Zira kavramların rolü, ilgili olduğu sahadaki anlamı muhatabına doğruya en yakın ulaştırmaktır.

Kavram kargaşası ilimde, kültürde, sosyal hayatta ve siyasi arenada sağlıklı bir şey değildir. Birisinin ak dediğine diğerinin kara demesi, birisinin şöyle anladığı bir kavramı başkasının yüz seksen derece ters anlaması sağlıklı farklılık olmasa gerekir.
Bu kavram cehâleti Kur’an’ı, dolayısıyla İslâm’ı tanımada, onu anlamada ve onu hayata taşıma çabalarında olursa, sıkıntının boyutları daha da büyük olur. Zira hayat rehberi olarak indirilen Kur’an’ı yanlış anlamak hidayetten sapmayı beraberinde getirir. Hâlbuki insan Kur’an’ın takdim ettiği hidayetle ancak insan olabilir, ancak onunla hayat ve varoluşa cevap verebilir. Kur’an’ı anlamak hayatı anlamak, Allah’ı anlamak ve anlamı bulmaktır. Bu da Kur’an ifadelerini onun işareti doğrultusunda idrak etmekten geçer.
- Terim ve Kavram
İnsanlar kelimelerle anlaşırlar. Kelime ise, duyulan, algılanan, düşünülen ve etkilenilen şeydir. Bu etki sözle veya duyularla olur, kişilere olumlu veya olumsuz anlamda tesir eder.
Bir toplumda çoğunluğun bir kelimenin özel bir anlamı üzerinde söz birliği etmeleri veya söz konusu olan şey üzerindeki ortak görüş, kavramları veya terimleri meydana getirir.
İslâm dünyasında bütün ilim dallarında kullanılan özel kelimelere ‘ıstılah’ denmiştir (Günümüzde ‘ıstılah’ yerine ‘terim’ kelimesi kullanılmaktadır.) ‘Istılah’, bir kelimeye yüklenen mana üzerindeki konsensüs sağlanması, anlam üzerindeki anlaşmazlığın azalmasıdır.
Kavram; bir nesnenin zihindeki soyut ve genel tasarımı, duyularla gözlenen veya gözlenmeyen şeyler hakkında zihnimizde oluşan soyut ve genel fikirlere denir (Türkçe Sözlük, TDK 2/817. S. Bilimler Ansiklopedisi, 2/360)
Başka bir ifadeyle kavram; bir şey hakkında sahib olunan genel düşüncedir. Felsefe dilinde kavram; nesnelerin ya da olayların ortak özelliklerini kapsayan ve bir ortak ad altında toplayan genel tasarımdır.
Kavram, zihinsel bir işlemdir. O fikir ve düşünceden farklıdır. Bir nesne hakkındaki fikir değildir. Belki o nesne hakkında zihinde meydana gelen bir algılama, bir kavrayıştır. Ya da bir fikrin, bir nesnenin/objenin zihindeki algılanış biçimidir. Zihnin bir şey hakkındaki tasarımıdır.
Terim ise; bir bilim, bir sanat dalıyla veya bir konu ile ilgili özel ve belirli bir anlamı olan söz demektir (Türkçe Sözlük, 2/1458) Bir başka deyişle terim, bir türe ait ortaklaşa niteliklerin bir isim altında toplanmasıdır.
Bu bağlamda terim ıstılah’ın, kavram da mefhûm’un karşılığıdır.
Terim ve kavram sözcükleri arasında anlam benzerliği olmakla beraber, ikisi de farklı şeyleri ifade ederler. Birbirlerinin yerine kullanıldıkları da olur.
Kavram, bir şeyin zihindeki tasavvuruna, terim ise dışarıdaki somut karşılığına, soyutun somutlaşmasına denir. Objenin zihindeki karşılığına işaret ediyorsa kavram, yazıdaki veya dışarıdaki şeye işaret ediyorsa terimdir.
Kavramlar, bir şeyin zihindeki soyut tasarımı oldukları için mutlak bir tanım vermezler. Kavramlar, nesnelerin veya olayların ortak özelliklerini kapsayan ve onları ortak bir ad altında toplayan tasarım olsa da; bu tasarım geneldir ve soyuttur. Terim gibi sınırlılık arz etmez, insanlara ve inançlara göre değişik anlaşılmaları mümkündür. Kavramlarda asıl olan, onların genel tasarım olmasıdır. Onun için kavramların her zaman, herkese göre mutlak bir şekilde aynı olması, aynı şekilde algılanması beklenemez.
- Kur’an Kavramları
