Sizden çocuklarınız bülûğa erdikleri zaman, kendinden öncekiler gibi (odanıza girmek için) izin istesinler”[1]âyetinden hareketle ergenlik çağına giren çocukların artık genç olduğuna hükmedilmiş.

Gençlik devresinin ne zaman sonra ereceği konusunda herkes farklı ve kendisine göre düşünür. “… Sonra gençlikte zirveye ulaşırsınız…”âyetindeki ‘eşüdd’ kelimesi gençliğin zirvesi, sona erme zamanı olarak düşünülebilir. Bu tabir başka bir âyette biraz daha açılarak şöyle deniyor: “Sonra o, yiğitlik çağına erdiği, (hele) kırkıncı yılına ulaşıp (da tam kemâle var)dığı zaman…”[2]

Bazıları buradan hareketle gençlik çağının kırk yaş ile son bulduğu görüşüne sahip olmuşlardır.

Şüphesiz gençlik ve ihtiyarlık yaşları arasında kesin çizgiler yoktur. Ancak takdir edilir ki ne çocukluğa, ne de ak saçlılığa gençlik denmez. Yaşı ilerlemiş birine genç demek biraz iltifat, biraz da onore etmektir. Bir hadiste Peygamber (sav) “Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin efendileridir”[3] buyuruyor. Hz. Hasan öldüğü zaman elli yaşında, Hz. Hüseyin şehit edildiği zaman ellisekiz yaşında idi. Ama genç olarak nitelendirildiler.

Kur’an gençleri, gençliği ve övülesi gençleri üç kelime ile anlatıyor. Bunlar fetâ, vildân ve ğılmân.

Fetâ

‘el-Fetâ’ Kur’an’da türevleri ile birlikte on âyette geçiyor.

‘Fetâ’, taze genç/delikanlı, yiğit demektir. Araplarda genç hizmetçilere çoğunlukla bir edep  ifadesi olarak ‘fetâ/delikanlı’ denmesi âdet olmuştur.[4]

Fetâ, genç demektir ki bülûğ yaşı ile olgun erkeklik arasındaki ilk gençlik yıllarını ifade eder. Yine birisine tabi olana, köleye, hizmetçiye de fetâ denir.[5]

Peygamber (sav) şöyle buyuruyor: “Sizden biriniz (kölelerinize, hizmetçilerinize) ‘kulum/kölem demesin, fakat delikanlım/gencim (fetâ) desin. Zira hepiniz Allah’ın kullarısınız. Bir köle de (sahibine) Rabbim demesin, ama efendim desin.”[6]

Şüphesiz ki bir kimseye ‘kölem, hizmetçim, yamağım, malım’ demek ile ‘kardeşim, genç, genç arkadaşım veya ismiyle; Ahmedim, Hasanım, Hakanım’ demek arasında büyük fark vardır. Birinci hitap şeklinde karşıdakini aşağı görme, kibir vardır. Diğerinde ise mütevazılık, karşısındakine değer vermek söz konusudur.[7]

Eskiden ilim öğrenmek için bir âlimin yanına gelen öğrencilere de ‘fetâ’ denilirdi.

Hz. Ali (ra) için şu söz meşhur olmuştur: "Ali'den başka fetâ (yiğit), zülfikârdan baş­ka kılıç yoktur.”[8]

Fetâ kökünden gelen ‘fütüvvet’, gençlik, kahramanlık, kerem, cömertlik manalarında kullanılır. Fütüvvet, Fudayl bin İyaz’a göre “dostların kusuruna bakmama”,  Cafer-i Sadık’a göre “ele geçen bir şeyi ter­cihen başkalarının istifadesine sunmak, ele geçmeyen bir şey için de şükretmek­tir.”[9]

‘Fetâ’ dörtâyette  (Enbiyâ 21/59-60. Kehf 18/60,61. Yûsuf 12/36) genç anlamında kullanılıyor.  Yûsuf 12/30.âyette geçen fetâ’nın köle, Yûsuf 62. âyette geçen fetâ’nın hizmetçi, görevli anlamında kullanıldığını görüyoruz.

Fetâ’nın çoğulu olan ‘fityetü’ iki âyette (Kehf 18/10, 13),  yine çoğul ‘fityânihi’ kipiyle bir âyette (Yûsuf 12/62) geçiyor. ‘Fetâ’nın dişil kipi ‘fetâtü’dür.  Bunun çoğulu da ‘feteyât’ şeklindedir. Cariye, memlûke demektir ve Kur’an’da iki âyette yer almaktadır. (Nûr 24/33. Nisa 4/25)

‘Feteyân’ iki genç demektir ve Hz. Yûsuf’la birlikte zindan atılan iki genç hakkındadır. (Yûsuf 12/36)

Vildân,

‘Vildân’, ‘velîd’in çoğuludur. Velîd sözlükte sabi, çocuk, köle demektir. İhtilâmdan önceki çocukluk dönemini anlatır.[10]  Veya mastar manasıyla ‘ebedi, kalıcı gençlik’ demektir.

Bir âyette ‘velîd olarak (Şu’ara 26/18),  altı âyette de ‘vildân’ olarak geçiyor. ‘Vildân’ dört yerde çocuklar manasında kullanılıyor. (Nisa 4/75, 98, 127. Müzemmil 73/17).

‘Vildân’ iki âyette cennetliklere servis yapmakla görevli cennet hizmetçilerini nitelemek üzere kullanılıyor.  Bu hizmetçiler ‘Vildânun muhalledûn  وِلْدَانٌ مُخَلَّدُونَۚ yani ölümsüz gençlerdir.  Onlar da cennet gibi ölümsüz, cennetliklere zaman sınırı olmaksızın hizmet sunmaya, onların istediği her şeyi onlara servis yapmaya devam edecek olan hizmetliler.

