Bu doğru, ama maalesef İslâm tarihinde ve müslümanlar arasındaki gerçek böyle değil. Keşke sözde “Allah’tan başka kurtarıcı yoktur”  denildiği gibi, kanaatler, tutumlar, beklentiler de bu iddiaya uygun olsa. Bazıları âhirette birilerinin kendilerine şefaat  edeceğine, Hesab’ın zorluğundan kurtulması için kendisine el atacağına, geçmesi çok zor sırat köprüsünden güvenle geçmesine yardımcı olacağına inanıyor. Dolaysıyla daha bu dünyada iken bu gibi kimseleri bulup bağlanmalı, onun listesinde yer almaya çaba göstermeli diye düşünüyor. Bu kurtarıcılar arasında peygamber, evliyâlar, şehidler, sâdât-ı kirâm, şeyh, gavs, kutub, aktab, yediler-kırklar vb. sayılıyor.

Kimileri de kendi üzerine düşen insanî ve islâmî görevlerini ihmal edip, her şeyi gelmesi muhtemel bir kurtarıcıya havale ederler. Onlara göre mehdi veya mesîh gelecek ve her şeyi düzeltecek. Mü’minleri kurtaracak, kâfirleri mahvedecek ve İslâmı hakim kılacak.

Bu durum bazı kitaplarda yer aldığı gibi, dillerde de dolaşıyor.

Kur’an’a göre böyle bir şey olabilir mi? Âhirette bir insanın/beşerin başka bir insana faydası olabilir mi? Faydası olacağı zannedilen kişinin Hesap’tan kurtulacağının garantisi var mı? “Falanca kişi kurtuldu ve öyleyse o bir başkasını da kurtarabilir” demek doğru mu? O kimseler bunu hangi yetki ve hangi güç ile yapacaklar?  Müslümanların işlerini mehdi mi düzeltecek? Onların kulluk görevlerini, ya da yapmaları geren çalışmaları mehdi mi yapacak? Onların sorumluluklarını gökten inmesi beklenen mesîh mi taşıyacak?  Sorular uzatılabilir.

Bu yazımızda daha çok âhirette Allah’tan başka kurtarıcı var mı sorusuna Kur’an’dan cevap bulmaya çalışacağız.

-Kur’an’da kurtuluş ile ilgili kavramlar

Kur’an kurtuluş ifade eden üç temel kavram kullanıyor: Necat, fevz ve felah.

1-Necat: Bir şeyden kurtulmak (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab 14/204), bir şeyden ayrılmak (Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 736) demektir. Bu ayrılmada olumlu bir taraf vardır ki o da olumsuz bir durumdan veya şeyden uzaklaşma, kurtulma şeklindedir.

Kur’an’da necat kavramı otuzdokuz tanesi fiil, diğerleri isim ve masdar olarak seksenaltı yerde geçmektedir. Fiil halinde kullanımların çoğunda kurtarma Allah’a nisbet edilir.  Mesela; azabı hak etmiş toplumlardan peygamberi ve beraberindeki mü’minleri kurtarma (Hûd 11/58), iman edenleri zalim kavimlerden kurtarma (İbrahim 14/6), denizde karşılaşılan musibetlerden kurtarma (İsrâ 17/67), müslümanları âhirette cehennem azabından kurtarma (Yûnus 10/103), Allah’ın kullarını yanlış dinden kurtarması (A’raf 7/89) ve Firavunun cesedinin yok olmaktan kurtarması (Yûnus 10/92) gibi. Firavun kavminden z. Musa’ya iman etmiş biri “Ey kavmim, nasıl olur da ben sizi necat’a (kurtuluşa) çağırdığım halde siz beni ateşe çağırırsınız?” (Mü’min 40/41) dedi.