Kavram sözcüğü terime göre daha yaygın bir kullanım alanına sahiptir. Kur’an her kesime, her kültüre, her zaman dilimine, her seviyeden insana hitap ettiğine göre, seçtiği kelimeler ve onlara yüklediği anlam onun mesajını taşıyıcı özellikte olması gerekiyordu. Kur’an bu metotla mesajını muhatabının idrak seviyesine indiriyor, anlamasını sağlıyor. Onun kelimeleri tıpkı terimlerdeki anlam gibi tekdüze ve statik olsaydı, onu belli bir kesim anlar, diğerlerine yabancı kalırdı.
Kaldı ki Kur’an’ın konuları herhangi bir bilim disiplini değil, vahyin maksatlarıdır. Bu açıdan onun kavramlarının matematiksel ve somut anlamları olmaz. Her bir Kur’an kavramı kendi alanı içerisinde yatay ve dikey, ama belli bir anlam alanına sahiptir. Muhatap bu alan içerisinde kavramın ifade etmek istediğini kendi anlayışı ve kapasitesi ile anlamaya, idrak etmeye çalışır.
Kur’an bir kelimeyi kendi amacı doğrultusunda, kendine ait bir anlayışı ve mesajı insanlara bildirmek üzere kullanır. Ancak bu kullanım matematikteki ‘çarpma-bölme’ terimleri gibi mutlak anlamda olmadığı gibi, her manaya gelecek şekilde dağınık da değildir.
Kur’an, Arapça olarak inzâl edilmiştir. Dolaysıyla Kur’an, maksadını Arapça’dan aldığı kelimelerle ortaya koymakta, mesajını bu dildeki pek çok kelimeyi kavramlaştırarak açıklamaktadır.
Dil, en önemli iletişim ve anlaşma aracı olduğuna göre, anlaşılsın diye gönderilen, insanla Allah (c) arasındaki en önemli haberleşme olan Kur’an’ın da, insanların kendi aralarında anlaşabildikleri bir dili kullanması doğaldır, hatta gereklidir de. Şayet ilahi mesaj tek tek her insanın bünyesine indirilmiş olsaydı, herhalde dil gibi bir iletişim aracı olmazdı.
Allah (c), kullarına vahyi indirmek için dillerin içerisinden Arapça’yı seçti. Bu tercih; herhangi bir dilin kutsal olmasından değil, vahyin son Peygamberi Hz. Muhammed (s)’in Arapça konuşuyor olmasındandır. Allah (c) her peygamberi kendi kavminin diliyle gönderdi ki öncelikle kendi çevresindekiler Allah’ın ne indirdiğini anlasınlar (İbrahim 14/4).
Bu bağlamda son Vahiy Hz. Muhammed’e gelince Arapça İslâm’ın dili haline geldi diyebiliriz.
Kur’an, İslâm’dan önceki Arapça kelimeleri kullanmakla beraber, onlara yeni anlamlar da katmış, onları mana yönünden genişletmiş ve zenginleştirmiş, pek çoğunu da terim veya kavram haline getirmiştir.
Ancak Kur’an’ın kavramları kendi kök anlamlarından kopuk değildir. Kur’an’ın metodu, Arapça bir kelimenin sözlük anlamının içini tamamen boşaltıp, onun içini yepyeni anlamlarla doldurmak şeklinde değildir. O, günlük konuşmalarda kullanılan kelimeleri hem kendi anlam dairelerinde kullandı, hem de onlara Kur’anî manalar kattı.
Arapça kelimelerin çoğunda anlam zenginliği vardır. Bir ifadeyi karşılamak için çok sayıda sözcük kullanıldığı gibi, bir kelime içerisinde bazen birden fazla anlam bulunmaktadır. Buna tefsir ilminde ‘el-vucûh ve’n-nezâir’ denir. Kur’an, bu anlam zenginliğini daha da yoğunlaştırmış, onlara Vahy’in mesajını titizlikle taşıma görevi vermiştir.
İslâm’a muhatap olanlar, Kur’an’ın ve onun çevresinde oluşan ilimleri, İslâmî inancını, dünya görüşünü, anlayışını, ne denilmek istendiğini, ilahî daveti, Hak ve batılı, Vahyin maksat ve çağrısını, ğayb âlemiyle ilgili gereken bilgileri, varlıkla ilgili gerçekleri ve daha birçok şeyi işte bu mana yönünden özel hale getirilmiş kavramlardan öğrenebilirler.
Kuşkusuz kavramlar üzerinde, terimlerde olduğu gibi söz ve anlama birliği sağlamak zordur. Bir kavramın ifade ettiği anlamları bazıları farklı algılayabilirler. Kavram bir kaç manaya gelebilir. Kelimenin ifade ettiği anlamlardan hangisinin kastedildiği mutlak olarak bilinemez. O kavramı anlamak isteyen, konuya uygun anlamlardan birini tercih edebilir.

