-      İnsana verilen manevi dinamikler

Türkçe’de “akla mukayyet olmak” diye bir deyim vardır. Bunu ister aklı yerinde kullanmak, ister akıllı hareket etmek, ister aklın değerini bilmek, isterse nefse değil akla uymak şeklinde anlayalım; hepsi de aklın önemine işaret ederler.

 

Müslümanlar da dualarında “Allah'ım! Sen benim aklıma mukayyet ol!” derler.

Peygamberlerin vacip sıfatlarından biri de ‘fetânet’tir. Yani peygamberler akıllı ve zeki insanlardır. Aklı dengesi yerinde olmayan, aklını iyi kullanmayan, kavrama yeteği zayıf, zihinsel özürlü olan kimselerden peygamber olmaz.

İslâma göre mükellef olmanın, yani İslâmın tekliflerinden sorumlu olmanın şartı akıllı olmak ve ergen olmaktır. Henüz bülûğ çağına ulaşmayan ve aklı olmayan mükellef değildir. Peygamber (sav) bu hususta şöyle buyuruyor: “Üç kişiden sorumluluk kaldırılmıştır: Aklı olmayan deliden, uyanıncaya kadar uyuyan kimseden ve ergenlik çağına ulaşıncaya kadar çocuktan.” (Ebû Dâvud, Hudûd/16. Tirmizî, Hudûd/2)

Dinin korunmasını hedef olarak aldığı beş önemli şeyden biri de ‘akıl’dır. Din, insan bünyesinde ve toplumsal hayatta beş şeyin korunması amaçlar. Zira bu beş şey (din, akıl, mal, nefis ve nesil) insan için hayati öneme sahip, olmazsa olmaz şeylerdir.

Allah (cc) hayatın devamını sağlamak, yaratılış sebebi olan denemeyi kazanmak ve hayatı güzelleştirmek için insana pek çok imkanlar verdiği gibi, üç önemli güç kaynağı veya kabiliyet vermiştir. Bunlara eskilerin deyimi ile ‘kuvve-i aklıyla, kuvve-i şeheviyye, kuvve-i gadabiyye’ dir. Yani akıl gücü, isteme gücü, çaba ve savunma gücü.

Bu üç kuvvete/imkana sahip insan, bunları yerli yerinde kulanıp kullanmakla deneniyor. Öyleyse bu üç kuvvet sahipleri için birer imtihan sebebidir.

-      İştah (şehvet) kuvveti

Kuvve-i şeheviyye, insanın içindeki isteme gücüdür. İnsana fayda veren şeyleri elde etmeye yarar. Nefsin arzuları, insanın içindeki her şeye karşı duyulan meyil, istek ve emellerdir. Buna ‘şehvet’ de diyebiriz.  İştahın şehvet kelimesinden geldiğini ve onun bir türevi olduğunu unutmayalım. Kişinin acıkınca yemek istemesi şehvet (iştah) olduğu gibi, mal, mesken, güzel elbise, lezzetler, oyun ve eğlence, nefse hoş gelen başka şeyler istemesi de şehvettir.

Şehvet kuvveti esasen olumsuz bir şey olmadığı gibi, insan için bir felaket değildir. Tam tersine hem hayatın devamı, hem ihtiyaçları gidermek, hem de üretken olmak için gereklidir. İnsanda arzu, istek, hırs olmazsa, hem üretemez, hem de en zaruri ihtiyaçlarını karşılayamaz.

Ancak her şeyde olduğu gibi bunda da asıl mesele bu gücü, bu kabiliyeti dengeli kullanmaktır. İfrata veya tefrite düşmemek, aşırıya kaçmamaktır. Kişinin acıkınca karnını doyurma isteği iştahdır, yeme isteğidir. Ancak bunu hırsızlık yoluyla, ya da dinen haram veya pis bir şeyle karşılaması ifrattır.  Bir kimsenin cinsi ihtiyacını karşılamak istemesi iştah/şehvettir. Ancak bunu Din’in izin vermediği gayr-i meşru bir yolla gidermeye çalışması ifrattır.    

-      Gadap (öfke) kuvveti

Kuvvet-i gadabiyye, öfkedir, savunma iç güdüsüdür.  Bir başka deyişle hamiyyet duygusudur. Korkak, pısırık, cesaretsiz olmamaktır. Ya da bir şeyi yapmak üzere ortaya konan çabadır. Kişi bu savunma gücü sayesinde kendini tehlikelere karşı korur, kızılacak yerde kızar, iffet ve şerefine sahip olur, zalimlere ve  kötülere karşı mücadele verir. Düşmana karşı dinini, malını ve toprağını savunur.

