Bu kelimenin aslı olan ‘devl’ kökü, Kur’an’da bir yerde kullanılmaktadır ve dönüşümlü olmak, döndermek anlamındadır.

“Biz o günleri insanlar arasında dönderir dururuz…” (3/Âli İmran, 140)

‘Devlet ya da dûlet’ biçimiyle de yine bir âyette geçmektedir. Ganimet mallarının taksimiyle ilgili bir konunun sonunda şöyle denilmektedir:

“Ta ki o ganimet (ya da genel olarak servet ) sizden zengin olanlar arasında dolaşan bir ‘devlet-dûlet’ (servet) olmasın.” (59/Haşr, 7)

Bazı tefsirciler burada geçen kelimenin ‘devlet’ veya ‘dûlet’ şeklinde okunabileceğini açıklıyorlar. Buna göre ‘devlet-dûlet’ servet, baht, makam ve galibiyet gibi insanlar arasında bazen ona, bazen buna devrolunan savindirici nimet ve duruma verilen addır.

Nitekim Türkçe’de, büyük bir ni’mete kavuşanlar için ‘başına devlet kuşu kondu’ şeklinde söylenilen bir deyim vardır.

Kimileri de demişlerdir ki, ‘devlet’ şeklinde söylenirse devlet kavramı, yani zafer, galibiyet ve makam; ‘dûlet’ şeklinde söylenirse, mülk anlamı kasdedilir. (R. İsfehanî, Müfredât, s: 252)

Buna göre ‘devlet’ kelimesinin sözlük anlamında; elden ele dolaşan, bir ona bir buna geçen güç, makam ve üstünlük gibi şeyler vardır.

 

b- Siyasî Anlamıyla Devlet

Tarihî gelişimi içerisinde bu kelime giderek, bir siyasî yapılanma, belli bir gücü elinde bulundurma ve egemenliğe sahip olma durumunu ifade etmeye başlamıştır. Bugün ‘devlet’ diye ifade edilen gücün, kelimenin sözlük anlamıyla ince bir bağlantısı vardır. ‘Devlet’ bir gücü ve belli bir üstünlüğü temsil etmektedir. Ancak bu güç sabit değildir, bir onun bir bunun elinde durmakta, sürekli el değiştirmektedir.

Bugün ‘devlet’ deyince, manevi bir kişiliği, anayasal bir düzeni olan, egemenlik sahibi, sınırları belli bir ülke üzerinde kurulu, bir hükümete ve ortak kanunlara sahip teşkilat (örgüt) akla gelmektedir.

Devlet kavramının tanımı noktasında çok farklı görüşler vardır. Bunun sebebi hemen herkesin olaya kendi ideolojisi, kültürel kimliği ve aldığı eğitim açısından bakmasıdır. Herkes onu, kendi anlayışı doğrultusunda tanımlamaktadır.

Kur’an, çok açık şekilde devletten, devletin yapısından bahsetmez. Böyle bir şey zaten Kur’an’ın konusu değildir. Çünkü Kur’an bir hidâyet rehberidir ve insanlara Allah’a nasıl kulluk yapılacağının, dünya hayatının nasıl yaşanacağının, hangi ilkelere uyacaklarının genel hatlarını gösterir.

Ancak Kur’an, yönetimden, adil yöneticilere itaatten, mü’minlere iktidar verilmesinden, yönetici peygamberlerden, saltanat sahibi kralların azgınlıklarından, Allah’ın indirdiği ile hükmedilmesinden, suçluların cezalandırılmasından, adaletle hüküm verilmesinden sık sık bahsediyor.

Kur’an’da çok miktarda siyasî kavram ve siyasetle ilgili pek çok prensip vardır. Bütün peygamberler, aynı zamanda kendi toplumlarının yöneticileri idiler. Onlar, insanları Din’e davet edip sonra onları kendi halleriyle başbaşa bırakmamışlardır. Onları Allah’ın indirdikleriyle yönetmişler, aralarındaki sorunları ilâhî ilkelerle çözmüşlerdir.

Şüphesiz devlet anlayışı ve devletin örgütlenişi tarih boyunca bir gelişme göstermiştir. Ancak, yönetim, kanun, hukuk, hakimiyet, hükümranlık ve benzeri şeyler hep devletle beraber düşünülmüş şeylerdir.

