-Çünkü Kur’an’ın dili edebi açıdan yüksektir, bizim seviyemizin üzerindededir.

-Çünkü Kur’an’ın konuları karmakarışık, içiçe ve dağınıktır.

-Çünkü Kur’an’ın ifadeleri kapalı, gizemli ve anlamını hemen ele vermeyecek kadar gizli.

-Çünkü Kur’an’ı ancak bu sahada uzman olanlar anlar. Sıradan insanların yani Kur’an üzerinde tahsil yapmayanların, hoca/âlim olmayanların Kur’an’ı anlamaları mümkün değildir. Büyüklerimiz, efendilerimiz anlarlar ve bize bildirirler. Biz de onların bildirdiği ile yetiniriz.

-Çünkü Kur’an 600lü yıllarda Hicazda yaşayan bir topluma ve onların durumuna göre ortaya çıkmış bir kitaptır. Bugünün dili başka onun dili başka. Bugünün gündemi başka onun gündemi başka.

-Çünkü Kur’an Allah’ın Kelâmıdır. Kelâmıyla neyi amaçladığını da sadece O bilir. “Allah şöyle buyurdu” demek haddi aşmaktır.

-Çünkü Kur’an uğur kaynağıdır. Evlerde bereket isteği ve uğur olsun diye bulundurulur. O ölmüşlerin ruhları için, dinleyenlerin iç dünyaları rahata ersin diye okunur. Dolaysıyla onu anlamak gerekmez.

-Çünkü Kur’an kutsal bir kitaptır. Okunur, şifa dilenir, yüce bir yerde saklanır, biz kim onu anlamak kim, onun sırlarına ulaşmak bizi aşar gibi veya benzeri cevaplar verebilirler.

***

Kur’an ise, kendisinin ayrım yapmadan herkes tarafından anlaşılabilecek apaçık bir kitap, hem de sağlam beyyine (delil, isbat, kanıt) olduğunu söylüyor.

Evet, Kur’an apaçık, anlaşılır ve sapasağlam, hak bir kitaptır.  

Kur’an kendisinin böyle bir kitap olduğunu “beyân, beyyine, mübîn ve tıbyân” kavramları ile açıklıyor.

 

-Bâne fiili

Bu kelimelerin aslı BYN (bâne) fiilidir, “beyân” da bunun masdarıdır. Bu da sözlükte (geçişsiz olarak); iş açığa, ortaya çıkmak, açık-seçik olmak. Bir nesnenin bir şeyden uzaklaşması, ortaya çıkması ve belirmesi demektir. (İbni Faris, Mu’cemu Mekâyisi’l-Lüğa, 2/327-328. el-Cevherî, İ. b. Hammed. Es-Sıhah Tâcu’l-Luğa, 5/495)

“Bâne” fiili boşanmayı (bâin talak), eşinden ayrılmayı da ifade eder. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 2/196)

Daha genel olarak; bir nesne, iş ya da mesele sanki diğerlerinden ayrılmış gibi ayrı ve böylece açık, belli, aşikâr, net, vâzıh ya da anlaşılır olmak ya da bu hâle gelmek demektir.

Bir nesneyi ayrı, açık, belli, aşikâr, net, vâzıh ya da anlaşılır kılmayı sağlayan vasıtaya da beyân denir. (Bkz: Zuhruf 43/52) (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 89)

BYN kökünden kelimeler Kur’an’da 523 yerde yer almaktadır ve genel olarak şu anlamlara gelmektedir.

a.Açıklamak.

b.Ortaya çıkmak, ayrılmak. Bu kelime ile iyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, hak ile bâtılın, güzel ile çirkinin birbirinden ayrılmasını ifade eder.

c.Dikkatlice araştırmak.

d.Anlatmak, kendini ifade edebilmek.  

e.Beyyine olarak açık delil, mu’cize, apaçık belge, apaçık olan, açıklayıcı.

f.Mesaj, öğüt. (Okuyan, Mehmed. Kur’an Sözlüğü, s: 166-169)

 

-Beyân

 “Beyân” bir şeyi açıklamak, ortaya çıkartmaktır demektir ki bu, insana mahsus olan “nutk” (konuşmadan) daha geneldir.

Beyân, konuşmacının dinleyiciye maksadı açıklaması demektir. Ayrıca “meramını fâsih bir şekilde açıklamak, anlamı ızhar etmek ve daha önce kapalı olan hususu izah etmek, müşkili gidermek” anlamlarını ifade eder. (Cürcânî, eş-Şerif. Kitabu’t-Ta’rifât, s: 51-52)

Beyân bundan başka; hüccet, delil, bir halin hakikatini açıklayan söz, anlatış anlamlarına gelir. Beyân ilmi: Belağat ilmi. Güzel ve etkili söz söyleme ve yazma ilmi.

Bazıları beyânın iki çeşit olduğunu söylerler: Birincisi; Allah’ın bazı varlıkları boyun eğdirip belirli bir amaca doğru sevketmesi şeklinde olur. Allah’ın bu mükemmel yaratması sonucu her bir varlık neye yöneleneceğini adeta bilmekte, görevini yapmaktadır. Buna fıtrat (doğal yaratılış) da diyebiliriz.

İkincisi; isteğe bağlı olma şeklinde. Bu beyân insanda ya konuşma ya da yazma şeklinde ortaya çıkmaktadır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 69) Her insanda konuşma, meramını ifade etme, yani beyân etme yeteneği doğuştan vardır. Bu birinci beyâna örnektir. (Rahman 55/4) Ancak insan bunu söz ve yazı ile daha da geliştirebilir, çeşitlendirebilir. Bu da ikinci tür beyâna örnektir. (Nahl 16/44)

Söze de beyân denilir. Çünkü söz ile açıklanması istenen mana dile getirilir.

Sizden önce(ki milletlerin başından) nice olaylar gelip geçmiştir. Yeryüzünde gezin dolaşın da yalanlayanların sonunun nasıl olduğunu bir görün. Bu (Kur’an), insanlar için bir beyân (açıklama), Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için bir hidâyet ve bir öğüttür.” (Âli İmran 3/138)

Kelâmın mücmelini ve müphemini açıklayan söze de beyân denir.. (el-Isfehânî, Ragıb el-Müfredât, s: 69)

‘Beyân’, bir şeyin zihinsel olarak açıklanma ve tanımlanma araçlarını gösterir. Bu hem düşünme, hem de konuşma için geçerlidir. Bir şeyi veya bir düşünceyi anlaşılır hâle getirmek, başka şeylerden farklı olduklarını ortaya koyma yeteneği hem yazı, hem de konuşmayı kapsar.

İnsanla hayvanlar arasındaki önemli farklardan birinin de düşünme, konuşma ve ifade edebilme yeteneği olduğu bilinen bir şeydir. Bu insan için bir üstünlüktür. Bu yetenek elbette yalnızca konuşma değildir. Konuşmanın arkasındaki akıl, idrak, şuur, anlayış gibi yetenekler de söz konusudur.

Bu anlamda ‘beyân’, açık ve anlaşılır, berrak ve net bir şekilde düşünme ve konuşmadır.

“Beyân”; birleştirme (vasl) , ayırma, ayırdetme (fasl), netlik, tebliğ ve ikna etme gücü, insanı diğer varlıklardan ayıran anlama yeteneği gibi bir nimettir.

Allah (cc) insanı yarattı ve ona beyânı öğretti. (Rahman 55/1-4) Böylece onu diğer canlılardan üstün kıldı.  

İlk insan Âdem’ (as)  ”esmâ- eşyanın isimleri”nin öğretilmesi aslında ona beyân yeteneğinin verilmesidir denilebilir. (Ece, H. K., Hz. Âdem, s: 148)

Bir şeyi zihinde net bir şekilde açıklama, yani onu yeterince düşünme, sonra onu konuşma ve yazıyla açıklama, izah etme beyân’dır. Eşyanın isimlerini tanıyan insan, onları beyân yeteneği ile söyleyebiliyor, tanımlayabiliyor.

‘Beyân’, insanın kendi maksadını açıklaması anlamına geldiği gibi, bazı tefsircilere göre, hayır ile şer olan şeylerin arasındaki farkın açıklanmasıdır.

Bir hadiste şöyle geçiyor: “Şüphesiz ki beyân'ın bir kısmı sihirdir” ya da “Muhakkak beyân’ın bazısı elbette sihirdir (muhatabı etkiler).” (Buhârî, Tıbb/51 no: 5767, Nikâh/48 no: 5146)

Kur’an hem açık ve anlaşılırdır, hem de hayır ve şerrin, hak ve bâtılın ne olduğunu gösteren, hidâyet ve dalâlet (sapıklık) yollarının neler olduğunu bildiren apaçık delillere sahiptir. Zaten Kur’an bunu “beyân” etmektedir. (Ece, H. K. İslâmın Temel Kavramları, s: 75)

Kur’an, “beyân” kelimesini üç yerde birbirine yakın anlamlarda kullanmaktadır. Biri: Rahman Sûresi 4. âyetinde de ‘açık ve anlaşılır bir şekilde düşünme ve konuşma’ anlamında geçmektedir. Rahmân, Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı, ona “beyân”ı öğretti.”

“İnsanı yaratanın Allah (cc) olduğu belirtilip ona verilen özelliklerin en önemlisinin duygu ve düşüncelerini açıklayabilme, konuşma ve anlatma olduğu söyleniyor. Anlamak, anlatabilmenin ön şartı olduğuna göre burada altı çizilen nimetin idrak ve ifade kabiliyeti olduğu söylenebilir. Böylece bu âyetlerde insanı insan yapan akıl nimeti ve muhakeme gücünün pratiğe yansıyan yüzü hatılatılıyor.” (Komisyon, DİB Kur’an Yolu, 5/140)

Diğer ikisi Kur’an’la ilgilidir.

 

-Beyân olarak Kur’an

Bir âyette şöyle buyuruluyor:

O hâlde, biz onu okuduğumuz zaman, onun okunuşuna uy. Sonra onu açıklamak  (beyânı) da Bize aittir.” (Kıyâmet 75/19)

Burada “beyân”; açıklama, izah etme anlamındadır.

“Yani onun muhtevasındaki ölçüleri, helâl ve haramları açıklamak Bize aittir. Ya da “bundan sonra onun muhtevasında yer alan vaadleri ve tahditleri açıklayıp, bunları gerçekleştirmek Bize aittir”. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3207) Bir diğer açıklamaya göre; “(Ey Peygamber) senin dilinle onu açıklamak Bize düşer.” (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 3/446)

Peygamber (sav) inzâl edilen vahyi ezberlemek ve hafızasına yerleştirmek için, vahyin tammalanmasını beklemeden diliyle tekrarlıyordu. Bunun üzerine bu âyetler indi. (Buhârî, Tefsir 75/2 no: 4929. Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 12/338) Bu âyetlerde Allah’ın üç şeyi üzerine aldığı söyleniyor. Birincisi; Vahyi hafızalarda ve yazılı olarak unutulmamasını sağlamak. (bkz: A’la 87/6)

İkincisi; Peygamberin vahyi okumasını sağlamak.

Üçüncüsü; vahyi açıklamak, beyân etmek. Yine burada Peygamber’e susarak Kur’an’ı dinlemesi emredilmiş, o da öyle yapmıştır. (Buhârî, Tefsir/75 no: 4929. Müslim, Salat/32 (148) no: 1005) (Komisyon, DİB Kur’an Yolu, 5/434)

“Sizden önce nice uygulamalar geçmiştir. Yeryüzünde gezin de yalanlayanların sonunun ne olduğuna bir bakın.

Bu, insanlar için bir beyân, korkup-sakınanlar için de bir hidâyet (hüdâ) ve öğüttür (mev’ızadır).” (Âli İmran 3/138)

Burada “beyân”; bütün herkese bir ilan, dolambaçsız bir açıklama, her türlü karışıklıktan uzak genel bir tebliğ anlamındadır.

Yani bu yalancıların sonunun nasıl olduğu açıklamadır. Âyet dikkatleri Kur’an’ın ilk muhataplarından önce yaşayan ama kendilerine gelen elçileri yalanlayaların kötü sonlarına dikkat çekiyor ve onların helâkından ibret alınmasını söylüyor. (Zemahşerî, Ö. b. Muhammed. el-Keşşaf 1/409)

Âyette geçen “hâzâ beyânün” ifadesindeki “bu” zamirinin neyi işaret ettiği konusunda farklı görüşler var. Bazılarına göre bu zamir Kur’an’ı işaret etmektedir. Tefsirci Katade demiş ki: “Burada işaret Kur’an’adır. Allah (cc) onu genel olarak bütün insanlar için genel bir “beyân”, özel olarak da muttakiler (korkup-sakınanlar) için de bir hidâyet ve öğüt kaynağı yaptı.”

“İşte bu öyle bir kelâmdır ki onu size açıkladım ve onu size tanıttım. O insanlık için bir beyândır. Yani şerh ve tefsirdir (açıklamadır).” (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 3/445)

Bazıları; bunun bir işaret ismi olarak “bundan önce geçen Allah’ın emir ve yasaklarına, vadine ve tehdidine işaret eder” demişlerdir. (el-Hâzin, M. b. İbrahim. Tefsir, 1/300)

Burada maksat, el-Hasen ve başkalarından nakledildiğine göre Kur’an’dır. Bir diğer görüşe göre bununla, Allah’ın “sizden önce ümmetler gelip geçti” sözüne işaret edilmektedir. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/738)

Kur’an, geçmiş kavimlerin durumlarını göz önüne sermek, kalpleri iyiye, güzele yöneltmek ve haramlardan sakındırmak ötürü Beyân olarak tavsif olundu. (İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 1/321)

Bu âyette “beyân”, iki manaya gelir. Birincisi; dinî emirleri yerine getirmeye teşvik etmesidir. Ki bu hüdâ ifadesinden anlaşılır.

İkincisi; Din açısından yapılması uygun olmayan şeylerden men etmesidir ki, bu da mev’iza lafzından anlaşılır.

Beyân, fesâhât anlamına alındığı takdirde, Kur’an fesâhât ve belâğâtta, mana ve lafız yönünden “beyân”dır.” (Çelik, Muhammed. Kur’an Kur’an’ı Tanımlıyor, s: 214)

Kur’an’da beyân kelimesi ve türevleri ile mutlak olarak gerçeğin, kitabın, kitaptan gizlenenlerin, âyetlerin ve ayrıca ümmetlerin ihtilâf edegeldikleri şeylerin beyân edilip belgelendiği, akıl ve basîret sahibi kimselerin ibret nazarlarına arzedildiği ifade edilmiştir. Bu tür beyânları yapanlar ise Allah, son peygamber Hz. Muhammed veya diğer peygamberlerdir. (Topaloğlu, Bekir. TDV İslâm Ansiklopedisi, 6/97)

Özetle; “Kur’an mu’cizu’l-beyân’dır”

 

-Beyyene (açıklamak) fiili

Kur’an’da aynı mâna ve muhteva için en çok kullanılan diğer tabirlerden biri tafsîl (açık seçik ve tatmin edici bir şekilde anlatmak), diğeri de tasrîftir (şekillendirip açıklamak).

BYN-beyân kökünden türetilmiş çok harfli (ziyâdeli) masdarlar ve bunlardan türetilen kelimeler de yine “beyyine” mânasında kullanılmıştır. (Topaloğlu, Bekir. TDV İslâm Ansiklopedisi, 6/97)

BYN fiili tef’ıl kalıbından geçişli olarak “beyyene, tebyîn”; bir şeyi açıklamak, izah etmek, açık-aşikâr etmek demektir. Bunun özne ismi (ism-i faili) “mübeyyin”dir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 2/196-199)

Tebyîn; hakikati gizlemeyerek net bir şekilde ortaya koymak, açıklamak demektir. (el-Cevherî, İ. b. Hammed. Es-Sıhah Tâcu’l-Luğa, 5/495)

Kur’an’da “beyyene” farklı kalıp ve çekimlerde sık sık yer almaktadır.

Allah (cc) âyetlerini iman edecek bir toplum için açıklar.

Bilmeyenler, “Allah bizimle konuşsa, ya da bize bir mucize gelse ya!” derler. Bunlardan öncekiler de tıpkı böyle, bunların dedikleri gibi demişti. Onların kalpleri (anlayışları) birbirine benziyor. Biz âyetleri, kesin olarak inanacak bir toplum için açıkladık.” (Bekara 2/118)

İnsanlar Allah’tan korkup sakınsınlar, O’na karşı sorumlu davransınlar diye âyetlerini beyân eder.

“... Bunlar, Allah’ın koyduğu sınırlardır. Bu sınırlara yaklaşmayın. Allah, kendine karşı gelmekten sakınsınlar diye, âyetlerini insanlara böylece açıklar.” (Bekara 2/187)

İnsanlar üzerinde tefekkür etsinler diye âyetlerini açıklar.

Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: “Onlarda hem büyük günah, hem de insanlar için (bazı zahirî) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından büyüktür.” Yine sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: “İhtiyaçtan arta kalanı.” Allah, size âyetleri böyle açıklıyor ki düşünesiniz.” (Bekara 2/219, 266)

İnsanlar hatırlayıp öğüt alsınlar (tezekkür etsinler) diye âyetlerini beyân eder.

“... Onlar ateşe çağırırlar, Allah ise izniyle, cennete ve bağışlanmaya çağırır. O, insanlara âyetlerini açıklar ki, öğüt alıp düşünsünler.” (Bekara 2/221)

İnsanlar akletsinler, akıllarını kullansınlar diye âyetlerini ortaya koyar.

Aklınızı kullanasınız diye Allah size âyetlerini böyle açıklıyor.” (Bekara 2/242)

“Ey iman edenler! Sizden olmayanlardan hiçbir sırdaş edinmeyin. Onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar. Hep sıkıntıya düşmenizi isterler. Onların kinleri konuşmalarından apaçık ortaya çıkmıştır. Kalplerinde gizledikleri ise daha büyüktür. Eğer aklınızı kullanırsanız size âyetleri açıkladık.” (Âli İmran 3/118)

İnsanlar hidâyete ersinler, kendilerini hedefe götürecek doğru yolu bulsunlar diye âyetlerini beyân eder.

 “... Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz.” (Âli İmran 3/103. Benzeri için bkz: Hadid 57/17. Nisâ 4/26)

İnsanlar şaşırmasınlar, sapıklığa düşmesinler diye bazı hükümleri apaçık ortaya koyar.

 “... Allah (bütün bunları) size açıklar ki sapıklığa düşmeyesiniz; Allah her şeyi bilir.” (Nisâ 4/176)

İnsanlar Allah’a hakkıyla şükretsinler diye âyetlerini açıklar.

“.... İşte yemin ettiğiniz vakit yeminlerinizin keffareti budur. Yeminlerinizi tutun. Allah, size âyetlerini işte böyle açıklıyor ki şükredesiniz.” (Maide 5/89)

Allah (cc), korkup sakınacakları kendilerine apaçık beyân etmedikçe, kimseyi kendi tercihi ile sapıklıkta bırakmaz.

 Doğru yola ilettikten sonra, sakınacakları (ittika edecekleri) şeyleri kendilerine apaçık bildirmedikçe, Allah bir toplumu saptıracak değildir. Şüphesiz Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.”                                                                                   (Tevbe 9/115)

Bütün peygamber kendi kavimlerinin diliyle gönderilir ki Allah’ın ne indirdiğini onlara açıklasınlar (beyân etsinler).

Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah’ın emirlerini) iyice açıklasın. Allah, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (İbrahim 14/4)

“Ey kitap ehli! Artık size elçimiz (Muhammed) gelmiştir. O, kitabınızdan gizleyip durduğunuz gerçeklerden birçoğunu sizlere açıklıyor, birçoğunu da affediyor. İşte size Allah’tan bir nur ve apaçık bir kitap (Kur’an) gelmiştir.” (Mâide 5/15)

“Ey kitap ehli! Peygamberlerin arası kesildiği bir sırada, “Bize ne müjdeleyici bir peygamber geldi, ne de bir uyarıcı” demeyesiniz diye, işte size (hakikatı) açıklayan elçimiz (Muhammed) geldi. (Evet,) size bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmiştir. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Mâide 5/19)

Allah (cc) insanların ihtilaf ettikleri şeyleri onlara açıklamak için onları diriltecek.

“Hakkında ihtilaf ettikleri şeyi onlara açıklaması ve kâfir olanların da kendilerinin yalancılar olduklarını bilmeleri için (Allah onları diriltecek).” (Nahl 16/39)

“Bir ümmetin diğerinden daha çok olmasından ötürü, aranızdaki yeminleri bozarak, ipliğini iyice eğirip katladıktan sonra bozan kadın gibi olmayın. Allah onunla sizi dener. And olsun ki, ayrılığa düştüğünüz şeyleri size kıyamet günü açıklar.” (Nahl 16/92)

Kur’an bazı ilâhi hükümleri haber verdikten sonra şöyle diyor:

Allah, size âyetleri açıklıyor (beyân ediyor). Allah, her şeyi hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nûr 24/18. Ayrıca bkz: Nur 24/58, 59, 61. Bekara 2/230)

 

-Tebeyyene fiili

BYN kökünden tefaul kalıbından geçişsiz olarak gelen “tebeyyene”; belli olmak, açığa, meydana çıkmak, bir şey açık/aşikâr oluncaya kadar üzerinde düşünmek anlamındadır. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 2/196-199. el-Cevherî, İ. b. Hammad. es-Sıhah Tâcu’l-Luğa, 5/496)

 Kur’an’da 17 âyette yer alıyor.

