaya söz vermektir. Bu tek yanlı olabileceği gibi karşılıklı da olabilir. Ahid, kayıt altına alınmış sözlü veya yazılı anlaşma demektir.

‘Ahd’de hem yemin, hem de kesin söz verme anlamı vardır. Bir başka deyişle yemin; ahdin dinî tarafını, söz verme de ahlâkî yönünü oluşturur.[6]

Ahid, kayıt altına alınmış sözlü veya yazılı anlaşma demektir. Ahid ahlâkî bir kavram olarak Kur’an’da ge­nellikle, birine söz verme, vaad ve taah­hütte bulunma, anlaşma yapma mânalarında kullanılıyor. Hadislerde de bu mânalar hem ahid hem de va’d kav­ramlarıyla ifade edilmiştir.[7]

Kur’an, Al­lah’ın Âdem’e, Musa'ya, İb­rahim ve İsmail’e ahid verdiğini söylüyor. (Bekara 2/125. A'râf 7/134. Tâhâ 20/115) Ancak bu ahid genellikle emir veya talimat verme şeklinde açıklanmış­tır.

Kur’anda Allah’la kulları ara­sındaki bir ahidleşmeden de bahsedil­iyor (Yâsîn 36/60) ve Allah adına veri­len ahdin bozulmaması isteniyor. (Nahl 16/91).

Allah’a verdiği ahidlerine vefâ gösterenler, buna karşılık vefâ görürler. “Siz ba­na verdiğiniz ahde sâdık kalın ki ben de size verdiğim ahdi ifa edeyim”. (Bekara 2/40) Bir yoruma göre âyette geçen birinci ahid, Allah'ın kulla­rına olan emir. yasak ve tavsiyeleri, ikin­ci ahid ise Allah’ın kullarına vaad ettiği af ve mükâfatıdır. Diğer bir görüşe göre birinci ahid Allah’ın ahdi, yani kulları üzerindeki hakkı, ikinci ahid de kulların rableri üzerindeki haklarıdır.[8]

-Ahde vefâ: “Sözünde durmak, verdiği sözlere bağlı kalmak, özü ve sözü doğru olmak” gibi anlamları içi­ne alan ahde vefâ veya vefâlı olmak İs­lâm ahlâkının en önemli prensiplerin­den biridir.[9]  

Vefâ, ahdin îcâbını bütünüyle yerine getirmektir. Nitekim Kur’an’da “Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam yapın (evfû)” (İsra 17/35) deniliyor. Bir kimse ahdini, anlaşmasını veya sözleşmesini tamamladığı ve sözünü çiğnemediği zaman “vefâ bi-ahdihi-ahdini tamamladı” denir.

Bir âyette şöyle deniyor: “ve evfû bi-ahdî, ûfi bi-ahdikum- ve ahdime vefa edin ki ahdinize vefa edeyim” (Bekara 2/40)[10]

Ahd etmek, yani bir şeyi yerine getirmeye söz vermek, sorumluluğu gerektirir. Kur’an, Allah’ın elçisine vahyedilen ve dini özü olan güzel ahlâk örneklerini sıraladıktan sonra; “...Ahd’i de yerine getirin. Doğrusu verilen ahd’de sorumluluk vardır.” buyurmaktadır. (İsrâ 17/34)

Kur’an bir kaç yerde ahde vefâyı söz konusu ediyor. “Ahidleştiğiniz zaman Allah’ın ahdsini yerine getirin”. (Nahl 16/91) “Evet, kim ahdine vefâ ederse ve sorumluluk bilinciyle davranırsa..” (Âli İmran 3/76), “...Onlar söz verdikleri zaman ahidlerine vefâ gösterirler...” (Bekara 2/177), “... (Onlar) adaklarını tamamlarlar (yerine getirirler)” (İnsan 76/7), “... KimAllah’tan bir ahde vefâ gösterirse...” (Tevbe 9/111)

Kur’an, hz. İbrahim’i ahdine vefâ gösteren örnek bir insan olarak anıyor. (Necm 53/37)