“O insanların etrafında öyle ölümsüz genç hizmetçiler (vildân) dolaşır ki, onları gördüğünde, etrafa saçılıp dağılmış inciler sanırsın.”[11]

Bu âyet şöyle de anlaşılmış: “kendilerine kalıcı gençlik iksiri servisi yapılacak.” Yani cennette hizmet eden bu taze gençlerin gençlikleri, tazelik ve güzellikleri gitmeyecek, yaşlanmayacaklar, değişikliğe uğramayacaklar. Buradaki ‘muhalledûn’ ölümsüz kimseler veya süslenmiş gençler şeklinde de tefsir edilmiştir.[12]

Hz. Aişe’nin anlattığına göre Hz.Peygamberimiz (sav) yaşlı bir kadına; “ihtiyarlar bu haliyle cennete girmezler. Zira Allah (c) onları orada genç kızlara çevirecek dediğini’ naklediyor.[13]

Tirmizî mürsel olarak benzer bir rivâyeti naklediyor ve sonunda Hz.Peygamberimizin Vakıa 35-37. âyetleri okuduğunu ekliyor. “Biz o kadınları, yepyeni bir yaratılışla yarattık. Böylece onları bakire kızlar kıldık.”[14]

Tirmizî’nin hasen-garip kaydıyla rivâyet ettiği bir hadise göre Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Cennet ehli Cennet’e henüz sakalı bitmemiş bir kişi (gibi), (gözleri) sürmeli bir halde ve yaşları otuz ila otuz üç arası oldukları halde girecekler.”[15]

Ğılmân

‘Ğılmân’ ‘ğulam’ın çoğuludur. ‘Ğulâm’ sözlükte çocuk veya bulûğ çağına yaklaşmış çocuk demektir.[16]

Kur’an’da ‘ğulâm’oniki âyette yer almaktadır.  Bu âyetlerde genellikle çocuk manasında kullanılıyor. Mesela;  Meryem (as) “benim elime erkek eli değmediği halde benim nasıl çocuğum (ğulam) olur?” diyor.[17]

Hz. Yûsuf’u kuyuda bulan kervancılar onun için; “aa, bu bir çocuk (ğulâm)” dediler.[18]Hz. İbrahim’e gelen melekler onu bir çocuk (ğulâm) ile müjdelediler.[19]

Hz. Musa’nın kendisine ilim verilmiş kimse ile yaptıkları yolculukta onun Allah’ın emriyle öldürdüğü çocuk için yine ‘ğulâm’ deniliyor.[20]  Yine aynı yolculukta kendisine ilim verilen kimsenin tamir ettiği duvarın altına iki çocuğa (ğulâmeyn’e) ait hazineden bahsediliyor.[21]

Allah (cc) Hz. Zekeriyya’yı (as) adı Yahya olan bir çocuk ile (ğulâm) ile müjdeledi.[22]

Ğulâm’ın çoğulu ‘ğılmân’ bir âyette geçiyor. “Hizmetlerine verilmiş, (kabuğunda) saklı inci gibi gençler (ğılmân) etraflarında dönüp dolaşırlar.”[23]

Buradaki ğılman ile Vakıa 17. ve İnsan 19. âyetlerde söz konusu edilen ‘vildân’ın özellikleri aynı. Her ikisi de çocuk manasına gelmekle birlikte burada cennetliklerin hizmetine tahsis edilmiş hizmetçiler manasındadır.[24]

Kur’an’da örnek gençler

Kur’an gençlikten, bazı gençlerden ve bazı Peygamberlerin gençlik hayatlarından bahsediyor. Biz bunlarda genç yaşta bile olgun olmanın, güzel davranışların, teslimiyetin, hakkıyla kulluğun, edep ve iffetin, Allah’tan hakkıyla korkup çekinmenin en güzel örneklerini görüyoruz. İşte bir kaç tane örnek:

Sorumlu davranmayı öğreten genç: Âdem’in bir oğlu

Kur’an’ın örnek olarak takdim etttiği ilk genç kendi öz kardeşi tarafından haksız yere, hem de yeryüzünde henüz örneği yokken, ilk defa işlenen bir cinayetle öldürülen Hz. Âdem’in oğullarından biridir. (Kitab-ı Mukaddes bu iki kardeşi Habil ve Kabil olarak veriyor.)

Olayı Kur’an’da takip edelim:

Hz.Âdem’in oğullarından iki tanesi Allah'a yakınlaşmak amacıyla birer kurban adadılar.Ancak bir tanesinin kurbanı kabul edildi, diğerininki edilmedi. Bunun üzerine kurbanı kabul edilmeyen diğerine yekten, sebepsiz; 

“Seni mutlaka öldüreceğim” dedi.

Kurbanı kabul edilen oğulun cevabı  tam inanmış ve sorumluluk bilinciyle davran bir müslüman verebileceği cevaptı.  

“...Allah, ancak takva sahiplerinin (korkup-sakınanların) kurbanını kabul eder.Eğer sen beni öldürmek için elini bana uzatacak olursan, seni öldürmek için ben sana elimi uzatacak değilim. Çünkü ben alemlerin Rabbi Allah'tan korkarım.[25]

Bu olayda iblisin, insanın zaafları ve hırsları üzerinde icra ettiği ciddi ve tehlikeli bir faaliyetle karşılaşıyoruz. Hz. Âdem’in iki oğlu arasında geçen bu olay, tarih içerisinde var olan, zamanımıza kadar sürüp gelen iki zıt kutubun, iki ayrı seçimin mücadelesinin başlangıcıdır.

Bu iki zıt kutup; Allah'ı ve O'nun nebiler aracılığıyla gönderdiği ölçüleri kabul edip, hayatını bu ölçülere göre yaşamak isteyenlerle; iblisin iğvasıyla (kandırmasıyla) kendi görüşünü (heva’sını) en doğru kabul edip, hayatını dilediği gibi yaşayanlardır.

Burada, Allah’a ve O’nun ilk Peygamber ile gönderdiği hükümlere samimiyetle teslim olan, nefsi değil vahyi esas alan, ilk toplum için indirilen bütün ölçüleri kabul edip o çerçevede yaşanaya çalışan, ihtiras, haksızlık ve kıskançlıktan uzak olan bir genç ile, Allah'ın ölçülerini önemsemeyen, kendi ihtiraslarının ve nefsinin esiri olan, iblisin vesveselerine aldanan isyancı genç tipi tanıtılıyor.

Bu kötü genç günümüze dek sürecek olan haksız yere kan dökme âdetini başlattı. Artık bundan sonra bütün kan dökücüler, bütün muhterisler, bütün haksız iktidar tutkunları, bütün mülkiyete sahip olmayı üstünlük görenler bu genci, namı diğer Kabil’i örnek aldılar, alacaklar.

