‘Yeis’ (ümitsizlik), reca’nın (umut etmenin) karşıtıdır. Kur’an, ‘yeis’ kelimesine eş anlamlı ‘kunûd’ (sonu tı ile) kelimesini de kullanıyor. ‘Kunûd’, hayr’dan ümidi kesmek demektir.

Bir âyette ikisinin birlikte kullanıldığını görüyoruz:

“İnsan, hayr istemekten bıkkınlık duymaz; fakat ona bir şer dokundu mu, artık o, yeise düşen bir umutsuzdur.” (41/Fussilet, 49)

İnsan yaratılışı gereği, kendine faydalı olan şeyi çok ister. Bunun için gayret eder, çaba gösterir. Sıkıntı ve zorluktan hoşlanmaz. Elindeki nimet ve imkanların gitmesini sevmez. Bir zorluğa düştüğü, elindeki nimetlerin bir kısmı imtihan için elinden alındığı zaman, hemen şikayete başlar ve bunu bir şer, kendisi hakkında hayr olmayan bir şey olarak değerlendirir. Sonra da ümitsizlik üstüne ümitsizliğe düşer.

Yeis hali, bir ümitsizlik veya kötümserlik halidir. İnsanın, kendisine dokunan bir zorluk, sıkıntı, istediğini elde edememesi anında düştüğü psikolojik durumu anlatmaktadır. Şüphesiz bu durum insana ait egoizminin, inkârcı insanların da nankörlüğünün görüntüsüdür. Çünkü hakkıyla iman edenlerde böyle bir durum, böyle bir rahatsızlık olmaz.

 

b-İnkârcıların Bir Özelliği Olarak Yeis

Yeis psikozu inkârcı insanların bir özelliğidir. Onların özellikle ölümden sonra gördükleri gerçek karşısında artık bir ümitleri kalmaz, dünyaya bir daha dönmelerinin imkanı da yoktur, karşılaştıkları kötü sonucu başlarından kimse savamaz.

“Ey iman edenler! Allah’ın kendilerine gazap ettiği bir kavmi veli (dost ve muttefik) edinmeyin; ki onlar, kâfir olanların mezar halkından umut kesmeleri gibi ahiretten ümit kesmişlerdir.” (60/Mümtehine, 13)

Onları gören hayattaki inkârcılar da ölümden sonrası için bir umut ve kurtuluş yolu beklemezler, rahmet ve cennet nimetlerinden yeise düşerler.

Rabbinin verdiği ni’metlere yeterince kanaat getirip şükretmeyen nankör kimseler, isterler ki ellerindeki dünyalık imkanlar, bol ni’metler hiç eksilmesin, artsın ve böylece sürüp gitsin. Elindeki ni’met eksilince veya biraz sıkıntı olunca hemen ümitsizliğe kapılmaya ve Allah (cc) hakkında yanlış düşünmeye başlarlar.

Bu kötü duyguların sahibi, Allah’ı, kendisine bol bol ni’met verirken ‘cömert’, nimet kesilinca bu sefer de ‘ihanet eden’ diye nitelendirmeye cüret eder.

Kur’an bu konuda dikkat çekici bir örnek veriyor:

“Fakat insan, ne zaman onun Rabbi kendisini bir denemeden geçirse, ona bir ikramda bulunsa, onu bolca nimetlendirse ‘Rabbim bana ikramda bulundu’ der. Ama ne zaman onu deneyerek, rızkını kıssa (azaltsa), hemen der ki, ‘Rabbim bana ihanette bulundu’” (89/Fecr, 15-16).

İşte bu şekilde nankörlük illetiyle hasta olanlar, ümitsizliğe düşerler. Bunun sebebi bu gibi kimselerin Allah’ın rahmetinin boyutlarını anlamamaları veya işledikleri cürümlerin çokluğundan ürkmeleridir. Ya da Allah’ın ni’met ve rızık verirken hikmete uygun olarak verdiğini idrak edememeleridir. Halbuki Allah’a teslim olmuş olan ihlaslı bir mü’min Allah’ın takdir ettiğine itiraz etmez. Payına düşene razı olur. İlâhî adaletten şüphesi yoktur.

Ayrıca o inanır ki, işlediği her tür amelin mutlaka karşılığını alacaktır. Allah’ın azabından da emin değildir. Bunun sebebi de, kendi işlediği salih amellerin tam olup olmamasındaki şüphesidir. Yoksa Allah’ın rahmetinden umut kesmez, Allah’ın; ihlasla işlenmiş bir salih ameli boşa çıkaracağını aklının ucundan bile geçirmez.

Demek ki ümitsizlik hastalığı inanç zayıflığından ya da Allah’ın sıfat ve fiillerinden şüpheye düşme nankörlüğünden kaynaklanmaktadır. Böyle kimseler, Allah’ın adaletinden şüphe ettikleri gibi, rızık verenin Allah olduğunu da unuturlar. Yaptıkları güzel işlere Allah’ın yeterli karşılığı vermeyeceği endişesini taşımaktadırlar.

Böyle bir durum gerçek imanla bağdaşmaz.