Necat, daha çok dünyadaki kötü durumlardan kurtarma şeklinde sözlük anlamıyla kullanılıyor. Âhiretteki kurtuluş diyebileceğimiz terim anlamıyla kullanım bir yerde geçiyor. (Saf 61/10-12)

2-Fevz: Fevz, ‘fâze’ fiilinin masdarı olup isim olarak da kullanılır. Emniyet ve hayırda kurtuluş ve zafer (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 11/238), selâmetin gerçekleşmesiyle hayırda muzaffer olma demektir. (Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 582)

Fevz ayrıca, korku ve tehlikeden kurtulup zafer ve fırsat bulma, bir işte, bir durumda başarı kazanma, kişinin hoşnut olacağı şeyle karşlaşması anlamlarına da gelir. (Günaydın, F. Candan, Kur’an’da Kurtuluş, s: 19-20) “Kurtulmak” ve “helâk olmak” mânasında karşıt anlamlı kelimelerden olan fevz masdarı daha çok “korku, tehlike, şer ve azap gibi şeylerden kurtulup hayra, saadet ve esenliğe ulaşma” anlamında isim olarak kullanılır. (Bebek, A. TDV İslâm Ansiklopedisi, 12/506)   

Kur’ân’da isim, fiil ve masdar olmak üzere yirmidokuz defa tekrarlanan fevz kavramı ondokuz yerde ‘fevz’, üç yerde aynı anlamdaki ‘mefâz, mefâze’ şeklinde geçmektedir. İsim olarak geldiği yerlerin hemen hepsinde bir sıfatla birlikte kullanılıyor. İki yerde “fevzu’l-mübîn-apaçık başarı”, bir yerde “fevzu’l-kebîr-büyük başarı”, diğerlerinde “fevzu’l-azîm büyük başarı/zafer” şeklinde yer alıyor.

Bunun fail (özne) ismi ‘faiz’ (çoğulu fâizûn: muradlarına erenler) Kur’an’da sadece müminleri nitelemek amacıyla kullanılmıştır. Bir âyette görülen “ganimet elde etme” (Nisâ 4/73) anlamı dışında fevzin Kur’an’daki bütün kullanımlarının “ebedî ve uhrevî kurtuluş” anlamına geldiğini söyleyebiliriz. 

Kur’an’da fevz (kurtuluş, murada erme), genellikle Allah’a ve Resulü’ne itaat şartına bağlanmış, asıl kurtuluş ve başarının da cennete girmek ve Hak rızâsına ulaşmak olduğu belirtilmiştir. Bunların özellikleri ise samimi bir imanla birlikte din uğrunda hicrete katlanmak, malıyla ve canıyla cihad etmek (Allah yolunda çaba göstermek), bu uğurda sabır göstermek, ilâhî azamet karşısında ürperip saygılı olmak şeklinde belirtilmiştir. (Bakınız: Tevbe 9/20. Mü’minûn 23/111. Nûr 24/52) (Bebek, A. TDV İslâm Ansiklopedisi, 12/506)   

3-Felâh: Arapça’da yarmak, tarlayı sürmek mânasına gelen ‘felh’ kökünden türeyen ‘felâh’; zafer, necat, halâs ve fevz kelimeleriyle eş anlamlı kabul edilir. Sözlükte başarı, kurtuluş, nimet ve hayırda devamlı olma (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 11/216), zafer ve maksada ulaşmak demektir. (Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 578)

Felah;  arzu edilen şeyleri elde etme, istenmeyen şeylerden kurtulma, refah ve saadet içinde bulunma gibi anlamlara da gelir.

Kelime zaman açısından devamlılık anlamı taşır ki bu da zamanı yararak içinde karar kılmaktır. Bu anlamı ile bağlantılı olarak orucun devam etmesine sebep olduğu için sahur yemeğine (Ahmed b. Hanbel,  4/272), ezanda ve kâmette geçtiği üzere hayrın devamına ve ebedi kurtuluşa vesile olduğu için cemaatle namaza da felâh denir. (Müslim, Salât/6, 12. Tirmizî, Salât/149. Nesâî, Ezân/3, 5) (Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 579)

Felâh kavram olarak, kişinin dini ve ahlâkî yükümlülüklerini yerine getirmesinin sonucunda dünyada elde edeceği başarı ve mutlulukla âhirette ulaşacağı ebedî kurtuluş ve saadeti ifade eder. İnsanın böyle bir sonuca ulaşabilmesinin, karşısına çıkan bütün engelleri aşması şartına bağlı olduğu dikkate alınırsa felâhın sözlük anlamı ile terim anlamı arasındaki bağlantı anlaşılır. (Günaydın, F. Candan, Kur’an’da Kurtuluş, s: 17-18)

Felâhın fail (özne) kalıbı ‘muflih’tir . Bu da felâha ulaşan, ebedî saadete eren demektir. Kur’ân’da çoğul şekliyle (müflihûn) bir övgü ifadesi olarak sadece müminler hakkında kullanılmaktadır. Felah genellikle, âhiret hayatında cehennemden kurtulup cennete girmeyi ve Allah’ın rızâsını elde etmeyi, necat ise daha çok sonuçları dünyada görülebilecek  başarıları, zorluktan kurtulmayı ifade etmektedir.