Öfke gücü savunma rekleksi, değerli şeyleri korumdaki manevi donanım, kötülük odaklarına karşı mücadele imkanıdır. Yalnız bunun da dengeli kullanılması esastır. Hiç kızmayan/öfkelenmeyen birisi bir işe yaramadığı gibi, yerli yersiz her şeye kızan da bir işe yaramaz.Gadap gücünü yerinde kullanmayan, namusuna, iffetine, değerlerine, yapılan saldırılara, sövmelere, hakaretlere aldırmazlar. Zalimlerin eziyetlerine katla­nır, her türlü rezalet ve kepazeliklere boyun bükerler.

Bunun tersi gereksiz yerde kızmak, ya da öfkeye hakim olamamaktır. Akılla, düşünceyle, adalet ve tenni ile hareket etmek yerine nefsin esiri olup zararlı işler yapmaktır.  “Öfke ile kalkan zararla oturur” öfkesine sahip olamayanlar için söylenmiştir. Haksız yere kızan veya öfkesine mağlup olan nicelerinin kendilerine ve çevrelerine aşırı zarar verdikleri bilinen bir gerçektir. 

Bu da gadap kuvvetinin yerinde kullanılmadığının göstergesidir. Halbuki gadap kuvveti de tıpkı iştah gibi insana bahşedilmiş hayati bir imkandır.

Kur’an öfkelerine sahip olanları övüyor.  (Âl-i İmrân, 134) Peygamber (sav) kendisinden öğüt isteyen birtine üç defa ‘Kızma” demiştir. (Buhârî, Edeb/76. Tirmizî, Birr/73 ) Yine buyurdu ki: “Pehlivan, güreşte rakîbini yenen kimse değil; kızdığı zaman öfkesini yenen kişidir.” (Buhârî, Edeb/76.  Müslim, Birr/107, 108)

-      Akıl kuvveti

-Akıl nedir?

Akıl’, sözlükte, masdar olarak; engellemek, alıkoymak, bağlamak gibi anlamlara gelmektedir. ‘Akl’ isim olarak; akıl, idrak, diyet, muhakeme yeteneği, kavrayış, zekâ demektir. (H.K. Ece, İ. Temel Kavramları s: 34)

‘Akıl’, bilgi edinmeye yarayan güçtür. Bu bir anlamda düşünme, kavrama, anlama ve bilgiye ulaşma yeteneğidir. 

16 âyette geçen ‘ulu’l-elbab’ kalıbı; derin kavrayış, basiret, iz’an sahibi olmak, akleden kalbe sahip olmak anlamında kullanılıyor. (Bekara 2/169, 197, 269. Ali İmran 3/7, 190. Maide, 5/100. Yusuf, 12/111. Ra’d 13/19. İbrahim 14/52. Sad 38/29, 43. Zümer 41/9, 18, 21. Mü’min 40/54. Talak 65/10)

Mesela; “(O) dilediğine hikmet bağışlar ve her kime hikmet bağışlanmışsa doğrusu ona en büyük servet verilmiş demektir. Ama derin kavrayış sahipleri dışında kimse bunu düşünüp anlayamaz.” (Bekara 2/269)

 ‘Elbâb’, ‘lübb’in çoğuludur. Lübb, sözlükte her şeyin katışıksız özü, cevheri ve hakikatidir.  O bakımdan akla da ‘lübb’ denilir. (Taberî, Tefsir 2/293) Buna aklın zekâsı da denilmiştir. Her lübb’ün aklı vardır ama her aklın lübb’ü olmayabilir. Yani her derin kavrayış ancak akılla mümkündür. Ama bazı akıllılar derin kavrayış sahibi olmayabilirler. Bu nedenle Allah (cc)  indirdiği hükümleri ancak lübb sahibi kimselerin hakkıyla anlayabileceklerini söylüyor. (İsfehani, Müfredat, s: 673)

‘Ulu’l-elbâb’, sadece akıllı olmayı, derin kavrayış sahibi olmayı ifade etmez. ‘Lebbe’ hem ‘gerekli ve sabit olana’, hem de ‘bir şeyin en kaliteli haline ve en değerli yanına’ delâlet eder. Akla bu yüzden ‘lübb’ denilir. Kur’an’da bunun çoğul olarak gelmesi sadece akla değil, başta akletme yeteneğinin çıkış noktası olan tasavvur olmak üzere akletme sürecinin tamamını ve bu sürece dahil olan yetileri (melekeleri) ifade etse gerektir.” (M. İslamoğlu, Meal s: 915)

Kur’an bazen hitabı sadece akıl sahiplerine (ulu’l-elbâb’a) yöneltir. Zira ancak onlar hak ile batıl arasını ayırdedebilirler. Onlar akıl ile ile eşyanın hakikati hakkında marifet sahibi olurlar, özlerini konuyu anlarlar. ‘Ulu’l-elbâb’ olmak düşünen ve hakikete şahit olan bir vicdan sahip olmayı da anlatır. Hakka teslim olanlar işte bu düşünen vicdanın sesini dinleyenlerdir.