- Kur’an Kavramlarının Kullanılış Biçimi:
- Lafzî manaya işaret ederler.
Kur’an, kavramlaştırdığı bazı kelimeleri kök, yani lafzî anlamlarıyla kullanıyor. Şu örneklerde olduğu gibi: Arş sözlükte taht demektir. Kur’an onu bu anlamda kullanıyor. (Neml, 27/23).
İbadetin sözlük anlamı karşı gelmeksizin itaat etmek, boyun eğmek, emrine girmek demektir. Kur’an şeytana ibadet etmeyin derken onu lafzî anlamında kullanıyor (Yasîn, 36/60; Meryem, 19/44).
Âyet, sözlükte iz, belirti, nişan, eser, alâmet anlamlarına gelir. Kur’an bunu pek çok yerde sözlük anlamıyla kullanıyor (Bakara 2/248; Âli İmran 3/41; Meryem 19/10).
Cennet, bahçe demektir. Kur’an bu kelimeyi dünyadaki herhangi bir bahçe anlamında kullanıyor (Kehf 18/32-33; Bakara 2/265-266).

- Mefhuma işaret ederler.
Şüphesiz ki her bir Kur’an kavramı özellikle bir mefhuma, yani anlaşılması istenen bir manaya işaret eder. Muhataplara; bu mefhum şöyle anlaşılması gerekir şeklinde bir mesaj verilir. Mesajın içerisine de Kur’an’ın demek istediği anlam, davet edilmek istenen şey, haberin doğrusu, hükmün hak olanı, doğrunun ta kendisi yerleştirilir.
Mesela, insanlar öteden beri ilâha ve ilâhlara iman ederler. O ilâhların önünde kulluk yaparlar. Böylece ilâh hakkında pek çok yanlışa düşerler. Kur’an ilâh kavramına müşriklerin verdiği yanlış manaya işaret ettikten sonra Allah’ın zatında ilâh olgusunu ortaya koyar (Neml 27/62, 63, 64; Mü’minûn 23/117; En’am 6/14; Tevbe 9/12; Hac 22/73).

- Mahsusa işaret ederler.
Kavramların bir kısmı olayı, anlamı ve haberi insanın mahsus denilen his dünyasına taşırlar. Böylece kavramın ifade ettiği veya tarif ettiği şey insan zihninde canlanır. İnsan onu belki hayalen düşünür ama sonuçta kendi his dünyasına yansıdığı kadar anlar.
Kavramlar olayı, mesajı veya haberi makûl alandan önce mahsus alanda gündeme getirir, öncelikle burada algılanmasını sağlarlar. Cennet ve cennetteki nimetler, cehennem ve cehennem azabı, kıyamet ve mahşerle ilgili haberler, farklı şekillerde ve konularda verilen örnekler bunun gibidir (Âli İmran 3/133; A’raf 7/43; Ra’d 13/35; Muhammed 48/15; Bakara 2/17, 171, 261, 264; Âl-i İmran 3/117; Kehf 18/45; İsra 17/97; Tâhâ 20/74).

- Geleneğe işaret ederler.
Kur’an, İslâm öncesi cahiliyye Araplarının öteden beri atalarından aldıkları inançlarına, ibadet ve tutumlarına, inançlarından kaynaklanan tutumlarına yani onların tarihsel tecrübelerine kavramlarla işaret ediyor (A’raf 7/70; Yunus 10/18; Hûd 13/109; Enfal 8/35). Bunda asıl amacın kavramın doğru anlaşılmasını sağlamak olduğu unutulmamalı.
Yine bazı peygamberlerin kavimleriyle yaşadıkları acı tecrübeler bazı kavramlarla haber veriliyor. Yanlışlarıyla veya doğrularıyla insanların sahip olduğu tarih, yaşadıkları tecrübeler sonradan gelenler için ders ve ibret kaynağıdır. Bazı Kur’an kavramları bu tecrübeye işaret ederler (Mâide 5/33; Tevbe 9/26; Casiye 45/14).

