“Bir gün bana yolunun sonu budur denmedi,

Ben ömrümü bitirdim bu yolla tükenmedi”

Avrupa’da yaşayan Türkiyeliler yolculukları ne zaman sona erer? Bilinmez. Ölünce mi, belki.

Evet yaz tatili, yani Haziran Temmuz ayı yaklaşınca onlarda bir telaş başlar. Gurbetten sılaya, sıladan gurbete; yollara düşerler. Gitmeleri ayrı bir dert, gitmemeleri ayrı bir dert.

Derler ki gitmek de zor, gitmemek de. Zira anavatanda akraba var, eş dost var, konu komşu var, arkadaş var. Dahası bir bağ var ora ile. Belki açıklaması zor olan sevimli ve kuvvetli bir bağ. Velev ki orada hiç akraba olmasa da bir şey onları o tarafa doğru çeker. Yüreklerine özlem olarak birikir. Hele bir de her yıl izine, tatile gidenleri gördükçe bu özlem daha da büyür. Ben ben de gidebilsem, ah biz de gidebilsek derler. Sonra da kimi hava yolu ile, kimisi karayolu ile yollara düşer.

Arkadaşı Mustafa’ya soruyor: Bu sene izin var mı (yani izine gidecek misin, izine gitmeyi düşüyor musun) diye. O da: Var (yani evet izine gitmeyi düşünüyorum) diye cevap veriyor. Mustafa geçen sene çocuklarla izine gidememişti. Ama bu yaz gitmeyi çok istiyor. Arkadaşı her ne kadar bozuk bir Türkçe ile sorsa da o sevinçle “evet gitmek istiyorum” diyor. Hem de canu gönülden.

Sonra da hazırlığa başlıyor, aylar öncesinden. Her şeyi zamanında yetiştiremem, geç kalırım, eksik bir şey olur, korkusuyla telaşlı, aceleci bir şekilde. Zaten oldum olası telaşlı bir kimse idi. Bir şey yapacağı zaman sakin olamaz, ayakta kalır, öteye beriye koştururdu. Kendisine bu hatırlatılsa derdi ki, benimki de telaş mı, falanca bak daha izine gitme zamanına dört ay var, izinle yatıyor, izinle kalkıyor. Hesap üstüne hesap yapıyor. Doluya koyuyor, boşa koyuyor, bir şeye karar veriyor, sonra vazgeçiyor, başka bir karar veriyor. Bir türlü sakinleşemiyor. Benim telaşım onunkinin yanında sakinlik sayılır.

Mustafa da izine gidecek ya, aylar öncesinden para biriktirmeye başladı. Arada bir hanımına soruyordu; “ne kadar oldu, saydın mı, yeter mi? Ne dersin, bu para bizi Türkiye’ye götürüp getirir mi acaba?”

Ardı arkası kesilmeyen hazırlık konuşmalarından sonra izine gitme gününü kararlaştırdılar ailecek. Tabi hem iş yerinden izin ayarlanmalı, hem de çocukların okul tatillerine denk gelmeli. Onlar da öyle yaptılar. Uygun bir gün çıkarız dediler.

Ama Mustafa da telaş şimdiden başladı, ya da var olan telaşı daha da arttı.

Öyle ya arabayı bakıma verecek. Tamam araba yeni olmasa da iyi, sağlam, beş kişilik aileyi taşıyacak kadar büyük. Kendisi, hanımı çocukları Zeyneb, Ârif ve henüz üç yaşındaki Halime.

Ama yine de bir bakıma girmesi gerekir. Uzun yola hazırlanması gerekir. İyi de kime gitsin? Arabayı kime güvenip de bıraksın?

Bu da onun kafasında bir soru işareti. Zira geçen sene bir tamirciye gitmişti. Ona göre on yerine yirmi aldı. Bazı şeyleri eksik yaptı. Üstelik –lâf aramızda-, kazıklanmaktan söz etti. Bu sefer ona gitmemeliydi. Neyse “falancaya gideyim, çünkü o daha az alır” diye düşündü. Sonra da “iyi de, o da aynı söylendiğine göre. O da on yerine otuz mu alıyormuş ne”

Mustafa arabayı bakıma götürme konusunda bir karar verdi, sonra tekrar kararını değiştirdi. Şu tamirheneye gideyim derken, “yok ona değil, falan daha iyi” dedi. Ama bu kararından vazgeçip geçmeyeceğini kendisi de bilmiyordu.