İman, yalnızca zihnî bir inanma, bunu dil ile söyleme değil, bunun gereği olarak di­nî esaslara uymaya gönüllü bir taahhüttür (söz vermedir). Bu açıdan iman ile ahid arasında sıkı bir ilişki vardir. Kur'an'a göre ah­de vefa, iman ederek Allah ile ahidleşmiş ve bu suretle kendisini hür irade­siyle sadakat mükellefiyeti altına sok­muş olan müminin ahlâkî bir borcudur.  İslâm ahlâkında bu sorumlulu­ğun yerine getirilmesine ahde vefa ve­ya ahde riayet denir ki her iki tabir de Kur'an'dan alınmıştır (Bekara 2/ 177. Mü'minûn 23/8).[11]  

Ahd’e bağlılık açısından insanlar Allah’ın huzurunda iki kısma ayrılırlar. Birinci grupta olanlar verdikleri sözü yerine getirirler. Bu ahd’in Allah’a ve insanlara verilmesi açısından farkı yoktur. (En’am 6/152-153. Ahzâb 33/23-24. Mü’minûn 23/1-11. Mearic 70/22-35)

Şüphesiz verilen ahd’i yerine getirmek (sözünde durmak) takvalı olmanın (Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle davranmanın) sonucudur. (Bekara 2/177. Âli İmran 3/76)

İkinci grupta olanlar ise ahd’lerine sadakat göstermezler. Böyleleri “Kâlû belâ’da”’ verdikleri ahd’e uymadıkları gibi, fıtratlarında olan yaratılış ahd’inin gereğini de yapmazlar. Bunlar Kur’an’ın münafık, fâsık ve inkârcı dediği kimselerdir. (Bekara 2/40)

Bu baglamda iman bir ahidleşme, inkâr ise bu ahd’i bozmadır. Mü’minler Allah’ın ahd’ine vefa gösteren sadıklar; inkârcılar, münafıklar ve fasıklar ise bu ahd’e uymayan vefâsızlar, sadâkâtsizler ve döneklerdir.

2-     Misak:

Misakın kökü olan ‘vesika’ veya ‘ve-se-ka’; güvenmek, sağlam olmak, sağlam tutmak, sağlama bağlamak anlamlarına gelir.

‘Misak’; kendisiyle bağlanılan söz, yeminle pekiştirilmiş, yapılan ve mutlaka yerine getirilmesi gereken andlaşma (akit) demektir. Bu bir çeşit sözü veya anlaşmayı sağlam bir bağla bağlamaktır. Misak, yemin ve taahhüt (söz verme) ile pekiştirilmiş anlaşmadır.  

Bu kavram Kur’an’da daha çok Allah ile kulları arasındaki anlaşmayı (ahidleşmeyi) ifade etmek üzere kullanılmaktadır.

Misak, Allah’ın insanlara bildirdiği pekiştirilmiş ahd’dir. Kur’an bazen ahid ve misak kelimelerini birlikte kullanmakta ve bunlara uyanların ahlâklarından örnekler sunmaktadır.

Misaklarını (verdikleri her türlü sözü) yerine getirenler ‘ulü’l elbâb-akıllı ve temiz vicdanlı’dırlar. (Ra’d 13/19-24)

Misak, aynı zamanda belli konularda yapılan anlaşmaları da ifade eder. Bu misak, ister Allah ile, ister Peygamber ile, isterse başka insanlar ile yapılmış olsun, yerine getirilmesi gerekir. Kur’an misaklarına uymayanları şöyle tehdit ediyor:

“Onlar ki, misakla bağlandıktan sonra Allah’a verdikleri ahd’i (sözü) bozarlar. Allah’ın bitiştirilmesini emrettiği şeyi keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar (fesat çıkarırlar). İşte zarara uğrayanlar bunlardır.” (Bekara 2/27)

Kur’an üç türlü ‘misak’tan bahsediyor:

a-Allah ile insanlarla gerçekleşen misak:

Allah (cc) şöyle buyuruyor: “Hani Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini (soylarını) almış ve onları kendi nefislerine karşı şâhitler kılmıştı: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ (demişti de) onlar: ‘Evet (Rabbimizsin), şâhit olduk’ demişlerdi.” (A’raf 7/172)

 Bazılarına göre âyette bahsedilen ‘misak olayı’ karşılıklı bir sözleşmeden çok Allah’ın insanın içine yerleştirdiği fıtrattır. Yaratılışta olan inanma, tapınma, Allaha ihtiyaç duyma, O’nun Rabliğini tanıyabilme kabiliyetidir. Onlara göre insanın fitrat üzere yaratıldığını haber veren hadis bunun delilidir.[12]

