Kişi, işlediği bir fiil (amel) yüzünden perişan olur. Sıkıntıya düşer, zorluk çeker. İçinde bulunduğu saadet (mutluluk) halinden çıkar, mutsuzluğa, perişanlığa düşer. Bu durum ‘şekavet’tir.

Nitekim, ilk insanların Cennet’te yasak meyveyi yemesi, onları sıkıntıya sokmuştu. Onlar Cennet’te bol ni’metlerin içerisinde iken, yaptıkları yanlış iş yüzünden ceza aldılar, sıkıntıya düştüler, saadet halini kaybettiler.

Kur’an’da şöyle buyuruluyor:

“Bunun üzerine dedik ki: ‘Ey Âdem, bu (iblis) gerçekten sana da eşine de düşmandır; sakın sizi Cennet’ten sürüp çıkarmasın, sonra ‘şekavete’ (mutsuzluğa, sıkıntıya) düşersiniz.’” (20/Tâhâ, 117)

Bu anlamda ‘şekavet’ insanı sıkıntıya sokan, ceza almasına sebep olan, mutsuzluğa düşmesine kapı açan davranıştır.

 

b-Şekavet’in Ortaya Çıkışı

‘Şekavet’in temelinde ilâhî yasakları çiğneme anlayışı vardır. İslâmın emir ve yasaklarına temamen uymak bazı insanlara zor gibi gelir. Ancak kişi, İslâmın emir ve yasaklarına aykırı hareket ettiği zaman daha büyük bir ‘şekavet’e (zorluğa, sıkıntıya) düşer. Eğer dinin zor gibi görünen emir ve yasaklarına uyulursa, hem bu dayanılmaz sıkıntılardan kurtulmak mümkün olur, hem de arzu edilen ‘saadete’ ulaşılır. (11/Hûd, 106-108)

Kur’an-ı Kerim’in sıkıntı, zorluk veya güçlük için gönderilmediği aynı kökten gelen bir kelime ile ifade ediliyor. (20/Tâhâ, 2) İnsanlar Kur’an’ın tekliflerini zor bulabilir ve sıkıntı verici, ya da  bazı dünyalık zevklerden uzaklaştırıcı sayabilirler. Halbuki Kur’an insanların ‘şekavete’ düşmelerini önlemek ve onlara ‘saadet’ kazandırmak için indirilmiştir.

‘Şekavet’ içinde olanlara, bedbaht, mutsuz, sıkıntı ve güçlük çekenlere ‘şâki’ denilir.

Türkçede ‘şâki’ diye bilinen, huysuz, yol kesen, yaramaz, isyancı anlamına gelen kavramın aslı da ‘şekî’dir. Ancak ‘şâki’ ile ‘şekî’ arasında anlam benzerliği vardır.

Her ikisi de bedbaht insandır, her ikisi de kendi elleriyle mutsuzluğu kazanan, kendilerine sıkıntıyı seçen kimselerdir.

Türkçe’de ‘eşkiya’ diye bildiğimiz bu tür kimseler aynı özelliği taşırlar. ‘Eşkiya’, ‘şekî’nin çoğuludur ve yol kesip insanları soyan anlamına kullanılmaktadır.

‘Şâki’ diye bilinen ‘şekavet’ sahiplerinin bazı özellikleri şunlardır:  ‘Şekavet sahipleri’, toplumunun yaramaz kimseleridir. Kendilerini güçlü sayarlar, azarlar ve şımarırlar. Doğru yolda olduklarını zannederler. Seçtikleri yolun kendilerini saadete götüreceğini sanırlar. Halbuki onlar ‘şekavet’ içindedirler, mutsuzdurlar ama mutlu olduklarını hayal ederler.

‘Şâki’ler, ilâhî ölçülere karşı geldikleri için zorluğu, bedbahtlığı, mutsuzluğu, cezayı hak ederek sıkıntıyı kendileri kazanmışlardır.

Onlar Hakk’tan ve ilâhî öğütten yüz çevirirler, bu gibi şeyleri hafife alırlar.