Ad ve Semüd kavmin neden helâk edildikleri Kur’an’ın muhatapları için apaçık bellidir.

Âd ve Semûd kavimlerini de helâk ettik. Bu, onların (harap olmuş) yurtlarından size besbelli olmuştur. Şeytan, onlara işlerini süslemiş ve onları doğru yoldan alıkoymuştur. Hâlbuki onlar gözü açık kimselerdi.” (Ankebût 29/38)

 Daha önce yaşayan zalimlerin de neden cezalandırıldıkları da açıklandı.

“İnsanları, kendilerine azabın geleceği gün ile uyar. Haksızlık edenler: "Rabbimiz! Bizi yakın bir süreye kadar ertele de çağrına gelelim, peygamberlere uyalım" derler.

Siz daha önce, sonunuzun gelmeyeceğine yemin etmemiş miydiniz! Üstelik kendilerine yazık edenlerin yerlerinde oturdunuz. Onlara, yaptıklarımız da sizlere açıklanmıştı (beyân edilmişti). Size misaller de vermiştik.” (İbrahim 14/45)

Bazıları kendilerine hak belli olduktan sonra iman etmemeleri bir tarafa mü’minleri de İslâmdan döndürmeye çalışırlar.

Kitap ehlinden birçoğu, hak kendilerine belirdikten sonra dahi, içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi, imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Siz şimdilik, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedin, hoşgörün. Şüphesiz Allah, gücü her şeye hakkıyla yetendir.” (Bekara 2/109)

Rüşd (aklı başında olmak, doğru olmak), ğayy’dan (sapıklıktan) iyice ortaya çıktıktan, ayan-beyân olduktan sonra insanların ikisinden birini seçebilirler.

“Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk, aklı başında olmak (rüşd) sapıklıktan (ğayy’dan) iyice ayrılmıştır (beyân olmuştur). O hâlde, kim tâğûtu tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bekara 2/256)

Kendilerine hidâyet belli olduktan sonra Peygamber’e karşı gelmek, ya da imandan geriye dönmek doğru değildir. Böyleleri Allah’a bir zarar vermezler.

Kim, kendisine hidâyet (doğru yol) besbelli (beyân) olduktan sonra peygambere karşı çıkar, mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir.” (Nisâ 4/115. Muhammed 47/32)

“Kendileri için hidâyet yolu belli olduktan sonra gerisin geri dönenleri, şeytan aldatıp peşinden sürüklemiş, ve kendilerini boş ümitlere düşürmüştür. (Muhammed 47/25)

İbrahim (as)  babasının durumu kendisi açısından ortaya çıkınca ondan yüz çevirdi.

İbrahim’in, babası için af dilemesi, sadece ona verdiği bir söz yüzündendi. Onun bir Allah düşmanı olduğu kendisine açıkça belli (beyân) olunca, ondan uzaklaştı. Şüphesiz İbrahim, çok içli, yumuşak huylu bir kişiydi.” (Tevbe 9/114)

Mü’minler, inkârcı oldukları açıkça ortaya çıkanlar için Allah’tan bağışlama istemezler.

“Cehennem ehli oldukları açıkça kendilerine belli olduktan sonra, -yakınları da olsalar- Allah’a ortak koşanlar için af dilemek ne Peygambere yaraşır, ne de mü’minlere.” (Tevbe 9/113)

Cinlere hz. Süleymanın ölümü değneğinin kırılmasıyle yere düşünce belli oldu, ortaya çıktı. 

Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun ölümünü onlara ancak değneğini yemekte olan bir kurt gösterdi. Süleyman’ın cesedi yıkılınca cinler anladılar ki (cinlere apaçık belli oldu ki), eğer gaybı bilmiş olsalardı aşağılayıcı azap içinde kalmamış olacaklardı.” (Sebe’ 34/14)

Kur’an, Ramazan’da imsakın ne zaman başlayacağı konusunda tereddüt edenlere şöyle diyor: “... Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın...” (Bekara 2/187)

Peygamber’in (sav) Tebuk Savaşında bazılarına izin vermesi üzerine; Allah, seni affetsin! Doğru söyleyenler sana iyice belli (aşikâr) olup, yalancıları bilinceye kadar beklemeden niçin onlara izin verdin?” âyeti indi. (Tevbe 9/43)

Kur’an’ın hak bir kitap oluşu belli/aşikâr olsun diye Allah (cc) insanlara muhtelif âyetlerini gösterir.

“Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şâhit olması yetmez mi?” (Fussilet 41/53)

Müslümanlar araştırma yapmadan, bir kimsenin durum kendilerine apaçık belli olmadan kimseye düşmanlık besleyemezler.

Ey iman edenler! Allah yolunda sefere çıktığınız zaman, gerekli araştırmayı yapın. Size selâm veren kimseye, dünya hayatının geçici menfaatine (ganimete) göz dikerek, “Sen mü’min değilsin” demeyin…” (Nisâ 4/94)

Dahası müslümanlar bir habere, üstelik fâsıklar (aşırı günahkârlar) tarafından getirilen haberleri araştırmadan, o haberin kendileri açısından doğruluğu apaçık belli, kesin olmadıktan sonra ona inanmazlar, karar vermede acele etmezler.

“Ey iman edenler! Size bir fâsık bir haber getirirse, bilmeyerek bir topluluğa zarar verip yaptığınıza pişman olmamak için o haberin doğruluğunu araştırın.”  (Hucurât 49/6)

Son iki âyette “tebeyyene” fiilinin emir kipi kullanıldı. Burada araştırma yapmadan, kesin bilgi ve belge olmadan karar/hüküm vermenin ne kadar yanlış olduğunu, insanı hataya sürükleyebileceğini görüyoruz.

“Araştırınız” emri iki âyette iki konu hakkında olsa da bu hüküm geneldir ve hayatın her safhasında, her olayda ve her pozisyonda uygulanabilir.

 

-İstibâne fiili

BYN filiinin istif’al kalıbından gelen “istebâne”; meydana çıkmak, açık olmak, tanımak, açığa çıkarmak, açığa çıkmasını istemek demektir. Bunun özne ismi (ism-i faili) “müstebîn”dir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 2/198. el-Cevherî, İ. b. Hammad. es-Sıhah Tâcu’l-Luğa, 5/496)

 Fiil olarak Kur’an’da bir âyette geçiyor.

Suçluların yolu da açığa çıksın (apaçık belli olsun) diye âyetleri işte böyle ayrı ayrı açıklarız.” (En’am 6/55)

“Müstebîn” mübîn gibidir, apaçık, anlaşılır, aşikâr demektir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 2/196-199) Bir âyette Tevrat’ın sıfatı olarak geçiyor.

Andolsun biz Musa'ya da Harun'a da nimetler verdik. Onları ve kavimlerini o büyük sıkıntıdan kurtardık. Onlara yardım ettik de onlar galip gelenler oldular. Her ikisine de apaçık anlaşılan (müstebîn) bir kitabı (Tevrat'ı) verdik.” (Saffât 37/117)

 

-Beyyine

Beyyine; “ayrılmak, uzaklaşmak ve ayırmak, uzaklaştırmak” mânasındaki “BYN” veya “açık seçik olmak, açık seçik hâle getirmek” anlamındaki “beyân” kökünden sıfat olup “apaçık delil, hüccet, burhan (kanıt), kesin belge” demektir. (Komisyon, Mu’cemu’l-Vasît, s: 80. Luvîs.  M. el-Yesûî. el-Müncid, s: 57)

Kelimenin kökünde bulunan “ayrılmak” ve “açık seçik olmak” mânaları birbirini tamamlayıcı bir nitelik taşır. Şöyle ki: Tamamen bilinmeyen veya az çok kapalı olan bir şey önce benzerleri arasından ayırdedilir, sonra da rahatlıkla bilinebilecek açık ve seçik hâle gelir veya getirilir. Bu niteliği taşıyan bir husus tamamen veya kısmen bilinmeyen başka hususlara da kılavuzluk yaparak onların bilinmesini sağlar.

Bu sebeple ona “doğruyu yanlıştan, hakkı bâtıldan ayıran belge” anlamında “beyyine” denir.  (Topaloğlu, Bekir. TDV İslâm Ansiklopedisi, 6/96)

“Beyyine”; ister akla dayalı olsun, isterse duyularının alanına giren (somut) bir şey olsun; açık, vâzıh, delil, kanıt, gösterge veya belge demektir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 89)

“Beyyine; nûr gibi kendisi beyyin, yani gayet açık olup başkasını da beyân eden, açıklayan demektir. Onun için davacının davasını açık bir şekilde beyân ve isbat eden şâhit, sağlam, açık delile ve mucizeye de denir.” (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 9/355. Zemahşerî, Ö. b. Muhammed. el-Keşşâf, 4/288)

Beyyine Kur’an’da biri müzekker (beyyin) (Kehf 18/15) olmak üzere yirmi defa geçmektedir. Daha çok “aklî ve naklî delil, hakkı bâtıldan ayıran hüccet, yakîn, açık burhan apaçık, açık belge, basiret, herkesçe bilinen tarihî olaylar, bu olaylara tanıklık eden harabeler, vahiy” ve özellikle “Kur’an, peygamberlik kurumu, son peygamber hz. Muhammed, mûcize anlamlarında kullanılmaktadır. (Topaloğlu, Bekir. TDV İslâm Ansiklopedisi, 6/97)

Beyyine nisbet edildiği nesneye göre üç şeye delâlet eder.

“Birincisi; ilim, marifet ve beyân anlamlarına işaret etmek üzere aklî manaya delâlet eder. (Enfal 8/42)

İkincisi; beyyine, önceki elçilere nisbet olunduğunda, onların duyu organlarına hitap eden somut mücizelerine delâlet eder. (A’raf 7/73)

Üçüncüsü; beyyine hz. Muhammed (sav) nisbet olunduğunda nübüvvetin en büyük bürhanı (kanıtı) olan Kur’an’ı işaret eder.” (En’am 6/157)(Çelik, Muhammed. Kur’an Kur’an’ı Tanımlıyor, s: 215)

Beyyine’nin Kur’an’da genel olarak altı anlamda kullanıldığını görüyoruz.

1-2.Hz. Muhammed veya Kur’an anlamında:

Allah’ın gönderdiği bütün peygamberler ve son Peygamber de bir ‘beyyine’dir. Onlar, Allah’tan gelen elçi sıfatıyla insanlara, içinde ölmez sayfalar bulunan ilâhi kitapları okurlar. (Beyyine 98/1, 3)

3.Delil, hüccet, burhan anlamında:

 “Medyen halkına da kardeşleri Şu’ayb’ı peygamber olarak gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Rabbinizden size açık bir delil (beyyine) gelmiştir. Artık ölçüyü ve tartıyı tam yapın. İnsanların mallarını eksiltmeyin. Düzene sokulduktan sonra yeryüzünde bozgunculuk etmeyin. İnananlar iseniz bunlar sizin için hayırlıdır.” (A'râf 7/85)

 “Nûh dedi ki: “Ey Kavmim! Söyleyin bakalım; şâyet ben Rabbimden gelen apaçık bir delil (beyyine) üzerinde isem ve O, kendi katından bana bir rahmet vermiş de siz ona karşı kör kalmışsanız, onu istemediğiniz hâlde, biz sizi ona zorlayacak mıyız?” (Hûd 11/28)

“(Şu’ayb), şöyle dedi: “Ey kavmim! Söyleyin bakayım, ya ben Rabbimden gelen açık bir delil üzere isem ve katından bana güzel bir rızık vermişse!. Ben size yasakladığımı kendim yapmak istemiyorum. Ben sadece gücüm yettiğince (sizi) düzeltmek istiyorum. Başarım ancak Allah’ın yardımı iledir. Ben sadece O’na tevekkül ettim ve sadece O’na yöneliyorum.” (Hûd 11/88)

“De ki: “Allah’ı bırakıp da taptığınız ortaklarınızı gördünüz mü? Gösterin bana, onlar yerden ne yaratmışlardır?” Yoksa onların göklerde bir ortaklıkları mı var? Yoksa kendilerine bir kitap verdik de, o kitaptan, açık bir delile (beyyineye) mi sahip bulunuyorlar? Hayır, zalimler birbirlerine aldatmadan başka hiçbir şey vaad etmezler.” (Fâtır 35/40)

“Hani siz vadinin (Medine’ye) yakın tarafında; onlar uzak tarafında, kervansa sizin aşağınızdaydı. (Onlar sayıca sizden öylesine fazla idi ki), şâyet buluşmak üzere sözleşmiş olsaydınız (durumu fark edince) sözleşmenizde ayrılığa düşerdiniz (savaşa yanaşmazdınız). Fakat Allah, olacak bir işi (mü’minlerin zaferini) gerçekleştirmek için böyle yaptı ki, ölen açık bir delil (beyyine) ile ölsün, yaşayan da açık bir delil (beyyine) ile yaşasın. Şüphesiz Allah, elbette hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (Enfal 8/42)

4.Mucize anlamında:

“Andolsun, biz Mûsâ’ya apaçık dokuz mucize (beyyinât) verdik. İsrailoğullarına sor (sana anlatsınlar): Hani Mûsâ onlara gelmiş ve Firavun da ona, “Ben senin kesinlikle büyülendiğini zannediyorum ey Mûsâ!” demişti.” (İsrâ 17/101) Hz. Mûsâ’ya verilen dokuz beyyinenin Hz. Mûsâ’ya ait mûcizeler veya ona verilen dokuz emir mânasına geldiği kabul edilmiştir (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 8/155-157)

"Semûd kavmine de kardeşleri Sâlih’i Peygamber olarak gönderdik. Dedi ki: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka bir ilâh yoktur. Gerçekten size Rabbinizden (benim peygamber olduğumu gösterecek) açık bir delil (beyyine) geldi. İşte size bir mucize olarak Allah’ın şu devesi..." (Arâf 7/73)

Bana, Allah’a karşı sadece gerçeği söylemem yaraşır. Ben size Rabbinizden açık bir delil (mucize-beyyine) getirdim. Artık İsrailoğullarını benimle gönder.” (A’raf 7/105)

“Dediler ki: “Ey Hûd! Sen bize açık bir mucize (beyyine) getirmedin. Biz de senin sözünle ilâhlarımızı bırakacak değiliz. Biz sana iman edecek de değiliz.” (Hûd 11/53)

“(Sâlih), dedi ki: “Ey kavmim! Söyleyin bakayım, eğer ben Rabbim tarafından apaçık bir delil (beyyine) üzerinde isem ve bana tarafından bir rahmet vermişse, O’na karşı geldiğim takdirde beni Allah’tan kim koruyabilir? Demek ki, zarara uğratmaktan başka bana katkınız olmaz.” (Hûd 11/63)

5.Apaçık işâret, ibret anlamında:

"Andolsun biz, aklını kullanacak bir kavm için o memleketten ibret alınacak apaçık bir delil (beyyine) bıraktık." (Ankebût 29/35) (Nazlıgül, Hâbil. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, 1/238)

 

6.Basiret anlamında:

Rabbi katından açık bir delile (beyyineye) dayanan kimse, yalnız dünyalık isteyen kimse gibi midir? Kaldı ki, bu delili Rabbinden bir şâhit (Kur’an) ve bir de ondan (Kur’an’dan) önce bir önder ve bir rahmet olarak (indirilmiş olan) Mûsâ’nın kitabı (Tevrat) desteklemektedir. İşte bunlar ona (Kur’an’a) inanırlar...” (Hûd 11/17)

“Rabbinin katından açık bir belgesi olan kimse, kötü işleri kendisine güzel gösterilen ve nefislerinin arzularına uyan kimseler gibi midir?” (Muhammed 47/14)

İslâm ümmeti hevâsına tabi olmadığı ve kendilerine gelen beyyinât olan âyetleri ve hidâyeti terketmedikleri sürece helâk olmaz.

“De ki: “Budur benim yolum: akla uygun, bilinç ve duyarlıkla donanmış bir kavrayışa dayanarak (basiretle hepinizi) Allah'a çağırıyorum, ben ve bana uyanlar (aynı çağrıyı yapıyoruz)”..." (Yûsuf 12/108)

Basiret bu âyette “beyyine” anlamındadır. Peygamber bu sağlam delil/belge ile insanları Allah’a davet eder. (İbni Teymiyye, A. et-Tefsiru’l-Kebîr, 5/6)

Bazı kavimlere verilen âyetlerin (mucizelerin) “beyyine” olduğu söyleniyor. Bu ifade mucizelerin hem apaçık olduğunu, hem de ilgili kişinin Allah’ın peygamberi olduğunu isbat eden sağlam delil/hüccet olduğunu anlatır.

“İsrailoğullarına sor; biz onlara nice açık mucizeler (beyyine âyetler) verdik. Kendisine geldikten sonra kim Allah’ın nimetini değiştirirse, (bilsin ki) şüphesiz Allah, cezası pek çetin olandır.” (Bekara 2/211)

İsrailoğullarına verilen bu beyyineler; çölde onları bulutlar gölgelemesi, selva ve bıldırcın eti, denizden onlara yol açılması ve düşmanlarının helak edilmesi, çeşitli şer’i hükümler, aralarından pek çok peygamberin seçilmesi, onların delil ve hüccetlerle desteklenmesi v.b. mucizelerdir. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 2/344-345)

“Kendilerine kitap verilenler, ancak kendilerine o apaçık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler.” (Beyyine 98/4)

“İslâm insanın dinî gerçekleri benimseyecek bir yaratılışa sahip bulunduğunu kabul eder ve bu sebeple doktrinlerini sunarken kesin ve ikna edici delillere (beyyinelere) baş vurur. Buna rağmen çeşitli arzu ve ihtiraslar, kötü telkinler, zararlı dış tesirler insanın dinî gerçekleri görmesini ve iradesini bunları benimseme yönünde kullanmasını önleyebilir. Fakat bunlar kişinin seçimini az veya çok zorlaştırsa da onun hürriyetini ortadan kaldırmaz.  

İslâm’ın bu görüşü çeşitli hak-bâtıl tartışmalarında delil olarak kullanılması ilmî bir gelenek halini almış bulunan şu âyette öz ifadesini bulmaktadır:

“...Tâ ki ölümü tercih eden apaçık delili (beyyineyi) görerek ölmüş olsun, yaşamayı tercih eden de apaçık delili (beyyineyi)  görerek yaşamış olsun.” (Enfâl 8/42) (Topaloğlu, Bekir. TDV İslâm Ansiklopedisi, 6/97)

İslâm hukukuna göre ‘beyyine’ olmadan, yani yeterli delil ve isbat olmadan bir kimsenin suçlanması, suçlu ilan edilip ceza verilmesi mümkün değildir.

Beyyine bazı hadislerde sözlük anlamıyla yer almakla birlikte daha çok bir hukuk terimi olarak kullanılmıştır.

Bir hadiste: “İddia edene delil (beyyine) getirmek, inkâr edene de yemin etmek düşer” deniliyor. (Beyhakî, 8/279. Darakutnî, 3/11. Müslim, no: 1171) Bundan dolayı “şâhitlerin şehâdetine” da beyyine denir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 69)

Hadislerde “beyyine” sözü daha çok "dâvâsını ispat için delil getirmek ve şâhit" anlamlarında kullanılmıştır. Nûr 24/6. lian âyetinin inmesine sebep olan olayda Rasûlullah (sav) karısına zinâ isnâdında bulunan ancak ispat için dört şâhit getiremeyen Hilâl b. Umeyye'ye: "Beyyine (dört şâhidini) hazırla  aksi halde sırtını hadde (cezaya hazırla)” buyurdu. (Tecrid-i Sarih (çev.), 11/140)

Nikâhta bulunması gereken şâhitler de hadîste “beyyine” olarak isimlendirilmiştir: “Beyyinesiz (şâhitsiz) nikâh olmaz." (Tirmizî, Nikâh/16) (Nazlıgül, Habil. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, )

Aynı kökten gelen “beyyin”, açık, anlaşılır, güçlü, akla uygun anlamıyla bir

âyette geçiyor. “Kalkıp da, “Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir. O’ndan başkasına asla ilâh demeyiz. Yoksa andolsun ki saçma bir söz söylemiş oluruz.

Şunlar, şu kavmimiz, O’ndan başka tanrılar edindiler. Onlar hakkında açık (beyyin) bir delil getirselerdi ya! Artık kim Allah’a karşı yalan uydurandan daha zalimdir?” dediklerinde onların kalplerine kuvvet vermiştik.” (Kehf 18/15)

 

-Beyyine olarak Kur’an

“Müslümanlar için bir mihenk taşı olan Kur’an Furkan olmasının yanında aynı zamanda “beyyine” bir kitaptır. O mü’minler için, kesin ve sağlam beyyineler (deliller ve huccdetler) içeren tek başvuru kitabıdır.

“Beyyine” nûr gibi kendisi ayan beyân, apaçık olan, başkasını da açıklayan kesin delil demektir. (Yıldız, Abdullah. Kur’an’ı Anlamak Farzdır, s: 62)

 ‘Beyyine’, akla ve duyu organlarına dayalı açık delil olduğuna göre, insanın kişiliğinde, Allah’tan gelen vahyde ve Allah (cc) tarafından yaratılmış evrende beyyineler yüklü âyetler vardır.

İslâma göre iman, gözü kapalı bir kabul ediş, ataların geleneklerine bağlanma, kalabalıklara uyma değildir. Bunun tersine bir ‘beyyine’, yani delilli, isbatlı, açık belgeli bir inanma, ikna olma olayıdır.