Kimilerine göre Allah (cc) insanların ruhlarını yarattı ve onlara bu soruyu –âyette geçen gerekçelerle- yöneltti. Dolayısıyla insanlar dünyaya bu sözü vermişler olarak gelirler. Allah’ın böyle bir şeyi yapmaya gücü yeter. Onlara göre bu olaya temsilî anlatım demek doğru değildir.[13]

İnsanın Allah’a böyle bir söz vermiş olması aslında onun bir ‘emânet’ yüklenmiş olmasıdır. Dünya hayatı bu ‘emanet’i taşıma, bu ‘misak’ı yerine getirme yeridir. İnsanın kendisi veya yapısı, Allah’tan başka Rabb tanımayacağına, O’ndan başkasına kulluk etmeyeceğine dair ‘misak-söz’ vermiştir. Ya da Allah (cc) ona bu önemli talimatı bildirmiştir. Kur’an bu gerçeğe şöyle işaret etmektedir: “Ey Âdemoğulları, “şeytana ibadet etmeyin, o sizin apaçık düşmanınızdır”, Bana ibadet edin, doğru yol budur’ diye size ‘ahd’ vermedim mi? (bildirmedim mi?)” (Yâsin 36/60-61)

Allah’ın (cc)’ın insanla ‘misaklaşması-ahidleşmesi’ iki şekilde olur:

-Misak konusu olan şeyi, bir yaratılış gereği olarak fıtratımıza yerleştirmesi şeklinde,

-Vahy ve peygamberler aracılığıyla misak yapılan konuları bildirmesi şeklinde.

b-Allah ile peygamberler arasında gerçekleşen misak

Allah (cc), insanlara emir ve yasaklarını, yani hükümlerini onların arasından seçtiği elçileri aracılığıyla göndermiştir. O, bu seçtiği elçilerden ‘elçilik görevinizi yerine getireceksiniz, size  vahyedilenleri insanlara ulaştıracaksınız’ diye söz almıştı. 

“….Ev’imi (Kâbe’yi) tavaf edenler, itikâfa çekilenler, rükû’ ve secde edenler için temizleyin’ diye (İbrahim’e ve İsmail’e) ahd verdik.” (Bakara 2/125. Ayrıca bakınız: Âli İmran 3/81. Ahzab 33/7. A’raf 7/134. Tâhâ 20/115) Bu âyetlerdeki ‘ahd’, emir, buyruk ulaştırma veya talimat şeklinde anlaşılmıştır.

c-Allah ile İsrailoğulları arasında gerçekleşen misak.

İsrailoğulları Allah’ın emirlerine uyacaklarına, Peygamberi dinleyeceklerine dair Allah’a söz vermişlerdi. Ancak sözlerinde durmadılar ve ‘misak’larını bozdular. (A’raf 7/169. Bekara 2/63, 83-84)

Allah (cc) İsrâiloğulları'ndan, namaz kılıp zekât vereceklerine, peygamberle­rine inanıp onları destekleyeceklerine ve Allah'a güzel takdimelerde buluna­caklarına (faizsiz borç vereceklerine (Mâide 5/12),

Allah'tan başkasına tap­mayacaklarına, anaya babaya, yakınla­ra, yetimlere, düşkünlere iyilik edecek­lerine (Bekara 2/83),

birbirlerinin kanlarını dökmeyeceklerine, birbirlerini yurtlarından çıkarmayacaklarına (Bekara 2/84) dair söz almıştır. Fakat onlar, Allah'a verdikleri sözü yerine ge­tirmemiş, ahidlerini bozmuş ve bunu alışkanlık haline getirmişlerdir (Bekara 2/100. Mâide 5/13).

Musa'ya karşı geldikleri için üzerlerine azap çö­künce bunun kaldırılmasını istemişler, Mûsâ da onlara, Allah'a verdikleri sözü hatırlatmıştır. (Tâhâ 20/86)

Allah, hıristiyanlardan da misak (söz) almış, fakat onlar sözlerinin bir kısmını unutmuşlardır. (Mâide 5/14)

3-     Yemin:

Yemin sözlükte; kuvvet, sağ taraf, sağ el, and içmek, kasem gibi anlamlara gelir. Kavram

olarak, bir müslümanın Allah’ın adını veya sıfatını kullanarak sözünü kuvvetlendirmesi demektir.