“Biz insan üzerine ni’metler akıttığımızda o Bizden yüz çevirip yan çizer. Ona bir şer dokununca da çok ümitsiz birisi haline geliverir.” (17/İsra, 83. Ayrıca bak. 11/Hûd, 9-10. 41/Fussilet, 49)

Yeryüzündeki bütün kötülükler, bütün aksaklıklar, bütün ifsatlar insanların yaptıkları yüzündendir. Bu nedenle Allah (cc) insanlara uyarıcı ve müjdeleyici elçiler göndermiştir. Kötülük yapan kimseler, bir anda her şeyin bittiğini düşünerek ümitsizliğe kapılırlar, Allah’ın kendileri gibi affedici olmadığını sanırlar. Halbuki Allah hakkındaki bu düşünce yanlıştır.

“Biz insanlara bir rahmet taddırdığımız zaman, onunla sevinirler; fakat kendi ellerinin sunduğu (şeyler) sebebiyle onlara bir kötülük isabet ettiğinde de, hemen umutsuzluğa kapılırlar.” (30/Rûm, 36)

Allah (cc), yarattığı insanın günah işleyeceğini de, isyan edeceğini de bilir. Ancak O, hatasını anlayıp tövbe edenleri, inkârdan sonra imanı tercih edenleri hem bağışlar, hem de onların tövbelerinden razı olur. İnsan sürekli hata yapar, Allah (cc) da hatalarından vaz geçenleri (tevbe edenleri) bağışlamaya devam eder.

 

c-Allah’ın Rahmetinden Ümitsiz Olunmaz

Ümitsizliğin en kötüsü Allah’ın rahmetinden ümit kesmektir. Böylesine bir ümitsizlik kimileri için şirk, kimileri için de büyük günahtır.

Kur’an şöyle diyor:

“Oğullarım gidin de Yusuf ve kardeşinden bir haber getirin ve Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden umut kesmez.” (12/Yusuf, 87).

“De ki: ‘Sapıklar dışında Rabbinin rahmetinden kim ümit keser.’” (15/Hicr, 50)

Allah (cc), günahkâr mü’minleri ümitsizliğe düşmemeleri konusunda uyararak, Allah’ın rahmetinden yeise düşenin yanlışlığına işaret ediyor:

“De ki: Ey kendi aleyhlerinde olmak üzere ölçüyü taşıran kullarım, Allah’ın rahmetinden yeise düşmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları bağışlar. Çünkü O, bağışlayandır, merhamet sahibidir.’” (39/Zümer, 54)

Takip eden âyetlerde bu bağışlamanın, ancak tövbe ederek Allah’a teslim olmakla ve Allah’tan gelene (Kur’an’a) uymakla mümkün olabileceği vurgulanmaktadır.

Akaid kitaplarında ‘yeis halinde’ iman olur mu olmaz mı konusu geçmektedir. Ölmekte olan, daha doğrusu ölümün şiddetini bizzat görüp, hayattan bir umudu kalmayan bir kimsenin, ölüm korkusuyla iman etmesi geçerli midir?

Yeis kelimesinin yanında bir de ‘be’s’ kelimesi kullanılır ki, bu da azap, şiddet, sıkıntı, güçlük gibi anlamlara gelmektedir.

“Be’simizi (azabımızı) gördükleri zaman iman etmeleri kendilerine fayda verecek değildir.” (40/Mü’min, 85)

Kur’an, yeis halindeki imanın geçerli olmadığını açıkça söylüyor. Buna benzer bir uyarı da suda boğulmak üzere olan ve ‘Musa’nın ve Harun’un Rabbine iman ettim’ diyen Firavun’a yapılmaktadır. (10/Yunus, 90-91)

İman edip salih amel işleyen mü’minlerin tevbesi ise can boğaza gelinceye kadar geçerlidir. (İbni Mace, Zühd/30, Hadis no: 4253, 2/1420. A. b. Hanbel, Tirmizî, nak. Ş. İsl. Ans. 6/401).

Yeis bir ümitsizlik, eli kolu bağlı bekleme, kötümserlik ve biraz da tembellik durumudur ki hiç bir insan için caiz değildir. Kimileri çoğu zaman yapılması gerekeni yapmaya üşenirler veya ne yapacaklarını bilemezler. Sonra da elleri koynunda bekleyerek umutsuzluğa düşerler. Allah (cc), her bir başarıyı sebeplere bağlamış, günah ve hataları tevbeden sonra bağışlayacağını müjdelemektedir.

Rabbimiz, bütün umutların bittiği yerde, gökten yağmur indirip yeri canlandırır. Tıpkı yağmur gibi olan rahmetini her zaman gönderir, ölü kalpleri diriltir, kötülükleri iyiliğe çevirir. O, kendisinden hakkıyla korkup sakınanlara her zaman mutlaka bir çıkış yolu yaratır. (65/Tahrim, 2)

Ancak Allah’ın azabından da kimse emin olamaz, zira kimin hakkıyla kulluk yaptığını ve kimin ibadetinin kabul olduğunu ancak Allah bilir.

 

Hüseyin K. Ece

İslamın Temel Kavramları kitabından. Sayfa: 773-775