Kur’an, kendi âyetlerine ‘beyyine’ diyerek, hepsinin akla ve duyulara dayalı birer açık delil olduğunu, hepsinin birer ilâhi belge olduğunu, karışık ve dolambaçlı ifadeler olmadığıni bildiriyor ve insanlara Allah (cc) katından muhtelif “beyyineler-deliller” geldiğini söylüyor.

İman etmek bir beyyineye, sağlam bir delile, apaçık ilâhi belgelere inanma, ilim olayı; şirk ve küfür ise bir beyyinesizlik ve bilgisizlik olayıdır. Allah’ı inkâr veya O’na şirk koşmanın temelinde, varlığı ve kâinatı dolduran sayısız beyyine’yi, âyetleri gereği gibi değelendirememe yanlışlığı vardır.

Apaçık belge, kesin delil, açıklayıcı mesaj, hak ile bâtılın arasını ayırdeden ölçü olan beyyine’nin şu âyette Kur’an’a veya hz. Muhammede işaret ettiği görüşü var.

De ki: “Sizin, Allah’tan başka ibadet ettiğiniz şeylere ibadet etmem bana kesinlikle yasaklandı. Ben sizin arzularınıza uymam. (Uyarsam) o takdirde sapmış olurum, hidâyete erenlerden olmam.”

De ki: “Şüphesiz ben, Rabbimden (gelen) kesin bir belge (beyyine) üzereyim. Siz ise onu yalanladınız. Sizin acele istediğiniz azap benim elimde değil. Hüküm yalnızca Allah’a aittir. O, hakkı anlatır. O, hakkı batıldan ayırt edenlerin en hayırlısıdır.” (En'âm 6/57)

Yani “ben açık delillerle ve dosdoğru şâhitlerle biliyorum ki Allah’tan başka tapılacak ma’bud yoktur. Ama ne yazık ki ey müşrikler! Siz bu gerçeği yalanlıyorsunuz. Bile bile Allah’a ortak koşuyorsunuz.” (Zemahşeri, Ö. b. Muhammed. El-Keşşaf, 2/29) “Bunlar, Allah’ın (cc) sadece kendisine ibadet etmem, putlara kulluktan yüz çevirmem gerektiğini kesinleştiren delillerdir.” (Mukatil b. Süleyman, Tefsir, 1/349)

“Ben bana beyân edilen ve Rabbimden gelen sağlam delil ve burhan üzereyim. Ki bu beyyine bana hiç bir şeyi ortak koşmadan kulluğu yalnızca Allah’a has kılmamı işaret ediyor.” (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 5/209)

Beyyine burada, kesin delil ve burhan, hak ile bâtılın arasını ayıran kesin belge (hüccet) demektir. (Kurtubî, M. b. Ahmed.  el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1194)

İbni Abbas’tan nakledildiğine göre Nadr b. Haris başta olmak üzere Kureyş’ten bazıları bir gün Peygamber’in azap haberiyle alay ettiler. Nadr b. Haris Kâbe’nin yanında ayağa kalktı ve ona: “Ey Muhammed, Eğer (Rabbinin) dediği hak ise haydi bize azabı getir” dedi. Bunun üzerine bu âyet indi. (el-Cevzî, A. b. Muhammed. Zâdu’l-Mesîr, s: 441)

Bir görüşe göre âyette geçen “beyyine”, Kur’an’a veya nübüvvete delâlet eder. (Âlûsî, Ruhu’l-Beyân 7/168. Kurtubî, M. b. Ahmed.  el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1194)

Peygamber inkârcılara, “Ben, size katılmadığım konularda Allah’tan gelen apaçık deliller üzereyim” demelidir. Şâhitlerin yaptığı tanıklığa “beyyine” denmesi bu manadan kaynaklanır. Kur’an bir çok aklî ve kevnî (varoluşsal) delil/kanıt türlerini içeren bir “beyyine”dir. O, insanlar bir benzerini getirmekten aciz olduğu, kesin olarak Allah (cc) katından gelmiş olan bir çok hüccet (sağlam delil), yani beyyine ile desteklidir. (Abduh, M.-Rıza, R. Menâr Tefsiri (çev.), 8/21)

 “Kitap ehlinden inkâr edenler ile Allah’a ortak koşanlar, kendilerine apaçık delil (beyyine) gelinceye kadar (küfürden) ayrılacak değillerdi.

(İşte o apaçık delil/beyyine) Allah tarafından gönderilen ve en doğru hükümleri içinde bulunduran tertemiz sahifeleri okuyan bir elçidir.” (Beyyine 98/1-3)

Bazı tefsircilere göre buradaki “beyyine” Kur’an’dır. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 12/655)

Bazılarına göre de “beyyine” burada hz. Muhammedi ve onun peygamberliğini işaret etmektedir. (el-Cevzî, A. b. Muhammed. Zâdu’l-Mesîr, s: 1575. Tabâtabâî, M. Hüseyin. el-Mizân, 20/477. Kurtubî, M. b. Ahmed.  el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/3356)

Müşrikler ve ehl-i kitap o peygamber oluncaya kadar hakikatten uzaktırlar. O peygamber olarak görevlendirildikten sonra onların bazısı iman etti, bazısı inkârcı olmaya devam ettiler. (Nesefî, A. b. Mahmud. Medâriku’t-Tenzîl, 3/667)

Bir görüşe göre “beyyine” burada da hakkı beyân ve isbat edecek açık ve kesin delil veya mucize demektir.” (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 9/355)

 “İnanmayanlar, “Doğru söylediğine dair bize Rabbinden açık bir âyet (bir mucize) getirse ya!” dediler. Önceki kitaplarda olanların apaçık delili (beyyinesi olan Kur’an) onlara gelmedi mi?” (Tâhâ 20/133)

Bu âyetteki “beyyine”den maksat Kur’an’dır. Ki Allah (cc) onu ümmî olan, yazı yazmayı ve ehl-i kitaptan ders almayan hz. Muhammed’e indirdi. Şüphesiz bu Kur’an, bundan başka mucize ve ilâhi belge isteyenlere yeter de artar.

Kendilerine okunan kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmedi mi? Şüphesiz bunda inanan bir kavim için bir rahmet ve bir öğüt vardır.” (Ankebût 29/51)

Bir hadiste Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Her peygambere mutlaka, (vuku bulduğunda) iman edilen mucizeler verilmiştir. Bana verilen (mucize) ise Allah’ın bana vahyettiği (Kur’ân) dır. Kıyâmet günü, (diğer peygamberler içinde) bağlıları en fazla olanın ben olacağımı umuyorum.” (Buhârî, İ’tisâm/1 no: 7274, F. Kur’an/1 no: 4981)

Tâhâ 20/133.de söz konusu edilen en muazzam âyetlerdem maksat, hz. Muhammed’e indirilen Kur’an’dır. Onun mucize yönleri ise hesap edilemeyecek kadar çoktur. (İbni Kesir, E. Muhtasar Tefsir, 2/500)

“Onlara, önce mucize (âyet) isteyip de sonra onu inkâr eden önceki kavimlerin haberlerini beyân eden Kur’an gelmedi mi? Şimdi de sırf iş olsun diye mucize isteyenlerin akıbeti öncekilerin hali gibi olmaz mı?” (el-Cevzî, A. b. Muhammed. Zâdu’l-Mesîr, s: 923)

Önceki kitaplar kasıt İncil, Tevrat, Zebur ve suhuf halinde indirilen ilâhi kitaplardır. Onlarda hz. Peygamberin nübüvveti ve onun geleceği müjdesi vardı. Kur’an’ı inkâr edenler, en azından ehl-i kitap bu semâvî kitapların doğru söylediğini itiraf ederler. Bu kitaplar onların peygamber olarak kabul etmedikleri hz. Muhammed’in nübüvveti savunurlar.

Bir başka görüşe göre bu âyetin anlamı; O inkârcılara, kâfir olan ve beyyineleri (ilâhi delilleri veya mucizeleri) reddedenlerin helâk edildiği haberi onlara gelmedi mi? Bugün de Kur’an ile gelen mesajları inkâr edenlerin hali onların haline benzeyebilir. Ya da onlara icaz açısından en büyük ve âyetlerin ana kaynağı olan kitap, yani Kur’an gelmedi mi? O Kur’an ki, diğer indirilmiş kitaplarda mevcut olanların burhanı, delilidir. (Şevkânî, A. b. Muhammed. Fethu’l-Kadîr, s: 1087)

Kur’an bir gerçeğin altını daha çiziyor: Size, yani hem Kur’an’ın ilk muhataplarına, hem de sonradan gelen herkese Allah’tan “beyyine” geldi. Zımnen: O halde hangi bahaneyi ileri sürebilirsiniz?

 “Kitap, yalnız bizden önceki iki topluluğa (yahudilere ve hıristiyanlara) indirildi. Biz onların okumalarından habersiz idik” demeyesiniz, yahut, “Eğer bize kitap indirilseydi, biz onlardan daha çok doğru yolda olurduk” demeyesiniz, diye bu Kur’an’ı indirdik.

İşte size Rabbinizden apaçık bir delil (beyyine), bir hidâyet ve bir rahmet geldi. Artık Allah’ın âyetlerini yalanlayan ve (insanları) onlardan çeviren kimseden daha zalim kimdir!? İnsanları âyetlerimizden alıkoymaya kalkışanları, yapmakta oldukları engellemeden dolayı azabın en kötüsü ile cezalandıracağız.” (En'âm 6/I57)

Allah’tan vahiy yoluyla gelen beyyineler, âyetler nûr gibi apaçıktırlar. Açık belgedirler, anlaşılır delillerdir. Onlar aynı zamanda birer mucize, hakkı batıldan ayıran kesin isbattırlar.

Burada “beyyine”, “rahmet” ve “hüdâ” peşpeşe birlikte geldi. Başka âyetlerde Kur’an’a “hüdâ ve rahmet” denildiğine göre (Bekara 2/1-2. İsrâ 17/9. Lukman 31/1. A’raf 7/52, 203. Yûnus 10/57. Yûsuf 12/111 v.d.), bu “beyyine” Kur’an’ı işaret ediyor diyebiliriz.

Her türlü mazereti kökünden kesecek olan kesin cevap işte budur. Çünkü Kur’an, bir çok yönden mükemmel ve muazzam bir beyyinedir. Âyette beyyine, rahmet ve hüdâ kelimelerinin belirlilik takısı olmadan (nekra) gelmesi tazim içindir. Çünkü “beyyine” demek, hakkın ortaya çıkmasına vesile olan şey demektir. Kur’an; akaid  konusunda hakikatı sağlam delillerle beyân eder. Kur’an; fazilet âdap, şeriatın esasları ve temel hükümleri, insanı ve toplumu ıslah eden şeyleri açıklar. Kur’an, üzerinde derin düşünen ve hakkını vererek okuyan kimse için hidâyet ve rahmettir. (Abduh, M.-Rıza, R. Menâr Tefsiri (çev.), 8/593)

Kur’an kendisine iman edip de hükümlerini anlamaya ve anlatmaya gayret edenlere, rakipleriyle tartışmaları veya muhataplarını düşünmeye, muhakeme etmeye davet etmeleri için kesin ve sağlam deliller sunar. (Yıldız, Abdullah. Kur’an’ı Anlamak Farzdır, s: 62)

Kur’an “burhan”ı da beyyine anlamında kullanıyor.

Ey insanlar! Size Rabbinizden kesin bir delil (burhan) geldi ve size apaçık bir nûr (Kur’an) indirdik.

Allah'a iman edip O'na sımsıkı sarılanlara gelince, Allah onları kendinden bir rahmet ve lütuf (deryası) içine daldıracak ve onları kendine doğru (giden) bir yola götürecektir.” (Nisâ 4/174-175)

 

-Beyyinât

“Beyyine”nin çoğulu olan beyyinât Kur’an’da elli iki yerde tekrarlanmakta ve genellikle “âyetler” mânasına gelmekte veya âyât-âyetler kelimesini nitelemektedir. (Topaloğlu, Bekir. TDV İslâm Ansiklopedisi, 6/97)

Beyyinât ya âyetleri, ya ilâhi kitapları ya da Allah’ın kullarına yaptığı nasihatları ifade eder. (el-Isfehânî, Rağıb. El-Müfredat, s: 89)

Ramazan ayından söz eden âyet; (O sayılı günler), insanlar için bir hidâyet rehberi, doğru yolun ve hak ile batılı birbirinden ayırmanın apaçık delilleri (beyyinât) olarak Kur’an’ın kendisinde indirildiği Ramazan ayıdır. Öyle ise içinizden kim bu aya ulaşırsa, onu oruçla geçirsin...” (Bekara 2/185) biri diğerinin sebebi olan iç içe geçmiş unsurlardan oluşur. Buna göre: 1.Ramazan’ın sebebi Kur’an’dır. 2.Kur’an’ın sebebi hidâyat, yani rehberliktir, hem de bütün insanlığa. 3.Hidâyetin sebebi “beyyinât” ve “furkan”dır. Hidâyet ancak bunlarla gerçekleşir.

Beyyinât, “tezini isbata yeterli olan hakikatin apaçık belgeleri” anlamına gelir. Furkan ise “hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan, adaleti zulümden, iyiyi kötüden seçip ayırma niteliği ya da yeteneği” anlamına gelir.

Kur’an’ın rehberliği ancak beyyinât ve furkan ile gerçekleşir. Bunların birincisi olan beyyinât Kur’an’ın kendisinde sunduğu, ikincisi olan furkan ise muhatabında inşa ettiği bir niteliktir. Ancak Kur’an’ın inşa ettiği bir tasavvur ve akıl ”furkan” olma vasfını elde eder. Böyle bir tasavvur ve akılla bakan göz ancak beyyinâtın delâlet ettiği hakikatleri yerinde görür ve kavrar.” (İslâmoğlu, M. Sözün Gücü mü Gücün Sözü mü, s: 173)

Kur’an, beyyinâtı üç şekilde kullanıyor:

Birincisi; “el-beyyinât” şeklinde müstakil olarak, bir anlamda Allah’a nisbet edilerek gelen hakikatlar.

İkincisi; “el-beyyinât” olarak ve daha çok nübüvvetle ilgili konularda âyetler, mucizeler, deliller ve vahiy anlamında kullanıyor.

Üçüncüsü; âyât ile birlikte. Bu da yine peygamberlere verilen âyetlerin bir sıfatı olarak kullanılıyor. Şimdi her üçüne de örnekler verelim.

Birinci çeşit kullanıma örnekler:

“Kendilerine apaçık deliller (beyyinât) geldikten sonra parçalanıp ayrılığa (tefrikaya)  düşenler gibi olmayın. İşte onlar için büyük bir azap vardır.” (Âli İmran 3/105)

  İman ettikten, Peygamberin hak olduğuna şâhitlik ettikten ve kendilerine açık deliller (beyyinât) geldikten sonra inkâr eden bir toplumu Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah, zalim toplumu doğru yola iletmez. (Âli İmran 3/86)

“İndirdiğimiz apaçık delilleri (beyyinât’ı) ve hidâyeti Kitap’ta açıklamamızdan sonra onları gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet etme konumunda olanlar lânet eder.” (Bekara 2/159)

“Size apaçık deliller (beyyinât) geldikten sonra, eğer yine de yan çizerseniz, bilin ki Allah, gerçekten mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Bekara 2/209)

“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve beraberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere kitapları hak olarak indirdi.

Kendilerine apaçık âyetler (beyyinât) geldikten sonra o konuda ancak; kitap verilenler, aralarındaki kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Bunun üzerine Allah iman edenleri, kendi izniyle, onların hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe iletti. Allah, dilediğini doğru yola iletir.” (Bekara 2/213)  

“(Cehennem bekçileri) derler ki: “Size peygamberleriniz beyyinât getirmemiş miydi?” Onlar, “Evet, getirmişti” derler. (Bekçiler), “Öyleyse kendiniz yalvarın” derler. Şüphesiz kâfirlerin duası boşunadır.” (Mü’min 40/50)

Onlara (İsrailoğullarına) din işi konusunda beyyinât (açık deliller) verdik. Ama onlar ancak kendilerine bilgi geldikten sonra, aralarındaki hasetten dolayı ayrılığa düştüler. Şüphesiz Rabbin, hakkında ayrılığa düştükleri şeyler konusunda kıyâmet günü, aralarında hüküm verecektir.” (Câsiye 45/17)

“Sihirbazlar şöyle dediler: “Bize gelen beyyinâta (apaçık delillere) ve bizi yaratana seni asla tercih etmeyeceğiz. Artık sen vereceğin hükmü ver. Sen ancak bu dünya hayatında hüküm verirsin.” (Tâhâ 20/72)

 

İkinci çeşit kullanıma örnekler:

Allah (cc) İsa’ya (as) beyyinât verdi ve Ruhu’l-Kudüs ile destekledi.

 Andolsun, Mûsâ’ya Kitab’ı (Tevrat’ı) verdik. Ondan sonra ard arda peygamberler gönderdik. Meryem oğlu İsa’ya beyyinât (mucizeler) verdik. Onu Ruhu’l-Kudüs (Cebrail) ile destekledik. Size herhangi bir peygamber, hoşunuza gitmeyen bir şey getirdikçe, kibirlenip (onların) bir kısmını yalanlayıp bir kısmını da öldürmediniz mi?” (Bekara 2/87. Ayrıca bkz: Bekara 2/253. Zuhruf 43/63)

Hz. İsa beyyinât getirdiği zaman kavminden inkâr edenler: “bu apaçık bir sihirdir” dediler. (Mâide 5/110)

“Hani, Meryem oğlu İsa, “Ey İsrailoğulları! Şüphesiz ben, Allah’ın size, benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici (olarak gönderdiği) peygamberiyim” demişti. Fakat (İsa) onlara beyyinâtı (apaçık mucizeleri) getirince, “Bu, apaçık bir sihirdir” dediler.” (Saff 61/6)

Hz. Îsâ’ya verilen beyyineler yine aynı âyette “hikmet” diye tefsir edilmiştir. (Topaloğlu, Bekir. TDV İslâm Ansiklopedisi, 6/97)

Allah (cc) hz. Musa’ya da çeşitli beyyinât verdi. Bunlar onu destekleyen mucizeler olduğu gibi, Tevrat da olabilir. Zira o hasımlarıyla bunlarla mücadele ettiği gibi, kavmini de bunlarla yetiştirmeye çalıştı.

“Kârûn’u, Firavun’u ve Hâmân’ı da helâk ettik. Andolsun, Mûsâ kendilerine beyyinât (apaçık mucizeler) getirmişti de yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Oysa bizi geçip (azabımızdan) kurtulamazlardı.” (Ankebût 29/39)

“Andolsun, Mûsâ size beyyinât (açık mucizeler) getirmişti de, arkasından sizler nefislerinize zulüm ederek buzağıyı ilâh edinmiştiniz. (Bekara 2/92)

“Kitap ehli, senden kendilerine gökten bir kitap indirmeni istiyorlar. (Buna şaşma!) Mûsâ’dan, bundan daha büyüğünü istemişler ve “Allah’ı bize açıkça göster” demişlerdi. Böylece zulümleri sebebiyle onları yıldırım çarptı.

Sonra kendilerine beyyinât (apaçık deliller) gelmesinin ardından (tuttular) buzağıyı tanrı edindiler. Biz bunu da affettik ve Mûsâ’ya apaçık bir güç ve yetki verdik.” (Nisâ 4/153)

“Firavun ailesinden, imanını gizlemekte olan mü’min bir adam şöyle dedi: “Rabbim Allah’tır, dediği için bir adamı öldürecek misiniz? Hâlbuki o, size Rabbinizden beyyinât (apaçık belgeler/mucizeler) getirdi. Eğer yalancı ise, yalanı kendi aleyhinedir. Eğer doğru söylüyorsa, sizi tehdit ettiği şeylerin bir kısmı başınıza gelecektir.

Şüphesiz Allah, aşırı giden, yalancılık eden kimseyi doğru yola eriştirmez.” (Mü’min 40/28)  

Hz. Yûsuf da Firavun ve kavmine beyyinât getirmişti.

“Andolsun, daha önce Yûsuf da size apaçık deliller (beyyinât) getirmişti de, onun size getirdikleri hakkında şüphe edip durmuştunuz. Daha sonra o ölünce de, “Allah, ondan sonra aslâ peygamber göndermez” demiştiniz. İşte Allah, aşırı giden şüpheci kimseleri böyle saptırır.” (Mü’min 40/34)

Aslında Allah (cc) bütün peygamberlere onları destekleyici, kavimlerini ikna edici beyyinât vermiştir.