Bir de, bir sözleşme (ahd) yaparak bağlanma içine girdiğinizde Allah'la olan sözleşmenize (ahdinize) sadâkât gösterin; ve yeminlerinizi, iyi niyetinize Allah'ı tanık tutarak iyice pekiştirdikten sonra bozmayın; unutmayın ki, yaptığınız her şeyi Allah mutlaka biliyor.” (Nahl 16/91)

Nahl 90. âyette başta adalet olmak üzere temel emirler ve yasakların ortaya konmasından sonra adaletin bir gereği olan ahde vefa ve yeminlere sadâkât gösterilmesi emrediliyor. Bu emir dine uygun olan bütün söz vermeleri (vaadleri) kapsar. Bu vaadlerin ‘Allah’a söz verme’ şeklinde ifade edilmesi bunların ahlâk ve hukuk bakımından olduğu kadar dinî bakımdan da bağlayıcı olduğunu ve Allah katında sorumluluk gerektirdiğini gösterir.[14]

Allah (cc) kullarına sözlerinde durmalarını, ahde vefâ etmelerini emrediyor, yemin ettikten sonra onları karşıdakinin aleyhine olacak şekilde bozmayı yasaklıyor. Zira akid/yemin/anlaşma insanlar arasında bir haktır.  

Yukarıdaki âyet hangi sebeple inmiş olursa olsun bu, hükmünün genel olmasına engel değildir.[15]

Bu sözleşme, hem insanî varoluşumuzla ilgili ontolojik sözleşmeyi, hem Allah’a güvendiğimizi iman ve teslimiyeti seçerek ifade ettiğimiz teolojik sözleşmeyi, ve hem de insan ilişkilerinde verdiğimiz söz ve vaadlerden oluşan sosyolojik ve ekonomik sözleşmeleri kapsar.

Kur’an genellikle birincisi için misak, ikincisi için ahid, üçüncüsü için akd ve eyman (yeminler) kavramlarını kullanır.[16]

Yeminine uymayanın yaptığı yanlışı Kur’an harika bir benzetme ile haber veriyor.

Bir toplum diğer bir toplumdan (sayıca ve malca) daha çok olduğu için yeminlerinizi, aranızda bir fesat aracı edinerek ipliğini sağlamca büktükten sonra, çözüp bozan (kadın) gibi olmayın. Allah, bununla sizi imtihan etmektedir...” (Nahl 16/92)

Âyet burada sadece sözünde durmayı emredip sözleşmeyi bozmayı yasaklamakla yetinmiyor; örnekler vererek antlaşmasını bozanları kötülüyor, onları istikrarı olmayan, evhamlı, ahmak, ciddi olmayan bir kimseye benzetiyor.

“… ipliğini sağlamca büktükten sonra, çözüp bozan (kadın) gibi olmayın…” 

Antlaşmasını hiç haklı gerekçe yokken bozan adam, iradesi zayıf, dar görüşlü, aptal ve bunak birine benzer. Onurlu hiçbir insan; bu zayıf iradeli, akli dengesi bozuk, hayatını yararsız boş şeylere harcayan ayette anlatilan kadın gibi olmaya razı olmaz!

Cahiliye devrinde kavim ve kabilelerin çoğu ahde vefa etmez, yaptık­ları andlaşma ve sözleşmeleri menfaatları söz konusu olunca fütursuz­ca bozarlardı. Bu dönekliklerin bir sınırı da yoktu.[17]

Âyete göre onların bu tutumlarının tutarlı bir sebebi yoktu. Bir tarafın sayıca çok veya güçlü olması, çıkar elde etme anlayışı yeminleri/anlaşmaları bozma nedeni olamaz. Burada ölçü çıkar, korku, sığınma değil; hak ve ahde vefâdır.

Kur’an yukarıdaki âyetlerden sonra müslümanları aynı konuda tekrar uyarıyor. (Nahl 16/94)

Bir başka âyette de ahidlerini bir çıkar karşılığı değiştirenler, anlaşmalarına ihanet edenler, Allah adına yemin edip de gereğini yapmayanlar tehdit ediliyor. (Ali İmran 3/77)

4-     Akd (akdetme, anlaşma yapma)

Misak kelimesinin bir anlamdaşı da ‘akd/akit’ kavramıdır. ‘Akd’, bir şeyi bir şeye sağlam bir şekilde bağlamak demektir. Kur’an’da, ‘akd’in, bağlamak (Maide 5/1), yeminleri bağlamak (Nisa 4/33. Maide 5/89), nikâhı bağlamak (Bekara 2/235, 237) gibi kullanışları vardır.