Kur’an bu örneği verirken aslında bütün gençlere zımnen; "Âdem’in mazlum oğlu gibi olun, ama asla ilk katil oğlu gibi olmayın" demektedir.

Tevhidin babası: Hz. İbrahim (as)

Hz. İbrahim, Kur’an’ın kendisinden çok söz ettiği ve çok övülen Ulu'l-azm peygamberlerdendir.

Hz. İbrahim, Nûh milletindendir[26], mü'minlerin babası[27], Allah'ın dostudur.[28] O ne Hıristiyan ne de Yahudi idi. O, samimi bir Müslüman ve tek Allah’a yönelen bir Hanîf idi.[29] Allah katında onun ünvanı 'Halilullah'tır. Yani Allah’ın dostu. Allah (cc) onu kendisine dost edinmişti.[30] Gerçekten o, merhametli, kendini Allah'a vermiş bir mü'mindi. Vefalı, dürüst, ağırbaşlı, Allah'ın rızasını gözeten, görevini hakkıyla yerine getirmiş mükemmel bir önderdi.

Böylesine methedilen ve insanlığa örnek gösterilen Hz. İbrahim’in gençliği de dikkat çekicidir. 

Onun içinde yaşadığı toplum olan Babilliler, yıldızlara tanrı diye inanıyorlar, onlar adına yaptıkları putlara ibadet ediyorlardı. Putları ve yıldızları, ruhların sembolü olarak kabul ederlerdi. Onların bu inancına ‘sabiîlik’ denirdi.

Sabiîlik; ruhlara ve meleklere ibadet esasından başlar ve giderek yıldızlara, aya, güneşe ve sonunda bunlar adına yapılmış putlara tapmağa varırdı.

Hz. İbrahim (as) henüz çocuk yaşta iken veya taze bir genç iken Allah'ın varlığı hakkında akıl yürütmüş, bir anlamda Babillilerin de böyle düşünmeleri gerektiğini göstermiştir. Yıldızlara, Ay'a ve Güneş'e bakarak bunların tanrı olup olamayacaklarını sorguladı ve onların sönüp gittiğini görünce; 

“Ben böyle sönüp batanları sevmem”, diyerek onların ilâh olamayacaklarını ifade etmiştir.

Sonra da; "Hiç şüphesiz ben, bir tevhid ehli olarak yüzümü gökleri ve yeri yaratan Allah'a yönelttim. Ben müşriklerden değilim" deyip Allah'a dönmüştür.[31]

Ya da Allah’a dönülmesi gerektiğini göstermiştir. Onun etrafındaki putperestlere gerçek Allah inancını öğretebilmek için tek kişilik bir temsil sergilediği düşünülebilir.

“Doğru işleyen muhakeme onun sanata bakıp sanatkârı, esere bakıp müessiri, fiile bakıp faili bulmasını sağladı.”[32] 

Kur’an ona bu doğru muhakemenin Allah (cc) tarafından verildiği söylüyor.[33]

O, peygamber olarak görevlendirildiği zaman önce babasını davet etmiş, ama babası onu kovmakla tehdit etmiştir. Ancak o babasının bu tavrından yılmadı babasına ve kavmine, gök cisimlerinin ve kendi elleriyle yonttukları heykellerin tanrı olamayacağını söyledi ve düşünmelerini söylemeye devam etti. 

Onlara daha somut bir şey göstermek istedi. Bir gün halk şenlik yerine gidince mabedteki bütün putları kırdı ve sadece büyük putu bıraktı. Kullandığı âleti de onun boynuna astı. Halk ona “İlahlarımıza bunu sen mi yaptın ey İbrahim?” diye sordular. O da “Hayır,  bunu yapsa yapsa, şu iriyarı olan yapmış olmalıdır, iyisi mi siz ona sorun, tabi konuşabilirse” diye cevap verdi.

Halk; “doğrusu onların konuşamayacağını kendi de çok iyi biliyorsun” dedikleri zaman Hz. İbrahim taşı gediğine koydu: 

“Ne yani, şimdi siz Allah’ı bırakıp da, size hiç bir fayda sağlayamayan ve sizi hiç bir zarardan koruyamayan nesnelere mi kulluk ediyorsunuz. Size de, taptıklarınıza da yuh olsun. Siz hiç mi akıllanmayacaksınız?” diye cevap verdi.

Bunun üzerine “onu ateşe atın, evet ona ceza verecekseniz böyle yapın” diye bağrıştılar. Dediklerini yaptılar ve Hz. İbrahim’i ateşe atmakla kendilerince cezalandırdılar.[34]

O zaman genç bir delikanlı olan Hz. İbrahim (as) böylece bütün insanlara Yaratıcı, din seçme ve ibadet önemli bir düşünme metodu gösterdi.

Kurban ibadetini somutlaştıran genç: Hz. İsmail

Hz. İbrahim rüyasında onu kurban ettiğini söyleyince “Ey babacığım” dedi, “sana emredilen neyse onu yap: İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın!”[35] dedi.

Hz. İsmail, ucunda kesin ölüm olan bu denemeyi başarı ile tamamladı. Boynunu uzattı, teslim oldu, Rabbinin emrine razı oldu. Canı O verdi, O alacak. Er veya geç, bugün veya yarın... Ne fark ederdi. Kendisi çok çok güçlü olsa da ölümü başından savamayacağını iyi biliyordu. O Allah’ın takdirine hakkıyla iman etmişti. Bu imanın isbatı kişin en değerli varlığı olan canını en yüce kapıya yaklaşmak için armağan olarak da vermekti. O da buna hazırdı.

Âyette de görüldüğü gibi, bunun karşılığını da kat kat aldı. Allah (c) ona babasıyla birlikte yeryüzünde ilk mabet olan Kâbe’nin yapımı şerefini bağışladı.[36]

Babasıyla birlikte kıyamete kadar hayır ile yâd edilenlerden oldu. Ne zaman zemzem söz konusu olsa veya içilse, onunla birlikte hatırlanır oldu. Zira zemzem ona ve fedakâr annesine ölümsüz bir hediye idi. Daha da önemlisi Hz. İsmail (as) Hz. Muhammed’in atası olma şerefine nail edildi. İşte iyilik yapanlar işte böyle ödüllendirilir.[37]

Hz. İsmail de gençlerin önünde müstesna, mükemmel, canlı bir örnek olarak durmaktadır.