“Şu halde, eğer ‘öğüt’ ve hatırlatma bir yarar sağlayacaksa, ‘ögüt ver ve hatırlat’. (Allah’tan) içi titreyerek korkacak olan öğüt alıp düşünür. Bedbaht olan (şâki olan) ise ondan kaçınır.” (87/Âlâ, 9-11)

Onlar Allah’tan gelen daveti yalanlarlar, inkâr ederler. Bu inkârları sebebiyle hem bedbaht olurlar, hem de kendilerini sıkıntıya sokacak şeyi kazanırlar. (92/Leyl, 14-16)

Onların bir özelliği de Allah’ın hükümlerine baş kaldırmak, onlara karşı gelmektir. Şâki’ler, gerçeğin ortaya konulmaması için uğraşırlar, Hakkın sesini kısmaya çalışırlar, çapulculuk ederler, toplumun huzurunu bozarlar, Hakk temsilcilerine tuzak kurarlar. (91/Şems, 11-14)

Hz. İsa (as) kendisinin bir ‘şâki’ olmadığını, annesine iyilik eden bir kimse olduğunu söylüyor. (19/Meryem, 32)

Cehennem ehli, dünya hayatında Allah’ın âyetleri okunduğu zaman onları yalanladıklarını, ‘şekavetleri’ yüzünden sapık bir topluluk haline geldiklerini itiraf ederler. (23/Mü’minûn, 103-110)

‘Şâki’ kelimesinin iki âyette de ‘mahrum olmak, istediğine kavuşamamakla mutsuz olmak’ anlamlarına da geldiği görülmektedir. Zekeriyya ve İbrahim (as) Allah’a dua ettiklerini, Allah’tan başkasına ibadet edenler gibi dualarının sonucundan mahrum ve bedbaht olmadıklarını söylüyorlar. Şüphesiz Allah dualara icabet eder. Ancak bazılarının taptığı putlar asla bir şey yapamazlar. Dolayısıyla onlardan medet umanlar, onlara yalvaranlar sonunda bedbaht olurlar, dualarının karşılığını alamazlar, şâki, yani mahrum, perişan olurlar. (19/Meryem, 4, 68)

İnsan doğuştan ‘said-(mutlu, huzurlu ve yaptıklarıyla saadeti hak eden) veya ‘şaki’ olarak doğmaz. Bu özelliği insanlar sonradan kendi tercihleriyle elde ederler. Allah’tan gelen hidayete uyanlar,  hayatının her alanında ilâhî ilkelere tabi olanlar iki dünyada da  ‘said-mutlu’ olurlar. İlâhî hidayete sırt çevirenler kendi elleriyle şekaveti tercih ederler.

“(Allah) dedi ki: Bir kısmınız bir kısmınıza düşman olarak, hepiniz oradan inin. Artık size benden bir yol gösterici gelecektir. Kim benim hidayetime uyarsa artık o ‘şekavete’ düşmez, (mutsuz ve bedbaht olmaz) ve sapıtmaz.” (20/Tâhâ, 123)

Görüldüğü gibi Kur’an bütün insanlara saadetin, huzurun ve doğru bir hayat sürmenin yolunu çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Kimilerinin mutluluk sandığı, nefsin hoşuna giden, şehvetlerin yönlendirdiği hayat şekilleri, İslâmdan ve onun getirdiği ölçülerden uzak yaşantılar saadet değildir. Kişiye Allah (cc) katında iyi bir sıfat kazandırmayan hayat anlayışı, mutluluk diye adlandırılabilir mi?

Allah’tan gelen hidayete tabi olanlar, rüşd yoluna girip hakk dinin ilkelerine göre yaşayanlar saadet programına sahip olanlardır . Bu anlamda İslâm, yani Allah’ın razı olacağı hayat şekli saadetin kaynağı; bütün batıl yollar ise şekavetin kaynağıdırlar. İnsandan beklenen, kendine şekavet kazandıracak yani onu mutsuzluğa ve bahtsızlığa sürükleyecek yollara gitmek değil, saadet yolunu arayıp bulmaktır.

Hüseyin K. Ece

İslamın Temel Kavramları kitabından. Sayfa: 637-638