İslâm tarihinde ‘devlet’ kelimesinin kavram olarak kullanılması Abbasîler döneminden itibaren başlamıştır. Sevinçli günlerin sırasının Abbasîlere geldiğini ifade etmek üzere ya kelimenin sözlük anlamından hareket ederek, ya da ‘devlet’ kelimesinin geçtiği âyetten esinlenerek ‘devlet’ sözü kullanılmıştır. Zira ‘devlet’ kelimesinde mutluluk ve kutlu olmak anlamları da vardır.

İktidarın el değişmesi, mevcut yönetimlerin iyi veya kötü olarak nitelendirilmesi, yönetime bağlılıklar ve karşı oluşlar bu kelime ile ifade edilmiştir.

Batılılaşma hareketlerinden sonra da İngilizcedeki ‘state’ kelimesinin karşılığı olarak ‘devlet’ kelimesi tam olarak yerleşmiştir.

Biz ‘devlet’ konusundaki çok farklı görüşleri ve geniş açıklamaları bir tarafa bırakıp, İslâmın tavsiye ettiği yönetim anlayışına kısaca değinmek istiyoruz.

İster ‘devlet’ diyelim, isterse başka bir ad verelim, yönetim olayının ilk insanla başladığı açıktır. İki insan bir araya gelse aralarında bir hukuk olayı meydana gelir. Toplu olarak yaşamaya mecbur olan insanların hukuksuz, yönetimsiz ve yöneticisiz olmaları mümkün değildir. Bir yöneticinin veya yönetimin yetkisinde belirli kurallara uyan topluluklar, huzuru, toplumsal düzeni sağlarlar. Kuralsız, hukuksuz, yönetimsiz, başsız topluluklarda huzur ve düzen değil; kaos, anarşi ve düzensizlik vardır.

 

c- İslâm Geleneğinde Devlet

İnsanı başıboş bırakmayan Rabbimiz, onlara elçiler göndererek dünya hayatlarını nasıl yaşayacaklarını bildirmiş, uymaları gereken kuralları ve hukuku da onlara haber vermiştir.

Peygamberimiz (sav) Medine’ye hicret ettikten sonra İslâmî yönetimin genel esaslarını bizzat kendisi uygulayarak göstermiştir. O, vahy doğrultusunda insanların davalarına bakıyor, suçları önlemek için tedbir alıyor, gerekirse suçluların cezalarını veriyor, saldırgan düşmana karşı ordu çıkarıp savaşıyor, kimileriyle barış imzalıyor, çeşitli ülke yöneticilerine elçiler gönderiyor, onlardan gelen elçileri kabul ediyordu. Allah’ın hükümlerini yerli yerinde uyguluyor, ticaret emniyetini sağlıyor ve gerekirse denetliyor, insanların eğitimleri için kurumlar tesis ediyor, emirler veriyor, diplomatik ilişkiler kuruyordu.

Şüphesiz bütün bunlar bugün ‘devlet’ denilen örgütün yaptıklarının benzeri idi ve o günün şartlarına uygundu. Peygamberimiz (sav) dikkat edilirse mescitte namaz kıldırıp, insanları irşad etmekle kalmamış, toplumun bütün sorunlarıyla ilgilenmiş, mü’minler topluluğunu sevk ve idare etmişti. O, ibadet, vaaz ve irşad işlerini kendine, yönetim ve hükümranlık işlerini başkalarına bırakmadı. Böyle bir şey İslâmın ilkelerine ters olurdu.

Peygamberimizin vefatından sonra Raşid Halifeler döneminde İslâmî devlet modeli daha da gelişti ve kurumsallaştı. Yönetim şekli Emevilerle saltana dönüşse ve daha sonradan kurulan bir çok İslâm devletinde saltanat kurumu korunsa bile; devlet yönetiminde ve hukuk alanında İslâmın genel prensipleri uygulanmaya çalışıldı.

Raşid Halifelerin yönetimi, Peygamberimizin hayatını içine alacak şekilde, yani Asr-ı Saadet hep bir model olarak düşünüldü. Çünkü bu model, İslâmî bir yönetimin bütün özelliklerini taşıyordu.