İzin zamanı yaklaştı ya herkes gibi onun da paraya çok ihtiyacı vardı. Bu yüzden beş euro bile onun gözünde değerli. Harcama yaparken daha dikkatli davranıyor, lüzumsuz şeyler almamaya, ucuz şeyler almaya çalışıyordu. Çocuklara da “müsrifliğin lüzumu yok” diye tenbih ediyordu. Üstelik Avrupa’da son yıllarda her şey pahalılaştı, gelirler azaldı.

Mustafa bunca tereddüt ve telaştan sonra arabayı izine hazırladı. Bu sefer de yol sigortası yaptırmasına rağmen, “ya yolda bir şey olursa” diye içine bir kurt düştü. Arabaya bir sürü yedek parça koydu. Yedek hortumlar, benzin bidonları, lambalar, termostatlar, civatalar, anahtar takımları vs. Onun bu halini gören bir arkadaşı; “yahu yol sigortası yaptırdın ya, bir şey olursa sigorta sana yardım edecek ya, ne bu telaş” dese de “canım yine de tedbirli olmak lazım. Ne olur ne olmaz’ dedi. 

Her şeye rağmen Mustafa bu sene çocuklarıyla izine gitmeye karar verdi. Her türlü zorluğu göze alarak. Yol uzun olsa da, yolda zorluklar olsa da, gümrüklerde uzun beklemeler olsa da, hava çok sıcak olsa da.

Onun için her türlü hazırlığı yapmaları lazım. Resmi evrak gerekiyorsa onlar, yol sigortası, Türkiye’de sağlık sigortası, hediyeler, dahası yolda lazım olacaklar. Ekmek, su, meyve, ocak, tabak, kap-kaşık, sergi, çocuklara elbise vs.

Hareketten bir gün önce hanımı sıkıştırır gibi tekrar sordu; “onu aldın mı, bunu aldın mı? Şu var mı, bu var mı? İyi bak, bir şey eksik olmasın” 

Hanımı; “bey, her işi zorlaştırmaya gerek yok. Alt tarafı bir izin. Neden bu kadar telaş edelim ki, neden iki ayağımızı bir pabuca sokalım ki. Tamam hazırlık yapalım da, bu kadarı fazla değil mi” dese  de o aldırmadı. Sanki ayakta kalmıştı. Sanki “senin aklın ermez bu işlere” der gibiydi. Sanki uzun müddet kalmak için dağa başına, ya da ıssız bir adaya gidiyordu. Sanki geçeceği ülkelerde ihtiyaçları karşılayacak yerler yoktu...

O sırada bazı arkadaşları “aman yalnız gitme, bu sene yollar güvenli değil. Bazı ülkelerde korkunç şeyler olduğunu duyuyoruz” dediler, bazıları ise “aman birisiyle gitme, yolda sana ayak bağı olur. Üç dört araba birlikte gitmek çileden başka bir şey değil” dediler.

Mustafa bu tavsiyeleri duyunca bir önceki izinlerdeki yaşadıklarını, gördüklerini, çektiği çileleri, yorgunlukları hatırladı. Hepsi tek tek filim şeridi gibi gözünün önüne geldi. İçinden bir ses “gel bu sene izine gitme. Ne bu yahu? Her sene/her sefer çile, yorgunluk, bitkinlik. Mecbur muyum bunları çekmeye” diye geçti aklından. Sonra da “olsun, çile de olsa izine gitmek gerekir. Memleketi ve yakınları görüp ziyaret etmek gerekir. Sıla-ı rahim yapmak boynumuzun borcu. Ne yapalım, zor da, masraflı da olsa gideceğiz” diye düşündü.

