Ona sordum: “Oruç ne ile tutulur, biliyor musun? Gülümsedi, bir şey demedi. Ben yüreği işaret ederek; “eğer bura ile tutarsan, oruç 24 saat de olsa başarırsın.” Mideyi işaret ederek, “eğer bura ile tutarsan 12 saati bile zor gelir. Orucu mide ile (yani sadece yemeden ve içmeden uzak kalarak) tutmayı değil, onu yüreğinle tutmayı dene.”

Anladım anlamında başını salladı.

Sahi orucu hangi organ tutar? Mide mi, yürek mi ?

Orucu yalnızca belli saatlerde yemeden ve içmeden uzak kalmak zannedenler, saatleri sayarlar. Sık sık takvime/imsakiyeye bakarlar. İftar topunun atılmasını, minarelerin ışığının yanmasını, ezanın okunmasını beklerler.

Orucu yemeden ve içmeden uzak kalmak şeklinde anlayanların bir Ramazanı yemek terifleriyle, pide çeşitleriyle, donanmış sofra hayalleriyle  dolu olur. (Tilkinin kırk fıkrasının otuzdokuz tanesinin tavuk üzerine olması gibi.)

Nedendir bilinmez, Ramazan ayı gelince maalesef müslümanların bir çoğunda bir telaştır başlar. Konular döner dolaşır, yemekle ilgili bir noktaya gelir. Alış verişler artar. İftar sofrasına alabildiğine yemekler yığılır, sonra da buna Ramazan’ın bereketi denilir. (Bilmiyorum bereketi iftar sofrasındaki yemek çeşidinin çokluğu şeklinde mi anlamalı?)

Ramazan ayı gelince  -özellikle bizim ülkemizdeki- yazılı ve görsel basın yemek konularına daha fazla yer verir. Medya da alabildiğine iştah açtıran, ağzı sulandıran yemek tarifleri, yemek çeşitleri, padişah sofraları sunar. Yemek ziyafetlerinden bol bol bahsedilir.

Yemek yemek yemek... Ortalığı bir yemek kültürü kapsar ki, insanlar sanki kıtlıktan gelmişler gibi. Hiç bir ayda olmadığı kadar yemekle ilgili konuşulur, yemek gündeme gelir. Boy boy yemek listeleri, iftar menüleri, yemek yeme adresleri.

Bunda bir kasıt yoksa, peki anlamı nedir bunun? Niçin yemek olayı Ramazan ayında bu kadar konuşulur? Neden yemek gündemden düşmez? (Ramazan ayı gelince yemek çevresinde gürültü koparan medya mensuplarının oruç tutup tutmadıklarını, ya da orucu ne ile tuttuklarını merak ediyorum.)

Allah aşkına, müslümanlar Ramazan’ı yemek kültürü artsın diye mi karşılarlar? Oruç daha çok yemek için mi tutulur? Neden iftar olunca çoğumuz sofraya aç kurt gibi saldırırız?

Tamam, aç insan elbette yemek ister. Bedenin ihtiyacı elbette önemlidir. Peygamber (sav) iftarda acele etmeyi de tavsiye etmiştir.

Ancak bu aç kurt olmak anlamına gelmez ki. Bu, orucun hikmetini unutmak demek değil ki. İftar vakti de sadece açlıktan kurtulmak anlamına hiç gelmez.  

Oruç acaba mideye mi tutturulur, yoksa duygulara mı? Oruçtan maksat perhiz mi, yani mideyi ıslah mı, yoksa duyguları ıslah mı? Oruçla mide sağlığı mı asıl hedef, yoksa yürek, ahlâk, takva sağlığı mı?

Bunlar düşünülmeye değer.

Bilindiği gibi yapılan işler niyetlere göre değer kazanır. Kim her hangi bir işi (ameli) para kazanmak için, gösteriş için, bir çıkarı için veya Allah rızası için yaparsa ona göre karşılık alacaktır.