İki âyette yer alan ‘Uli’n-nüha’ da derin kavrayış, anlayış, iz’an sahibi demektir. (Tâhâ, 20/54, 128)

‘Nuhâ’, Kur’an’da insanın akletme yeteneği ile ilgili kullanılan kelimelerden biridir. Bu da ‘iyiyi kötüden ayırdıktan sonra kötü olandan yasaklayan akıl’ demektir. ‘Uli’n-Nühâ’ da derin kavrayış sahibi demek olur. (M. İslamoğlu, Meal s: 602)

Akl-ı selim, sağlam, yerinde işlev gören, maksada uygun çalışan akıl demektir. Şimdilerde sağduyu da deniliyor.

 

-      Aklı kullanmak

Kur’an'a göre insanı insan yapan, onun her türlü fiillerine anlam kazandıran, Allah’ın emirleri karşısında yükümlülük (mükellefiyet) altına sokan ve ona sorumluluk yükleyen akıldır. Aklı 50 yerde fiil halinde kullanan Kur’an âyetleri, akletmenin, yani aklı kullanmanın ve doğru düşünmenin önemine dikkat çekmektedir. (M. Fuad, M. El-Müfehres s: 468)

“Bu örnekleri biz insanlar için vermekteyiz. Ancak alimlerden başkası akletmez.” (Ankebût, 29/43) 

Vahye göre ancak düşünenler iz’an sahibidir ve yalnız akıl iz’an sahipleri ders alır. (M. İslamoğlu, Meal s: 904) Bu demektir ki âyetler üzerinde düşünüp, onların ötesindeki gerçeği ancak basiret sahibi (ulu’l-elbâb) olanlar anlayabilir. Akletmek, etkilenenden etkileyene (eserden müessire), görülebilen veya hissedilebilen bir etkilenenden, görünmeyen, duyu organlarıyla henüz hissedilmeyen etkileyici şeye ulaşmaktır. (Bakara, 2/104) Söz gelimi, balın tadı arının varlığını, arının bir çiçeğin üzerinde uçuşu balı akla getirir. Birinden diğerine geçerek diğerini düşünmek, aklın işidir.

Bir gerçeğe varabilmek için âyetler, işaretler, deneyler ve eserler (izler) aklın üzerinde yürüdüğü yoldur. Akıl bunlardan geçerek, bunların ifade ettiği gerçeğe ulaşır. Örneğin, çevresindeki olağanüstü biçimde yaratılan varlıklardan ve onlara ait özelliklerden hareketle bir Yaratıcının varlığına ulaşmak, aklın işidir.

 ‘Akıl’, çevremizdeki her şeyin (eşyanın) özelliklerini tanıyan, idrak eden bir kabiliyet, bir manevi kuvvettir. Bir başka deyişle o insana verilmiş bir nur’dur, yani ışıktır. Bu ışık sayesinde insan, çevresinde bulunan şeylerden haberli olur, faydalı şeyleri anlar, zararlı olanı idrak eder, bilgileri  korur.   

Akıl gücü insana doğuştan verilen bir yetenektir. Kişi ergenlik çağına ulaşınca bu güç olgunlaşır. Şüphesiz ki akıl gücü insanlarda eşit değildir, farklı farklıdır.

Kimileri bu akıl gücünü ve yeteneğini iyi yolda kullanmazlar.  (Bakara, 2/171) Aklını gereği gibi kullanmayanlar, sağır, dilsiz ve kör gibidirler. Gerçeği duymazlar, dilleriyle ikrar etmezler (dile getirmezler), gözleriyle görüp anlamazlar. Onların akılları bu noktada hiç bir işe yaramamaktadır. (Enfal, 8/22) Cehennem azabından kurtuluşun yolu da akletmek, aklı kullanmak ve Vahy ile gelen gerçeği anlayıp gereğini yapmaktır. (Mülk, 67/10)

Kur’an bütün insanları akletmeye, aklı gereği gibi ve yerinde kullanmaya davet ediyor. Türkçe’deki deyimle ‘aklını başına alanlar’ hayatın anlam ve maksadını, varlığın ve ölümün arkasındaki gerçeği idrak ederler. Kendilerine faydalı olan şeyleri tercih ederler, zararlı olanlardan kaçınırlar.

Bu da akıl kuvvetini yerinde, maksada uygun kullanmayı anlatır. Böylece insan ‘akıl kuvveti’ imtihanını kazanır.

“Akıllı kimse, nefsini kontrol altına alıp ölümden sonraki hayat için hazırlık yapan, aciz insan da nefsinin hevasına (istek ve tutkularına) uyup da Allah’tan (olmayacak şeyleri) temenni eden kimsedir.” (İbni Mace, Zühd/31, no: 4260) Hadiste akıl yerine ‘keyyis’ kelimesi kullanılıyor.