İslâmî bir yönetim biçiminde şûra, biat ve Allah’ın hükümlerinin hakimiyeti ana temeldir. Biat sıradan bir oy vermek değil, Allah adına bir yöneticiye, o yönetici Allah’ın emrine uyduğu müddetçe bir bağlılık ve itaat sözüdür. Bu söz içerisinde itaat, mü’min olarak kamu alanındaki görevleri yerine getirme, yöneticiye hayırlı işlerde yardımcı olma, hem de kendilerine yönetim emaneti verilenleri denetleme görevi ve anlayışı da vardır.

Şûra, İslâmî devletin en belirgin özelliğidir. Bu yönetimde söz hakkı ne bir kişinin, ne bir sınıfın, ne çoğunluğun, ne de her sözü kanun olan diktatörlerindir. Şûra, bütün işlerde yöneticilerin yetkili kimselere, hatta gerekirse halka danışmasıdır. Hakka ve halkın yararına en uygun kararların alınma çabasıdır. İslâmî devlet modelinde son söz, Hakka, yani Allah’ın hükmüne aittir. Allah’ın insan toplulukları için gönderdiği, onların faydasına olan genel ve değişmeyecek hükümler. İslâmî devletin kuruluş amacı ve siyasetinin metodu, bu hükümleri uygulamak, insanların işlerini bu hükümler doğrultusunda yürütmektir. Ancak bu hükümleri anlayacak ve uygulayacak olanlar yine insanlardır. Şûra, yani her konuyu uzmanına danışma prensibi, İslâmî hükümlerin en iyi anlaşılmasını ve adaletli bir şekilde uygulanmasını sağlar. İnananlar bunun en güzel şekilde olmasına çaba gösterirler, ama hiç kimsenin anladığı ve uyguladığı şey İslâmî modelin kendisi değil, İslâm’ı kaynaklara uygun anlama ve yaşama çabasıdır.

 

c1- Devlet Amaç Değildir 

Öyleyse İslâmî devlet bir amaç değil, İslâm’ı daha iyi yaşamak, hakları sahiplerine ulaştırmak, dünya işlerini düzene koymak ve suçları önlemek için bir araçtır. Kimilerine göre devlet en son güç ve hakimiyet makamıdır. Onun gücünün üstünde güç yoktur. Koyduğu bütün ilkeler ve kanunlar tartışmasız doğrudur ve itaat edilmesi gerekir. Böyleleri devleti en son güç makamı olarak tanıyarak, onu hak etmediği bir yere koymakta ve onu adeta bir ilâh haline getirmektedirler.

İslâmî devlette, hakimiyet; yani en son egemenlik Allah’a aittir. Bunun anlamı şudur: Mülk Allah’ındır. Yerde ve gökte olan canlı ve cansız bütün varlıklar O’nundur. İnsanlara din ve şeriat koyma, onlar hakkında hükümler, ölçüler ve ilkeler gönderme hakkı Allah’ındır. O, âlemlerin Rabbidir, her şeyi bilir ve her şeye hâkimdir. İnsanlara düşen, Allah’ın gönderdiği hükümleri kabul edip uygulamak ve böylece kulluk görevlerini yerine getirmektir.

Hakimiyeti, belli bir toprak parçasına sahip olup, orada bir otorite kurmak, özgürlükleri ve bazı hakları kullanabilmek; bir ülkeye, bir halka bir kişinin, bir zümrenin hükmetme hakkı yoktur anlamına alırsak, ‘hakimiyet milletindir’ demek yanlış değildir. Bu söz ile ‘milletin, daha doğrusu millet adına hareket ettiğini iddia edenlerin görüşünün üstünde görüş yoktur, onların kararlarının üzerinde hiç bir hüküm tanımayız’ anlamı kasdedilirse; bu şüphesiz İslâm dışı bir görüştür. Çünkü bu anlayış, hüküm (helâl-haram ölçüleri, hukuk ilkeleri) hakkını Allah’tan alıp kullara verme anlayışıdır.

İslâmî devlet, günün şartlarına göre, insanların ihtiyacı kadar yeni kanunlar çıkarabilir, yeni kararlar alabilir. Teknik geliştikçe yeni kurumlar, yeni çalışma yöntemleri oluşturabilir.

Hüseyin K. Ece

İslamın Temel Kavramları kitabından. Sayfa: 132-135