“İşte memleketler! Onların haberlerinden bir kısmını sana anlatıyoruz. Andolsun, peygamberleri onlara apaçık deliller (beyyinât) getirmişti. Fakat onlar daha önce yalanladıklarına inanacak değillerdi. Allah, kâfirlerin kalplerini işte böyle mühürler.” (A’raf 7/101)

 “(Yine) onlar, yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin sonunun nasıl olduğuna bakmadılar mı? Onlar kendilerinden daha kuvvetli idiler. Yeryüzünü sürüp işlemişler ve orayı kendilerinin imar ettiğinden daha çok imar etmişlerdi. Onlara da peygamberleri apaçık deliller (beyyinât) getirmişlerdi. Allah, onlara asla zulmediyor değildi. Fakat onlar kendilerine zulmediyorlardı.” (Rûm 30/9)

“Onlara kendilerinden öncekilerin; Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin; İbrahim’in kavminin; Medyen halkının ve yerle bir olan şehirlerin haberleri ulaşmadı mı? Peygamberleri onlara beyyinât (apaçık mucizeler) getirmişti. (Ama inanmadılar, Allah da onları cezalandırdı.) Demek ki Allah onlara zulmediyor değildi, ama onlar kendilerine zulmediyorlardı.” (Tevbe 9/70) 

“Sizden önceki Nûh, Âd, ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonrakilerin –ki onları Allah’tan başkası bilmez- haberi size gelmedi mi? Onlara peygamberleri beyyinât (apaçık deliller) getirdiler de onlar (öfkeden parmaklarını ısırmak için) ellerini ağızlarına götürüp, “Biz sizinle gönderileni inkâr ediyoruz. Bizi çağırdığınız şeyden de derin bir şüphe içindeyiz” dediler.” (İbrahim 14/9) 

“Onlar yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden öncekilerin akıbetlerinin nasıl olduğuna bakmadılar mı? Onlar, kendilerinden daha güçlü ve yeryüzündeki eserleri daha üstündü. Böyle iken Allah, günahları sebebiyle onları yakaladı. Onları Allah’ın azabından koruyacak hiç kimse olmadı.

Bunun sebebi şu idi: Peygamberleri onlara beyyinât (apaçık belgeler) getiriyorlardı da onlar inkâr ediyorlardı. Bu yüzden Allah da onları yakalayıverdi. Şüphesiz O, güçlüdür, cezası da çok şiddetlidir.” (Mü’min 40/22)

“Daha önce inkâr edip de inkârlarının cezasını tadanların haberi size gelmedi mi? Onlar için elem dolu bir azap da vardır.

Bu, peygamberlerinin, onlara beyyinât (apaçık mucizeler) getirmeleri ve onların da, “(Bizim gibi) insanlar mı bizi doğru yola iletecekmiş?” deyip de inkâr etmeleri ve yüz çevirmeleri sebebiyledir. Allah da hiçbir şeye muhtaç olmadığını göstermiştir. Allah, her bakımdan sınırsız zengindir, övgüye lâyıktır.” (Teğâbun 64/5-6)

“Onlar, “Allah, bize, ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe hiçbir peygambere inanmamamızı emretti” dediler. De ki: “Benden önce size nice peygamberler, beyyinâtı (açık belgeleri) ve sizin dediğiniz şeyi getirdi. Eğer doğru söyleyenler iseniz, niçin onları öldürdünüz?” (Âli İmran 3/183)

“(Resûlüm!) Eğer seni yalancılıkla itham ettilerse (yadırgama); gerçekten, senden önce apaçık mucizeler (beyyinât), sahifeler ve aydınlatıcı kitap getiren nice peygamberler de yalancılıkla itham edildi.” (Âli İmran 3/184)

“Bundan dolayı İsrailoğullarına (Kitap’ta) şunu yazdık: “Kim, bir insanı, bir can karşılığı veya yeryüzünde bir bozgunculuk çıkarmak karşılığı olmaksızın öldürürse, o sanki bütün insanları öldürmüştür. Her kim de birini (hayatını kurtararak) yaşatırsa, sanki bütün insanları yaşatmıştır.

Andolsun ki, onlara resûllerimiz beyyinât (apaçık deliller/mucize ve âyetler) getirdiler. Ama onlardan birçoğu bundan sonra da (hâlâ) yeryüzünde aşırı gitmektedir.” (Mâide 5/32)

“Andolsun, sizden önceki nice nesilleri peygamberleri, kendilerine beyyinât (apaçık deliller) getirdikleri hâlde (yalanlayıp) zulmettikleri vakit helâk ettik. Onlar zaten inanacak değillerdi. İşte biz suçlu toplumu böyle cezalandırırız.” (Yûnus 10/13)

“Sonra, onun ardından birçok peygamberi kendi toplumlarına gönderdik. Onlara beyyinât (apaçık mucizeler, sağlam deliller) getirdiler. Fakat onlar önceden yalanlamakta oldukları şeye inanacak değillerdi. İşte biz haddi aşanların kalplerini böylece mühürleriz.” (Yûnus 10/74)

“Andolsun, senden önce biz nice peygamberleri kendi kavimlerine gönderdik. Peygamberler onlara beyyinât (apaçık mucizeler, âyetler) getirdiler. Biz de suç işleyenlerden intikam aldık. Mü’minlere yardım etmek ise üzerimizde bir haktır.” (Rûm 30/47)

“Andolsun, biz elçilerimizi beyyinât gönderdik ve beraberlerinde kitabı ve mizanı (ölçüyü) indirdik ki, insanlar adaleti yerine getirsinler. Kendisinde müthiş bir güç ve insanlar için birçok faydalar bulunan demiri yarattık (ki insanlar ondan yararlansınlar). Allah da kendisine ve Resûllerine gayba inanarak yardım edecekleri bilsin. Şüphesiz Allah kuvvetlidir, mutlak güç sahibidir.” (Hadid 57/25)

Bunlar tenzilî (indirilen) âyetlerdir ve tekvinî (varlıktaki) âyetleri ve Peygamberler aracılığıyla gösterilen harikulâde durumları (mucizeleri) gösterirler. (Çelik, Muhammed. Kur’an Kur’an’ı Tanımlıyor, s: 216)

“(Ey Muhammed!) Eğer seni yalanlıyorlarsa bil ki, onlardan öncekiler de peygamberlerini yalanlamışlardı. Oysa peygamberleri onlara apaçık delilleri (beyyinât’ı), sahifeleri ve aydınlatıcı kitabı getirmişlerdi.” (Fâtır 35/25)

“Peygamberleri onlara beyyinât (apaçık deliller, ilâhi mesajlar) getirince, sahip oldukları bilgi ile şımardılar (ve onları alaya aldılar). Sonunda alaya almakta oldukları şey kendilerini sarıverdi.” (Mü’min 40/83)

Görüldüğü gibi pek çok âyette başta hz.  Musa ve İsa olmak üzere peygamberlere beyyinât verildiği söyleniyor. Bütün bu âyetlerde geçen beyyinâtı sadece mucize olarak anlamak sanırım yeterli değildir. Bu kavram bu âyetlerde mucize anlamına geldiği gibi, beyyinât’ın taşığı bütün anlamlarda kullanılmış olabilir. Zaten Allah’tan gelen her ne ise, onun bir de mucizevî yönü vardır.

 

Üçüncü çeşit kullanıma örnekler:

“Onda (Mescid-i Haram’da) apaçık deliller (beyyinât âyetler), Makam-ı İbrahim vardır. Oraya kim girerse, güven içinde olur. Yolculuğuna gücü yetenlerin haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır. Kim inkâr ederse (bu hakkı tanınmazsa), şüphesiz Allah bütün âlemlerden müstağnidir. (Kimseye muhtaç değildir, her şey O’na muhtaçtır.)” (Âli İmran 3/97)

Burada beyyinât makam-ı İbrâhim başta olmak üzere Kâbe’de bulunan ve “ibret verici hâtıralar taşıyan tarihî belgeler” mânasında kullanılmıştır. (Topaloğlu, Bekir. TDV İslâm Ansiklopedisi, 6/97)

“Allah’a ve Resûlüne düşmanlık edenler, kendilerinden öncekilerin alçaltıldığı gibi alçaltılacaklardır. Oysa biz apaçık (beyyinât olan) âyetler indirdik. Kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır.” (Mücâdile 58/5)

“Mûsâ, onlara delillerimizi apaçık olarak getirince onlar, “Bu, ancak uydurulmuş bir sihirdir. Biz geçmiş atalarımızın zamanında böyle bir şeyin varlığını duymadık” dediler.” (Kasas 28/36)

“Andolsun, biz Mûsâ’ya beyyinât (apaçık olan) dokuz mucize (âyet) verdik. İsrailoğullarına sor (sana anlatsınlar): Hani Mûsâ onlara gelmiş ve Firavun da ona, “Ben senin kesinlikle büyülendiğini zannediyorum ey Mûsâ!” demişti.” (İsrâ 17/101)

Bir kaç âyette “bizim beyyinât olan âyetlerimiz” şeklinde geçiyor. Buradaki beyyinâtı apaçık, anlaşılır, kuvvetl delil, mucizevî ve elbette ikna edici olarak anlamak mümkün.

“Âyetlerimiz kendilerine apaçık birer delil (beyyinât) olarak okunduğunda, (öldükten sonra) bize kavuşmayı ummayanlar, “Ya (bize) bundan başka bir Kur’an getir veya onu değiştir” dediler. De ki: “Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir. Ben ancak bana vahyolunana uyarım. Eğer Rabbime isyan edecek olursam, elbette büyük bir günün azabından korkarım.” (Yûnus 10/15)

“Âyetlerimiz kendilerine apaçık bir şekilde okunduğu zaman, inkâr edenler, inananlara, “İki topluluktan hangisinin bulunduğu yer daha hayırlı meclis ve mahfili daha güzeldir?” dediler.” (Meryem 19/73)

Kendilerine âyetlerimiz açık açık okunduğu zaman, o kâfirlerin yüz ifadelerinden inkârlarını anlarsın. Neredeyse, kendilerine âyetlerimizi okuyanlara hışımla saldıracaklar. De ki: “Şimdi size bu durumdan daha beterini haber vereyim mi: Ateş.. Allah, onu kâfirlere vaad etti. Ne kötü varış yeridir orası!” (Hac 22/72 Ayrıca bkz: Câsiye 45/25. Sebe’ 34/43)

İki yer hariç beyyinâtların hepsi belirlilik taskısı”el” ile veya sıfat tamlaması “âyâtün beyyinâtün” şeklinde gelmişlerdir. Bu da beyyinât olarak nitelenen şeyin özel, belirli olduğunu ifade eder. Buna göre onlar sıradan belgeler değil, Allah’tan gelen apaçık, anlaşılır, beyân olunmuş, sağlam, ikna edici, hidâyete erdirici, yani yol gösterici, davet ve tebliğ davasını ortaya koyan, bunu destekleyen sağlam deliller veya mucizevi, ilâhi mesajlardır veya lütuflardır.

 

-Beyyinât olarak Kur’an

Bunlardan hz. Muhammed’in, onun peygamberliğinin, ona vahyedilmesinin söz konusu edildiği âyetlerdeki beyyinâtın Kur’an’la ilgili  olduğunu veya onu işaret ettiğini söyleyebiliriz. Değil mi Kur’an hem ilâhi belge, sağlam delil, Allah’tan insanlara gönderilen hüccet/burhan, aynı zamanda mucizedir.

 “Senden önce de ancak, kendilerine vahyettiğimiz birtakım erkekleri peygamber olarak gönderdik. Eğer bilmiyorsanız ilim sahiplerine sorun.

(O peygamberleri) beyyinât (apaçık belgeler) ve zübur ile (kitaplarla) gönderdik. İnsanlara, kendilerine indirileni açıklaman ve onların da (üzerinde) düşünmeleri için sana bu Zikri (Kur’an’ı) indirdik.” (Nahl 16/43-44)

Burada Kur’an’a işaret edildiği söylenebilir. (el-Isfehânî, Rağıb. el-Müfredât, s: 89. el-Cevzî, A. b. Muhammed. Zâdu’l-Mesîr, s: 778) Âyetteki beyyinât ve zübur peygamberlik işini kapsayan iki kelimedir. Zira Peygamberlere verilen beyyinât mucize anlamıyla onların davalarında sâdık olduklarını destekler. Beyyinât aynı zamanda şeriatın ve insanın görevlerinin açıklanmasıdır. (el-Hâzin, M. b. İbrahim. Tefsir, 3/78)

“Apaçık deliller” anlamıyla beyyinât “peygamberlerin doğruluğunu isbatlayan aklî ve mucizevî deliller demektir. Zübur (tekili: zebur) “Allah’ın peygamberlere indirdiği bilgilerin yazılı olduğu kutsal kitaplar” olarak açıklanıyor. Peygamber’e indirilen Kitap ise âyette “zikr” kelimesiyle anılıyor.

Peygamberler kendilerinin sadık olduğunu isbat edici mahiyette delillerle, hüccetlerle, mucizelerle desteklenmişlerdir. Ayrıca bir kısmına yeni bir kitap gönderilmek, bir kısmı da önceki bir peygambere gönderilen kitabın hükmünü uygulamakla görevli kılınarak bütün peygamberlere ilâhi kitap verilmiştir. Hz. Muhammed’e de Kur’an indirilmişti. Peygamberin görevi de bu indirilen Kur’an’ı açıklamaktır (beyân etmektir). (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 3/357)

Peygamber (sav) de kendisine gelen “beyyinât”a uymak zorundadır.

De ki: “Rabbimden bana apaçık deliller (beyyinât) gelince, Allah’ı bırakıp da taptıklarınıza tapmam bana yasaklandı ve bana, âlemlerin Rabbine teslim olmam emredildi.” (Mü’min 40/66)

Burada Peygamber’e indirilen apaçık delillerden maksat Tevhid’i isbat eden aklî ve naklî delillerdir. (Şevkânî, A. b. Muhammed. Fethu’l-Kadîr, s: 1529) Bunlar Allah’tan başkasına ibadet etmeyi iptal eden ve sadece O’na ibadeti sabitleştiren hüccet ve kanıtlardır. (el-Cezâirî, Ebu Bekr. Eyseru’t-Tefâsîr, s: 1588)

Beyyinât burada “Allah’ın Rasûlüne indirdiği kitabın âyetleri” (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 11/75),

ya da “vahiy ve hidâyet” (İbni Atıyye, Abdulhak. el-Muharriu’l-Vecîz, s: 1642) şeklinde de açıklanmış.

Peygamber (sav) Allah’tan kendisine beyyinât (âyetler) gelmeden önce de aklî delillere dayanarak putlara tapmaktan uzak durmuştu. Fakat beyyineler (açık kanıtlar) aklî delilleri destekleyip daha da güçlendirdiğinde vahyi de içine almış olur. Böylece âyette her iki delile de işaret eden bir ifade kullanılmıştır. (Zemahşerî, Ö. b. Muhammed. el-Keşşaf, 4/172)

Bazılarına göre buradaki beyyinât Kur’an’ı işaret etmektedir. Nitekim bir kaç âyette bu tekrar vurgulanıyor.

“Andolsun ki sana beyyinât (apaçık olan) âyetler indirdik. (Ey Muhammed!) Onları ancak fâsıklar inkâr eder.” (Bekara 2/99)

“Yani, sana, senin peygamberliğine delâlet eden çak açık alâmetler indirdik.” (Şevkânî, A. b. Muhammed. Fethu’l-Kadîr, s: 94) Sen onları muhataplarına haber veriyorsun. Yanlarında ümmi bir kimse olduğun halde. Eğer bilebilseler, bunda onlar için bir ibret ve (senin davanın hak olduğunu isbat edecek olan) bir beyân vardır. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 1/486)

Bu indirilen âyetler çok açık, anlaşılır olduğu gibi, helâlı ve haramı, dinî hükümleri ve ölçüleri de açıklığa kavuşturuyor. (el-Hâzin, M. b. İbrahim. Tefsir, 1/63)

Burada Peygamber’e indirilen apaçık âyetler elbette Kur’an’dır. (Mukatil b. Süleyman, Tefsir, 1/66. el-Cezâirî, Ebu Bekr. Eyseru’t-Tefâsîr, s: 59) Bu da onun Allah tarafından inzâl edildiğinin, mucize ve anlaşılır bir kitap olduğunun belgesidir.

Hz. Muhammed’e beyyinât olan Kur’an’ın indirilmesindeki amaç insanları bâtılın/küfrün karanlıklarından, yani zulumâttan, hakkın/imanın aydınlığına, yani nûr’a iletmektir.  

 O, sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kuluna (Muhammed’e) apaçık âyetler (beyyinât) indirendir. Şüphesiz Allah, size karşı çok esirgeyici, çok merhametlidir.” (Hadid 57/9)

Bazılarına göre burada Peygambere indirilen açık, anlaşılır, sağlam delil olan âyetler Kur’an’dır ve onun âyetleridir. (Şevkânî, A. b. Muhammed. Fethu’l-Kadîr, s: 1704. el-Cevzî, A. b. Muhammed. Zâdu’l-Mesîr, s: 1397. Mukatil b. Süleyman, Tefsir, 3/321)

 “İman ettikten, Peygamberin hak olduğuna şâhitlik ettikten ve kendilerine açık deliller (beyyinât) geldikten sonra inkâr eden bir toplumu Allah nasıl doğru yola eriştirir? Allah, zalim toplumu doğru yola iletmez.” (Âli İmran 3/86)

Ayrıca Kur’an beyyinât (apaçık) olan âyetler halinde indirildiği söyleniyor.

“Böylece biz Kur’an’ı apaçık âyetler hâlinde indirdik. Şüphesiz Allah, dilediğini doğru yola iletir.” (Hac 22/16)

Öyleyse Kur’an beyyinâttır. Yani hem apaçık, anlaşılır, hem insanın yeryüzündeki görevlerini açıklayıcı, hem de sağlam olduğunda şüphe olmayan bir kitaptır.

“Bu, bizim indirdiğimiz ve (hükümlerini) farz kıldığımız bir sûredir. Düşünüp öğüt almanız için onda beyyinât (apaçık) olan âyetler indirdik.” (Nûr 24/1)

Yani bu sûre farz kılınan bazı hükümleri ve bunların delillerini içinde bulunduran apaçık âyetler ihtiva eder. Kur’an’ın diğer âyetleri gibi Nûr Sûresinin âyetleri de açık ve anlaşılır. Âyetlerin hangi şeye delâlet ettikleri, hangi hükmü taşıdıkları da çok açıktır. Umulur ki insanlar bunların niçin indirildiğini düşünürler.

İnkârcılar, Kur’an’ın âyetleri anlaşılır, sağlam delil, sahici belge olsalar da inatlarına devam ederler.

“Onlara (cehennemliklere) beyyinât olan âyetlerimiz okunduğu zaman demişlerdi ki: Bu, sizi babalarınızın taptığı (putlardan) çevirmek isteyen bir adamdan başkası değildir. Ve yine bu (Kur'an) da uydurulmuş bir yalandan başka bir şey değildir, dediler. Hak kendilerine geldiğinde onu inkâr edenler de: Bu, apaçık bir büyüden başka bir şey değildir, dediler.” (Sebe’ 34/43)

Burada “okunan apaçık âyetler”den maksat Kur’an’dır. (Taberî, İbn Cerir. Câmiu’l-Beyan, 10/383) İnkârcılar Kur’an’ın bu apaçık, sapasağlam âyetlerini işittikleri halde onun hakkında ileri geri konuşurlar. (İbni Atıyye, Abdulhak. el-Muharriu’l-Vecîz, s: 1541)

Yine ne yazık ki bazılarını bu kadar apaçık âyetler bile ikna etmeye yetmez.

Beyyinât olan âyetlerimiz onlara okunduğu zaman: Doğru sözlü iseniz atalarımızı getirin, demelerinden başka delilleri yoktur.” (Câsiye 45/25)

Yani müşriklere hak beyan edildiği zaman, ya da manası anlaşılır, tabi haliyle apaçık Kur’an okunduğu zaman böyle derler. (Şevkânî, A. b. Muhammed. Fethu’l-Kadîr, s: 1591)

Kur’an’ın âyetleri beyyinât olduğuna göre “âyâtün beyyinât”ı okumak Kur’an’ı okumaktır. “Âyâtün beyyinât” üzerinde tefekkür etmek Kur’an’ı tefekkür etmekle aynıdır.

Öldükten sonra dirilmeye iman etmeyen inkârcılar Kur’an’ın bu konudaki âyetlerini duydukları zaman; “doğru söylüyorsanız hadi ölmüş babalarımızı şimdi getirin bakalım” derler. (Nesefi, A. b. Muhammed. Medârikü’t-Tenzîl, 3/304) Bu saçma istekleriyle güya Kur’an’ın ve Peygamberin dediklerinin hak olmadığını kasdederler.

Beyyinâtı gizlemek de onu inkâr etmek de aynıdır.

“İndirdiğimiz apaçık delilleri (beyyinât) ve hidâyeti Kitap’ta Biz onları açıkladıktan sonra gizleyenler yok mu, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet etme konumunda olanlar lânet eder.