Bu gerçek bir hadiste şöyle açıklanıyor:

Hz. Ömer (ra) anlatıyor: "Resûlullah (sav) buyurdu ki:

"Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyleyse kimin hicreti Allah'a ve Resülüne ise, onun hicreti Allah ve Resülünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya nikâhlanacağı bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir." (Buhâri, Bed'ü'l-Vahy 1, Menâkıbu'l-Ensâr 45. Müslim, İmâret 155 (1907). Ebu Dâvud, Talâk 11 (2201). Tirmizi, Fedâilu'l-Cihâd 16 (1647). Nesâî, Tahâret 60 (1, 59, 60)

Abdullah ibnu Ömer (ra) anlatıyor: "Resülullah (sav) buyurdu ki:

"Allah bir kavme azap indirdi mi, o azab, kavmin içinde bulunan herkese isabet eder. Sonra, (Kıyamet gününde) herkes niyetlerine (ve amellerine) göre diriltilirler." (Buhari, Fiten 19. Müslim, Sıfatu'l-Cenne 84 (2879)

Bir ameli Allah rızası niyeti ile yapmak samimiyettir. Samimiyetin din dilindeki diğer adı ‘ihlas’tır.

İhlas, dini yalnızca Allah’a tahsis etmek, sadece Allah’ın dinin kabul etmek, kulluğu sadece  Allah’a hasretmek olduğu gibi, imanda ve kullukta samimi, dürüst olmak ve sadakat göstermektir. (Zümer, 41/2, 3, 11, 13. Beyyine, 98/5)

(Allah Rasûlü) “Din nasihattır/samimiyettir” buyurdu. “Kime Yâ Rasûlallah?” diye soruldu O da; “Allah’a, Kitabına, Peygamberine, Müslümanların yöneticilerine ve bütün müslümanlara (karşı)” diye cevap verdi.” (Müslim, İmân, 95)

Buradaki nasihat Türkçe’ye genellikle “öğüt vermek, doğru yolu göstermek” şeklinde çevrilir.

Ancak bu hadiste nasihat’ın; “İhlas, samimiyet, sadakat ve itaat” manasına geldiğini görmekteyiz.

Bu kelimenin kökü olan ‘nasaha’ fiili bir âyette şöyle geçiyor:

Zayıflar, hastalar, harcayacak bir şey bulamayan yoksul kimseler için, Allah’a ve Rasulü’ne karşı nasih (samimi) oldukları sürece (sefere katılmamalarından ötürü) bir günah yoktur...” (Tevbe, 9/91)

Burada geçen “nasaha” fiili, yapılan işin her türlü aldatmadan uzak ve arınmış olması demektir. ‘Nâsuh/samimi’ tevbe buradan gelmektedir. (İbni Manzur, Lisanü’l-Arab, 14/268)

Bir şeyin ‘nush’ olması onun hâlis, arı duru olması demektir. Bir kimsenin birine nush ile söz söylemesi yani nasihat etmesi; ona samimi ve ihlaslı olarak bir şey demesi manasındadır.

(Şair Ziya Paşa bir beytinde ‘nush’u herhalde nasihatin yanında bir de bu manada kullanmıştır:

Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdir

Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.)

Bu âyetteki ‘nasaha’ fiiline nasihat (öğüt) anlamı verilirse o zaman şöyle demek gerekir: Bu sayılanlar “...Allah’a ve Rasûlüne nasihat ettikleri (öğüt verdikleri) sürece...”

Bu ise olmayacak şeydir. İnsan Allah’a ve elçisine nasihat edemez ki.

Burada kasdedilen, imanda samimi olduğu halde zayıflığından dolayı Peygamberin seferberlik davetine katılamayanların durumudur. Onlar, sefere katılmadıkları halde, eğer Allah’a ve Peygamberine karşı samimi (ihlaslı) iseler, onlara bir günah yoktur.

Pek çok hadiste nasihat (nasaha fiili) samimiyet, ihlas, sadakat manasında kullanılıyor. Mesela;

“Rabbine karşı ibadet görevini ve efendisinin kendi üzerindeki nasihat ve itaat haklarını yerine getiren bir köle için iki ecir vardır...” (Buhari, Itak 17)

Bir kölenin efendisine öğüt vermesi pek mümkün olmayacağından, bu hadisteki nasihat kelimesinin manası sadakat/bağlılık olarak anlaşılmalıdır.