-Kur’an’da muflihûn (kurtulanlar)

Felah Kur’an’da onüçü isim olmak üzere, diğerleri fiil olarak  kırk yerde geçiyor.  Bu âyetler ağırlıklı olarak felah için gerekli şartları ihtiva eder. Bir kısmı Allah’ın kurtuluşa erdirmeyeceği kimselerin, bir kısmı kurtuluşa erenlerin özelliklerini verir. Felah kavramı geçtiği âyetlere baktığımız zaman kimlerin hangi sâlih amelleri işleyerek Hesap Günü kurtulacağını, ya da kimlerin felaha eremeyeceğini anlarız.

Kişi için kurtarıcı kim ve nelerdir bu âyetlerde bellidir. Şöyle ki:

-hayatını ğayba iman edip namaz kılarak, kendilerine ihsan edilen nimetlerden başkalarına da infak ederek, önceki kitaplara ve Kur’an’a, âhiret gününe kesinlikle inanmak suretiyle geçirenler (Bakara 2/2-5),

-insanları hayra çağırıp iyiliği ma’rufu) tavsiye eden ve kötülüklerden (münkerden) alıkoymaya çalışanlar (Âl-i İmrân 3/104),

-içki, kumar, şirk, fal ve şans oyunları gibi şeytanî tuzaklardan uzak duranlar (Mâide 5/90),

-işledikleri sâlih ameller sebebiyle Mizan’da tartıları ağır gelenler (A’raf 7/7. Mü’minun 23/102. A’raf 7/157)

-mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler (yoğun çaba gösterenler) (Tevbe 9/88),

-namazlarını huşû ile ve devamlı şekilde kılan, boş sözlerden kaçınıp faydasız işlerle meşgul olmayan, ırz ve namuslarını koruyan, emânete riayet edip ahde vefa gösterenler (Mü’minûn 23/1-7),

-Allah’ın emirlerine uygun hareket etmeye çalışan ve işlediği günahlardan dolayı tövbe eden müminler (Nûr 24/31),

-Allah rızasını kazanmak için yakınlarına, muhtaçlara haklarını verenler (infak edenler) (Rum 30/38)

-Namazı kılan, zekat veren âhirete yakinen iman eden muhsinler (Lukman 31/4-5),

-Allah’ın kendilerinden razı olduğu, onların da Allah’tan razı oldukları hizbullah (Allah’tan yana) olanlar (Mücadile 58/22),

-Nefsinin cimriliğinden sakınıp, muhtaç olsalar da başkalarını kendilerine tercih edenler (Haşr 59/9. Teğabûn 64/16).

Bu âyetlerin hepsinde kurtulacak olanlar ‘muflihûn’ olarak geçiyor.

Dört âyette ‘eflaha-kurtuldu, umduğuna erişti’ şeklinde geliyor. Bunlardan bir tanesi dünyalık bir başarıyı (Taha 20/64), diğerleri âhiretteki felahı haber veriyorlar.

Mü’minûn Sûresi bu fiil ile başlıyor ve mü’minlerin felaha erdiğini haber veriyor. (Mü’minûn 23/1-7. Bir benzeri: Meâric 70/29-31) Kendilerini küfür ve günah gibi kötülüklerden arındırmış olanlar da felaha ererler. (A’lâ 87/14. Şems 91/9)

Onbir âyette “laallekum tüflihûn-umulur ki felaha erersiniz” şeklinde geliyor. Bu âyetlerde bazı emirler, tavsiyeler ve ölçüler veriliyor. Müslümanlar eğer bunları hakkıyla yerine getirirlerse, onların kurutulacakları, felaha erecekleri umulur. Bunların gerçekleştirilmesi kurtuluş (felah) için birer sebep olup sonuç değildir.