İnsana düşen akıl kuvvetini de dengeli kullanmaktır.

 

-      Akla mukayyet olmak

Peygamber (sav) buyurdu ki: “Hiç kimse kendisini hidayete götürecek ya da tehlikeden alıkoyacak akıldan daha faziletli bir şey kazanmamıştır.” (Isfehânî, el-Müfredât, s: 511)

İslâm akılla idrak edilir ama akıl dini değildir. İslâm akla bu kadar önem verirken, onu hiç bir zaman son karar yeri, bilginin, fayda-zararın son hakemi yapmamıştır. İslâmî hükümlerin hikmetini ve faydalarını akıl anlar ama, onların sebebini, niçin emredildiklerini tam bilemez. Bir şeyin iyi mi kötü mü olduğuna akıl bir noktaya kadar cevap verebilir. Ancak mutlak doğruyu, mutlak faydayı ve eşyadaki nihai amacı bilemez.

Hakkı ve Hakikati idrak eden bir akıl büyük bir nimettirr. Ancak sahibini şirkten ve inkârdan; ölümden sonra da ateşten kurtaramayan akıl, iyi çalışan bir akıl değildir.

Akıla nakil, yani Kur’an ve vahyin açıklaması olan Sünnet yön verirse isabetli karar alır. İslâm, aklı son hakem sayan bütün pozitivist, rasyonalist düşünceleri reddeder. Hevanın (aşırı isteklerin) güdümündeki akıl doğru hükme, hikmete ve hidayete ulaşamaz.

Nitekim Firavunun aklı da akıldı, Hz. Musa’nınki de. Elli milyon kişinin ölümüne sebep olan Hitlerin akılsız olduğunu kimse iddia edemez. Tenha yerlerde bile Allah korkusundan kimsenin hakkına el uzatmayan dürüst adamın aklı da akıl. Çıkarı için kitleleri imha etmekten çekinmeyeninki da akıl, zayıf birine attığı tokattan dolayı bir ömür pişman olan da akıl. Atom bombasını icat eden de akıl, insanlar kötülüğe neden gidiyorlar deyip göz yaşı döken de akıl. Başkasının hakkını çalmak için cin gibi çalışan da akıl, devletin mumunu kendi şahsi işinde kullanmaktan korkan da akıl. Aklını devre dışına çıkarıp çekinmeden cinayet işleyen de var, bütün bir ömrünü insanların saadeti için harcayanlar da var. O da akıllı, o da. İşkence merkezlerin aellerine geçirdiklerine akla hayale işkence edenlerde de akıl var, kendini taşlayıp ayaklarını kan revan içinde bırakanlar için ellerini açıp “Yarabbi onları bağışla” diyende de akıl var.

Hangi akıl çalışıyor; nefsinin keyfinden başka bir çıkar, yol, anlayış, hedef bilmeyen mi, yoksa yaptığı her şeyin hesabını günün birinde vereceğini idrak eden mi? Isırıldığı deliğe bir daha girmeyen mi, her an ısırılmak üzere deliklere giren mi daha akıllı? Bir kaç günlük dünya hayatı için deli divane olan mı, yoksa ölümden sonrasını hesaba katan mı? Kısa zamanda haram-helal, başkasını hakı-hukuku demeden köşeyi dönen mi, zengin olan mı akıllı, yoksa kimsenin ahını almamak, kazancının hakkını vermek hususunda titiz olan mı? Hayatını zevk için içki, kumar, uyuşturucu uğruna harcayan mı, iki dünya huzurunu ilahi ölçülerde arayan mı?

Bütün bunlar ve daha sayısız örnekler ‘kuvve-i akliyye’yi kullanmadaki ifratı ve itidali göstermektedir.

Bir Garip Kolleksiyoncu filminin kahramanı kendisine akıllı zaten doktora verdiği tokat gibi cevap: “Sahibini ateşten kurtaramayan aklı ne yapayım, doktor”.

İnsana emanet edilen her üç dinamiğin en önemlisi akıldır. Zira diğerleri selim akla tabi olurlarsa yerinde ve dengeli kullanılabilir. Bu üç dinamiği insana veren Allah (cc)  onları nasıl kullanacağını insana Vahiy ve kerim elçileri ile öğretmiştir. Vahye uyan akıl selim akıldır.

Akıl odur ki selimdir. Nur gibi ışık kaynağı olsun  ve sahibini cehennemden kurtarsın. Akıl odur ki insana rehber olsun ve iki dünya saadeti kazanmaya yardım etsin.

Böyle bir akıl için “Allah'ım! Sen benim aklıma mukayyet ol!” diyebiliriz.

 

Hüseyin K. Ece

14.5.2012

Zaandam/Hollanda