İffetli olmanın sembolü genç:  Hz. Yûsuf

Hz. İbrahim oğlu, Hz. İshak oğlu, Hz. Yakub oğlu Yûsuf peygamber...

Kur'an’ın 12. Suresi olan Yûsuf Suresi’nin 111 ayetinden 98 tanesi ondan bahsediyor.

Yûsuf’un (as) hayat hikâyesi Kur'an’da ‘Ahsenü'l-Kasas, Kıssaların en güzeli’ ünvanını aldı. Pek çok olayları içeren bu hayat hikâyesi için Allah (cc) şöyle buyurdu: “And olsun ki, Yûsuf ve kardeşlerinin olayında, soranlara nice ibretler vardır."[38]

Bilindiği gibi Yûsuf (as) kardeileri tarafından önce kuyuya atıldı, sonra da az bir para karşılığı köle tüccarlarına satıldı. Orada kraliyet sarayında yüksek rütbeli bir görevli tarafından köle olarak satın alındı ve saraya getirildi.

Yûsuf (as) sarayda delikanlı çağına gelince aziz'in hanımı Yûsuf'a göz koydu. Onu kendisiyle beraber olmaya çağırdı. Yûsuf (as) bunu kabul etmeyince, ona iftira edip kocasınaşikayet etti ve hapse attırdı. O haksızca senelerce hapiste kaldı.

Allah (cc) ona bilgi verdi ve rüyaları yorumlama yeteneğini bahşetti. Henüz zindanda iken peygamber oldu. Yıllar sonra hükümdarının rüyasını isabetli olarak yorumladı. Haksız yere hapise atıldığı anlaşılarak oradan çıkarıldı. Sonra kendi istediği ile ülkenin hazinelerinden sorumlu olma görevlisi oldu. Bu görevi başarıyla yaptı ve arkasından kendini satın alan Mısır azizin ölümü üzerinde de maliye işlerinden sorumlu bakan oldu. Bundan sonra da peygamberlik görevine devam etti. Bu çabaları sayesinde Mısır ülkesinde putperestliğin saltanatıson buldu.

Yûsuf (as), Allah’a (cc) şöyle münacatta bulundu: "Rabbim, bana hükümdarlık verdin, rüyaların yorumunu öğrettin. Ey göklerin ve yerin yaratanı! Dünya ve ahirette koruyanım sensin! Benim canımı, müslüman olarak al! Ve beni iyilerin arasına kat!"[39]

Belli ki Allah (cc) Yûsuf’un (as) bu duasını kabul buyurdu ve onu iyilerin arasına kattı. O dürüstlüğü, iffeti, hayırseverliği ve iyilik duygusu ile başarılı oldu, sevildi ve örnek alındı. Onun her konudaki doğruluğu, hakşinaslığı, adaletli davranışları, gönüllere hitap eden uygulamaları kısazamanda etkisi gösterdi.

Hz. Yûsuf azizin güzel karısının çağrısna uyup onunla haram bir olan bi işi yapsaydı, şimdi biz ondan bahseder miydik? Kur’an onun adını anmaya değer buluır muydu? Eğer o efendisine ihanet etseydi, Kur’an onu insanlığa örnek gösterir miydi? O kendisine emanet edilen görevi çıkar için kullansaydı, rüşvetle iş görseydi, görevini hakkıyla yapmasaydı, kendi adamlarını kayırsa idi adı bugüne kadar yaşar mıydı? Kuyudan, köleliğe, kölelikten saraya/yöneticiliğe, sonra da peygamberliğe terfi edebilir miydi?

O ebediyyen temiz bir isim bırakmayı, Allah’a karşı edepli kalmayı; bir anlık zevke, kısa süreli bir lezzete tercih etti. O yüzden kazandı. Hem insanlar onu takdir etti, onun davetinin hak olduğunu anladılar, hem de Allah katında derece kazandı.

Yûsuf peygamber bir genç olarak pek çok açıdan örnektir ama özellikle emaneti koruma, iffetli ve namuslu kalma, sözde ve davranışlarda dürüstlük, hakka ve hukuka riayet, görevi hakkıyla yerine getirme, elindeki imkânları İslâmî davet uğrunda kullanma, affetme ve sevgi açısından daha büyük örnektir.

Hak uğruna uzun bir yolculuğa çıkan bir genç: Hz. Musa

Kur’an’da kendisinden en fazla bahsedilen peygamber Hz. Musa’dır.

Hz. Yûsuf’tan yıllar sonra İsrailoğulları Mısır’da sosyal, ekonomik ve siyasi olarak statüleri zayıfladı. Orada iktidarı ele geçiren Firavunlar onlara kötü davranmaya, onlara köle muamelesi yapmaya başladılar. Onları çeşitli gruplara ayırıp zayıflatmış ve onlara istediği gibi davranmaya başlamışlardı.

Hz. Musa’nın doğduğu zaman iş başında olan Firavun, ülkenin hâkimi, güçlü ve zengin bir kimseydi. Bu gücüne güvenerek insanlara ben sizin ‘rabbinizim’ diyordu.[40]

Günün birinde bu Firavun’un falcıları ona, İsrailoğullarının arasından çıkacak bir kişinin, onun devleti ve saltanatı için tehlikeli olacağını haber verdiler. Bunun üzerine İsrailoğullarının doğacak bütün erkek çocuklarının öldürülmesini emretti. Bu emir fiilen uygulandı da. Musa (as) doğunca annesi onu Allah’ın ilhamıyla nehire bıraktı. Bebek Firavun sarayına alındı ve orada büyütüldü. Firavun, düşmanı olacağını tahmin ettiği bütün bebekleri öldürürken asıl düşmanını yanına, sarayına almıştı. Onu kendi eliyle büyütecekti.

Musa (as) delikanlı çağına geldiği günlerde bir gün sokakta gezerken bir İsrailoğlu kavga eden yerliyi itiverince o da öldü. Hz. Musa bunun şeytanın işi olduğunu anladı ve Allah’tan af diledi.[41]

Bir gün sonra aynı İsrailoğlunun yaygarası yüzünden bir gün önce ölen adamın onun yüzünden öldüğü anlaşıldı. Firavun ve adamları onu katil zannedip cezalandırmak için harekete geçtiler. Bir dostu durumu kendisine haber verince o da Mısır’dan çıkıp gitti.[42]

Musa (as) buradan Medyen diyarına gitti, Hz. Şuayb’ın (as) misafiri oldu. Ona ücret karşılığı on yıl çalıştı ve onun bir kızıyla evlendi. Süre dolunca ailesiyle birlikte yola çıktı. Tûr dağının yanında bir ateş gördü. Ateş getirmek üzere o tarafa gittiği zaman, Allah’tan vahiy aldı.[43]Mısır’a geri dönüp Firavun’u ve halkını doğru yola davet etmekle görevlendirildi. 