Allah (cc) şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! (yaptığınız) akitleri (anlaşmaları-yeminleri) yerine getirin...” (Maide 5/1)

Bu ‘akit’, kulların Allah (cc) ile yaptıkları Tevhid ahd’ini, yeminleri, nikâhları, yapılan diğer bütün anlaşmaları ve verilen bütün sözleri kapsar.

Aynı kökten gelen ‘akide’, bağlanılan, ahd yapılan yani söz verilen inanç demektir.

Tevhid ahd’i, mutlaka yerine getirilmesi gereken anlaşmadır. Peygamberin davetine cevap verip bu olgunluğa ulaşan mü’minlerle onun yaptığı anlaşma, O’nun Allah’tan getirip tebliğ ettiği her şeyi kabul etme, O’na her konuda itaat etme, O’nu her meselede destekleme, savunma ve koruma anlamına geliyordu. Sahabeler bu ahd’i Peygamber’in elini tutarak yerine getiriyorlardı. Kur’an bu ahidleşmeye ‘biat’ demektedir. 

 

5-     Biat (sözleşme, kabul etme, seçme)

‘Biat’in aslı, satmak, satın almak anlamına gelen bey’ masdarıdır.

Kavram olarak ‘biat’, müslümanların devlet başkanını (veliyyü’l emr’i) seçme,  belirleme ve İslâmí hükümlere uygun işlerde ona bağlılık göstermedir.

Biat olayı, biat edenleri bağlar ve onlara bazı sorumluluklar yükler.

Yönetilenler yönetme hakkını gönül rızası ile kendilerinden en ehil olana verirler. Bu da tıpkı rıza ile bir mal alım-satımındaki anlaşma gibidir. Bir taraf  kendi isteği ile, yönetim emanetini hakka-hukuka uyma şartıyla biat ettiği kimseye verir ve ona bağlı kalacağını ilan eder. Kendisine biat edilen de biat edenleri Allah’ın hükümleri doğrultusunda ve adaletle yöneteceğine söz verir.[18]

Biat aslında müslümanların peygamber aracılığıyla Allah (cc) ile yaptıkları bir alış-veriştir, bir sözleşmedir. Kendisine biat edenleri adaletle ve islâmi ahkâmla yönetene biat eden, ona meşru işlerde itaat edeceğine söz veren, Allah’a söz vermiş gibidir. Kur’an şöyle diyor: “Muhakkak ki sana biat edenler ancak Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. Kim ahdini bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah ile olan ahdine vefâ gösterirse Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.” (Fetih 48/8)

Âyet her ne kadar Hudeybiye seferinde Peygamber’e uyacaklarına söz veren sahabe hakkında inse de hükmü geneldir.

Ahde vefâ biat olayında da geçerlidir. Biat ettikten sonra haklı bir gerekçe olmadan meşru yöneticilere karşı gelmek, onların tutarlı ve adaletli yönetimlerine keyfi tutumlarla isyan etmek caiz değildir.[19]

 

6-     Nezretme (adama)

Nezir, bir şeyi adama, vacip olmayan bir ibadeti kendisine vacip kilmadir. Bu da bir anlamda söz vermek, akit yapmak demektir.[20]  

Çünkü, başkaları için her ne harcarsanız ve neyi (harcamak için) adarsanız, Allah onu mutlaka bilir…” (Bekara 2/270)

Kur’an, Meryem’in annesinin onu özgür bir şekilde Allah yoluna nezrettiğini (adadığını) ve bu değerli adağın kabul edildiğini anlatıyor. (Âli İmran 3/35-37)

Bir başka yerde Allah özelde hacı adaylarına, genelde müslümanlara adaklarını yerine getirmelerini söylüyor. “Bundan sonra, uymak zorunda oldukları belli birtakım kısıtlamalara son versinler; (varsa) adaklarını yerine getirsinler...” (Hac 22/29)

Kur’an bir yerde adaklarını yerine getiren “Allah’in kullarını” şöyle övüyor:  “Onlar (ki) adaklarını (nezirlerini) yerine getirirler ve şiddeti yayılıp genişleyen bir Gün'ün korkusunu duyarlar.” (İnsan 76/7) Yani, inançlarından kaynaklanan ruhsal ve sosyal yükümlülüklerini yerine getiriler.[21] Adağını yerine getirmek de bir tür ahde vefâdır.