Mustafa daha önceden bir arkadaşla yola çıkmaya karar verdiler. Yoldaşı olacak kişi yakın arkadaşı ve hemşehrisi idi. Onun da üç çocuğu vardı. Üstelik onlar da arkadaş idiler. Birlikte iyi ve güvenli bir yolculuk yapacaklarını düşünüyorlardı. Beraber ne zaman hareket edeceklerine, hangi güzergâhı takip edeceklerini, nerelerde nasıl mola vereceklerini, nasıl haberleşeceklerini detaylıca konuştular. Karara bağladılar. Her bir şeyi gözden geçirdiler.

Mustafa ne olur olmaz diye arabayı, evrakları, pasaportları, yol azıklarını, çocukların eşyalarını tekrar gözden geçirdi. Aman bir şey eksik kalmasın. Deyim yerinde ise arabayı tıka basa yüklemesine rağmen.

Hareket saati geldi. Bir Cuma sabahı akrabalarıyla, komşularıyla vedalaşıp yola koyuldular. Peşpeşe. İki araba. Aanavatana, Türkiye’ye doğru.

Hadi bakalım bu uzun yollar ne zaman bitecek?

Bakalım sıla dedikleri menzil yakına gelecek mi? Bakalım sağ salim varabilercekler mi?

Yollar o kadar uzun ki, Mustafa her virajı döndükçe, her dağı aştıkça, her şehri geçtikçe menzil biraz daha uzakta zannetti. Kimi zaman arabanın sesini, kimi zaman çocukların konuşmalarını, kimi zaman hanımın şikayetlerini duydu. Arada bir cep telefonu ile arkadaşıyla konuştu. “Yolculuk nasıl geçiyor” diye sordu. “İyi gidiyor” cevabına sevindi.

Bir kaç saat sonra bir dinlenme yerinde mola verdiler. İhtiyaç giderdiler. Birer çay içtiler. O arada çocuklar oynadılar, zıpladılar, güldüler, şakalaştılar. Hani arkadaştılar ya. Birlikte oynasınlar, canları sıkılmasın diye arada bir değişiyorlardı. Zeynep arkadaşının arabasına, bazen de arkadaşının kızı onların arabasına biniyordu.

Tekrar yola koyuldular. Bu mola yerinde fazla duramazlardı, eğlenip kalamazlardı. Zira yol çok uzun, menzil uzakta, insanın takati ise sınırlıydı.

Henüz ne kadar yol aldılar ki? Daha bir sürü ülkeden geçecekler. Almanya, Avusturya, Slovenya, Hırvatistan, Sirbistan, Bulgaristan.

İlk iki ülkeyi kolay geçeceklerinden emindiler. Burada yollarda sık sık tamirle, kuyruklarla karşılaşsalar da çözülmesi uzun sürmezdi. Bu iki ülkeden geçerken içinde bir güven hissi, bir rahatlık oluyordu her seferinde. Parklarda yatsalar içi rahat olurdu. Benzincide aldatılmak aklına gelmezdi. Ya da polis haksız yere durdurup rüşvet isteyecek, hak etmediğim cezayı yazacak diye endişeye kapılmazdı. Yolda arabası  bozulsa yardım geleceğinden, yolda kalmayacağından emin idi. Zaten yol sigortası vardı.

Almanya’da sınıra yakın bir benzinciye girdiler. Vakit yatsıyı çoktan geçmişti. Çocuklar da uykuya dalmışlardı. Burada geceleyelim dediler. Yorulduk, saatlerden beri araba sürüyoruz. Tamam dediler. Orada arabaların içinde uyumaya çalıştılar. Öyle ya uzun yola gidiyorlardı. Yeterince dinlenmeden yola devam edemezlerdi. Hem ne lüzum var canım, geç olsun da güç olmasın. Acele edip anavatana bir kaç saat önce varsalar ne farkederdi? Yeterki kaza belâ olmasın. Yolda araba bozulmasın.

Ancak yatılacak yerin güvenli olması gerekir. Bu açıdan büyük ve kalabalık benzin istasyonları daha uygun idi.