Ancak tövbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar (lânetlenmekten) kurtulmuşlardır. Çünkü ben onların tövbelerini kabul ederim. Zira ben tövbeleri çok kabul edenim, çok merhamet edenim. (Bekara 2/159-160)

Allah’ın indirdiği apaçık delilleri (beyyinâtı), O’nun indirdiklerine iman edip uymanın vacip oluşuna işaret eden ve hidâyetin kendisi olan âyetleri ve delilleri, Tevrat, İncil ve Kur'ân gibi bir kitapta insanlara açıklanmasından sonra onu gizleyenler; yani ikrar ve itiraf etmeyen, bildiği halde onu söylemeyip gizleyenler lâneti hak ederler. Onu kısmen değiştirip karıştırmak, onun öğretilmesine veya başkasına ulaşmasına engel olmak da onu gizlemek gibidir. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Ku’an Dili, 1/462)

Beyyinât burada Allah’ın inzâl ettiği şeylerdi. İki semâvî kitapta yer alan ve Allah’ın haber verdiği hz. Muhammed’in nübüvveti ve sıfatları konusundaki açıklamalarıdır. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 2/56)

Kim Allah’ın (cc) Peygamberine inzâl ettiği Kitap’ta yer alan şeyleri, insanlara bunların amaçlarını en sahih bir biçimde açıklayan âyetleri, Peygamberle beraber gelenleri, kalplere fayda vermek için gelen hidâyeti açıkça beyân ettikten sonra gizlerse lâneti hak eder. (İbni Kesir, E. Muhtasar Tefsir, 1/146)

Allah (cc) Tevratta mübîn (apaçık) hakikatleri, hz. Muhammedin peygamberliği ile ilgili beyyinâtı, ona iman edecek ve ona uyacak olanların özelliklerini, hiç bir şüpheye bırakmayacak şekilde açıkladı. Buna rağmen Tavrat’a bağlı olduğunu ileri sürenler bu kadar açık ve net olan  gerçekleri insanlardan gizlediler. Halkın bu gerçekleri anlamasını önlemek için kafaları karıştırdılar. (Zemahşerî, Ö. b. Muhammed. el-Keşşaf, 1/207)

Bir görüşe göre bu âyet Peygamberin vasıflarını gizleyip hz. Muhammed’e tabi olmayı terkeden ehl-i kitap hakkında inmiştir. Halbuki Peygamberin vasıfları yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı olarak vardı. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 2/56. el-Cevzî, A. b. Muhammed. Zâdu’l-Mesîr, s: 97)

Ya da bazı sahabelerin hz. Muhammedin peygamberliği, recm ve benzeri konularla ilgili sordukları soru üzerine bunları gizleyen yahudi âlimleri hakkında inzâl oldu. (Mukatil b. Süleyman, Tefsir, 1/89)

Onlar bu gerçekleri onların anlatıldığı kelimeleri tahrif ederek, eğip bükerek, ya da gerçek anlamında uzak bir manada te’vil ederek de yapıyorlardı. Daha önceden geçen âyetler genelde müşriklerin, özelde ehl-i kitabın Peygamberin davetine karşı inatçı tavrından behsediyorlar. Orada onların Peygamber’i kendi öz oğullarını tanır gibi tanıdıkları, ama içlerinden bazıları bu gerçeği bile bile inkâr ettikleri haber veriliyor. (Abduh, M.-Rıza, R. Menar Tefsiri (çev.), 2/100. Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 1/155)

Burada “Kitap” belirlilik takısıyla cins isimdir. Allah tarafından –Kur’an da dahil- bütün indirilmiş kitaplardır. (Kurtubî, M. b. Ahmed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/312)

Sebebin özel oluşu, hükmün genel olmasına engel olmayacağından, âyetin hükmü; din işleriyle ilgili olarak bildiği herhangi bir gerçeği gizleyip söylemeyenlerin, Kur’an hevâlarına uygun, tabi yanlış tefsir edenlerin, âyetleri ve kelimeleri işlerine geldiği gibi te’vil edenlerin, Kur’an’ın insanlara ulaşmasına veya anlaşılmasına, insanların dinlerini öğrenmelerine engel olanların, Kur’an’ı hayat kitabı olmaktan çıkarıp ölü ve hükümsüz bir metin haline getirmeye çaba gösterenlerin, âyetlerin bir kısmını bazı mahfillerden çekinerek gizleyenlerin, ya da bağlı oldukları otoritenin keyfine göre yorumlayanların hepsini içine almaktadır.

Bir hadiste şöyle deniliyor:

“Kime ilimden bir şey sorulduğu zaman onu gizlerse Kıyâmet günü ona ateşten bir gem vurulacaktır.” (İbn Mâce, Mukaddim/24. Ebû Dâvûd, İlim/17. Tirmizî, İlim/3)

Kendisine çok hadis rivâyet ediyorsun diyenlere Ebu Hüreyre: "Kur'ân'da iki âyet olmasaydı (Bekara 2/159 ve 174) hiçbir hadis rivâyet etmezdim" demiş ve bu âyetleri okumuştur. (Buhârî, Hars/21. Müslim, F. Sahâbe/159’dan İbni Kesir, E. Muhtasar Tefsir, 1/146)

 

-Mübîn   

Kur’an’da sık gelir ve daha çok ilahi mesajın insanlara açıklanmasını anlatır.

İf’al kalıbından “ebâne”; Bir şeyi açıklamak, açık kılmak, ortaya çıkarmak, uzaklaştırmak anlamına gelir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 2/199)

Bunun özne ismi (ism-i faili) “mübîn”dir. Bu da açık, anlaşılır demektir.

Kur’an’da 118 yerde gelen “mübîn” pek çok davranışın ve Kur’an, tebliğ, uyarıcı, sultan, hak, imam, kitap, lütuf, fetih, imtihan, uyarıcı, fevz  kavramlarının sıfatı olarak geliyor. Şöyleki:

Şeytanın düşmanlığı: “Ey insanlar! Yeryüzündeki şeylerin helâl ve temiz olanlarından yiyin! Şeytanın izinden yürümeyin. Çünkü o sizin için apaçık (mübîn) bir düşmandır.” (Bekara 2/168. Ayrıca bkz: Bekara 2/208. En’am 6/142. A’raf 7/22. Yûsuf 12/5. Kasas 28/15. Yâsîn 36/60. Zuhruf 43/62. İsrâ 17/53)

Hz. Muhammed’in tebliğinin niteliği: Öyleyse Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin ve Allah’a karşı gelmekten sakının. Şayet yüz çevirirseniz bilmiş olun ki, elçimize düşen sadece apaçık (mübîn) tebliğdir.” (Mâide 5/92. Ayrıca bkz: Nahl 16/35, 82. Nûr 24/54. Ankebût 29/18. Teğâbun 64/12)

Elçilerin tebliği: Elçiler: "Doğrusu Rabbimiz bizim size gönderildiğimizi bilir; bize düşen ancak apaçık (mübîn) tebliğdir" demişlerdi.” (Yâsîn 36/16-17)

Peygamberlere uymayanlar düştüğü sapıklık: “O’nu bırakıp da başka ilâhlar mı edineyim? Eğer Rahmân bana bir zarar vermek istese, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve beni kurtaramazlar.”

“O taktirde ben mutlaka açık (mübîn) bir sapıklık içinde olurum.” (Yâsîn 36/23-24)

Âhiretteki kurtuluş: (O günün azabı) kimden savuşturulursa, gerçekten (Allah) ona acımıştır. İşte bu apaçık (mübîn) kurtuluştur.” (En’am 6/16. Ayrıca bkz: Câsiye 45/30)

Hz. Muhammed’in apaçık uyarıcı olması: Onlar düşünmediler mi ki (çok iyi tanıdıkları, kendileriyle iç içe yaşamış olan) arkadaşlarında (Peygamber’de) delilikten eser yoktur. O, ancak apaçık (mübîn) bir uyarıcıdır (nezirdir).” (A’raf 7/184. Ayrıca bkz: Hûd 11/25. Hıcr 15/89. Hac 22/49. Ankebût 29/50. Sâd 38/70. Ahkaf 46/9. Zariyât 51/50, 51. Mülk 67/26. Nûh 71/2)

Hz. Nuh da apaçık bir uyarıcı oluşu: “Andolsun, biz Nûh’u kavmine peygamber olarak gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ben sizin için apaçık (mübîn) bir uyarıcıyım.” (Hûd 11/25. Ayrıca bkz: Şuarâ 26/115. Nûh 71/2.

Kur’an gelmeden önceki insanların sapıklığı: Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitab ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık (mübîn) bir sapıklık içinde idiler.” (Âli İmran 3/164)

İnkârcıların Kur’an’a ve hak davete, hak daveti destekleyen mucizelere sihir (büyü) demeleri: (Ey Muhammed!) Eğer sana kâğıda yazılı bir kitap indirseydik, onlar da elleriyle ona dokunsalardı, yine o inkâr edenler, “Bu, apaçık (mübîn) büyüden başka bir şey değildir” diyeceklerdi.” (En’am 6/7. Mâide 5/110. Yûnus 10/2, 76, Hûd 11/6,7. Neml 27/13. Sebe’ 34/43. Saffât 37/15. Ahkaf 46/7. Saf 61/6)  

Hz. İbrahimin babasının hidâyette olmayışı: Hani İbrahim, babası Âzer’e, “Sen putları ilâh mı ediniyorsun? Şüphesiz, ben seni de, kavmini de apaçık (mübîn) bir sapıklık içinde görüyorum” demişti.” (En’am 6/74)

Hz. İbrahim kendi kavminin sapıklığını anması: İbrahim, “Andolsun, siz de, atalarınız da apaçık (mübîn) bir sapıklık içindesiniz” dedi.” (Enbiyâ 21/54)

Nuh kavmi kendilerine gönderilen elçiye sapıklık iftirası: “(Nuh) Kavminin ileri gelenleri (ona), “Biz seni açıkça (mübîn) bir sapıklık içinde görüyoruz” dediler.” (A’raf 7/60)

Hz. Musa’nın asasının yılan gibi görünmesi: Bunun üzerine Mûsâ, asasını yere attı. Bir de ne görsünler, apaçık (mübîn) bir yılan.” (A’raf 7/107. Ayrıca bkz: Şuarâ 26/32)

Musa’nın sağlam delillerle gönderilmesi: Andolsun ki Musa'yı da mucizelerimizle ve apaçık (mübîn) bir delille Firavun'a ve onun ileri gelenlerine gönderdik. Fakat onlar Firavun'un emrine uydular. Oysa Firavun'un emri doğru değildi.” (Hûd 11/96. Ayrıca bkz: Mü’min 40/23. Zariyât 51/38. Nisâ 4/153. Mü’minûn 23/45. Şuarâ 26/30. Duhan 44/19)

Hz. Yakub’un oğullarının babalarına şaşkın demeleri: Kardeşleri dediler ki: “Biz güçlü bir topluluk olduğumuz hâlde, Yûsuf ve kardeşi (Bünyamin) babamıza bizden daha sevgilidir. Doğrusu babamız açık (mübîn) bir yanılgı içindedir.” (Yûsuf 12/8)

Mısır azizinin karısına şaşırmış denilmesi: ”Şehirdeki bazı kadınlar dediler ki: Azizin karısı, delikanlısının nefsinden murat almak istiyormuş; Yusuf'un sevdası onun kalbine işlemiş! Biz onu gerçekten açık (mübîn) bir sapıklık içinde görüyoruz.” (Yûsuf 12/30)

Nûh Âd ve Semûd kavminlerinin peygamberlerden delil/isbat istemeleri: Peygamberleri dedi ki: “Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var? (Hâlbuki) O, günahlarınızı bağışlamak ve sizi belli bir zamana kadar ertelemek için sizi (imana) çağırıyor. Onlar, “Siz de bizim gibi sadece birer insansınız. Bizi babalarımızın taptıklarından alıkoymak istiyorsunuz. Öyleyse bize apaçık (mübîn) bir delil getirin” dediler.” (İbrahim 14/10)

İnsanın düpedüz kendini yaratana hasım olması: İnsan, bizim, kendisini az bir sudan (meniden) yarattığımızı görmedi mi ki, kalkmış apaçık (mübîn) bir hasım kesilmiştir.” (Yâsîn 36/77. Ayrıca bkz: Nahl 16/4)  

Zalimlerin, kalpleri Allah’ın zikrine kapalı olanların ve peygamberlerin davetine karşı çıkanların sapıklıkta oldukları: “Onlar, bizim huzurumuza çıkacakları gün (başlarına gelecek olanları) ne iyi duyarlar ve ne iyi görürler (bir görsen)! Fakat o zalimler bugün açık (mübîn) bir sapıklık içindedirler.” (Meryem 19/38. Lukman 31/11. Yâsîn 36/47. Zümer 39/22)

Âhiretteki telafi edilemez kayıp: İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah’a kıyıdan kenardan kulluk eder. Eğer kendisine bir hayır dokunursa, gönlü onunla hoş olur. Şâyet başına bir kötülük gelirse, gerisingeri (küfre) dönüverir. O dünyayı da kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu apaçık (mübîn) ziyanın ta kendisidir.” (Hac 22/11. Ayrıca bkz: Zümer 39/15)

Hz. Aişe’ye yapılan iftira: Bu iftirayı işittiğiniz zaman, iman eden erkek ve kadınlar, kendi (din kardeş)leri hakkında iyi zan besleyip de, “Bu, apaçık (mübîn) bir iftiradır” deselerdi ya!” (Nûr 24/12)

Allah’ın hak olduğu: O gün Allah onlara gerçek cezalarını tastamam verecek ve onlar Allah'ın apaçık (mübîn) gerçek olduğunu anlayacaklardır.” (Nûr 24/25)

Kıyâmette puta tapanların pişmanlığı: Orada birbirleriyle çekişerek şöyle derler: “Allah’a andolsun! Biz gerçekten apaçık (mübîn) bir sapıklık içindeymişiz.” (Şuarâ 26/97)

Peygamberlerin şüphesiz hak bir yolda olmaları: Öyle ise Allah’a tevekkül et. Çünkü sen apaçık (mübîn) bir hak üzere bulunuyorsun.” (Neml 27/79)

Musa’nın soydaşının azgınlığı: Şehirde, korku içinde etrafı gözetip dolaşarak sabahladı. Dün kendisinden yardım isteyen kimse bağırarak ondan yine yardım istiyordu. Musa ona: "Doğrusu sen besbelli (mübîn) bir azgınsın" dedi.” (Kasas 28/18)

Allah’ın kimin hidâyette, kimin de sapıklıkta olduğunu bilmesi: Kur’an’ı sana farz kılan Allah, şüphesiz seni dönülecek bir yere döndürecektir. De ki: “Rabbim hidâyetle geleni ve apaçık (mübîn) bir sapıklık içinde olanı daha iyi bilir.” (Kasas 28/85)

İnkârcıların apaçık dalâlette oldukları: (Resûlüm!) De ki: Göklerden ve yerden size rızık veren kimdir? De ki: Allah! O halde biz veya siz, ikimizden biri, ya doğru yol üzerinde veya açık (mübîn) bir sapıklık içindedir.” (Sebe’ 34/24. Ayrıca bkz: Zuhruf 43/40. Ahkaf 46/32. Cumua 62/2)

Bazılarının nefsine karşı göz göre göre zalim olmaları: “Sâlihlerden bir peygamber olarak O'na (İbrahim'e) İshak'ı müjdeledik. Kendisini ve İshak'ı mübarek (kutlu ve bereketli) eyledik. Lâkin her ikisinin neslinden iyi kimseler olacağı gibi, kendine açıktan açığa (mübîn) kötülük edenler de olacak. (Saffât 37/113)

Müşriklerin iddialarını isbat edecek delillerinin olmadığı: “Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz? Hiç düşünmüyor musunuz? Yoksa sizin açık (mübîn) bir deliliniz mi var?” (Saffât 37/154-156)

İnsanın nankör olması:  Böyle iken (“melekler Allah’ın kızlarıdır” demek suretiyle) kullarından bir kısmını O’nun parçası saydılar. Şüphesiz insan apaçık (mübîn) bir nankördür.” (Zuhruf 43/15)

Peygamberin apaçık Allah’ın Elçisi olduğu:  Doğrusu onları (Mekke müşriklerini) ve atalarını kendilerine hakikat ve onu açıklayıcı (mübîn) bir peygamber gelinceye kadar (dünya nimetlerinden) yararlandırırım.” (Zuhruf 43/29. Ayrıca bkz: Duhân 44/13) ,

Kıyâmette göğü kaplayacak duman: “Şimdi sen, göğün, insanları bürüyecek açık (mübîn) bir duman çıkaracağı günü gözetle. Bu, elem verici bir azaptır.” (Duhân 44/10-11)

Âhirette imanın ve sâlih amelin karşılığı: “İnanıp sâlih ameller işleyenlere gelince, Rableri onları rahmetine sokacaktır. İşte bu apaçık (mübîn) başarıdır/kurtuluştur.” (Câsiye 45/30.

Öteleri dinlediğini iddia edenlere meydan okuma: Yoksa onların, kendisi vasıtasıyla (ilâhî vahyi) dinleyecekleri bir merdivenleri mi var? (Eğer varsa) dinleyenleri, açık (mübîn) bir delil getirsin!” (Tûr 52/38)

Günün gelince Allah’ın kimin gerçek sapıklıkta olduğunu bildirmesi: De ki: “O, Rahmân’dır. O’na iman ettik, yalnızca O’na tevekkül ettik. Siz, kimin apaçık (mübîn) bir sapıklık içinde olduğunu yakında öğreneceksiniz!” (Mülk 67/29)

Eşlere iftira ve buhtanın büyük hata olduğunu: Eğer bir eşin yerine başka bir eş almak isterseniz, öbürüne (mehir olarak) yüklerle mal vermiş olsanız dahi ondan hiçbir şeyi geri almayın. İftira ederek ve açık (mübîn) günaha girerek mi verdiğinizi geri alacaksınız?” (Nisâ 4/20. Ayrıca bkz: Ahzab 33/58)

Allah’a karşı yalan uydurmanın günah oluşu: Bak, nasıl da Allah üzerine yalan uyduruyorlar; apaçık bir günah olarak bu (onlara) yeter!” (Nisa 4/50)

İşlediği suçu başkasına yüklemeye kalkışmanın ciddi bir hata oluşu: “Kim kasıtlı veya kasıtsız bir günah kazanır da sonra onu bir suçsuzun üzerine atarsa, muhakkak ki, büyük bir iftira ve apaçık (mübîn) bir günah yüklenmiş olur.” (Nisâ 4/112)

Zalim inkârcıların müslümanlara düşman oluşunu: Yeryüzünde sefere çıktığınız vakit kâfirlerin size saldırmasından korkarsanız, namazı kısaltmanızdan ötürü size bir günah yoktur. Şüphesiz kâfirler sizin apaçık (mübîn) düşmanınızdır.” (Nisâ 4/101)

Şeytanın dost edinenlerini kaybını açıklamak üzere: Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost edinirse, şüphesiz o apaçık (mübîn) bir hüsrana düşmüştür.” (Nisâ 4/119)

Kâfirleri dost edinenler kendi aleyhlerine delil hazırlamış olmaları: Ey iman edenler! Mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Kendi aleyhinize Allah’a apaçık (mübîn) bir delil mi vermek istiyorsunuz?” (Nisâ 4/144)

Allah’ın ve Peygamberin verdiği hükme razı olmayanların sapıklığı: Allah ve Resûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Resûlüne karşı gelirse, şüphesiz ki o apaçık (mübîn) bir şekilde sapmıştır.” (Ahzab 33/36)

Peygambere verilen fethin niteliği: Şüphesiz biz sana apaçık (mübîn) bir fetih verdik.”  (Fetih 48/1)

Hz. Süleyman’a verilen nimetlerin niteliği: Süleyman, Dâvûd’a varis oldu ve, “Ey insanlar, bize kuş dili öğretildi ve bize her şey verildi. Şüphesiz bu, apaçık (mübîn) bir lütuftur” dedi.” (Neml 27/16)

Hz. İsmailin kurban olayının ve İsrailoğullarının karşılaştıkları büyük imtihan: “Her ikisi de teslim olup, onu alnı üzerine yatırınca: Ey İbrahim! Rüyayı gerçekleştirdin. Biz iyileri böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten, çok açık (mübîn) bir imtihandır, diye seslendik.” (Saffât 37/106. Duhân 44/33)

Hz. Süleyman’dan habersiz ortadan kaybolan Hüdhüd’ün getirmesi gereken inandırıcı bir gerekçe, delil: Ya bana (mazeretini gösteren) apaçık (mübîn) bir delil getirecek ya da onun canını iyice yakacağım yahut onu boğazlayacağım!” (Neml 27/21

Hz. Peygamberin Cebrail’i gördüğü ufkun özelliği: Andolsun ki, onu (Cebrail'i) apaçık (mübin) ufukta görmüştür.” (Tekvir 81/23)

Gökten kulak hırsızlığı yapmaya çalışanları takip eden ateş: Andolsun, biz gökte burçlar yaptık ve onu, bakanlar için süsledik. Onları, kovulmuş her şeytandan koruduk.. Ancak kulak hırsızlığı eden olursa, onu da parlak (mübin) bir ateş takip etmektedir.” (Hıcr 15/18) mübîn sıfatı ile anlatılıyor.

 

Bazı âyetlerdeki « kitab-ı mübîn-apaçık kitap » her şeyin kaderinin yazıldığı ‘Levh-ı Mahfuz’ şeklinde yorumlanmıştır. «Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de, (öldükten sonra) emaneten konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi açık (mübîn) bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da yazılı)dır. » (Hûd 11/6. Ayrıca bkz: Sebe’ 34/3. Neml 27/75. En’am 6/59. Yûnus 10/61)

Bütün canlıların rızkı Allah’a aittir. Gerek insanın, gerek diğer canlıların rızkı, yaşayabilmeleri için gerekli olan bütün şartları ve sabepleri yaratmak Allah’ın işidir. O yaşatmak istediği varlığın durduğu yeri de dolaştığı yeri de, yaşayacağı yeri de öleceği zamanı ve yeri de bilir. Bütün bunlar apaçık bir kitaptadır (kitab-ı mübindedir). Bu da Levh-ı Mahfuz’dur. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 4/518. el-Cevzî, A. b. Muhammed. Zâdu’l-Mesîr, s: 643. Şevkânî, A. b. Muhammed. Fethu’l-Kadîr, s: 762. Mukatil b. Süleyman, Tefsir, 2/109)

Bir âyette şöyle deniliyor:

“Yeryüzünde gezen her türlü canlı ve (gökte) iki kanadıyla uçan her tür kuş, sizin gibi birer topluluktan başka bir şey değildir. Biz Kitap’ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Sonunda hepsi Rablerinin huzuruna toplanıp getirilecekler.” (En’am 6/38)

Bu âyetteki kitabın ne olduğu konusunda iki görüş vardır. Birincisi; İbni Abbas’tan gelen bir görüşe, tefsirci Katade ve İbni Zeyd’de göre o Levh-ı Mahfuz’dur. Yani” Biz “ümmü’l-kitaba-ana kitaba” yazmadık hiç bir şey bırakmadık” deniliyor.