- Önemine işaret ederler.
Kavramlar bazen söz konusu ettikleri şeyin, haberin veya mesajın son derece önemli olduğuna da işaret ederler. Ahiret günü için kullanılan oniki kadar ifade buna örnektir (Kâf 50/42; Rûm, 30/56; Şûra, 42/7; Kâf 50/34; Necm, 53/57; Mü’min 40/39).
Mesela, kibriya (büyüklük) Allah'ın hakkı olduğu halde kulların büyüklük taslaması hata üstüne hatadır (Casiye 45/37). Kıyamet ve bunu haber veren ölüm olayı dehşet verici, ürkütücü ve uyarıcıdır. Kur'an'da kıyametten sık sık bahsedilmesi hem olayın büyüklüğüne işarettir hem de bir uyarıdır (Hac 22/1; Nebe' 78/2).
Cehennem’e en-Nâr denmesi onun dehşetini, ürpertici ve kuşatıcı bir ceza yeri, dünyada pervasızca suç işleyenleri bekleyici oluşunu anlatmak içindir (Bakara 2/24, 80, 126; Âli İmran 3/24, 191; Maide 5/72 gibi).
Allah’ın (c) rahmeti ve merhameti kendisine tahsis etmesi, rahmetinin sonsuz oluşu, bu rahmetin varlık üzerinde tecelli edişi er-Rahman ve er-Rahîm kavramlarıyla ifade edilir (Bakara 2/136; İsra 17/110; Enbiya 21/112; Mülk 57/3; Nebe’ 78/37; En’am 6/12, 54; Tevbe 9/21 104; Bakara 2/37, 160; Yunus 10/107).
Önemli olduğuna işaret edilen kavramları pek çoğunun belirlilik takısı (lâm-ı ta’rif) ile gelmesi ayrıca dikkat çekmektedir.

- Hükme işaret ederler.
Kavramların bir kısmı Kur’an’ın bütünlüğü içerinde hükmü ortaya koyarlar. Muhatap kavramı duyduğu zaman hükmü de duymuş olur. Böylece o kavramla birlikte iletilen ilâhî kararı, vahyî sınırı öğrenmiş olur. Kur’an bir şeye helâl, bir başka şeye haram diyorsa bu o şey için bir sıfat olmakla birlikte aynı zamanda bu bir ilâhi hükümdür (Bakara 2/168, 187; Nisa 4/4; Maide 5/1, 5; Yunus 10/59; A’raf 7/33; Nahl 16/115; Nisa 4/23).
Hayır ve şer, hak ve bâtıl, fayda ve zarar, infak ve cimrilik, ma’ruf ve münker, temiz ve pis, helâl ve haram, tayyip ve habîs gibi kavramlar da böyledir.
Allah (c) bir şeye temiz diyorsa, bu o şeyin yenilebilir veya kullanılabilir olduğuna dair bir hükümdür (Bakara 2/267; Nisa 4/2, 160; Maide 5/8 100; A’raf 7/32; Yunus 10/93). Bir şey ‘hayr’ diye niteleniyorsa bu onun faydalı, mübah ve dinen hoş olduğuna delâlet eder. Bir şey ‘şer’ diye niteleniyorsa bu onun zararlı, günah getirici veya yasak olduğuna ait bir hükümdür (Bakara 2/216; Âli İmran 3/104; Tevbe 9/88; İsra 17/11; Nûr 24/11; Enbiya 21/88; Kasas 28/68).

- Maksada işaret ederler.
Kur’an’ın her bir âyetinin, her bir cümlesinin, her bir kavramının bir maksadı vardır. Muhatabına söylemek istediği bir şey, yani söylediklerinin bir amacı vardır. Kur’an rastgele söylenmiş bir söz değildir (Târık 86/14).
Kur’an’da lafız-mana-maksat dengesi vardır. Onun mesajı, hükümleri ve hedefleri bu dengenin kurulması ile anlaşılır.
Kavramların bir kısmı “işte anlayın, ya da yanlış anlamayın, asıl kasdedilmek istenen budur” tarzında gelmiştir. Bu da maksada işarettir (Bakara 2/120; Âli İmran 3/73, 82; En’am 6/71; Maide 5/47; Tevbe 9/67; Hucurât 49/15; Mü’minûn 23/1; Ahzâb 33/36; Nahl 16/97; Nisa 4/69, 151; Enfal 8/2, 4; Hac 22/35).

