Allah (cc) kendisine ‘Bediu’s semavati vel’ ard’, yani gökleri ve yeri örneksiz olarak ilk icat eden, yaratan demektedir. Bu, Allah’ın güzel isimlerinden birisidir. (2/Bakara, 117, 6/En’am, 101)

Buna göre ‘bid’at’ sözlükte, daha önceden bir örneği olmaksızın yapılan, sonradan icat edilen şey (muhdes) demektir.

Kavram olarak ‘bid’at’; şeriata karşıt olması sebebiyle onunla ters düşen ve onda bir fazlalık ya da noksanlığa neden olan şeydir.

Bid’at, Sünnet’in zıddı olarak kullanılmaktadır ki, şari’nin (din koyucunun) açık ya da dolaylı, sözlü ya da fiilî izni olmaksızın, dinde sahabeden sonra ortaya çıkan eksiltme ya da fazlalaştırmadır.

Peygamberimiz (sav) şöyle buyuruyor:

“(Dinde) Sonradan ortaya çıkan her şey bid’at’tır; her bid’at sapıklıktır ve sapıklık insanı ateşe sürükler.” (Müslim, Cuma/43, Hadis no: 867, 2/592. Ebu Davûd, Sünne/Hadis no: 4606, 3/201. İbni Mace, Mukaddime/7, Hadis no: 45-46, 1/17. Nesâî, Iydeyn/22. 3/153)

“Allah (cc) bid’at sahibinin, orucunu, namazını, sadakasını, haccını, umresini, cihadını, (hayır yoluna) harcamasını, şahitliğini kabul etmez. O kılın yağdan çıktığı gibi dinden çıkar.” (İbni Mace, Mukaddime/7, Hadis no: 49, 1/19.)

Bu kadar tehlikeli ve imandan ayırıcı olan bid’at konusunda müslümanların doğal olarak duyarlı olmaları gerekirdi. Kişiyi dinin dışına çıkaracak hangi fiil (davranış) bid’at kapsamına girmektedir? Bid’atın iyisi veya kötüsü var mıdır, yoksa hepsi kötü ve İslâm dışı mıdır?

Doğrusu bütün bu soruların cevabı konusunda İslâm alimleri arasında bir söz birliği yoktur. Ortak olan görüş şudur ki Allah (cc) kendi dini olan İslâm’ı, peygamberin tebliği ile insanlara ulaştırmıştır ve onu tamamlamıştır. (5/Maide, 3) Hz. Muhammed (sav) yaşayarak ve uygulayarak İslâm’ın ne olduğunu ortaya koymuştur. Hiç bir insanın bu dine müdahele hakkı, onu eksiltme veya ona bir şey ilave hakkı yoktur. Sonradan ortaya çıkan ve yetkili ilim adamları tarafından yapılan ictihat (fetva verme) ise, dine ilave değil, dinî hükümleri sistemleştirme ya da yeni sorunlara Kur’an ve hadislerle cevap bulabilme gayretidir. (Bakınız: İctihat)

Bid’at, söz konusu edildiği ilim dalına ve ortama göre farklı şekillerde tanımlanabilmiştir. İnanca ilişkin konulardaki bid’at, Kur’an ve Sünnet’in anlattığı inanç esaslarının dışına çıkan kimselerin inançlarıdır. Fıkıhtaki bid’at, Sünnet’e ve sahabe görüşlerine aykırı, ancak inatla değil de bir yorum farkı yüzünden değişik düşünceye sahip olmaktır.

Bid’at’ın bir geniş, bir de dar kapsamlı tanımları yapılmıştır. Geniş kapsamlı tanım, bid’at’ın sözlük anlamından hareketle, Peygamberimizden sonra ortaya çıkan her şeye ‘bid’at’ denmiştir.

 

b- Bid’at’ın Geniş Anlamı

Ancak, değişen zamana göre, gelişen ilimler doğrultusunda yeni yeni şeyler icat edilir, yeni buluşlar ve teknikler, hatta yeni görüşler ortaya çıkabilir. Bid’at’ın sözlük anlamına takılarak, yeni ortaya çıkan her şeye bid’at demek mümkün değildir. Bu hem Din’i anlamamak, hem de Din’in mübah (helâl) alanını haksız olarak daraltmak, Din’in uygulanmasını zorlaştırmaktır.

Bid’at’ı bu şekilde anlayanlar günlük hayata biraz da zorunlu olarak giren yenilikleri bid’at kelimesiyle bağdaştırmanın yoluna gittiler ve bid’at’ı, ‘hasene-güzel’ ve ‘seyyie-kötü’ diye ikiye ayırdılar.

Hatta bazı bilginler daha da detaya inerek bid’atları; vacip, haram, mendup, mekruh ve mübah olmak üzerer beş kısma ayırmışlardır.