İkincisi; Ata’nın yine İbni Abbas’a dayandırdığı görüşe göre o Kur’an’dır. Buna göre âyetin manası; “Biz Kitap’ta sizin için açıklanmadık bir şey bırakmadık” olur. (el-Cevzî, A. b. Muhammed. Zâdu’l-Mesîr, s: 436)

İmam-ı mübîn-apaçık öncü” iki âyette geçiyor. Şöyleki:

“Şüphesiz biz, ölüleri biz diriltiriz; onların önceden yapıp gönderdiklerini ve bıraktıkları eserlerini de yazarız. Zaten biz her şeyi apaçık olan ana bir kitapta (kitab-ı mübín’de) sayıp tesbit etmişizdir.”  (Yâsîn 36/12)

Burada “ana kitap” diye anlaşılan “imam” kelimesi “delil niteliği taşıyan, kendisine uyulan, Levh-ı Mahfuz veya amel defteri” olarak açıklanmış. Allah (cc) kendi ilmini sözlükte “öncü, kendisine uyulan” anlamlarına gelen “imam” ile nitelemesi ilâhi irade ve kudretin ilişkili olduğu her şeyin ona uygun gerçekleştiğini belirtmek içindir. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 4/428)

Âyette geçen ‘imam-ı mübín’ pek çok tefsirciye göre Levh-ı Mahfuz’dur. Yani her şey oluşundan önce Allah’ın katında bellidir, O’nun tarafından bilinmektedir ve orada olduğu gibi zabtedilmiş ve tesbit edilmiştir. (İbni Kesir, E. Muhtasar Tefsir, 3/157. Beydavî, Tefsir, 2/278. Tabatabâí, M. el-Mizan, 17/69. Zemahşerí, Ö. b. Muhammed. el-Keşşâf, 4/7. el-Cevzî, A. b. Muhammed. Zâdu’l-Mesîr, s: 1169.

İmam-ı mübín, yani apaçık öncü/kendisine uyulan, Allah’ın bilgi hazinesine işaret etmektedir. Olmuş ve olacak her şey Allah’ın bu bilgi hazinesinde kayıtlıdır. Her şeyin o kitaba yazılması, insanların bildiği türden bir yazı ve tesbit değildir. Bunun mahiyetini sadece Allah (cc) bilir.

Bazılarına göre ‘imam-ı mübín’ Levh-i Mahfuz değil, insanların işlerinin (amellerinin) yazıldığı amel defterleridir. (S. Ateş, Tefsir, İst. Trh. 7/338)

Elmalılı, ‘imam-ı mübín’in ‘Levh-ı Mahfuz’ olduğunu söyledikten sonra şunları ekliyor: “Her şey oluşundan önce Allah’ın ilminde belli olup Levh-ı Mahfuz’da bütün sayısıyla zabtedilmiş olmakla beraber, olduktan sonra da bütün izleri ve gölgeleriyle yazılır ve insanlar bu şekilde yaptıklarından sorumlu tutulur.” (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 6/403)

Bu terkip Allah’ın her şeyi kuşatan ezelí ilmi olarak da anlaşılabilir. (Kutub, S. fi-Zılâli’l Kur’an, 5/2960)

“Eyke halkı gerçekten zalim kimselerdi. Bundan dolayı onlardan intikam aldık; her ikisi de (Eyke ve medyen) açıkça (gözler) ön(ün)ndedir (açık bir yol üzerindedir).” (Hıcr 15/78-79)

‘İmam-ı mübín’ burada açık bir yol, apaçık gözönünde olan şey anlamına gelmektedir. (İbni Kesir, E. Muhtasar Tefsir, 2/316) Azgınlıklarından ve zalim olmalarından dolayı cezalandırılan Eyke ve Medyen halkının durumu gözler önündedir. Ya da onların harab olmuş yurtları açık bir yol üzerindedir. Onların yaşadığı beldenin yanından geçenler, onların başına azgınlıklarından dolayı neler geldiğini ibret için görebilirler. 

 

-Mübîn olarak Kur’an

Kur’an mübîn, yani apaçık ve anlaşılır bir kitaptır.

“Allah (cc) Kur’an’ı 30 kadar âyette “tıbyân, mübîn ve beyyinât” sıfatlarıyla zikretti. Kur’an Allah’ın kelâmı olduğu için o ayrıca hikmet hazinesi, hükümlerin kaynağı ve her iyiliğin ve de faziletlerin çıkış noktasıdır.

Kur’an’da hidâyet, şifâ, açıklayıcı ve açık beyânlar vardır. Anlamı açık içeriği zengin olan, karışıklık, gizlilik, kapalılık kabul etmeyen bir kitaptır Kur’an.

Kur’an’da insanoğlunun ihtiyaç duyduğu her şeye en yüce ifadeyle ve güzel üslûpla açıklayıcı cevaplar mevcuttur. Kur’an beyândır, beyyinâttır ve hüdâdır.

“Allah, size (hükümlerini) açıklamak, size, sizden öncekilerin yollarını göstermek ve tövbelerinizi kabul etmek istiyor. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Nisâ 4/26) Allah’ın (cc) açıklamak istediği hükümler, bildirmek istediği haberler ve gerçekler mübîn (apaçık) olan Kur’an’dadır. 

Allah’ı, O’nun isim ve sıfatlarını tanımak, Allah için vacip olan ve olmayan nitelikleri bilmek, bu konudaki İslâm inancını, ibadet ve muâmelatları, aile ile ilgili hükümleri, kişi hak ve sorumluluklarını, insanlığın her zaman ve her mekanda ihtiyaç duyduğu her şeyi, Allah’a dönüş (ölüm), diriliş, kıyâmet, hesaba çekilme, ceza, mükâfat vb. Daha bir çok konu Allah’ın kitabında açıklanmıştır. (el-Büleyhî, S. İbrahim. Kur’an İsimleri Ansiklopedisi (çev.), s: 173)

“Mübîn; geçişsiz (fiil) olarak kendi özünde açık, seçik, aydınlıktır. Yani esasen kendisinin ne olduğu açık ve bellidir, ne olduğunu tanıtmaya yeterli olan demektir.

Geçişli olarak mübîn; beyân edici (açıklayıcı), açığa çıkarıcı, ayırt edici demek olur. Bir de dili ve ifadesi gayet güzel, muradını ve maksadını gereğine göre dilediği gibi anlatır. Hikmetli bir kitap olan Kur’a furkan, nûr, rahmet olduğu gibi aynı zamanda her yönüyle mübîn bir kitaptır.

Kur’an şu yönlerden mübîndir:

Birincisi; Kur’an Arap edebiyatçılarını, şairlerini ve söz ustalarını, hatta bütün insanları ve cinleri icazıyla (söz güzelliği ile) aciz bırakmış, mucize bir kitaptır. Kendisinin hakikat olduğunu ve Haktan geldiğini başka hiç bir delile ihtiyaç bırakmayacak şekilde, bizzat kendi varlığıyla isbat etmiş olan bir kitaptır. 

İkincisi; Dini hükümleri, ğaybi hakikatleri, kıssaları, dinin usûl ve kapsamını açıklayan (beyân eden) bir kitaptır.

Üçüncüsü; Hakkı bâtıldan, hayrı şerden, doğruyu eğriden, güzeli çirkinden ayıran, apaçık ortaya koyan bir kitaptır.

Dördüncüsü; Dilin ifade güzelliği, beyân gücü bakımından da gayet parlak bir kitaptır. (Yazır, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili, 5/28)

Mübîn kelimesinin bir anlamının da vâzıh (açık) demek olduğunu hatırlayalım. Kur’an’ın öyle bir vâzıhlığı (açıklığı) vardır ki, aklı ve zekâsı, bilgisi ve seviyesi, zamanı ve asrı ne olursa olsun, güneş gibi, herkes ondan istifade eder. Onu okuyan veya dinleyen karşısında huşu’ ve heybet duyar. Arapça bilen birisi okuyup dinlediği zaman manalarını, nasihatlerini, irşadlarını, işaret ettiği şeyleri idrak eder. Onun apaçık (vâzıh) olduğunu, herhangi bir kapalılığının olmadığını hisseder. (Çelik, Muhammed. Kur’an Kur’an’ı Tanımlıyor, s: 218)

 

-Kur’an kendisini “mübîn” bir kitap olarak takdim ediyor.

Kur’an’ın mübîn olduğu vurgusu yedi Mekkî sûrede “hurûf-u mukatta’a-kesik kesik harfler”den sonra geliyor. Bu oldukça dikkat çekicidir. “Zaten hurûf-u mukatta’a’nın işlevi dikkat çekmektir. Bir kaç istisna dışında bu harfler genelde Kur’an’dan söz eden âyetlerin başında yer alırlar. Bir çok tefsirciye göre bunlar Kur’an’ın mucize oluşuna delâlet ederler.” (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/1157)

“Mübîn” dört âyette Kitab’ın sıfatı olarak geliyor. Bunların hepsinde Kitap belirlilik takısıyla cins isim olarak geldiğine göre kasdedilen “Kitap” özel bir kitaptır.

-“Tâ-Sîn-Mîm. Bunlar apaçık (mübîn) Kitab’ın âyetleridir.” (Şuarâ 26/2. Aynısı: Kasas 28/2)

Tekrar hatırlayalım “mübîn, ebâne” fiilinden gayet açık, parlak manasında olduğundan “kitab-ı mübîn” i’cazı açık olan kitap demek olur ki, kasdedilen Kur’an’dır. Âyetteki “hakkı” açıklayan anlamında gelse de buraya uygun yorum onun Kur’an olmasıdır.” (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), )

Buradaki mübîn kitaptan maksat Kur’an’dır. O apaçıktır ve açıklayıcıdır. (İbni Atıyye, Abdulhak. Muharriru’l-Vecîz, s: 1394. Şevkânî, A. b. Muhammed. Fethu’l-Kadîr, s: 1232)

“Kasas 28/2. âyetteki “kitab-ı mübîn”in Kur’an olduğunu söyleyenler olduğu gibi, onun Levh-ı Mahfuz olduğunu söyleyenler de vardır. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), )

“tilke âyâtu’l-kitabi’l-mübin- Mübîn; hakkın bâtıldan farkını ortaya koymanın bütün yönlerini kapsar.  Bu âyetler hak ve bâtılın arasını, helâl ile haramı kesin çizgilerle ortaya koyar. (Şevkânî, A. b. Muhammed. Fethu’l-Kadîr, s: 1279)

-Bunlardan ikisinde aynı lafızla yemin olarak geliyor. Birisi;

“Hâ Mîm. ve’l-kitâbi’l-mübîn: Apaçık (mübîn) Kitab’a andolsun ki, iyice anlayasınız diye biz, onu Arapça bir Kur’an yaptık.” (Zuhruf 43/1-3)

Üzerine yemin edilen mübîn kitabın ne olduğunun cevabını 3. âyet zaten veriyor. O fasih bir Arapça ile inzal edilen Kur’an’dır. Sebebi; insanlar vahyin mahiyetini, maksadının, davetini ve gereğinin ne olduğu anlasınlar diye.

 “O apaçık kitap hakkı için”. Hâ-mîm’de yemin manası var. Ondan sonra gelen “vav” harfi de yemin vavıdır. O mübîn kitap Allah yolunu apaçık gösteren bir nûr olan, oparlak kitap, yani Kur’an. Kur’an’ın şanını beyân ederken yine Kur’an’a “mübîn” sıfatı ile yemin edilmesi, onun kendini tanıtmak için başka bir delile muhtaç olmayıp bizzat “beyyin-açıklayıcı” olduğunu ifade etmek içindir.” (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/44)

“Allah cc) mübîn kitaba yemin ediyor. “Mübîn olan kitaba yemin ederim ki...”   O da Kur’an’dır. (Zemahşerî, Ö. b. Muhammed. el-Keşşaf, 4/229. Nesefî, A.b. Muhammed. Medârikü’t-Tenzîl, 3/264)

-Diğeri;

“Hâ Mîm. ve’l-kitâbi’l-mübîn: Apaçık (mübîn) olan Kitab'a andolsun ki, biz onu (Kur'an'ı) mübârek bir gecede indirdik. Kuşkusuz biz uyarıcıyızdır.” (Duhân 44/1-3)

Burada üzerine yemin edilen “kitab-ı mübîn”den maksat Kur’an’dır. (Nesefî, A.b. Muhammed. Medârikü’t-Tenzîl, 3/286)

Mübîn” burada geçişli olarak alınırsa mana şöyle olur: Bu kitap hidâyeti ve şeriatı açıklayan, beyân eden bir kitaptır.” (İbni Atıyye, Abdulhak. Muharriru’l-Vecîz, s: 1690)

Burada Allah (cc) Kur’an’ın inzâlinden haber veriyor. O mübarek bir gece olan Ramazan’da olan Kadir Gecesi’nde indirilmeye başlandı.  Kadr Sûresinde ve Bekara 2/187. âyetinde buna işaret ediliyor. (İbni Kesir, E. Muhtasar Tefsir, 3/299)

“Beyânı güzel, ifadesi parlak, apaçık (mübîn) kitap bir bakıma Levh-ı Mahfuz olabilirse de Kur'ân olması zamir itibarıyla daha açık, daha uygundr.” (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 7/67)

 

-Mübîn bir âyette Kitabın ve Kur’an’ın;

“Tâ-Sîn. Bunlar Kitabın ve apaçık (mübîn) Kur’an’ın âyetleridir.” (Hıcr 15/1)

Buradaki işaret zamiri (tilke), Tevrat’ın ve İncil’in hikmet ve ibret dolu âyetlerini işaret etmesi muhtemel. Mücâhid ve Katade’ye göre buradaki “kitap” Kur’an’dan önce inzâl olan kitaplardır veya muhtemel ki Kur’an’dır. (Kurtubî, M. b. Ahmed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/1723. İbni Atıyye, Abdulhak. Muharriru’l-Vecîz, s: 1063) “Kitabın âyetleri” ve arkasından da mübin Kur’an deniyor. Aradaki “vav” atıf olduğuna göre bunu “Kur’an’ın âyetleri” şeklinde anlamalıyız. Onlar da insanlar üzerinde düşünsün, kafa yorsun ve doğru yolu bulsunlar diye beyân edildi. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 7/488)

“Bunlar, bu sûre veya bu kitabın ve apaçık Kur’an’ın âyetleridir. Yani Allah’a ait bütün kitapların mükemmelliklerini kapsayan ve hepsinden üstün olduğu için, “kitap” denildiği zaman doğrudan doğruya akla gelecek olan ve şöhretinden dolayı başka bir vasıflanadırmaya ihtiyacı olmayan o bilinen kitabın, muhtevasını en güzel beyân ile anlatan eşsiz Kur’an âyetleridir.” (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 5/189)

-Bir âyette ise yukarıdakiler yer değiştirerek Kur’an’ın ve Kitabın sıfatı olarak yer alıyor.

“Tâ-Sîn. Bunlar Kur’an’ın ve apaçık (mübîn) Kitabın âyetleridir. Mü’minler için bir hidâyet ve bir müjdedir.” (Neml 27/1)

İbni Abbas’tan gelen bir görüşe göre Tâ Sîn yemindir. Yani; “Ey Muhammed! Sana indirdiğim bu ayetler Kur’an’ın ayetleri, mübindir (apaçıktır, nettir). Düşünebilen ve tefekkür eden kimse ilen beyan edildi ki o Allah katındandır, Allah onu sana inzal etti. Onu sen yüreketen gelen bir istekle uydurup söylemedin. Ya da yaratıklar içinden birinden de öğrenmedin. Zira yaratıklardan hiç biri, cinler ve insanlar ona yardımcı olsalar da onun benzerini getiremez (yazamaz, söyleyemez). Takibaeden Hüda (hidayet rehberi) Kur’an’ın sıfatıdır. Bu mübin Kur’anın ayetleri, hak ve islam yolunu açıklamak, göstermek üzere Allah’tan gelen beyândır.” (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 9/494)

“Bunlardan ne kasdedildiğini en iyi Allah bilir. İşte bunlar, işttiğin bu esrarengiz harfler O Kur’an’ın, o Emin Rûh ile kalbine indirilen Kur’an’ın ve belâğâtlı apaçık bir kitabın âyetlerdir. Kur’an’ın bir parçası olan bu sûre de başlı başına apaçık bir kitaptır.” (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 6/125)

Burada da “mübîn kitabın” Kur’an manasında kullanılması muhtemel. Bir görüşe göre de “mübîn kitap” Levh-ı Mahfuzdur. Ya da Neml Sûresinin bizzat kendisi mübîn kitaptır. (Şevkânî, A. b. Muhammed. Fethu’l-Kadîr, s: 1255)

Dikkat edilirse “mübîn” yukarıda öncelikle Kur’an’ın sıfatı oalrak geliyor. İşte bunlar Peygambere indirilen vve insanlara tebliğ edilen Kur’an’ın âyetleridir deniliyor. Burada ise “mübîn” vav bağlacı ile Kur’an’ın önündeki âyât ile isim tamlaması olan Kitabın sıfatı olarak geliyor. Buna göre her iki âyette de mübîn diye vasıflanan Kur’an’dır. Öyle ya birinde mübîn Kur’an, diğerinde mübîn Kitap deniliyor.

 

-Bir âyette yine Kitabın sıfatı olarak yer alıyor.

“Elif Lâm Râ. Bunlar, apaçık (mübîn) Kitab’ın âyetleridir. Biz onu, akıl erdiresiniz diye Arapça bir Kur’an olarak indirdik.” (Yûsuf 12/1-2)

Bunlar belli, ortada olan, bilinen (ma’lum) ilâhi Kitabın âyetleridir. Aşağıda geleceği gibi Kur’an Arapça olarak indirildi. Burada âyetleri Arapça  olarak indirilen Kitap elbette Kur’an’dır. Öyle bir Kitap ki lafızları açık, konuları anlaşılır, delilleri sağlam, neye davet ettiği ve kimden geldiği belli, mucizevî ve bir o kadar da ikna edicidir.

Mubîn sıfatı “açık, aşikâr, belli” vb. anlamıyla nitelediği ismin bir vasfına işaret edebileceği gibi; “açıklayan ya da ortaya koyan” anlamıyla onun işlevini de ifade edebilir. Üzerinde ittifak edilen hâkim görüşe göre yukarıda sözcüğün her iki anlamı da kasdedilmiştir.” (Esed. Muhammed. Kur’an Mesajı, 2/454)

Buradaki kitap mübîn olarak tavsif edilen Kur’an’dır. O bir yönüyle hükümleri, helâl ve haramı ile mübîndir. Bir yönüyle de öğütleri, hidâyeti ve nûr oluşuyla apaçıktır. (İbni Atiyye, Abdulhak. el-Muharriru’l-Veciz, s: 977) 

Katade’den gelen bir görüşe göre buradaki beyân eden (mübeyyin) anlamında Allah’tır. Zira O onun hidayet olduğunu, doğru yola ulaştırdığını açıklıyor. Taberî; “Bu görüşlerin en doğrusu bana göre; “mübîn kitabın âyetleri”, onu okuyan ve onun muhtevası üzerinde düşünen kimse için apaçık, anlaşılır olması anlamıdır. Zira Allah (cc) onun bir kısmının değil, hepsinin mübîn olduğunu haber veriyor” diyor. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 7/147)

“Bu iki âyet her ne kadar Hz. Peygamber’in çağdaşlarına hitab ediyor olsa bile, aslında çağı ve anadili ne olursa olsun Arap dilini bilen, anlayan herkese hitab etmektedir. Bu âyetler, Kur’an okuyan ya da dinleyen herkese, onun çağrısının öncelikle insanın aklına yöneldiğini, ve “duygu”nun ya da “duygusal yaklaşım”ın tek başına, hiçbir zaman inanç için yeterli bir temel sağlayamayacağını anlatmak istiyor.” (Esed. Muhammed. Kur’an Mesajı, 2/454)  

 

-Mübîn bir âyette doğrudan Kur’an’ın bir sıfatı olarak geliyor.

“Biz, o Peygamber’e şiir öğretmedik. Bu, ona yaraşmaz da. O(na verdiğimiz) ancak bir öğüt ve apaçık (mübîn) bir Kur’an’dır.

