Zamanın Ötesinden... Ya da bir bilinmez yerden... Bir fısıltı, bir hişt sesi, bir işmar, bir göz kırpması...

Kulağa değil de duygulara kendini duyuran bir şey... Seda şeklinde değil de işaret halinde gelen bir şey... Yani ‘her ne kadar şimdi beni göremiyor, duyamıyorsanız da ben varım ve geleceğim’ diyen bir gerçek...

Öteler belki gözle görülmez, belki elle tutulmaz. Ama hissedilir, ama ta yürekte algılanır.

Bazen bir acı olarak, bazen bir müjde olarak, bazen de bir hayıflanma olarak. Bu öyle bir şeydir ki bunu ne televizyon kameleraları görüntüleyebilir, ne hesap makinaları hesap edebilir, ne de belgeseller belgeleyebilir.

Bu, seninle hayallerin arasındaki bir şeydir. Bu, seninle heveslerin arasındaki bir mesafedir. Bu, seninle duyabildiklerin, düşünebildiklerin, aklından geçirebildiklerin arasındaki bir ilgidir.

Söze gelmez, kalem yazamaz, satırlar almaz.

Ötelerin ötesine eskiler ‘mâvera’ derlerdi. Şu görünenlerin ötesi, daha ötesi ve daha da ötesi. Gözlem ötesi, duyular dünyasının arkası. Ya da şu görünen ufkun öbür tarafı, karşı yaka ve bilinmezliklere açılan kapı...

Metafizik denir mi buna? Bilmiyorum, metafizik bana soğuk geliyor ve mâvera’nın ifade ettiği derinliği sanki ifade etmiyor. Zira duyular ötesinde ‘mâvera’ diyen dünya görüşü, ğayb’a ve ahirete inanan bir dünya görüşüdür. Fiziğin de, fizik ötesinin de Mutlak Sahibi olduğunu bilir. Keşfettiği âleme fizik deyip, henüz keşfemediğine ‘metafizik’ diyen dünya görüşü ise, ğayb’ı anlamıyor. Günün birinde metafiziği de keşfedeceğine dair son derece hırslı, kibirli ve cür’etkâr bir anlayışa sahip. Dolaysıyla o dünya görüşünün ‘metafizik’ kelimesi yetersiz geliyor demek istediklerimize.

Metafizik, mâvera değil. Mâvera daha başka bir şey.

İnsan çok şey bildiğini zanneder. Günümüz bilim dünyası da çok şeyi keşfettiğini iddia eder. Teknolojiye ve modern bilime sahip olanlar, çok bilgiye ulaştıklarını zannederek bununla gurur duyarlar.

Halbuki şu sırlar ve muammalar dünyasında insan ne kadar bilebilir ki? Neyi tam bildiğini iddia edebilir ki?

Bırakalım dünyada veya uzayda bilinmeyenleri bir tarafa, bizzat her bir insan bir bilinmez dünya. Her bir insan başlı başına bir realite, bir âlem. İnsanlığın bunca tecrübesine rağmen hâlâ tam keşfedilmeyen bir bilinmezlikler diyarı. Her birimiz sanki öteler ötesiyiz.

Necip Fazıl;

“Boşuna gezmişim yok tabiatta

İçimdeki kadar iniş ve çıkış” derken müthiş bir gerçeğe işaret ediyor.

İnsanın iç dünyası sınırsız. Ucu bucağı yok. Sınırı ve ufku yok. Derin, geniş ve karmaşık. Bir o kadar ürpertici, bir o kadar merak konusu...

İnsan daha kendi içindeki iniş ve çıkıştan habersiz iken, nasıl olur da çok şey bildiğini iddia edebilir? İnsan henüz kendini tam keşfedememişken nasıl olur da âlemi tanıdığından dem vurur?

Biri çıksa da şöyle dese: Ey en usta kameramanlar, ey her şeyi görüntüleyenler, ey  her şeyi filme alanlar... Gelin gücünüz yetiyorsa şurayı, göğsümün altını, iç dünyamı da görüntüleyin. Hadi ne duruyorsunuz? Filme alın bakalım içimi, içimdeki iniş ve yokuşları, içimdeki kırk değil; binkırk odayı, bir âlemi değil; binbir alemi.

Yapabilir misiniz, içimin fotoğrafını çekebilir misiniz?

Hiç gölge kutuya hapsedilir mi? Hiç gökkuşağının (eleğimsağmanın) altından geçilebilir mi?

Mâvera da (öteler ötesi de) öyle bir şey. O elle tutulan, resimle çizilen, atölyede yapılan bir şey değil ki.

İnsanın ben’i açısından öteler ötesi, ya da iç dünyamız, biraz hayallerimiz, bildiklerimiz, beklentilerimiz, korkularımız, heyecanlarımız; eh biraz da keşkelerimizdir. ‘Âh keşke şöyle olsa, âh keşke böyle olsa’larımızdır.

Hasılı kelâm, uzun bir liste, uzun bir hayaller levhası.

Bazen eli kalem tutanlar işte o öteler ötesinden, iç dünyalarından, o bilinmezlik yurdundan bazı şeyleri kaleme dökerler. Biz onları bazen şiir, bazen hikaye, bazen de roman olarak okuruz. Bazen resim olarak seyrederiz. Ya da sanatın başka bir diliyle şahit oluruz.

Okuduklarımız içimizde bir yerlerde yankı bulursa, rahat ederiz. Algıladıklarımızı, düşündüklerimizi, aklımıza gelenleri o eserin ustasıyla paylaşır teşekkür ederiz. Öyleki okuduğumuz bu gibi eserler bazen bizi de alıp o öteler ötesine, mâvera’ya götürür. Oralarda bir yerde hayalen yaşarız, sanatçıyla birlikte sevinir, birlikte üzülür, birlikte heyacan duyarız.

Zaten bir sanat eseri bu sonucu meydana getiriyorsa değerlidir, olmuştur, ortaya çıkmaya hakkı olduğu gibi, yarına kalmaya da gücü var demektir. Sanat eseri okuyucusuna, ya da seyircisine şu görünen algılar dünyasının ötesine götürmüyorsa, insanın o derin iç dünyasına geri çevirmiyorsa, o eksiktir, henüz olgunlaşmamıştır.

Sanat eseri odur ki, bizi alsın öteler ötesine, gidebildiği yere taşısın. Hayallerimizin sınırını zorlasın, algı kapasitemizin ötesine sürüklesin.

Zihnimizin bu yolculuktan zevk alacağını söyleyebilirim.

Bazen de bir an gelir, öteler ötesi bize davetiye gönderir. Ya da bir işmar, bir küçük işaret, bir göz kırpması yapar... İşte orada durmak ve bu çağrıyı anlamaya çalışmak gerekiyor: 

“TÂ MAVERÂDAN

Rüzgâr öyle esti esti ki,

Her şey uçup gitti, kaldı Yaradan

Ayna düştü, hayal, perdelerdeki

Bir akiscik gibi çıktı aradan.

 

Sırtımı uykuda dürtüyor bir el;

Fırla yatağından koşar adım gel!

O minicik bir zar, kabuğunu del!

Seni çağıran var, tâ maverâdan!”

 

Hüseyin K. Ece

22.11.2008

Zaandam/Hollanda