İsrailoğullarının o sene doğacak bütün erkek çocuklarının öldürülme emrine rağmen onu öldüremeyişi, annesinin Allah’tan ilham alarak onu suya bırakışı, öz annesinden başkasının sütünü emmeyişi, bunun Firavun ve adamları tarafından asla sezilemeyişi, yıllarca sarayda büyümesine rağmen ailesi ile ilişkisini kesmemesi, hepsi de ilâhi gözetimle olan şeylerdi.

Burada vurgulanan şu: Zalimlerin bir hesabı varsa Allah’ın başka bir hesabı vardır. Firavuna rağmen Musa doğdu, yetişti ve günün birinde kardeşiyle birlikte, ya da tek başına, ordusuz askersiz, donanmasız, silahsız Firavun saltanatını sastı.

“Firavunların öldüremediği Musa’dır”

Bu olayda Musa’nın (as) sorumluluk bilincini, hassasiyetini, mazlumdan yana olan tavrını görüyoruz. O her nekadar Firavunu’un sarayında prens rütbesi ile büyüse de gerçekte Hz. Yakub’un torunlarından idi ve bir müslümandı. Hiç bir zaman da Firavun’a‘Rabbim’ diyecek kadar yolunu şaşırmadı.

Günü saati geldi, Mısır’dan genç bir delikanlı iken hicret etmeye mecbur kaldı. Hicret dönmek için terketmek, alabilmek için vazgeçmek, imkanların tükendiği yerden imkanların üretildiği yere göç etmekti. Hicret bir anlamda direniş, toparlanma, nefes alma ve strateji geliştirmekti. Nitekim öyle oldu. Medyen’e Mısır’dan bir kaçak olarak gitti, ama oradan Mısır’a tekrar bir peygember, tarihin kaydettiği en görkemli bir şahsiyet, ağır bir sorumluluğu yüklenen görevli olarak döndü.

Kardeş sevgisine örnek bir genç: Hz. Musa’nın kız kardeşi

Kur’an’ın örnek verdiği gençlerin hepsi erkeklerden değil. Kadın gençler de var. İşte onlardan ikisi: Hz. Musa’nın ablası ve İsa Mesih’in annesi Meryem.

İki âyette bu kız kardeşten söz ediliyor. Hz. Musa’nın annesi Allah’ın emriyle gönlü rahat bir şekilde çocuğu suya bırakınca kızına şöyle dedi:“...Onun izini takip et, dedi. O da, onlar farkına varmadan uzaktan kardeşini gözetledi.”[44]

Kur’an’da yer almasa bile bu ablanın sepetin nereye nasıl gittiğini, Firavun’un sarayının önünde nasıl durduğunu, sonra onun Firavun’un adamları tarafından alınıp saraya götürüldüğünü, bebek için süt anne arandığını gelip annesine haber verdiğini tahmin edebiliriz. Musa’nın ablası saray görevlilerine: “... Size, onun bakımını namınıza üstlenecek, hem de ona iyi davranacak bir aile (ehl-i beyt) göstereyim mi? dedi.”[45]

Bundan sonrasını da tahmin etmek zor olmasa gerek. Görevliler ‘hadi bul’ demeleriyle oda annesini alıp saraya götürmüştür. Böylece Allah (cc) başkasının Musa’yı emzirmesine izin vermedi. Buradan Hz. Musa’nın bizzat öz annesinin eliyle Firavunun sarayında onlara çaktırmadan bakıldığını, yetiştirildiğini, vahyî değerleriyle terbiye edildiğini anlıyoruz.[46]

Bu ablanın -Hz. Musa’dan ne kadar büyük olduğunu bilmiyoruz. Ama Hz. Musa’yı yetiştiren annenin kızı olduğuna göre; iffet, asalet, ahlâk ve fazilet, cesur ve iman sahibi birisi idi. O günün şartlarında Firavun’un sarayına yanaşmak, hatta suda sepet içinde gelen bir çocuğu ne yapıyorlar diye gözlemek, saraya gidip ‘ben size bir süt anne bulabilirim’ demek kolay olmasa gerekti. Üstelik İsrailoğullarının gözetim altında tutuldukları, horlandıkları, parya muamelesi gördükleri bir zamanda. Bir kız olmasına rağmen. Bu cesaretin sağlam imana dayandığını söyleyebiliriz.

Hz. Musa’nın vefakâr yol arkadaşı: Fetâ

Kur’an Hz. Musa’nın bir genç (fetâ) ile yolculuğa çıktığını, iki denizin birleştiği geldikleri zaman işaret olarak yanlarına aldıkları balığın suya atladığını, böyle aradıkları yerin burası olduğunu anladıklarını anlatıyor. Hz. Musa burada halkın Hızır bildiği, hadislerde ise adı Hazır olarak geçen bilge kişiyle buluşacaktı.[47]

Hz. Musa’nın bu yolculuğu ne zaman yaptığını, hangi iki denizin birleştiği yere kadar yürüdüğünü bilmiyoruz. Ama belli ki burada bir mesaj, bir ibret dersi veya bir hakikat saklı.  Hem Hz. Musa’ya hizmet eden gencin sadakatinden, hem Hz. Musa’nın esrarengiz yolculuğunun başlangıcından bahsediliyor.