Bu demektir kurtuluşun recetesi bu ve benzeri âyetlerdeki ilâhi ölçülere uymaktır. Yoksa kendisi gibi beşer olan ve rahmete muhtaç, kurtulup kurtulmayacağı henüz belli olmayan kişiler değil.

-rukû’ ve secde edenlerin, Rabblerine ibadet edenlerin ve hayır işleyenlerin (Hac 22/77),

-Allah’tan hakkıyla korkup-çekinip, O’na yaklaşmaya sebep arayanların ve O’nun yolunda cihad edenlerin (çok çalışanların) (Mâide 5/35),

-Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle hareket edenlerin (Bekara 2/189),

-tefecilik veya faizlil işlemlerden uzak duranların (Âl-i İmrân 3/130),

-Allah yolunda sabredenlerin, o yolda bir nöbetçi gibi hazır olanların (ribat yapanların) ve Allah’tan korkup-sakınanların (Ali İmran 3/200),

-şeytan işi olan sarhoşluk veren şeylerden, şans oyunlarından, putperestçe uygulamalardan, kâhinlikten uzak duranların (Mâide 5/90),

-Allah’tan hakkıyla-korkup sakınanların (Mâide 5/100),

-Allah’ın nimet verici olduğun hatırlayıp gereğini yapanların (A’raf 7/69),

-Allah’ı sık sık zikredenlerin, hayatlarının hiç bir anında O’nu unutmadan hareket edenlerin (Enfal 8/45. Cumua 62/10),

-Gönülden Allah’a yönelenlerin (Nur 24/31) muflihûn olacakları (kurtulacakları) umulur.

Kur’an kimlerin felaha eremeyeceğini de haber verip mü’minleri uyarıyor. Felah kavramı onbir yerde olumsuz sigasıyla geliyor.  Kurtuluşu engelleyen hususlar sayıldıktan sonra “bunları yapanlar felaha eremezler” deniyor. Bu âyetler felaha giden yolu adeta tersden gösteriyorlar. Buna göre zalimler (En’am 6/21, 135. Yûsuf 12/23. Kasas 28/37), hakka karşı tuzak kuran büyücüler (Yûnus 10/77. Tâhâ 20/69), mücrimler (Yûnus 10/17), kâfirler (Kasas 28/82), Allah’a iftira edenler (Yunus 10/69. Nahl 16/116) felaha (mutlu sona) eremezler.

Kur’an bunların yanında bazı somut eylemleri felaha götürecek sebepler olarak sayıyor. İşte bir kaç örnek.

-Kurtuluşun vesileleri

1-İman ve sâlih amel: Vahiy, samimi bir imana sahip olmanın yanında, bu imanın sonucu her güzel ve faydalı işin (sâlih amelin) hayata geçirilmesine de önem vermekte, dünya ve âhiret mutluluğunun bunların uyumuna bağlı olduğu haber vermektedir. İslâmı din olarak kabul etmenin hedefi; sağlam imanla birlikte ihlasla ibadet, güzel ahlâkla dünya ve âhiret mutluluğunu kazanmaktır. Bunlar zaten insanın kurtulması için gerekli olan şeylerdir.

Mutlak mutluluğu haber veren âyetlerde iman ve sâlih amel beraber geliyor. Kur’an bir amelin Allah katında değer taşıyabilmesi için sahih bir iman temeline dayanması öngörür. (Mâide 5/5. Bekara 2/7. Mâide 5/53. En’am 6/88. Hûd 11/12)   

Âyetler kurtuluş için azami ve asgari sınırlama getirmemeştir. Çoğu zaman inanıp  sâlih amel işleme (Teğabûn 64/9) veya takva sahibi olma (Âli İmran 3/102. Zümer 39/61),  O’nun huzuruna selim bir kalp ile gelme (Şuarâ 26/89)  gibi genel ifadelerle konuyu ortaya koyup kurtuluşun bu alanlarda sürekli çaba ile olacağını haber veriyorlar. Bu açıdan Kur’an insanı ruhen sürekli dinamik  ve canlı tutmaya çalışır. Amellerde gelinen nokta hep daha iyisi için bir basamaktır. Durmak ve yapılanla yetinmek doğru değildir. “Ben şunu yaptım görevim bitti, kurtuluş garanti demeye” âyetler izin vermiyor. (Günaydın, F. Candan, Kur’an’da Kurtuluş Kavramı, s: 72-73)

Kul sâlih amelleri işledikten sonra garantisi olmasa bile bir şeyler ümit edebilir. Daima daha iyi olmaya giderken yapıp etmelerinin Allah’ın rahmetiyle birlikte kurtuluşa vesile olacağını umabilir.