Bid’at’ı dar kapsamlı olarak, yani kavram anlamıyla alanlar, onu inanç ve amellerde dine yapılan ekleme ve eksiltme olarak tanımlamışlardır. Böyle düşünenlere göre, dinî bir özelliği olmayan, insanların dünyalık işleriyle ilgili, İslâm’ın mübah dediği alana giren şeyler bid’at kapsamında değildir. İnsanların örf olarak yaşattıkları Din’e aykırı olmayan adetler, sonradan gerek bir ihtiyacı karşılamak, gerekse ilmî araştırmalar sonucunda geliştirilen icatlar, üretimler, bazı kurumlar, ya da fikirler bid’at alanının dışındadır.

Kimileri, hasene (güzel) dedikleri bid’at’ı, Din’e bir ekleme olarak ele almazlar. Bunu Peygamberimizin haber verdiği ‘güzel bir çığır açma’ hadisine dayandırırlar.

“Kim benden sonra terkedilmiş bir sünnetimi diriltirse, onunla amel eden herkesin ecri kadar o kimseye sevap verilir, hem de onların sevabından hiç bir şey eksiltmeden. Kim de Allah ve Rasûlünün rızasına uygun düşmeyen bir sapıklık bid’at’ı icat ederse, onunla amel edenlerin günahları kadar o kişiye günah yüklenir, hem de onların günahlarından hiç bir şey eksilmeden.” (İbni Mace, Mukaddime/15, Hadis no: 209-210, 1/76. Bir benzeri için bak. Müslim, İlim/16, Hadis no: 2674, 4/2060. Tirmizî, İlim/16. Hadis no: 2677, 5/45)

Onlar, Hz. Ömer’in, teravih namazının cemaatle ve yirmi rek’at kılınmasına bid’at diyenlere ‘ne güzel bid’at’ demesini delil olarak alırlar. Halbuki Hz. Ömer (ra) bid’ate güzel demedi, tam tersine; ‘teravihin bu şekilde kılınması bid’at değildir. Eğer siz kendi fikrinize göre ona bid’at diyorsanız, o zaman bu ne güzel bid’at’tır’ demek istemişti.

Onlara göre “Her yeni uydurma bid’at’tir” hadisinden, Dinin esaslarına, Hz. Peygamber’in ve O’nun ilk dört halifesinin yollarına uymayan şeyler anlaşılmalıdır. Bu bid’atler, Hz. Peygamber’in Sünneti’nin ortaya koyduğu ilkelerle uyuşmaz, onlara aykırıdır. Hatta bu bid’atler, bir şer’î (dinî) hükmü kaldırırlar, yerine kendileri yerleşirler.

Bid’atı, iyi ve kötü diye ikiye ayırmayan, onu dar kapsamlı yani kavram anlamıyla alanlar bu yorumlara katılmayarak derler ki; Yukarıda geçen ‘Sünnetin diriltilmesi (ihya edilmesi)’ yeni bir şey icat etmek değildir. Unutulmuş bir sünneti yeniden hayata kazandırmaktır. Hz. Ömer (ra)in teravih namazıyla ilgili uygulaması da yeni bir ibadet çeşidi veya sonradan ortaya çıkmış bir uydurma değil; örneği Peygamberin hayatında görülen ve O’nun tavsiye ettiği bir ibadetin sürekliliğini sağlama düşüncesidir.

Bid’at, Din’de temeli olmayan inançları ve ibadet şekillerini İslâmî bir kılıfla İslâm’a yamamaktır. İslâm dışı görüş, inanış ve tapınmaları İslâma mal etmektir. Bunları yapanlar yaptıkları işin Din’e aykırı olduğunu bile kabul etmezler. Bundan dolayı Süfyan-ı Sevrî ve daha başka alimler şöyle demişlerdir:

“Bid’at, İblis için masiyetten (günâh işlemekten) daha sevimlidir. Çünkü bid’atin tevbesi olmaz, halbuki kişi günâhından dolayı tevbe edebilir. Bid’atin tevbesi olmaz sözünün manası şudur: Allah (cc) ve Rasulünün (sav) ortaya koymadıkları bir şeyi din edinen kimseye amelleri süslü gösterilir. O yaptıklarını doğru zannetmeye başlar. Kötü amellerini güzel görmeye devam ettiği sürece de tevbe etmiş olmaz. Her şeyden önce tevbenin başlangıcı; kişinin işlediği fiilin tevbe etmesi gereken kötü bir fiil olduğunu kabul etmesi, ya da tevbeyi gerektirecek denli vacip veya müstehab bir dinî emri terkettiğini bilmesidir. Bir kişi kendi yaptıklarını güzel görmeye devam ettikçe tevbeye ihtiyaç duymaz.