Bazı hadis kaynaklarında biraz farkla anlatılan olay kısaca şöyle: Übeyy ibni Ka’ba soruldu ki Peygamberden Musa (as) ve arkadaşı ile ilgili bir şey duydu mu? O da ‘evet’ dedi. Peygamberden şöyle işitttim: “Musa (as) İsrailoğullarının ileri gelenleri ile birlikte iken adamın birisi geldi ve ona: “Senden daha fazla bilen birisini biliyor musun?” O da ‘hayır’ dedi. Allah (cc) ona vahyetti ki, “kulumuz Hazır senden daha bilir”. Musa onunla karşılaşmayı istedi. Allah ona bir balığı ona bir işaret yaptı. Kendisine şöyle denildi: “Balığı kaybettiğin zaman (oradan) geri dön, onunla karşılaşcaksın.” Musa (as) denizde balığın peşisıra gitti. Peygamber burada Kehf sûresi 63 ve 64. âyetleri okudu. Sonra Hızır’ı buldular. Onların durumundan Allah’ın Kur’an’da anlattığı işte budur.”[48]

Hadiste Hz. Musa’nın yol arkadaşı âyette ‘fetâ-genç’ diye geçen kişinin Yûşa b. Nûn olduğu söyleniyor.[49]Burada önemli olan onun kimliği değil, rolü, eylemi ve sembolize ettiği sadakattir.

Belli ki Hz. Musa, ‘haydi, birlikte gidiyoruz’ derken o hiç itiraz etmedi. ‘İki denizin birleştiği yer de neresi, ucu belirsiz bir yolculukla nereye ve niçin gidiyoruz?’ demedi. Hatta Hz. Musa gerekirse daha da ileriye gideceğim derken o ‘ben bu işde yokum’ diye sızlanmadı. Çünkü o Hz. Musa’nın Allah’ın izniyle hareket ettiğinden emindi. Musa mecara peşinde koşan bir maceracı, keşfe çıkan bir kâşif, define arayan bir defineci değildi. O insanları doğru yola davet etmekle görevli yüce bir elçi idi.

Burada genç bir adamın imanındaki saflığını ve teslimiyetini, Allah yolundaki çabasını bulmak mümkün. ‘Fetâ’ kelimesinin anlamından hareketle bunu ister genç/yiğit/delikanlı olarak, ister hizmetçi/yardımcı/köle diye anlayalım; sonuçta hem onun görevinin önemine, hem de onun bu görevi yerine getirmedeki samimiyetine işaret edildiğini anlayabiliriz.Onun ismi Yûşa ibnu Nûn olsa da sıfatı fetâ idi.Yani cesur, yiğit, civanmert ve delikanlı.

 Bu örnek zımnen günümüz gençlerine; siz de hakikat yolunun yolcuları olun, siz de insanları vahiyle doğru yola çağıran Elçiye, yani onun İslâm adına getirip tebliğ ettiklerine tabi olun, siz de sorumluluk alın ve bunu hakkıyla yerine getirin. Siz de işinizde ciddi, iddianızda samimi, ibadetlerinizde ihlaslı olun, ümitlerinizde Allah’a güvenip dayanın denmektedir.

Yeryüzünde bir halife adayı genç: Hz. Davûd

Hz.Davûd kaynaklara göre Hz. Yakub’un soyundandır. Bugünkü Filistin bölgesinde peygamberlik yaptığı tahmin ediliyor. Allah (cc) da onu salih bir insan olarak seçti. Onun Rabbi katında bir yakınlığı ve varılacak güzel bir yeri vardır.[50]

Kur’an özellikle onun henüz bir genç iken İsrailoğullarının kumandanı Talût ile gittiği savaşı anlatıyor. Hz. Musa’da sonra İsrailoğullarının ileri gelenleri kendi zamanlarının peygamberine gelerek Allah’a dua etmesini, etrafında toplanıp, kendilerini yurtlarından süren, çoluk çocuklarından ayıran düşmanlarla savaşmak için bir hükümdar göndermesini istediler. Peygamberleri onlara Allah’ın izni ile Talût’u hükümdar olarak görevlendirdi. Ancak onlar önce buna itiraz ettiler. Daha sonra peygamberin uyarısı ile sonuca razı oldular.

Talût ordusunu hazırladı, düşmana karşı harekete geçti. Yalnız onların samimi olup olmadıklarını anlamak için “Allah sizi bir ırmakla deneyecek. Kim ondan içmezse benden, kim ondan içerse benden değildir” dedi. Az bir kısmı hariç çoğu o sudan içtiler. Irmağı karşıya geçenler Calût komutasındaki orduyu görünce biz bu oruya karşı koyamayız dediler. Ancak Allah’a kesinlikle kavuşacaklarına inananlar “ Allah’ın izniyle disiplinli nice az topluluk nice düzensiz (örgütsüz) toplulukları mağlup etmiştir” dediler. Sonra şöyle dua ettiler: “Ey Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve ayaklarımızı kaydırma ve kafir topluluğa karşı bize yardım et.” Az olmalarına rağmen Allah’ın izniyle Calût’un ordusunu bozguna uğrattılar.

İşte Talût’un ordusunda genç bir asker olan Hz. Davud düşman ordusunun komutanı olan Calût’u öldürdü. Bu da düşman ordusunun dağılmasına sebep oldu. Davûd’un bu çabası üzerine Allah (cc) onu ödüllendirdi. “Bunun ardından Allah da ona hükümranlık ve adil hüküm verme liyakati verdi ve dilediklerini öğretti.”[51]

Hz. Davud’un o zaman kaç yaşında olduğunu bilmiyoruz. Ama henüz peygamberlik görevini almadığı açık. Belli ki o günün peygamberine yürekten inanmıştı. Bu nedenle o  Talût’un hükümdarlığına itiraz edenlerin arasında yoktu.Talût’la birlikte işgalci düşmana karşı isteyerek sefere çıktı. Talût, ordusunu belki uzun bir yürüyüşten sonra aniden su içmenin tehlikesini önlemek için, önlerine çıkan nehirle sınadı. Talût ‘bir avuçtan başka içmeyenler bendendir’ demişti. Davûd bu sözü dinlemiş, sudan bir avuçtan fazla içmemiş ve denemeyi kazanmıştır.

O Allah’a itaat edenlere vadedilen ödüle ve zafere kavuşacağına, bu konuda peygamberin Allah adına verdiği söze inanan bir gençti.

Güç ahlâkını öğreten bir genç: Hz. Süleyman

Hz. Davûd’un oğlu ve ondan sonra İsrailoğullarına peygamber olmuştu.[52] Kur’an onu, kendisine hiç kimseye verilmeyen bir güç ve saltanat verildiği halde, şımarmayan, kibirlenmeyen, malını kötü yolda asla kullanmayan, şükredici bir kul olarak tanıtıyor.