Asr Sûresi iman ve sâlih amel ilişkisini kısa ve özlü bir şekilde ortaya koyan kelâm harikasıdır.  “Asra (zaman) andolsun ki, gerçekten insan hüsrandadır. İman eden, sâlih ameller işleyen, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç.”

İşte insanı kurtaracak formül. İman ve sâlih amel. Hakkı ve sabrı tavsiye...

İman; yani istenildiği gibi, sahih ve yakîn bir iman. Sağlam bir akide. Ve bunun gereği sâlih amel. Sâlih amel kulluk görevlerinin hepsini kapsar: faydalı, sağlam, maksada uygun, müslümana ecir kazandıran, Allah’ın sevdiği ve razı olacağı, dinin ölçülerine uyan her türlü iş ve faaaliyet. İmanın amel olarak hayata taşınması kaçınılmazdır. Yani iman amel etmeyi gerektirir. Ya da müslüman Kur’an’a, iman ilkelerine onları hayata aktarmak, gereğini yapmak üzere iman eder.

Hüsran hem zarar ve ziyan hem de hayal kırıklığına uğramaktır.  İnsan bu sayılan dört önemli ve diğer insanî görevleni yapmazsa hem dünyada, hem âhirette zarar eder, hem de hayal kırıklığı yaşar. Neler neler umuyorken, farklı sonuçlarla karşılaşır. İman edip sâlih amel işleyenler için kesintisiz bir ödül vardır. Bunları yapmayanların makamı ise aşağıların aşağısıdır. (Tin, 95/5-6)

Görülüyorki Kur’an kurtuluşu iman ve onun pratiği olan sâlih amele, yani müslümanca yaşamaya bağlıyor. Kendilerinde bir güç ve yetki olduğu vahmedilen fani kişilere değil.

2-Tartıların ağır gelmesi: Kurtuluş ancak tartıların ağır gelmesi ile mümkündür. (A’raf 7/7-8. Mü’minûn 23/102. Karia 101/6) Bu da dünyada iken hakkıyla kulluk yapmakla, Allah’ın koyduğu hudutlara riayet etmekle mümkündür. Kişinin Mizan’daki tartısı da ancak iman ve sâlih amelle ağırlık kazanır.

3-Allah’a ve Elçisi’ne itaat: Kur’an kurtuluşu bir de Allah’a ve Rasûlü’ne itaat şartına bağlıyor. Kim Allah’a ve O’nun son Elçisi’ne istenildiği gibi itaat ederse, emirleri yerine getirir haramlardan sakınırsa kurtuluşa erer. Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edenler; güzel bir mükâfat (Fetih 48/16), büyük bir başarı (Nisâ 4/13), asıl mutluluğa erme (Nûr 24/52), ilâhi rahmet (Tevbe 9/71), altlarından ırmaklar akan cennetler (Fetih 48/17), mutlak kurtuluş (Nûr 24/51-52) ile müjdeleniyorlar. Onların peygamberlere, sıddiklere, sâlihlere ve şehidlere arakadaş olacağı haber veriliyor. (Nisâ 4/69)

4-Takva bilinci: Kişiyi âhirette kurtaracak olan vesilelerden  biri de takva (Allah’a karşı sorumluluk) bilinciyle iman etmesi ve buna bağlı olarak yaptığı kulluktur, ibadetlerdir. Yani Allah’ın karşısında muttaki olmasıdır. Yoksa kişiler, kendisi gibi beşer olup, rahmete ve affa muhtaç faniler değildir.

Takva (ittika etmek) içinde hem korkuyu hem de muhabbeti barındıran bir kavramdır. Bu bir anlamda âhiretteki azaba uğramamak için kişinin kendisini ibadetle korumaya alması demektir ki, muttaki  Allah’tak korkup-sakınan ve zâhid mü’min demektir.  Bu dindarlığın kaynağı da kişinin Allah’tan haşyet (korku) ve saygı duymasıdır.