- Hedefe işaret ederler.
Kur’an kavramlarının bir anlamı, bir maksadı olduğu gibi bir de hedefi vardır. Biz buna onların pratiği diyebiliriz. Bu pratik anlama ve maksada uygun olarak gerçekleştirilmesi istenen hedeftir. Kur’an’a inanan kimselerden istenen uygun pratiklerdir. Kur’an’ın hayata aktarılış biçimidir. “O’nun ahlâkı Kur’an’dı” şehâdetinin Peygamber hayatındaki uygulamasıdır.
Hedefi maksattan ayrı tutuyoruz. Maksat varılmak istenen nihai amaçtır. Varış noktası, belki de maksadın somut hale gelmesi, gerçekleşmesidir.
Kur’an’ın vahiy olarak bir maksadı olduğu gibi, bazı kavramlarının daha somut, daha belirgin, daha hayata dönük hedefleri vardır. Kavramları anlayan, kavrayan ve iman eden mü’min; onların işaret ettiği hedefi gerçekleştirmek üzere harekete geçer. Onları kendi hayatında ete ve kemiğe büründürür. Kavramlara Vahiy şuuruyla adetâ can verir, insanlar arasında onları canlı tablolar yapar.
Bu da en önemli Kur’anî davettir.
Kur’anî kavramların birçoğunun mü’minlerin hayatlarında birebir karşılığı olmalıdır. Veya o kavramın asıl hedefi, onu somut hale getirmek, yaşanır kılmaktır.
Kur’an kavramları sadece imanı, zihniyeti, bakış açısını düzelten soyut ölçüler, iman ilkeleri veya vahyin çizdiği görünmez sınırlar değil, bir kısmı bizzat hayattır, pratiktir, görünebilen veya uygulanabilen ilkelerdir.

- Kur’anî Kavramların Hedefi/Pratiği (Bir kaç örnek)

• İzzet-Aziz
‘İzzet üstünlük, şeref ve haysiyet, kuvvet ve güç sahibi demektir. Kişinin şerefinin yüceliğini ve değerini anlatır. Onu zillete (alçaklığa, şerefsizliğe) düşmekten alıkoyan bütün üstünlükler, yücelikler ve sahip olunan imkânlardır. İzzetin karşıtı ‘zillet’tir.
‘Aziz’, izzet sahibi demektir. Aziz, yani en üstün, en yüce, en mutlak ‘izzet’ sahibi yalnızca Allah’tır. Peygamber ve mü’minler de Allah’ın emrine itaat ettikleri için O’nun yanında üstünlük ve şeref kazanırlar, İslâm’ı yaşadıkları için de ‘izzet-üstünlük’ elde etme imkânına kavuşurlar. “İzzet Allah’ındır, Rasulünündür ve mü’minlerindir.” (Münafikûn 63/8).
Öyleyse mü'min imanı sayesinde izzet kazanır, aziz olur. O bu aziz olma sıfatını hayatının her alanında gösterir. Özellikle iman etmeyenler karşısında böyle bir konumda olduğunun farkındadır. Mü'min onu zillete düşürecek bütün davranışlardan kaçınır. İzzet kazandıracak amelleri işlemeye devam eder.
Mü’minler, kendi kardeşleri olan mü’minlere karşı gayet alçak gönüllü (zelil), mütevazı ve merhametli, ama düşmanlarına karşı ‘izzet’ (güç ve şeref) sahibidirler. Onların karşısında pısırık, sünepe, teslimiyetçi ve hakkını bile savunamayacak kadar korkak değildirler (Maide 5/54).