Süleyman çok iyi bir kuldu. O devamlı Allah’a yönelirdi, O’na saygısını gösterirdi. Allah katında çok değerli bir makamı vardı.[53]

O, sağlam bir imana, uyanık bir akla, teslim olan bir karaktere, korkan bir kalbe sahipti. Kendisine nimet vereni biliyor ve yalnızca O’ndan korkup sakınıyordu. Zikir ile, dua ile, şükür ile, adaletli hareket ile, ilâhî vahyi insanlara hakkıyla ulaştırmakla görevini yapıyordu.

Ona ve babasına geniş bir ilim ve adaletle hükmetme kabiliyeti verilmişti. Kur’an onların adaletle hüküm verdikleri konusunda şu örneği veriyor: “Davud ve Süleyman’ı da (an). Hani kavmin hayvanlarının içine girip yayıldığı ekin-tarlaları konusunda hüküm yürütüyorlardı. Biz onların hükmüne şahitler idik.Biz bunu (hükmü) Süleyman’a kavrattık, her birine de hüküm ve ilim verdik...”[54]

Kaynakların bildirdiğine göre bir sürü adamın birinin ekin tarlasına girip tahrip etmiş. Davalarını halletmesi için Davûd’a (as) gelmişler. O da zarara karşılık sürünün ekin sahibine verilmesine  hükmetmiş. O sırada yanında bulunan Hz. Süleyman ise  hükmün şu şekilde daha doğru olacağını söylemiş: Sürü ekin sahibine yararlanmak şartıyla geçici olarak verilmeli. Sürünün sahibi bu arada ekin tarlasını eski haline getirmeli. Getirince de sürüsünü geri alabilir. Hz. Davûd (as) oğlunun verdiği hükmü daha isabetli bularak onu tercih etmişti.[55]

Peygamber (sav) şöyle anlatmış: Hz. Davûd zamanında oğlan çocukları olan iki kadın bir yerde iken bir kurt yaşı büyük olan kadının çocuğunu kapmış. Ancak kadınlar birbirlerine ‘kurt senin çocuğunu kaptı” deyip anlaşmazlığa düşmüşler. Bunun üzerine Hz. Davûd’a gitmişler. Hz. Davûd çocuğu davasını daha iyi savunan büyük kadına vermiş. Kadınlar Hz. Süleyman’a gelip meseleyi bir de ona anlatmışlar. Her ikisi de dinleyen -Hz. Süleyman: “Haydi bana bir bıçak getiriniz. Ortada olan bu çocuğu (ikiye böleyim ve) bu iki kadın arasında bölüştüreyim. (Yoksa haklarına razı olmayacaklar). Bunun üzerine küçük kadın: “Aman, sakın öyle yapma, Allah sana rahmet etsin. Çocuk bu kadınındır (çocuğu ona ver razıyım, yeter ki ikiye bölme) der. Böylece Hz. Süleyman (bu telaşından ve merhametinden) çocuğun küçük kadına ait olduğuna karar verdi.”[56]

Direniş sembolü gençler: Ashab-ı Kehf

Kur’an, zamanın putperest sultanına karşı açık yüreklilikte karşı duran, onların atalarının dinlerinden yüz çeviren cesur gençlere ‘el-fityetü’ yiğit gençler’ diyor ve onları ‘Ashab-ı Kehf ve Ashab-ı Rakim’ olarak şereflendiriyor.

Kur’an Kehf Sûresi’nin 9-26. ayetlerinde onların hikâyesini anlatıyor.

Bazı kaynaklara göre onlar saraya mensup prenslerdi. Belki de zengin, kuvvetli, otorite sahibi olan babaları veya çevreleri vardı. Bugün babalarının sahip olduğu saltanata yarın kendileri sahip olacaklardı. Hoşlarına gidecek her zevk, kullanabilecekleri her imkân, nefislerine hitap eden her eğlence, istediklerine ulaşabilecek her türlü kudrete sahiptiler. Belki de refah, bolluk, zevk ve süsler içinde yaşıyorlardı.

Ancak onlar, tıpkı tarihte nice hak yolunun yolcuları gibi, bu dünya hayatının süslü ve nefse hitap eden tarafını değil, kalplerine doğan ilahi nur ile kendilerini Allah’a götürecek, öldükten sonra da işlerine yarayacak bir inancı, bir hayat biçimini seçtiler. İçinde bulundukları ortamın, çevrelerinin yaşadığı hayatın, atalarının takip ettiği putperstlik dininin doğru yol olmadığını anladılar. Âlemlerin Rabbi Allah’a teslim oldular. Bütün o zevk ve sefayı, saltanatı ve kudreti, makamları ve asilzadeliği, süslü elbiseleri ve saltanat nişanlarını bir tarafa attılar. Her türlü tehlikeyi göze alarak bir olan Allah’a iman ettiklerini açıkladılar.

Onlar “işte gençlik, işte gençler” denilmeyi hak edecek kadar yiğit kimselerdi. Ashab-ı Kehfi’in gençleri her açıdan müstesna, mükemmel ve ilginç örnektir. Gıpta edilebilecek bir gruptur. Bu mükemmel sonuç; her şeye rağmen kendilerine başkaları tarafından uygun görülen bir inancı, bir hayat biçimini, bir anlayışı değil, Âlemlerin Rabbi olan Allah'ı ve O’na ibadeti tercih etmenin mükâfatıdır. Bu sonuç, nefsin değil kalbin sesini dinlemenin, geçici değil kalıcı olanı seçmenin, münker (kötülüğü) değil ma’rufu (iyi olanı) tercihin ödülüdür.

Ama onların imanları, teslimiyetleri, cesaretleri ve salih amelleri gelecek nesillere miras ve örnek kaldı.

Adanmışlık ve iffet sembolü: Hz. Meryem

Değerli bir annenin kabul edilmiş adağıdır Hz. Meryem. Kur’an’ın kendisini model olarak takdim ettiği iffet abidesi bu muhteşem genç kız, bütün zamanların genç kızlarının, kadınların/annelerin mükemmel örneğidir.

“İffetini korumuş olan, İmran kızı Meryem'i de (Allah örnek gösterdi). Biz, ona ruhumuzdan üfledik ve Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etti. O gönülden itaat edenlerdendi.”[57]

Hz. Meryem Kur’an’da adına özel 98 sekiz âyetlik bir sûre olan ender bir kişidir. İsa Mesih’i  dünyaya getirme görevi verdiği, Allah'ın dünyada ve ahirette seçkin kıldığı, övdüğü bu mübarek kadın, yaklaşık 2000 yıl önce, o zamanki Roma İmparatorluğunun egemenliği altındaki Filistin’de yaşamıştır.