(Aklen ve fikren) diri olanları uyarması ve kâfirler hakkındaki o sözün (azabın) gerçekleşmesi için (onu indirdik).” (Yâsîn 36/69-70)

Bu ayetler Yâsîn’in başında geçen ve vahiyle ilgili âyetleri tamamlıyor. Kureyşli müşriklerin bir kısımının Peygamber’e “şair”, Kur’an’a “şiir” demelerine karşılık veriyorlar. Halbuki ne hz. Muhammed şiir söyleyen şairdir, ne de ona vahyedilen Kur’an şiirdir. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 10/461) Kureyş büyükleri Muhammed'in getirdiği mesajın onların dillerinde alışık olduklarından başka bir şey olduğunu anlıyorlardı. Kur'an ile şiiri birbirinden ayırd edemeyecek kadar gafil değillerdi. İleri sürdükleri iftira bu yeni dine ve onu getirene karşı halkın arasında açmış oldukları propaganda savaşından başka bir şey değildi. Onlar, bu mücadele ile halkın kafasını karıştırmak istiyorlardı. (Seyyid, Kutub. fi Zılâli’l-Kur’an, 5/2974)

Bu âyette Muhammed (s)'in düşmanlarının, gerek yaşadığı dönemde gerekse sonraki dönemlerde, o'nun ilahî vahiy olarak sunduğu şeyin gerçekte kendi şiirsel hayal gücünün bir ürünü olduğu şeklindeki iddialarına cevap veriliyor. Burada, şiir -özellikle Arap şiiri- ile Kur’an'da somutlaşan ilahî vahiy arasındaki temel farklılığa dikkat çekmek suretiyle bu iddia reddedilmektedir. (Esed, Muhammed. Kur’an Mesajı, 2/905) Evet, Rasûlüllah (sav) şiir söylemez ve şiirin veznine göre, kalıplarına gö­re konuşmazdı. (Kurtubî, M. b. Ahmed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/312)

Bir başka ayet onların bu temömelsiz iddiaları söz konusu ediliyor: “Onlar, “Hayır, bunlar karma karışık yalancı düşlerdir. Hayır, onu (Kur’an’ı) kendisi uydurdu; hayır, o bir şairdir. Eğer böyle değilse, önceki peygamberlerin (mucizelerle) gönderildikleri gibi o da bize bir mucize getirsin” dediler.” (Enbiyâ 21/5)

Kur’an yukarıdaki âyetle hem Kur’an’a yönelik şiir iddialarını, hem de Peygamber’e yönelik şair iddialarını kesin bir dille reddediyor.

“Bunun gerekçesini anlamak için o günün şairinin kâhinle, şiirin de kehânetle iç içe geçtiğini bilmek gerekir. Cahiliye insanı, cinlerin Allah ile nesep bağına sahip olduğunu düşünür, şiiri şairle cin arasındaki alışverişin ürünü olarak görürdü. Bu yüzden melek peygamber ilişkisinin, cin-şair ilişkisiyle özdeş sandılar.

Allah'la cinler (melekler) arasında da bir soy bağı icadettiler. And olsun ki, cinler de, kendilerinin (veya bunu söyleyenlerin) hesap yerine götürüleceklerini bilirler.” (Saffât 37/158)

“Kur'ân'ın ne söz olarak, ne de mânâ olarak şiir olmadığı açıktır. Kur'ân şekil yönünden de anlam bakımından da şiir değildir. Şiir daha çok duygulara hitap eder, kendine özgü vezni, karekteri, manası, kendine özgü, peygamberlikten ayrı bir yolu vardır. Şiir duygusal bir tepkidir. Ve bu tepkiyi ifade etmektir. Tepki ise şekil değiştirir, durumdan duruma değişebilir, peygamberlik ise sabit, değişmez bir yol, sırat-ı müstakim üzere bir çizgidir. Peygamberlik, yüce Allah'ın şu varlık alemine hakim olan değişmez kanunlarına uyar. Bu yol, şiirin bir hal üzere kalmayan yenilenip duran iç tepkilerine göre değişmesi gibi gelip geçici duygulara göre değişmez. (Seyyid, Kutub. fi Zılâli’l-Kur’an, 5/2975)

Kur'ân, Hakk'ın doğru yolunu gösteren hikmetler ve hükümler ile irfan nûru, kesin iman rehberidir. Kâfirlerin birçoğu onu bir şiir gibi düşündüler/düşünürler. Bu yüzden Peygamber’e de şair dediler/derler. Onlar peygamberlik makamına şairliğin yakışmadığını bilmiyorlar. Kur’an bir hatırlatma, öğüt ve mübîn bir kitaptır.” (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 6/425)

 Kur’an o dönemdeki şairler hakkında şöyle diyor: “Şairlere ise haddi aşan azgınlar uyarlar. Görmez misin ki onlar, her vadide şaşkın şaşkın dolaşırlar ve yapmadıkları şeyleri söylerler.” (Şuara 26/224-226)

Âyette geçen “hâme fî vidyân (vadilerde gezdi) deyimi, pek çok müfessirin belirttiği gibi, sözcüklerle ve hayallerle (ya da düşüncelerle) belli bir gerçeklik fikrine bağlı olmadan amaçsız ve çoğu zaman da tutarsız bir biçimde oynamak anlamında kullanılmaktadır. Bu anlam örgüsü içinde bu deyim, bütün iç tutarsızlıklardan uzak olan Kur’an'ın mükemmeliyeti yanında şairlerin ortaya koydukları şeylerin tutarsızlığına, güvenilmezliğine dikkat çekmek üzere kullanılmaktadır:” (Esed. Muhammed. Kur’an Mesajı, 2/760)

“Hz. Peygambere şiir öğretilmediği, bunun ona yakışmayacağı” ifadesi ilk bakışta şiiirin kötülendiği izlenimi verebilir. Cahiliye döneminde şair kelimesi, sadece şiiri söyleyenleri değil, görünmeyen almeler irbatı olduğu, bu güçler tarafından yönetildiği sanılan kişiler hakkında kullanılıyordu. Bu görünmeyen varlıklar (çoğunlukla cinler) bazı şairleri etkisi altına alırlar, onlar da kimsenin söylemeyeceği şeyleri söylerler. Vahyi reddedenler bu yüzden Peygambere şair diyorlardı.

“... Ona yakışmaz da...” yani onun şiir söylemesi de gerekmez. Şanı yüce Al­lah, bu özelliği peygamberinin alâmetlerinden birisi olarak belirlemiştir. Böylelikle ona ilâhi risaletin gönderildiği hususunda hiçbir kimsenin hatırı­na bir şüphe gelmesin, onun şiir söylediği zannedilmesin. (Kurtubî, M. b. Ahmed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2583)

Bu âyetin hedefi açıktır. Bu da Surenin başında üzerine yemin edilen Kur’an’ın vahiy yoluyla geldiği tekrar ediliyor. Onun ve Peygamberin işlevinin altı çiziliyor. Muhataplar Peygamberin özelliklerine dikkatli bakarlarsa onun şair değil, Allah’ın elçisi olduğunu anlarlar. Onun getirdiği vahiy de öğüt ve uyarı niteliğindedir. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 4/450)

Yâsîn 36/70. âyette; “O bir öğüt ve apaçık (mübîn) bir Kur’an’dır” deniliyor. Zımnen; Şiir gibi hisse değil akla hitap eden vahiy (Kur’an) “düşünen topluma” ithaf edilmiştir. (İslâmoğlu, Mustafa. Hayat Kitabı Kur’an, 2/881) 

Kur’­an kalpler için bir zikir, bir öğüt ve manevi hastalık için bir şifadır. Takva sahibi kimseler için hidâyet ve rahmettir. Kalplerin cilâsı, ruhların ilacıdır. Onun ifa­deleri gayet incedir, tasvirleri parlaktır. Ancak akıl, kalb ve düşünce açısından diri olanlar Kur’an’ı anlar, öğütlerinden faydalanırlar. Manen ölüler Kur’an’ı duymazlar. (Fâtır 35/22) (Hicâzî,  Mahmud. Furkan Tefsiri (çev.), 5/213)

Ayette “.... diri olanları uyarması...” deniliyor. Burada geçen “hayy- diri” kelimesi ile, düşünen ve tefekkür edebilen insan kastolunmaktadır. Ancak bu tip bir insan, kendisine makul bir şey de söylense kabul etmeyen Hak ve Bâtıl'ı ayıramayan, iyilik tavsiye edildiğinde onu dinlemekten ve anlamaktan aciz olan, kendisine hiçbir şey tesir etmeyen kimse değildir.” (Mevdûdî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), )

Kur’an hz. Peygamber’in kendisi için bir çıkar sağlama aracı değil, insanlığı hidâyete ve kurtuluşa götürecek açıklamalar içermektedir. O beyinleri uyuşturacak esrarengiz bilgiler, bilmece gibi ifadeler, ne olduğu anlaşılmayan karmakarşık bir metin değil, aklını kullananları düşünmeye davet eden, akleden bir kalbe sahip olanlara hitap eden mübin (apaçık) bir Kur’an’dır. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 4/452)

Bu iki âyet Kuyr’an’ın indiriliş amacını öz olarak ortaya koyuyor. Aklını kullanabilen, basiret sahibi, aklı ve yüreği ile diri olan onunun uyarısından ders alır. Onun hak davetine karşı kör inatçı olan ise –Kur’an’dan sonra- mazeretleri kalmayacağı için cezayı hak eder.

Peygambere indirilen ve şiir olmayan bu ilahi kelam, bir öğüt ve apaçık Kur'an'dır. Zikir ve Kur'an... Bunlar aynı şeyin iki niteliğidir. Kur'an görev açısından "ez-Zikir veya ez-Zikra", tilaveti açısından da mübîn “Kur’an”dır.  

"Diri olanları uyarsın ve inkâr edenlere de azab sözü hak olsun..."

Bu ayet inkar etmeyi hayatın karşısına koyuyor ve onun manen ölüm”, imanın kalbe yerleşmesini “hayat” olarak niteliyor. Vahyin de “hayat” sahibi olanları uyarmak olduğunu haber veriyor. Bu Kur’an’ı inkar edenler uyarıcının sesini duymayan "ölü"lerdir. Bu göre insanlar Kur’an’a nisbetle iki gruptur. Bir grup çağrıya uymakta, onlar "diri"dirler, bir grup uymamakta, onlar ise "ölü"dürler. (Seyyid, Kutub. fi Zılâli’l-Kur’an, 5/2975)

İnsanlar Kur’an’ı anlayarak okumak, hayatı ona uygun yaşamak yerine “yüzünden okuma” sevabıyla yetindiler. Kendileri okuyamasa bile bu işi ücretle bir başkasına yaptırdılar. İşin ilginç yanı bunu kendileri için değil, ölmüş atalarının günahlarını azaltmak için yaptılar.

Kur’an kendisini “dirileri uyarmak için gelmiş bir kitap” olarak tanımlamasına rağmen diri olanlar özellikle ondan uzak durdular. Onu anlamamak için özel gayret gösterdiler. Halbuki zahmet edip Kur’an’ın kapağını açsalar, ya da bir veya bir kaç meal okusalar ve ona önyargısız yaklaşsalar onu anlamaları mümkün. ” (Soyalan, M. Yaşar. Kur’an ve İnsan, s: 182,183)

 

-Buraya kadar kitabı, Kur’an’ı, kitabın âyetlerini niteleyen “mübîn”in geçtiği bütün sûreler mekkî idi. Bu da dikkat çekici. Mübîn sıfat medenî sûrelerden yalnızca Mâide’de Kitabın sıfatı olarak yer alıyor. Bunun amacının Kur’an’ın ilk muhataplarının kendisi hakkındaki yanlış kanaatleri düzeltmek olduğu açıktır. Zira ilk muhataplar (tabi daha sonradan da pek çokları) Kur’an’ı Muhammed’in uydurup söylediğini, ya da ona bunu görünmeyen güçlerin öğrettiğini iddia ediyorlardı. Ya da onun bir şiir olduğunu, büyü olduğunu ileri sürüyorlardı. Kur’an bu iddiaları şiddetle reddettikten sonra hem onun Allah katından geldiğini, hem de apaçık, anlaşılır ve başka hiç bir delile ihtiyaç hissettirmeyecek sağlam belge/delil olduğunu söylüyor.

 

-Ehl-i kitaba gelen kitap da mübîndir.

“Ey kitap ehli! Artık size elçimiz (Muhammed) gelmiştir. O, kitabınızdan gizleyip durduğunuz gerçeklerden birçoğunu sizlere açıklıyor, birçoğunu da affediyor. İşte size Allah’tan bir nûr ve apaçık (mübîn) bir kitap (Kur’an) gelmiştir.” (Mâide 5/15)

Burada ehl-i kitaba, ellerindeki kitapta özellikleri anlatılan son Peygamberin geldiği hatırlatılıyor. Onlar bunu kabul etmeleri gerekirken, kitaplarındaki bu gerçeği gizlediler. Ama Allah (cc) bu gerçeği hem de gizledikler başka şeyleri, hükümleri; Allah’tan geldiği sabit olan Kitabın âyetleri ile açıkladı. Bu, her türlü şüphe ve sapıklık karanlıklarını yok eden nûr (aydınlık) olan Kitap, i’cazlı bir beyân ile hidâyeti açıklayan mübîn Kur’an’dır. (Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 3/189)

-Benzer çağrı bütün insanlara yapılıyor ve hz. Muhammed’in son elçi olarak ve yanında mübîn bir nur ile geldiği haber veriliyor.

-“Ey insanlar! Size Rabbinizden kesin bir delil (burhan) geldi ve size apaçık (mübîn) bir nûr (Kur’an) indirdik.” (Nisâ 4/174)

“Bir çok sûrede olduğu gibi Nisâ Sûresinde de müşriklere, münafıklara ve kitap ehline hz. Muhammedin peygamberliği ve İslâm hakkında yeterli deliller ikâme edilmiş oldu. Bu dellilere göre O’nun peygamberliği Güneş ışığı gibi parlaktır. (Abduh, M.-Rıza, R. el-Menâr Tefsiri (çev.), 6/130)

“Arapça karşılığı “burhan” olan kesin delilden maksat akıldır ve ak­lın yürüyerek imanın ve hidâyetin sınırına kadar gelmesini sağlayan işaret taşlarıdır. Yani insanın kendi iç ve dış, maddî ve manevî varlığı ile onu çepeçevre saran kâinatta sergilenmiş olan alâmetler, deliller, yol bulduran izlerdir.” (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/152)

Yukarıda geçtiği gibi beyyine’nin manalarından birisi de “burhan”dır. Burhan da kendisiyle istenen şeyi belgeleyen belge, sağlam kanıt, delil/hüccet demektir. (Şevkânî, A. b. Muhammed. Fethu’l-Kadîr, s: 410) anlamındadır. Bu âyette geçen “burhan” hakkında ise üç görüş var: Birincisi; Burhan hüccettir (kanıttır).

İkincisi; O kur’an’dır. (Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 1/274)

Üçüncüsü; o Peygamberdir. (İbnu’l-Cevzî, A. b. Muhammed. Zâdu’l-Mesîr, s: 349)

“Ey Yahudi, Hristiyan ve müşrikler! Size Rabbiniz tarafından, üzerinde bulunduğunuz dinlerin bâtıl olduğunu ispatlayan ve ortaya koyan bir delil (burhan) geldi. O delil, Muhammed'dir. Allah onu göndererek artık sizin ileri süreceğiniz mazeretlere mahal bırakmamıştır. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 4/377. Kurtubî, A. b. Muhammed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1002)

 “Ey insanlar! Size Rabbinizden bir burhan geldi...” Yani Rabbinizin lütfuyla nefislerinizi tezkiye etmek için size büyük veya açık burhan geldi. O burhan size imanın hakikatini ve kul olarak ihtiyaç duyacağınız her şeyi açıklıyor. İşte o burhan Arapça konuşan ve ümmî olan Muhammed’tir (sav).

Onun peygamber olmadan önceki hayatının bilenler, onun insanları davet ettiği şey sağlam delildir, hüccettir. Bunlar insanın görevlerini, nefislerin nasıl temizleneceğini, kişi ve sosyal hayatın nasıl yürütüleceğini öğretir. İman esaslarını da aklî ve kevnî (varlık) delillere dayandırır. O burhan hem onun dini uygulaması açısından, hem de daveti açısından sağlamdır.  (Abduh, M.-Rıza, R. el-Menâr Tefsiri (çev.), 6/131)

Burada Allah bütün insanlara hitap ederek kendilerine büyük bir “burhan” geldiğini haber veriyor. O da müşriklerin itirazlarını iptal edecek kesin delil, şüpheleri izale edecek sağlam hüccettir. Bundan dolayı “...size mübîn bir nûr inzâl ettik” buyurdu. Yani Hakkı gösteren çok vâzıh (açık) ışık kaynağı. Bu da Kur’an’dır. (İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 1/470)

Ey insanlar! Biz o Muhammed'le birlikte sizler için yolunuzu aydınlatan (mübîn) bir nûr indirdik. Bu nûr da Muhammed'e indirilen Kur'an'dır. (Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 1/274. Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 4/377. Kurtubî, A. b. Muhammed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1002. Şevkânî, A. b. Muhammed. Fethu’l-Kadîr, s: 410)

Kur’an “Nûr” diye isimlendirildi; çünkü İslâmî ahkâm onun nûruyla beyân edilmiştir. (İbnu’l-Cevzî, A. b. Muhammed. Zâdu’l-Mesîr, s: 349)

“Ve size açık (açıklayıcı) bir nûr indirdik.” “Ey insanlar! Ona vahyetmek suretiyle tarafımızdan ışık gibi bir kitap indirdik. O kitap nûrdur, ışık gibidir, kendisi mübîndir, apaçıktır ve açıklanması gereken her şeyi beyân eder. Onun söz üstünlüğü ve metodları sayesinde hakikatler size ayan beyân olur. Onu inceleyen, manalarını kavrayan bu hakikatler konusunda tereddüte, şüpheye düşmez. (Abduh, M.-Rıza, R. el-Menâr Tefsiri (çev.), 6/132)

“Mübîn nûr”; “indirdik-inzâl ettik” yükleminin de delâletiyle Kur'an'dır (Bekara 2/111) Burada tekrar bütün insanlara hitap edilmekte, akıllarını doğru kullanarak, kendilerini ve kâinatı doğru gözlemleyip, okuyup yorumlayarak Allah'a ve hz. Peygamber’e ve onun tebliğ ettiği mübîn nûr olan Kur’an’a inanmaları isteniyor. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/153)

 

-Üç âyette Kur’an’ın apaçık (mübîn) bir Arapça  olarak indirildiği söyleniyor.  

“Gerçekten o (Kur’an), alemlerin Rabbinin (bir) indirmesidir. Uyarıcılardan olasın diye onu güvenilir Rûh (Cebrail) senin kalbine apaçık (mübîn) Arapça bir dil ile indirmiştir.” (Şuarâ 26/194-195) Böylelikle “biz senin ne söylediğini anlayamıyoruz” diyemesinler.

Yani insanları buna muhalif olanları ve yalanlayanları Allah’ın cezalandırması konusunda uyarmak, ona tabi olan mü’minleri de müjdelemek için. Peygambere indirilen bu Kur’an’ın dili apaçık, en düzgün Arapçadır. Ona karşı gelenlerin mazeretlerini ortadan kaldırmak için vâzıh, anlaşılır, berrak; delilleri sağlam bir kitap olarak. (İbni Kesir, E. Muhtasar Tefsir, 2/659)

Allah (cc) mesajını insanlara iletmek üzere peygamberleri hangi kavimden seçmişse kitaplarını da o kavmin diliyle göndermiştir. (İbrahim 14/4) Hz. Peygamber de Araplar arasından seçilerek görevlendirildiği için Kur'an ona Arapça olarak indirilmiştir. Fakat bu, onun sırf Araplar'a hitap ettiği anlamına gelmez. Nitekim Kur'an'ın evrensel olduğunu gösteren birçok âyet vardır. (Meselâ; A'râf 7/158. Furkan 25/1)  (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 4/176)

Peygamber (sav) de kavminin diliyle kendilerine hitap ediyor ve onlara bu dille Kur'an okuyordu, tebliğ ediyordu. Aslında onlar bir insanın dil açısından neleri yapabileceğini, Kur'an'ın insan sözü türünden bir söz olmadığını, sözün durumundan kavrıyorlardı. Kur'an'ın nazmı (düzeni, dizilişi), manaları, metodu, ahengi ve uyumu onun insan kaynaklı olmadığını gösterir. (Kutub, S. fi-Zılal’il-Kur’an, 6/2617)

“Vahiy ölü ve esrarengiz, muamma ve bilmecelerle dolu bir dille değil, her Arap ve Arapça'yı bilen, her Arap olmayanın kolayca anlayabileceği apaçık bir Arapça ile indirilmiştir. O halde, ondan yüz çevirenler, Kur'an'ın mesajını anlayamadıkları özrünü ileri süremezler. Onların küfür ve yüz çevirmelerinin tek nedeni, önceki kavimlerle aynı hastalığa tutulmuş olmalarıdır.” (Mevdûdî, E. Tefhimu’l-Kur’an, 4/69)

 

-Kur’an kendisinin anlaşılır bir Arapça olduğunu söylemeye devam ediyor:

“Andolsun ki biz onların, “Kur’an’ı ona bir insan öğretiyor” dediklerini biliyoruz. İma ettikleri kimsenin dili yabancıdır. Bu Kur’an ise gayet açık (mübîn) bir Arapça’dır.” (Nahl 16/103)

Vahyin nüzûl sürecinde (ve tabi ki daha sonradan) müşriklerin bazıları hz. Peygamber'in kendisine Allah tarafından vahyedildiğini bildirdiği sözleri kendisinin uydurduğunu söylerken, bazıları da bunları ona başka bir insanın öğrettiğini ileri sürdüler, sürüyorlar.  

Âyetten anlaşıldığına göre bu kişinin kim olduğu o zaman biliniyordu, ama arap olmadığı belli idi. Kur'an ise apaçık bir Arap diliyle inmiştir. Hiç, Arap olmayan (yani a’cemi) birininin, böyle bir şeyi öğretmesi mümkün müdür? Arapça'nın en güzel örneği olan Kur'an gibi bir edebiyat şâheserinin, in­sanlığın din ve dünyasına ışık tutacak değerde bir hikmet kaynağı kitabı “Peygamber’e öğretti” iddiasını ne kadar saçma olduğu belli.