Daha sabah olmadan, daha doğru dürüst uyumadan Mustafa uyandı. Karısına sesledi. “Hanım kalk, kalk, arkadaşına söyle kocasını uyandırsın da yola koyulalım.” Hanımı, “bey daha erken, biraz daha istirahat et, uykunu al. Uykusuz kalırsanız rahat araba kallanamazsınız” dese de o, “bu kadar yeter, daha gidecek çok yolumuz var” diye karşılık verdi. Hanımı tekrar, “bey, bırak arkadaşını biraz daha uyusun, ne acelen var” dedi. Mustafa; “öyle deme hanım, bu kadar yol uyumayla değil, araba sürmeyle biter” dedi.  

Dinlenme tesisi doluydu. Tır kamyonları, aynı ülkenin araçları, Türkiye’ye doğru yola çıkanlar. Kimisi yakıt alıyor, kimisi dinleniyor, kimisi istirahat ediyordu. Belli ki burası güvenli bir yerdi. Herkes rahatlıkla burada mola verebiliyordu.

Biraz sonra tekrar yola koyuldular. Çocuklar uyumaya devam ettiler.

Bir kaç saat gittikten sonra yine başka bir dinlenme tesisinde mola verdiler, sabah kahvaltısı yaptılar. Çocuklar yine oynadılar, zıpladılar, güldüler, dinlendiler. Yine araba değiştirdiler. Zeynep Mustafa’nın arkadaşının arabasına, onun küçük oğlu da onların arabasına bindi. 

Bu iki arkadaş bu şekilde dinlenerek, mola vererek, birbirleriyle haberleşerek Sırbistan’a kadar geldiler. Bir benzincide hem ihtiyaç hem de dinlenme için mola verdiler. Çimene örtü serip oturdular. Anneler seyyar ocakları yakıp çorba pişirdiler, çay yaptılar. Nevalelerini ortaya döktüler. Hep birlikte güzel bir öğle kahvaltısı yaptılar. Çocuklar yine rahatlıkla oynadılar, eğlendiler.

Biraz sonra her şeyi toparlayıp arabalara koyduktan sonra Mustafa “haydi gidiyoruz” dedi ve arabaya gidip hareket etti. Zeyneb arabada yoktu. Mustafa ve hanımı birbirlerine; “herhalde öbür arabaya binmiştir” dediler. Zaten yola çıkalı böyle olmuyor mu? Endişelenmeden yollarına devam ettiler.

Biraz gittikten sonra her şey yolunda iken Mustafa’nın yanına bir araba yanaşıp korna çaldı. Mustafa arabaya ters ters baktı ama yoluna devam etti. İleleriye baktı, arkadaşı arkadaşı önden gidiyordu. Her şey yolunda idi. Hatta biraz hızlandı ki adamı başından savabilsin. Hayır adam ısrarla sol yanına yanaşıyor ve korna çalıyor, hem de rahatsız edecek şekilde.

Bu kadarı da fazla, nedir bu adamın derdi? Niye korna çalıp duruyor? Dikkatimi dağıtıyor, kazaya sebep olmadan defolup gitse diye düşündü.

Adam yanında araba sürmeye ve korna çalmaya devam edince dönüp adamın arabasına baktı. Arka koltukta bir kız çocuğu, sekiz dokuz yaşlarında. Cama yanaşmış kendilerine el sallıyordu.

Mustafa “Allah Allah, bu kız tıpkı bizim kıza benziyor” diye dedi hanımına. Tekrar baktı ve yine “evet, şu arabaki kız bizim kıza ne kadar da benziyor, hayret” dedi.

Buna rağmen üzerinde fazla durmadı ve dikkatli bir şekilde arabayı kullamaya devam etti. Ama adam ısrarla korna çalmaya devam etti. Eliyle işaret etti, bir şeyler anlatmaya çalıştı. Kız da eliyle bir takım işaret yaptı. Ama Mustafa hâlâ aldırmadı. Bir taraftan da kızıyordu, bu adam nereden başıma tebelleş oldu. Nedir derdi diye.  

Öyle ya, insan insana, kız çocuğu bir diğerine benzeyebilir. Hem bizim kızın ne işi var elin arabasında. Bizim kız şu anda arkadaki arkadaşın arabasında olmalı.

İyi de bu adamnın takıntısı ne? Niye beni takip ediyor” diye düşünmeye devam etti.