İmran'ın hanımı onu Rabbine adamıştı ve bu adağı kabul edilmişti.[58] Meryemin bakımı ve yetiştirilmesi görevi de Hz. Zekeriyya’ya verilmişti. O da onu bir gül gibi yetiştirdi.[59]

Hz. Meryem, hayatının her anında, yaptığı her işte Allah'a yönelen, Allah'ın ismini yücelten, Rabbimiz'e yürekten bağlı, samimi bir mü’mindi. Allah, İmran ailesini âlemlere üstün kıldığı gibi, bu aileye mensup olan Hz. Meryem'i de seçmiş, onu en güzel şekilde yetiştirerek tüm kötülüklerden arındırmıştır.[60]

Hz. Meryem'in o dönemde bilinir en önemli ve üstün özelliği onun iffet ve namusuna olan hassaslığı, titizliğidir. Kur’an Hz. Meryem’in bu özelliğinden şöyle bahsediyor: “İffetini koruyan (Meryem); Biz ona Kendi Ruhumuz'dan üfledik, onu ve çocuğunu insanlığa bir âyet kıldık.”[61]

Bir kız olarak mabede adanmak, henüz küçük yaşta anneden ayrılmak, genç bir kız iken İsa Mesih’in annesi olmak. Hem de henüz evlenmeden. Bütün bunlar ağır denemeler, zor sınavlardı. O bütün bunların hizmetine girdiği mabed’in Sahibinin emriyle ve izniyle olduğunun şuurunda idi. İtiraz etmedi, sızlanmadı, hoşnutsuzluğunu belli etmedi. Yoluna ömrünü adadığı Rabbine teslim oldu. O, bütün bunların niçin olduğunun ve sonucunun  nereye varacağını biliyordu. Çünkü o gönülden Rabbine boyun eğen (kânit) idi.

Bütün insanlığa örnek gösterilmek kolay değildir elbet. Bunun için Meryem gibi bedel ödemek gerekir.

[1]Nûr 24/59

[2]Ahkaf 46/15

[3]Tirmizî, Menâkıb/30 no: 3768

[4]İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 11/127-128. Isfehânî, el-Müfredat s: 560

[5]M. Fevzi en-Neâl, Mavsuatü’l-Elfâzı’l-Kur’an, s: 572-573

[6]Müslim, Elfâz/1 no: 5875

[7]M. Fevzi en-Neâl, Mavsuatü’l-Elfaz’l-Kur’an, s: 573

[8]S. Uludağ, DİA 13/260

[9]S. Uludağ, DİA 13/259

[10]İbnu Manzur, Lisânu’l-Arab, 15/277

[11]İnsân 76/19 bir benzeri: Vâkıa 56/17-18

[12]Taberî, Tefsir, 11/629. Kurtubî, el-C. li-Ahkâmi’l-Kur’an s: 3223

[13]Taberânî, Evsat 5/357. Nak. http://www.sorularlaislamiyet.com

[14]Tirmizî, Şemâil, s: 144

[15]Tirmizî, Cenneh/12 no: 2545

[16]İbnu Manzur, Lisânu’l-Arab, 11/77

[17]Âli İmran 3/40. Meryem 19/19, 30

[18]Yûsuf 12/19

[19]Hıcr 15/53. Zariyât 51/28. Saffât 37/101

[20]Kehf 18/74, 80

[21]Kehf 18/82

[22]Meryem 19/7, 8

[23]Tûr 52/24

[24]Zemahşerî, el-Keşşaf, 4/402)

[25]Mâide, 5/27-28

[26]Saffât 37/83

[27]Hacc 22/78

[28]Nisa 4/125

[29]Âl-i İmran 3/67. Nahl 16/120

[30]Nisa, 4/125

[31]En’am 6/75-79

[32]M. İslâmoğlu, Meal, s: 627

[33]Enbiyâ21/51

[34]Enbiya 21/52-71

[35]Saffât 37/102-106

[36]Bekara 2/127

[37]En’am 6/84. Yûsuf 12/22. Kasas 28/14. Saffât 37/80, 105, 110, 121, 131. Zümer 39/40. Mürselât 77/44

[38]Yûsuf 12/7

[39]Yûsuf 12/101

[40]Naziât 79/24. Kasas 28/38

[41]Kasas 28/18

[42]Kasas 28/20-21

[43]Kasas 28/29-30. Tâhâ 20/10-16. Neml 27/8-9

[44]Kasas 28/11

[45]Kasas 28/12

[46]Kasas 28/13. Tâhâ 20/40

[47]Kehf 18/60-64

[48]Buharî, İlim/16, 19 no: 74,78. Tevhid/31 no: 7478, İlim/44 no: 122, Tefsir/18 no: 4726, Enbiya/27 no: 3400. Müslim Fedail/170 no: 6163. Tirmizî, Tefsir/18 no: 3179. Müsned 5/117, 118

[49]Buharî, Tefsir/18 no: 4726 ve 4727, İlim/44 no: 122

[50]Sâd 38/24-25

[51]Bekara 2/246-251

[52]Nisa 4/163. En’am 6/84

[53]Sâd 38/30, 40

[54]Enbiyâ21/78-79

[55]Taberî, Tarih 1/344. Taberí, el-C. Beyan 17/38. F-Razi, et-T. Kebir 22/195. İbni Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihâye, 2/26. İbni Kesir, Muh. Tefsir 2/516. Ö. Zamahşerî, el-Keşşâf 3/125. Kurtubî, el-C. li-Ahkami’l-Kur’an s: 2058. Âlusî, Ruhu’l-Beyan 17/75

[56]Zeynüddin A. b. Zebidî, Tecrid-i Sarih Çev. K. Miras, 9/158

[57]Tahrim 66/12

[58]Al-i İmran, 3/35-36

[59]Âl-i İmran 3/37

[60]Âl-i İmran 3/42-43

[61]Enbiyâ 21/91

 

Aralık 2013

 

Hüseyin K. Ece

 

Kur'ani Hayat Dergisi, Ocak-Şubat 2014 Sayı: 33