-        Sonuç

Sözünde durmak (ahde vefâ) insanlar arasındaki ilişkilerde güven unsurunun yegâne garantisidir. Bu ilke sarsıldığında toplumun bağı çözülür.

Müslüman bir kimse veya topluluk ister kendi adına, ister temsilcisi olduğu toplum adına Allah’ı vekil/şahit kılarak bir söz vermişse, bir anlaşma yapmışsa, bir yemin etmişse; buna kesinlikle riayet eder. Ucuz menfeatler uğruna sözünden caymaz, anlaşma yaptığı kesimleri aldatmaz. Mü’min eman sahibi; yani güven veren, kendisine güvenilen (emin) kimsedir.

Unutmamak gerekir ki verilen sözler, edilen yeminler aslında Allah’a verilen sözdür. Müslüman birine söz vermişse, anlaşma yapmışsa bunda öncelikle Allah’a karşı sorumludur. İman mü’mine Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle davranmayı öğretir. Onlar, Allah’ın kendilerini murakebe altında tuttuğunu, yaptıkları her şeyden haberdar olduğunu unutmamaları gerekir.

Verdiği sözde durmamak, ya da yemini bozmak, eğirdiği ipi sağlam bir şekle getirdikten sonra onu sebepsiz yere bozan ahmak kimseye benzemektir.

Mü’minler, Allah’a ve  insanlara verdikleri sözde dururlar ve yeminlerinin gereğini yerine getirirlerse, Allah’ın bunun karşılığını kat kat vereceğine inanırlar. Zira kadın olsun erkek olsun kim salih amel (Allah’ın razı olacağı bir iş) yaparsa; Allah ona dünyada ve ahirette hoş bir hayatı ödül olarak verir. (Nahl 16/97)

Her müslüman Peygamber’in  meşhur “Seyyidü'l-istiğfâr duâsında dediği gibi demeli: “Allâhım! Ben Sen’in kulunum. Gücüm yettiği kadar ahdine ve va'dine sadâkât gösteriyorum.”[22]

Günümüzün insanı Kur’an’ın öncelediği ahde vefâ ahlâkına ne kadar muhtaçtır. Keşke “müslümanın sözü senettir” deyimi bugünkü müslümanlar hakkında da söylebilse...

Hüseyin K. Ece

10.09.2014

Zaandam-Hollanda

 

[1] Buhârî, İman/24 Hadis No: 33

[2] Buhârî, Buyû/106 Hadis No: 2227.

[3] Müslim, Cihâd/15 Hadis No: 4538)

[4] Ebû Dâvûd, Edeb/82 Hadis No: 4996

[5] Buhârî, Şehâdât/28 Hadis No: 2681

[6] Ece, H. K. İslamın Temel Kavramları, S: 419).

[7] Wensinck, Mu’cemu’l-Mufehres, Ahd ve Va’d maddeleri

[8] TDV İslâm Ansiklopedisi, 1/533

[9] TDV İslâm Ansiklopedisi, 1/534).

[10] Isfehânî, R. el-Müfredât, S: 829

[11] TDV İslâm Ansiklopedisi, 1/533

[12] Müslim, Kader/25 Hadis No: 2658. Tirmizî, Kader/5 Hadis No: 2138. Ebu Davud, Sünnet/17 Hadis No: 4714 İbni Hibban, İman/1 Hadis No: 128

[13] Ece, Huseyin K, Hz. Âdem, Sayfa: 89-96

[14] Heyet, Kur’an Yolu, 3/383

[15] Taberî, Tefsir 7/636. İbni Kesir, Muhtasar Tefsir 2/344

[16] İslâmoğlu, M. Hayat Kitabi Kur’an (Meal), 1/517

[17] Kutub, S. Fi-Zılâli’l-Kur’an, Say: 2191-2192

[18] Ece, H. K. İslâmın Temel Kavramları, sayfa:  77

[19] Müslim, İmâre/58, Hadis No: 1851

[20] Ece, H. K. İslâmın Temel Kavramları, sayfa:  307

[21] Esed, M. Kur’an Mesajı, 3/1217

[22] Buhârî, Deavât/16 Hadis no: 6323. Tirmizî, Da'avât/15 Hadis no: 3393