• Mü’min-Emanet
Mü’min, hem iman esaslarının gerçek olduğundan emin olan, hem de imanın getirdiği ahlâk ve ahlayışla emin olan insandır. İman mü’mini öyle terbiye eder, öyle yetiştirir, öyle bir kıvama getirir ki; o insan artık ‘emin olma’ sıfatını kazanır. Kutsal (ilâhî) emaneti taşımaya ehil olur. Halk arasında emin olarak bilinir. O yürüyen, canlı, somut bir iman olur. İnsanlar onu, “işte bu, bu insan gerçek bir mü’mindir” demeye başlarlar.
Mü’min bir kimseyi herkes, tıpkı inandığı Peygamberi gibi “o emin bir kimsedir” şeklinde tanımalı. Ona güven duymalı, ‘bu insandan hıyanet ve zarar gelmez’ diye inanmalı.
Mü’min bu noktaya ulaştığı zaman gerçekten imanının gereğini yapmış, imanını pratiğe dökmüş, imanını hedefine ulaştırmış demektir.
İmanın gayelerinden bir tanesi de emin insanların sayısını artırmaktır.

• Hasene-Muhsin
Hasene her türlü iyi olmayı, güzelliği, güzel yapmayı, sevap kazandırıcı amelleri ve Allah’ın sevdiği davranışları ifade eder. Hasene, güzellik üretmek, güzel yapmaktır. Müslüman Kur’an’ın emrine uyarak yaptığı her işi güzel, doğru, maksada uygun yapar. İbadetlerini güzel yaptığı gibi, güzel ahlâkı kuşanır, insanlarla, varlıklarla ilişkilerini güzelleştirir. Hasene olan işlerini artırır; böylece hem -sevap anlamında- çok hasenât kazanır, hem he muhsinlerden olur.
Muhsin, yaptığı her işi güzel yapan insandır, yani iyi insandır. Kur’an onu mü’minlerin bir sıfatı olarak sayıyor ve herkesi muhsin olmaya davet ediyor. Hem de aktif iyi olmaya. Yani o, sergilediği güzellikleri başkalarıyla paylaştığı gibi, iyi ve güzel olan şeylerin insanlar arasında yayılması için de çaba gösterir.
Muhsin; canlı, örnek ve uygulamalı ihsandır.

• İslâm-Müslim-Selâm
İslâm, Vahye teslim olmayı; arkasından da selâmeti, barış ve mutluluğu, esenliği ve kurtuluşu ifade eder. İslâm’ın hâkim olduğu kişisel hayat, selâmetin ve saadetin yaşandığı hayattır. İslâm’ın hâkim olduğu toplum hayatı barış ve huzur toplumudur. Yani Kur’anî ifadeyle “dâru’s-selam-esenlik yurdu”dur. Bu da hem barışı, hem selâmeti, hem de saadeti anlatır.
Müslüman, diğer insanların onun elinden ve dilinden zarar görmediği kimsedir.” (Müslim, İman/14 (40); Ebu Davud, Cihad/2 (2481); İbni Mace, Fiten/2-3934). İslâm, müslim olanlara böyle bir ahlâk, böyle bir güven ve böyle saygı kazandırmalıdır.
Müslümanların birbirlerine selâm vermesinin bir anlamı da böyle bir hedefe çağrıdır. İnsanlar arasında güven ve barış ortamı hazırlamaktır.
Müslüman, yürüyen İslâm olması gerekir. Ki bu da imanın isbatı, pratiği ve faydası ve dünyalık hedefidir.

• Hicret-Muhâcir
Kurumsal anlamıyla hicret Peygamberimizin Mekke’den Medine’ye göç etmesidir. Ancak kelime anlamıyla hicret, bir yerden ayrılma, uzaklaşma veya başka bir mekâna göçmek demektir. Bu ayrılma beden ile olabileceği gibi, dil ile veya kalb ile de olabilir (Müzemmil 73/10; Nisa 4/34). Bir âyette ise kalbi Allah’ın dışındaki şeylerden ayırıp yine O’na yönelmek anlamında kullanılmaktadır ki bu, Allah’a hicret (yönelme) ibadetidir (Ankebût 29/26).
Bu anlamıyla hicret müslümanlar için kıyamete kadar söz konusudur. "Hicret iki özellik taşır: Birisi, günahları terk etmek; diğeri Allah ve Resûlü'ne hicret etmektir. Hicret, tövbe kabul olunduğu sürece sona ermez. Tövbe de güneş batıdan doğuncaya kadar makbuldür." (Ahmed b. Hanbel, 1/192).
Peygamber (s) "Fitne ve bozgun içinde ibadet, bana hicret etmek demektir" buyurmaktadır (Müslim, Fiten/130 (7400); Tirmizî, Fiten/31 (2201), İbn Mace, Fiten/14-3985).
"Gerçek muhacir, Allah'ın yasakladıklarını terk edendir." (Buhârî, İman 4 (10)).
"Gerçek mücahid, Allah'a itaatte öz nefsiyle cihad eden; gerçek muhacir de hata ve günahları terk eden kişidir." (İbn Hibbân, 7/178).
Müslüman, ölünceye kadar muhacirdir. O, hatadan savaba, isyandan itaate, günahtan tevbe ve pişmanlığa, gafletten zikre, gururdan tevâzuya, ednâda ulviliğe, eksiklikten kemâle, günah işlemekten emirlere uymaya, kötüden iyiye, beşerden insaniyete, sıradanlıktan halifelik sıfatına doğru sürekli hicret halindedir.