Bid’at ehlinin tevbe etmesi, Allah’ın ona hidayeti göstermesi ile mümkündür. Bu da ancak kişinin bildiği Hakk’a uyması ile gerçekleşebilir. “Bildiği ile amel edene Allah (cc) bilmediği şeyleri de öğretir.” (Ebu Nuaym, Enes b. Malik’ten, nak. İbni Teymiyye, Takva Yolu, s: 14)

Rabbimiz (cc) şöyle buyurmaktadır:

“Doğru yolu bulanların ise Allah hidayetlerini artırmış ve onlara takvalarını (Allah’tan korkup sakınmalarını) vermiştir.” (47/Muhammed, 17, ayrıca bak: 4/Nisa, 66-68. 57/Hadid, 28. 5/Maide, 16)

 

c- Bid’at Olayına Yeniden Bakmak

Peygamberimizin deyişiyle bütün bid’atler merduttur (reddedilmiştir). Hiç birinin İslâma göre bir değeri ve hükmü yoktur. Çünkü böyle bir şey, İslâm’da eksiklik veya fazlalık olduğu düşüncesine dayanır. Halbuki Din Allah (cc) tarafından insanlar için beğenilip gönderilmiş ve tamamlanmıştır. Onda insanların kafalarına göre eksik veya fazla bir şey yoktur. Bid’atçıların bir kısmı Kur’an’a ve Sünnet’e aykırı inanç ve amelleri uydurup İslâma sokarlar, onları İslâmdanmış gibi sunarlar. Bazıları da İslâmı daha iyi yaşamak, daha dindar müslüman olmak amacıyla yeni ibadet ve inanış türleri uydururlar. Her iki tutum da yanlıştır. İnsanlara düşen görev, İslâmın eksikliklerini bulup kendi akıllarınca o eksiklikleri gidermek değil; İslâma hakkıyla teslim olduktan sonra ellerinden geldiği kadar onu yaşamaktır. Unutmamak gerekir ki hiç kimse İslâmı, Hz. Muhammed’den daha güzel yaşayamaz, O’ndan fazla dindar olamaz.  

Bid’at kavramının kendisi gibi, ‘güzel bid’at, kötü bid’at’ tanımları da çok net değildir. Hangi inanış, hangi amel ve adet bid’at’tır, hangisi güzeldir, hangisi kötüdür? Bu gibi değerlendirmeler kişilere ve kültürlere göre değişebilir. Bid’at’ın sınırlarını kim ve nasıl çizecek? Tarihte ve günümüzde hemen hemen her grup (hizip) kendi düşündüğünün ve yaptığının doğru, diğerlerinin yaptıklarını yanlış görmektedir. Herkes görüşlerini ve eylemlerini Kur’an ve Sünnete dayandırma iddiasındadır. Hiç kimse de yaptığının bid’at olduğunu kabul etmez.

Onun için bu konuda da dikkatli olmak ve her şeye bilmeden ‘bid’at’ demek, ya da o şey gerçekte bid’at ise onu da İslâmdan saymak yanlışlığına düşmemek gerekir. Kur’an’ı ve Hz. Muhammed’in yaşayıp tebliğ ettiği Din’i iyi bilirsek; bid’atleri daha iyi tanıyabiliriz. Peygamberimizden sonra ortaya çıkan bütün fikirlere, icatlara, kurumlara, yani her şeye –kavram anlamında- bid’at demek yanlış olduğu gibi, din kılıfı geçirilmiş şeyleri de kabul etmek mümkün değildir.

Mesela, mezar ziyareti ibret verici ve sevaptır; ama, türbeye veya mezarın yanındaki bir şeye çaput bağlamayı, mezardaki ölüden bir şey dilemeyi nereye koyacağız? Zikir yapmak, Allah’ı her an ve bütün ibadetlerle anmak, hatırlamak Kur’an’ın emridir; ama, kolkola girerek, yatarak-kalkarak, ayılıp-bayılarak, kendinden geçerek, feryat ederek zikretmenin delilini nerede bulacağız? Alimleri dinlemek, derslerinden, sözlerinden, ahlâklarından ve ilimlerinden faydalanmak güzeldir, gereklidir de. Ancak bir alime, bir şeyhe bağlanılmadan, ömür boyu onun peşinden gidilmeden İslâm yaşanmaz iddiasını nereye koyacağız? Ölünün arkasından dua etmek, onu hayırla anmak güzeldir. Ama onun arkasından yapılan kırkıncı, elliikinci gece ve mevlid merasimlerini hangi âyete ve hadise dayandıracağız? İslâmda biat (seçim), şûra, din hürriyeti, hoşgörü ilkelerinden hareketle; şirk ve zulüm düzenlerini, İslâma aykırı yapılanmaları İslâmî sayabilir miyiz? Hoşgörünün sınırları, sapıklıkları, isyanları, Din’e hakarate varan tavırları kabullenmek midir?

İslâmî olmadığı halde İslâm kılıfıyla sunulan bütün inanç, amel, tavır ve anlayışlara karşı duyarlı olmak zorundayız. Bunlar Din’den olmadığı halde ona sokulan bid’at ve hurafelerdir. Her bir bid’at, müslümanın hayatından bir sünneti alıp götürür. Hz. Muhammed (sav)in Sünnetini iyi tanıyanlar ve onu bir hayat olarak yaşayanlar bid’atlerin tuzağına düşmezler. 

Hüseyin K. Ece

 İslamın Temel Kavramları kitabından. Sayfa: 82-85