Din, gerçekten nasihattır. Yani “din ihlastır, sadakattir, samimiyet ve itaattir”. 

Dine inanmak, dini yaşamak, dinin ölçülerine uymak, gizli ve açıkta din açısından dürüst olmak, her pozisyonda dinde sadakat sahibi olmak samimiyet/ihlasla olduğuna göre; oruç ancak bu samimiyetle tutulur. Müslümanı yemeden, içmeden ve şehevî isteklerinden günün belli saatlerinde uzak tutan bu samimiyettir.  

Ebu Hüreyre (ra) anlatıyor: "Resulullah (sav) buyurdu ki:

"Ademoğlunun her ameli katlanır. Hayır ameller en az on misliyle yazılır, bu yediyüz misline kadar çıkar. Allah (cc) şöyle buyurmuştur: "Oruç bu ölçünün dışındadır. Çünkü o sırf benim içindir, ben de onu (dilediğim gibi) mükâfaatlandıracağım. Kulum benim için şehvetini, yiyeceğini terketti...." (Kütüb-ü Sitte, 9/419)

Oruç ibadetinin bir eşi yoktur.

Ebu Ümâme (ra) anlatıyor: "Ey Allah'ın Resülü dedim, bana öyle bir amel emret ki (yaptığım takdirde) Allah beni mükâfaatlandırsın.”

"Sana dedi, orucu tavsiye ederim, zira onun bir eşi yoktur” dedi. (Nesâi, Sıyam 43, (4, 165).

Oruç müstesna bir ibadettir. Zira o ancak bedenin çok çok ihtiyaç duyduğu, iştahların peşine düştüğü, ağızların suyunu akıtan yiyecek ve içeceklere mesafeli olabilme, nefsi onlardan bir müddet mahrum edebilme yiğitliğidir. Nefsine hakim olmak kuvvetli bir irade işi, en ihtiyaç duyulduğu anda bile kendine hakim olma ciddi bir başarı ise; oruç tutmaya neden yiğitlik demeyelim.

Oruca riyanın (gösterişin) karışması mümkün değildir. Oruç tutan onu yalnızca Allah rızası için tutar. Başkalarının hoşuna gitmek için oruç tutulması mümkün değildir. Zira kapalı yerlerde insan kendi vicdanıyla ve Allah’ın görüp-gözetmesiyle başbaşadır. Bazı yerlerde insanı ne başkaları görebilir, ne de polis denetimindedir. Allah’ın kendisini murakabe etmediğine inanan, ya da bu murakabeyi unutan kimseler, hata yapar, günah işlerler.

O yüzden oruçlu müslüman zor olsa da, gündüzler uzun olsa da, açlıktan kıvransa, susuzluktan dili damağına yapışsa da, gizli veya açıkta bir şey yemez ve içmez. Zira o Allah’a söz vermiştir, iftar vaktine kadar ağzını bağlamıştır, nefsine gem vurmuştur, Allah rızası için nefsine hakim olacaktır.

Müslüman oruçla birlikte nefsinin hakimi olduğunu göstermiş olur. Nefislerinin esiri olanların ne kötülükler yaptıklarını, ne günahlar işlediklerini herkes bilir.

Böyle bir ibadet ancak yürekle, yürekteki imanın getirdiği ihlasla/samimiyetle tutulur.

Peygamber (sav) Ramazanın hangi niyet ve hangi iman gücüyle değerlendirilceğine şöyle işaret ediyor:

“Kim, inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa onun, geçmiş günahları affedilir.” (Buhari, İman 28)

Yürekle tutulan bir orucun mükâfatı da işte budur. Çünkü göğüslerin neler gizlediğini, bütün niyetleri bilen ve bütün yüreklere hakim olan Allah (cc) herkese hak ettiğini verir.

Sözün özü; oruç yürek ile tutulur.

Hüseyin K. Ece

28-07-2009

Zaandam/Hollanda