• İbadet-Âbid
İbadet, Yüce Yaratıcı karşısında kişinin benliğinin derinliğinden gelen bir saygı ile boyun eğmesidir.
İbadet, Allah’a karşı duyulan saygı ve azamet duygularının en yücesidir. Kul bu duyguyu, Allah’ın emirlerine uyarak, yasaklarından kaçınarak yerine getirir.
Âbid, Allah’a samimiyetle ibadet eden kimsedir.
Âbid, Allah’a ibadetine imanla başlar. Öncelikle ‘Ondan gelen her şeyi tereddütsüz kabul eder, benimser ve uygulamaya söz verir. Sonra da inandığı dinin ölçülerine elinden geldiği kadar uyar. Öyle ki zaman içinde ibadet ahlâkı kazanır. Hangi sözün, hangi davranışın, hangi eylemin Allah’ın rızasına uygun olduğunu bilir.
Mü’min yürüyen âbidtir. Yani bütün bir hayatını ibadet haline getiren kimsedir.

• Şehâdet-Şehît
‘Şehâdet’ veya ‘şuhud’; bir şeyi yerinde ve yanında gözlemektir. Bu gözleme kafa gözüyle olabileceği gibi kalp gözüyle de olabilir. Şehit/şâhit bu işi yapan demektir.
Bu âlem insanın kendi gerçeğini anlaması için önüne konulan bir ‘Hakikat”tir. Kişi bu hakikate şahit olursa, ‘gayb ve şehâdet âlemi’nin arkasındaki Kudret Elinin farkına varır. O Elin her iki âlem üzerindeki tasarrufunu idrak eder. Bu idrak onu teslimiyete, bir diğer deyişle âlemle özdeşleşmeye götürür.
İnanan bir insan Allah’ın verdiği, yani insanın bünyesine yerleştirdiği şuur ve bilgi varlığı ve eşyayı tanır. Bu eşya ister şehâdet âleminde olsun, isterse gayb âleminde olsun, farketmez. Zira bu tanıma (din diliyle: marifet) onu Yaratıcı’ya götürecektir. Yani Allah’ın âlem üzerindeki tasarrufuna, oluştaki müdahelesine.
Âlemdeki ‘şahitlerin’ farkına varmak kişiye ‘şehâdet’ etmeye ulaştırır. Madem âlemdeki canlı cansız her şey, kendi halinde Yaratan’a şahitlik ediyorsa; akıllı ve şuurlu bir varlık olan insana düşen de tıpkı evrendeki şeyler (eşya) gibi şehit/şâhit olmaktır (Maide 5/83).
Şehâdet kelimesini söylemek, bunların ortaya koyduğu bilginin, ifadenin doğruluğuna şahid olmak demektir. Burada bir şeyin doğruluğu hislerle gözlenmiş, şuurla emin olunmuş ve bu doğrulayıcı tavır bir ‘tanıklıkla’ ortaya konulmuştur.
İnsanın var olması bir anlamda ‘şehâdeti’ yerine getirmesi içindir. Bazı mü’minlerin “Yarabbi! Bizi şâhidlerden yaz” diye dua etmeleri bu gerçeğe işaret etmektedir (Âli İmran 3/53. Maide 5/83).
İmanı olgun mü’minler, böyle bi ‘şehâdeti’ hakkıyla yerine getiren, bunu sözleriyle, fiilleri ve tercihleriyle ortaya koyan kimselerdir (Meâric 70//33).
İşte bunlar da yaşayan şehitlerdir.

Huseyin K. Ece