Takip eden âyetlerde Allah’tan gelen âyetleri inkâr edenlerin hidâyetten mahrum kal­dıkları, azabı hak ettikleri açıklanıyor. Kur’an’a iftira atan Mekkeli müşriklere ve daha sonradan gelenlere böyle bir sahtekârlık ve yalancılık yakışır. Bunların imandan nasibi yoktur. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 3/387)

“Muhammed’e Kur’an’ı bir insan öğretiyor, öğretti” iddiası temamen bâtıl ve temelsizdir, dayanağı yoktur. Kur'an ise fâsih bir Arapça ile indirilmiş bir kitaptır. O dönemde edebiyat alanında çok ileri gitmiş olan tüm Arap şair ve ediplerini susturmuş, bu kimseler Kur’an’ın belâgât ve fesâhâti (üstün söz güzelliği) karşısında âciz kalmışlardır.

Dahası eğer Kur’an’ı hz. Muhammed’e öğreten birisi olsaydı, o kimse kendi peygamberliğini iddia eder, ya da kendisi ileri atılıp bir şeyler kazanmaya çalışırdı. Ama biz biliyoruz ki böyle birşey olmamıştır.

Kur’an’ın belâgâtı ve fesâhâti karşısında âciz kalan kâfirler, ona bazen “sihir”,  bazen “şiir”, bazen de “Kur’an’ı ona başkaları öğretiyor” dediler. Bütün bu iftiralar onların Kur’an karşısında bocaladıklarının göstergesidir.

O zamanki ve sonradan gelen müşriklerin bu yaptığı sadece hz. Peygamber’in aleyhinde iftiralar uyduracak kadar küstah olduklarını değil; aynı zamanda değerlendirmede âdil olmadıklarını da gösterir. Düşmanlığın basiretlerini  körelttiği bu insanlar, saf Arapça olan Kur'an'ı, Tevrat ve İncil'le ilgili yüzeysel bir bilgiye sahip olan (veya câhil) bir yabancıya isnat ediyorlardı. Doğruluk timsali (el-Emin) olan Hz. Peygamber'in Allah’tan getirdiklerini kabul etmek yerine, Kur'an'ın insan ürünü olduğunu iddia ediyorlardı. (Mevdûdî, E. Tefhimu’l-Kur’an, 3/62)

Müşrikler, Kur’an’ın görevini, evrensel, insanı ve insanî bir toplumu inşa etmek, bu topluma önderlik edecek bir ümmeti oluşturmak için geldiğini kavrayamıyorlar. Onun Allah’tan gelen ve ondan sonra artık bir ilâhi mesajın gönderilmeyeceği son kitap olduğunu anlamıyorlar. Yaratıcının onlar için yararlı olan ilkeleri, kanunları ve hükümleri en iyi bildiğini kabul etmiyorlar.

Âyet bir başka açıdan Allah'a iftira etmenin ancak inkârcıların işi olduğunu belirtiyor. Güvenilir bir elçi olan hz. Muhammed’in Allah’a iftira ederek, “O’ndan bir şey gelmediği halde geldi” demesi asla mümkün değildir. (Kutub, Seyyid. fi-Zılali’l-Kur’an, 4/2194)

 

-Bir âyette beyyinât ve mübîn birlikte kullanılıyor. İlki âyetlerin sıfatı, ikincisi “Hakka/Kitaba iftira edenleri sihir sözünün sıfatı olarak yer alıyor.

Bazı insanlar önünü ve arkasını düşünmeden, hevâlarının peşine takılarak beyyinâtı büyü diye itham ederler.

“Beyyinât olan âyetlerimiz onlara okunduğu zaman, o küfredenler kendilerine geldiğinde Hak (kitap Kur’an) için, düşünmeden “Bu, apaçık (mübîn) bir büyüdür” dediler.” (Ahkaf 46/7)

 Yani kendilerine Kur’an’ın anlamları açık (vâzıh), delâlet ettikleri şey net olan (Şevkânî, A. b. Muhammed. Fethu’l-Kadîr, s: 1594), aynı zamanda apaçık, sağlam, ikna edici ve insanüstü âyetlerini duydukları zaman, onun etkileyici üslûbu karşısında çaresizce “bu apaçık bir sihirdir” dediler. 

“Özellikle Kur’an’ın ilk muhatapları onun olağanüstü bir mesaj olduğunu gördüler ve anladılar. Ancak içinde bulundukları ve yararlandıkları konum sebebiyle gerçeği inkâr ettiler. (Beyyinâttaki) mucizevî yönü sihir diyerek geçiştirmeye çalıştılar.” (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 4/708)

Allah (cc) burada müşriklerin inkârlarını ve inatlarını haber veriyor. Onlara Allah’ın beyyinât olan şerefli, anlaşılır âyetleri okunduğu zaman, ya da Kur’an’ı duydukları zaman ona büyü derler. Böylelikle âyetleri yalanlarlar, Allah’a iftira ederler, sapıtırlar ve inkârcı olurlar. (İbni Kesir, E. Muhtasar Tefsir, 3/316) 

Mekke müşriklerinın Kur’an’a “büyü” demelerinin sebebi; onlar Kur’an’ın etkisinin Allah’ın kelâmı olmasından kaynakladığına inanmıyorladı. “Bu Kur’an, baba ile oğulun, karı ile kocanın arasını ayırıyor. Bu da sihirin bir başka şeklidir” diyorlardı. (İbni Atiyye, Abdulhak. el-Muharriru’l-Vecîz, s: 1707)

 Bu âyet aynı zamanda müşriklerin doğru, sağlam, apaçık belgelere, Peygamberlerin getirdiği şüphesiz hak olan haberlere ve mesajlara değil; büyücülerin, göz boyayanların, insanları bir takım numaralarla kandıranların bilgi ve delil olmaktan uzak yalanlarına inandıklarını haber veriyor.

Kur’an’ın indiği dönemde büyü biliniyordu. İnsanlar bazı sorunlarını halletmek için büyücülere, kâhinlere ve onlara benzeyen şairlere başvururlardı. Toplum içinde korkuyla karışık saygın bir konumları vardı. Zira herkesin bilemediği şeyleri biliyor, herkesin kolaylıkla söylemeyeceği şeyleri söylüyorlardı. Kur’anın fesâhât ve belâğâtı karşısından şaşıran müşrikler, bu üstünlüğün ve etkinin ancak bir büyü, kâhin veya şair sözü olabileceğini ileri sürdüler. Kur’an’dan yüz çeviren, ona insan eseri diyen niceleri; aslı astarı olmayan iddialara, fala, hurâfelere, isbat edilmesi mümkün olmayan teorilere birer iman ilkesi gibi inanırlar.

Böyle bir anlayış elbette onların yanlış ve yamuk Allah ve yanlış peygamber tasavvurundan kaynaklanıyordu.

 

 -Bir başka âyette Kur’an’ın Arapça bir hüküm olarak inzâl edildiği söyleniyor.

“Böylece biz onu (Kur’an’ı) Arapça bir hüküm olarak indirdik. Sana gelen bu ilimden sonra eğer sen onların hevâ ve heveslerine uyarsan, Allah tarafından senin için ne bir dost vardır, ne de bir koruyucu.” (Ra’d 13/37)

 

-Mübeyyine olarak Kur’an

“Mübeyyine veya mübeyyeh”, beyân edilen, açıklanan ve tam açıklayıcı demektir; bunun çoğulu da  “mübeyyinât”tır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 69)

Gerçeği açıklayan” anlamındaki “müstebîn (Saffât 37/117) ile “âyâtün mübeyyinâtün” terkibindeki “mübeyyinât” da aynı mahiyettedir. (Topaloğlu, Bekir. TDV İslâm Ansiklopedisi, 6/97)

-Mübayyinât üç yerde âyât-ayetler kelimesinin sıfatı olarak yer alıyor.

Andolsun, biz açıklayıcı (mübeyyinât) âyetler indirdik. Allah, dilediği kimseyi doğru yola iletir.” (Nûr 24/46)

Allah (cc) önceki âyetlerde çeşitli İslâmî hükümleri zikrettikten sonra burada da Kur'an’da apaçık âyetler indirdiğini, geçmiş üm­metlerin halini özet olarak zikrettiğini ve bunların Allah'tan korkup-çekinenler için bir öğüt olduğunu beyân etmektedir.

Bu âyet ya önceki konunun devamı, ya da sonraki ayetler için başlangıçtır.  Birinci ihtimal daha ağırlıklı. Bundan önceki âyetler, Allah’ın yüce ve kudreti hakkındaki delillere yer vermiş, bunlarla akıl sahiplerine hidâyet verilmek istendiği geçmişti. Buradaki ifadeye benzer ifadeler Kur'an'ın değişik yerlerinde var. Bunlar “Allah dilediğine hidâyet eder” sözünün açıklması gibidir. Mesela;

“İnkâr edenler diyorlar ki: “Ona (Muhammed’e) Rabbinden bir mucize indirilseydi ya!” De ki: “Şüphesiz Allah dilediğini saptırır, kendisine yöneleni de doğru yola eriştirir.” (Ra’d 13/27)

“Allah, onunla rızası peşinde olanları selâmet yollarına iletir ve onları izniyle, karanlıklardan aydınlığa çıkarıp kendilerini dosdoğru bir yola iletir.” (Mâide 5/16)

Yani Allah, ancak doğru yolu bulmaya istekli olanları, iyi niyetli ve iyi kalpli olup da bunu arzulayanları hidâyetine ulaştırır. (Derveze, İzzet. Tefsiru’l-Hadis (çev.), 6/358)

Burada Allah (cc) tekrar ediyor ki “bu Kur’an’da açık ve muhkem hükümler ve misaller indirdi”. Bütün bu açık âyetler fehmeden, aklını kullanan, vicdan, basiret sahibi ve düşünebilenleri doğru yola eriştirir. (İbni Kesir, E. Muhtasar Tefsir, 2/613)

Yani o Kur’an’dır ki hidâyeti göstermede ve helâl ve haram ahkâmı konularında (el-Hâzin, M. b. İbrahim. Tefsir, 3/302), insanları saadet yollarına ulaştıracak, onları kemâle erdirecek açık, sağlam âyetleri vardır. Nûr Sûresinde toplanan âyetler de böyledir. Kim onlara iman ederse, onlara itibar ederse, hidâyet çağrısına uyarsa; doğru yolu bulur.  Kim de ondan yüz çevirirse şekâvete (bedbahtlığa) düşer. “(Cezâirî, Ebu Bekr. Eyseru’t-Tefâsir, s: 1173)

“Allah'ın gözler önüne serilmiş ve ayrıntılı biçimde açıklanmış âyetleridir. Allah'ın nurunu belirginleştiriyor, onun yol göstericiliğinin kaynağını ortaya koyuyor, iyiyi-kötüyü, temizi-pisi belirliyor. Hiçbir karışıklığa, hiçbir kapalılığa meydan vermeyecek şekilde İslâmın eksiksiz ve incelikli hayat sistemini açıklıyor, Allah'ın yeryüzündeki hayat için koyduğu hükümleri kuşkudan ve anlaşılmazlıktan uzak bir şekilde beyân ediyor. İnsanlar bu hükümlere uydukları zaman apaçık, sağlam ve tutarlı bir kanuna uymuş olurlar. Bu kanun karşısında haklı hakkının kaybolacağından korkmaz. Bu kanuna uyulduğu sürece hak ile bâtıl, helâl ile haram birbirine karışmaz.” (Kutub, Seyyid. fi-Zılâli’l-Kur’an, 4/2525)

 

-Bir âyette mübeyyinât Kur’an’ın iki ismiyle birlikte geçer.

Andolsun, biz size açıklayıcı (mübeyyinât olan) âyetler, sizden önce gelip geçenlerden bir misal ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için bir öğüt (mev’iza) indirdik. (Nûr 24/34)

Bu âyette “âyâtün mübeyyinât” mesel’i, mev’iza da Kur’an’ı niteler.

Bu âyet sadece bir önceki âyetle değil, sûrenin başından beri gelen âyetlerin genel içeriği ile ilgili, kendinden önceki ile sonraki arasında bir bağlantıdır. Anlamı bütün Kur’an’a uygundur. Sûrede geçen hükümleri tekrar hatırlatıyor, onların hak ve hakikatleri açıklayan, kendilerinden ibret alınsın diye kıssalar serdeden, muttakiler (korkup-sakınanlar) için de öğüt ve uyarıdır.

Bu şu demektir: “Biz size gerçekten ayrıntılı açıklamalar içeren âyetler, sizden önce yaşayn milletlerin hayatlarından alınmış örnekler ve kötülükten uzak durmak isteyenler için öğütler indirdik."

Bu ve benzeri âyetler Allah’ın beyân ettiği ve açıkladığı mübeyyinâttır. (İbni Atiyye, Abdulhak. el-Muharriru’l-Vecîz, s: 1361)

Bu kelime Nûr Sûresinde beyân olunan şer’î ahkâm konusunda manaları anlaşılır kılınmış âyetlerin sıfatıdır. Bunun aslının mübîn olması ihtimal dahilindedir.” (Zemahşeri, Ö. b. Muhammed. el-Keşşaf, 3/234)

“Bu âyet bir yandan Kur’an’ın muhtevasını “gerekli açıklamalar, tarihten örnekler ve öğütler” şekilden özetlerken öte yandan, fizik ötesi varlıklar hakkında madde âleminden seçilmiş örnekler vererek yapacağı açıklamaya bir giriş teşkil etmektedir.” (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 4/102)

“Mübeyyinât, yani helâl ve haramı açıklamak üzere. (el-Hâzin, M. b. İbrahim. Tefsir, 3/296)

“Yani Ey müslümanlar! Size âyetler indirdik. Onlar İslâmın ahkâmı yanında âdab konularını açıklayıcı Kur’an âyetleridir. Zımnen: onlarla amel edin, hayatınızı kemâle erdirin, dünyada ve Âhirette mutluluğu elde edin” demektir. (Cezâirî, Ebu Bekr. Eyseru’t-Tefâsir, s: 1167)

“Tam anlamıyla beyân eden” yani açıkladığını mükemmel açıklayan, zihinlerde şüphe, anlamada kapalı alan bırakmadan anlatan âyetler, hem Kur’an ayetleridir, hem de insanın kendinde ve çevresinde bulunup Yaratıcının varlık, birlik, büyüklük ve eşsizliğini gözler önüne seren “kevnî” âyetlerdir.” (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 4/110)

“Bu Kur'an ayrıntılı açıklamalar içeren âyetlerden oluşur. Kapalılığa, kasıtlı yoruma ve belirlenmiş hareket metodundan sapma eğilimlerine yol vermez.

Bu Kur’an, Allah'ın hayat sisteminden sapan, böylece de uğursuz bir akıbete uğrayan geçmiş toplumların akıbetlerinden örnekler içerir.

Bu Kur'an Allah'ın murakabesinin bilincinde olan, bu yüzden korkup dosdoğru hayat sistemine uyan, böylece de kötülüklere bulaşmayan müttakiler için öğütler içerir.” (Kutub, Seyyid. fi-Zılâli’l-Kur’an, 4/2517)

 

-O apaçık Kitab’ın âyetleri de mübîn’dir (apaçıktır).

Bir âyette ise Peygamberin iman edip sâlih amel işleyenleri karanlıklardan aydınlığa çıkartmak üzere okuduğu âyetleri “âyâtün mübeyyinât-aydınlık, aydınlatıcı âyetler” olarak niteler.

İman edip sâlih amel işleyenleri, karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için size Allah’ın apaçık (mübeyyinât) âyetlerini okuyan bir peygamber gönderdi.

Kim Allah’a inanır ve sâlih bir amel işlerse, Allah onu, içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlere sokar. Allah, gerçekten ona güzel bir rızık vermiştir.” (Talak 65/11)

Bu terkip açıkça Kur’an’ı işaret etmektedir.  (Çelik, Muhammed. Kur’an Kur’an’ı Tanımlıyor, s: 219)

 

-Tıbyân olarak Kur’an

“Tıbyan”, bazılarına göre ise çokluk ifade eden kuralsız masdar olup (el-Cevherî, İ. b. Hammed. es-Sıhah Tâcu’l-Luğa; 5/496. İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 2/198-199), dinle ilgili hususları ustalıklı bir şekilde beyân etmek demektir. Geçmiş ümmetlerin hallerinin anlatılması da bu cümledendir.

Bir şeyin ortaya çıkması ve vuzuha kavuşmasının kendisi ile tamamlandığı izah ameliyesine de “tıbyân” denir. Bu, ister kendiliğinden olsun, isterse bir vasıta ile olsun, aynıdır. Onda hakkın çeşitleri açıklandığı ve delilleri beyân olunduğu için Kur’an bir âyette Tıbyân olarak isimlendirildi. (Zerkeşî, Burhan, 1/279’den Çelik, Muhammed. Kur’an Kur’an’ı Tanımlıyor, s: 219-220)

(Ey Muhammed!) Her ümmetin kendi içinden üzerlerine bir şâhit göndereceğimiz, seni de onların üzerine bir şâhit olarak getireceğimiz günü düşün.

Sana bu kitabı; her şey için bir açıklama (tıbyân), doğru yolu gösteren bir rehber (hüdâ), bir rahmet ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik. (Nahl 16/89)

Tıbyân Kur’an’ın bir sıfatı olup “her şeyi açıklayan” demektir. Tıbyân olan Kur’an’dan sonra artık hiç kimseden ne bir delil, ne de bir mazeret kabul edilecektir. (Kutub, Seyyid. fi-Zılâli’l-Kur’an, )

Peygamberlerin üzerlerine şâhit gönderildiği kimseler, onun mensubu bulunduğu toplum ve onun davetinin muhatabı olan, kendisinden sonra gelip geçen bütün insanlardır. Bu davetin  kaynağı Kur'an, insan­lığın muhtaç olduğu ve ilâhî bir aydınlatma olmadan ulaşamayacağı helâl-haram, sevap-günah konularına (ahkâma) dair bilgileri ana hatlarıyla açıklamıştır. (Cezâirî, Ebu Bekr. Eyseru’t-Tefâsir, s: 903) Kur'an, hüküm­leriyle amel edenler için bir hidâyet ve rahmet vesilesi, Allah'ın birliğini tanıyıp O'na saygıyla itaat edenler için Allah'ın cömertliğini ve lütufkârlığını bildiren bir müjdecidir.” (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 4/376)

“Biz sana bu kitabı her şeyi açıklayan (tıbyân) olmak üzere kısım kısım indir­dik" buyruğu; “Biz, kitapta hiç bir şeyi eksik bırakmadık” (En'âm, 6/38) buyruğuna benzemektedir. Mücahid’e göre Kitabın Tibyân olması helâl ve haramı gereği gibi açık­lamasıdır. (Kurtubî, A. b. Muhammed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/1795)

Taberî’ye göre Allah kıyâmet gününde, her ümmete göndermiş olduğu Peygamberi şâhit tutup ona, ümmetinin, davetine karşı ne cevap verdiğini soracağını, hz. Muhammed’i de ümmetine karşı şâhit kılarak, ümmetinin, kendisine karşı ne cevap verdiğini soracağını beyân ediyor. Ona  indirilen Kur’an, helâl, haram, hak, bâtıl, geçmiş ve geleceğe dair haberleri açıkladığını bildirerek bu kitabın, insanları doğru yola ileten bir hidâyet ve rahmet rehberi olduğunu haber veriyor. O aynı zamanda müminler için bir müjdedir. Zira Kur'an, Allah’a itaat edenlere Âhirette büyük mükâfatlar verileceğini müjdelemektedir. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 7/633)

 

-Sonuç yerine

Beyân kavramındaki açık-anlaşılır ve kesin isbat gibi anlamları düşünürsek, Kur’an Allah’tan gelen anlaşılır ve sağlam belgedir diyebiliriz.

İnsana düşen görev, yeteneğini iyi kullanarak, hakk ile bâtıl, doğru ile yanlış, hayır ile şer arasındaki farkı; Allah’ın beyânı (açık belgesi) olan, apaçık (mübîn) Kur’an âyetleriyle anlamak ve gereğini yapmaktır.

Bütün bir insanlığa gönderilen Kur’an, insanların anlayabileceği açıklıkla mesajlar içeren ve işaret ettiği her şeye aynı açıklığı getiren aşikar bir kitaptır. » (Alagaş, Mehmed. Kur’an’a Yönelirken, s : 33)

Kur’an’ın kendisinin anlaşılır, açık ve açıklayıcı bir kitap olduğunu ısrarlı bir şekilde söylemesine rağmen bazılarının ona « anlaşılmaz kitap » demesi şüphesiz doğru değildir. Böyle bir iddia bir sağlam belgeye dayanmadığı için Kur’an’a uyma, Kur’an’ı öğrenip anlamaya çalışma noktasında mızıkçılık edenlerin bahânelerine benziyor.

“Kur’an yeryüzünü aydınlatmaya devam etmesine rağmen çokları bilerek veya bilmeyerek, kendisi ile Kur’an’ın arasına engeller ve örtüler koydu. Ona gereği gibi yaklaşmadı, onu gereği gibi okuyamadı, gereği gibi anlayamadı, gereği gibi anlamayınca da elbette gereği gibi hayatına aktaramadı. (Soyalan, M. Yaşar. Kur’an ve İnsan, s: 181)

 

Hüseyin K. Ece

18.01.2017

Zaandam