Az sonra adam Mustafanın önüne geçti. Dörtlüleri yaktı, arada bir frene basarak işaret etti. Mustafa ister istemez onun takip etti ve telefonla arkadaşına sağa yanaşmasını, bir şey oluyor diye söyledi. Böylece yavaş yavaş kenara yanaşıp durdular. Sağ arka kapı açıldı ve o pencerenden el sallayan kız aşağı idi. Bir de ne görsünler, kendi kızları, Zeynep. Allah Allah bu nasıl olur?

Mustafa arabadan indi, yaklaşan ve ağlayan kızına sarıldı. Anne de geldi. O da kızına sarıldı. Şaşkınlık içinde kaldılar. Ne yapacaklarını bilemediler. Nasıl olur böyle bir şey? Kızları sanki gökten indi, sanki gayptan çıkıp geldi, sanki yıllarca yitikti de bulundu.

Öylece kala kaldılar bir müddet.

Öndeki arabadan inen adam yanlarına geldi. Mustafa, hanımı, arkadaşı ve onun hanımı şaşkınlık içerisinde Zeyneb’e sarılmış bekliyorken o yabancı adam sevinçli idi. Gözlerinin içi parlıyordu. Zafer kazanmış gibiydi. Arkadaşı da az sonra geldi.

Belli ki bunlar son mola yerinden hareket ederken Zeynep orada biraz oyanlanmış, ya da biraz öteye gitmiş. Anne-babası da kız diğer arabaya binmiştir diye üzerinde durmamışlar. Arkadaşı da moladan önce yanlarında olan Zeyneb’in babasının arabasına bindiğini düşünmüş. Dolaysıyla Mıustafa’ya sorma ihtiyacı duymamıştır. Böylece peşpeşe hareket etmişler. Az sonra Zeynep babasının arabasını parekettiği yere gelmiş ve babasının gittiğini anlayınca, diğer amcayı da göremeyince ağlamaya başlamış olabilir.

Gerisini o Almanyalı iyi insan şöyle anlattı:

“Biz de Almanya’da yola çıktık, izine gidiyoruz. Orada mola verdik, dinleniyorduk. O sırada Zeyneb’i gördüm, ağlıyordu ve yanında kimse yoktu. Bir şey olduğunu anladım ve yanına geldim. Türk olduğunu tahmin ettiğim için sordum; “Türk müsün kızım?” “Evet” dedi ve başını salladı hıçkırarak. “Niçin ağlıyorsun?” dedim. “Babam annem gittiler, beni almadan” dedi. Ben durumu anladım. Zeyneb’e “babanın arabasını görsen tanır mısın? dedim. “Evet tanırım” dedi.

Hanıma “kalk hanım, şimdi istirahat zamanı değil. Bu yavrucağı sahiplerine kavuşturalım” dedim. Apar topar arabaya bindik ve yola koyulduk.

Zeyneb’i camın kenarına oturttum ve dedim ki “babanın arabasını tanırsan bana haber ver.” Sizi bulmak, size yetişmek için hızlıca hareket ettim. Bir taraftan da “kızım iyi dikkat et, babanın arabasını görünce bana de”  diyordum.

Az ileride Zeynep birden çığlık atarak; “işte işte babam, babamın arabası” dedi. Senin yanına yaklaşınca da “baba baba, ben buradayım” dedi ama sen duymadın, yola devam ettin. Korna çaldım, işaret verdim, Zeynep el salladı, ama sana duyurmak mümkün olmadı. Nihayet önüne geçerek seni durdurabildim. Hem geçmiş olsun, hem de gözün aydın. Ben de Rabbine şükrediyorum ki bu masum kız anne-babasına kavuştu.”

Mustafa ve hanımı, dilleri tutulmuşcasına bir müddet bir şey diyemediler. Şaşkınlıkları geçince de adama yürekten teşekkür ettiler, dua ettiler, Allah razı olsun, sen olmasaydın, kimbilir kızımın hali nice olurdu” dediler.

Sonra da Allah’a şükrettiler ki bu temiz ve iyi niyetli adam Zeyneb’e rast geldi de bir facia olmadan ona kavuştular.

Adam adama, kız kıza ne kadar da benziyormuş.

 

15.03.2015

Zaandam