Allah’tan korkup-sakınmadan (takvadan) bahseden âyetlerin hepsinde müslümanların faydasına şeyler emrediliyor. Bunlar kişinin Allah’la ilişkisini, O’nun karşısında alacağı pozisyonu, günlük davranışlarını ve insanlarla olan ilişkilerini düzene koyan bilinçtir. Bu bilinç kul için hem caydırıcılık özelliği taşır, hem de sâlih ameller için bir teşviktir. “Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları onunla (Kur'an ile) uyar. Onlar için Rablerinden başka ne bir dost, ne de bir aracı (şefaatçi) vardır; belki korkup-sakınırlar.” (En’am 6/51)

“Umulur ki kurtuluşa erersiniz” şeklinde ümit veren onbir âyet “ittika edin: korkup-sakının” şartıyla başlıyor. Dördü ittika emri ile birlikte geliyor. (Mâide 5/100. Âli İmran 3/130, 200. Haşr 59/9) “Şüphesiz takva sahipleri için de başarı ödülü vardır.” (Nebe’ 78/31) Yani onlar kurtulanlardır. “Takva sahiplerine; Rabbiniz ne indirdi? Denildiğinde,”Hayır (iyilik)” derler. Bu dünyada güzel davrananlara, güzel mükafât vardır. Âhiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu gerçekten güzeldir!”(Nahl 16/30)

5-Tevbe ve ıslah: İnkardan, hatalardan/günahlardan sonra pişman olup tevbe etmek, kendini ıslah etmek (düzeltmek) de kurtuluş vesilesidir. “Fakat tevbe eden, iman edip iyi işler yapan kimseye gelince, onun kurtuluşa erenler arasında olması umulur.” (Kasas 28/67) “Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır; Allahı onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. Kim tevbe edip iyi davranış gösterirse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah'a döner.” ( Furkan 25/70-71. Bir benzeri: Âli İmran 3/88-89. Nisâ 4/146. Nahl 16/119. Tevbe 9/112)

6-Allah yolunda cihad: Allah yolunda elinden geldiği kadar, içinde bulunduğu şartlarda yoğun çaba göstermek, Allah’ın dinine yardım etmek iman edenleri cehennem azabından kurtarır. “Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak (necat ettirecek) ticareti size göstereyim mi? Allah'a ve Resûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda yoğun çaba gösterirsiniz (cihad edersiniz). Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş (fevzu’l-azîm) budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah'tan yardım ve yakın bir fetih. Müminleri (bunlarla) müjdele.” (Saff 61/10-13)

-Kur’an’da kurtulma, kurtarıcı

Âhirette insan nasıl kurtulur, ne ile kurtulur, onu kim kurtarır?

Âhirete inanmayanlar belki mallarının, saltanatlarının, çocuklarının (soylarının) kendilerine bir üstünlük sağladığını, hatta kurtardığını zannedebilirler. Kendilerine bir şey olmayacağını düşünebilirler.

“Onlar: Sayılı birkaç gün müstesna, bize ateş dokunmayacaktır, dediler. De ki (onlara): Siz Allah katından bir söz mü aldınız -ki Allah sözünden caymaz-, yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”(Bekara 2/80) Ama gerçek böyle değil. Belki fani dünyada böyle şeyler insanlara biraz hava, biraz kibir, az biraz zevk ve saltanat duygusu verebilir. Zira insan dünyada serbesttir. Ama sıra Hesab’a gelince iş başkalaşır.

Kur’an üç âyette hemen aynı ifadelerle inkâr edenleri âhiret hesabından malları ve çocukları kurtaramaz deniliyor: “İman etmeyenlere gelince, ne dünya malları ne de çocukları Allah'a karşı onlara en ufak bir fayda sağlamaz: İşte onlardır ateşin yakıtı olanlar!” (Âli İmran 3/10. Ayrıca bakınız: Âli İmran 3/116. Mücadile 58/17)

Kur’an bu gerçeği hareketli ve canlı bir tablo halinde sunuyor. Dünya hayatında inkâr etmenin sonucu bu. Onları hak ettikleri sonuçtan kimse kurtaramaz. Ne soyları, ne servetleri, ne makamları. Hatta dünya da iyilik yapıyoruz diye yaptıkları harcamalar da boşa gider. Zira imandan kaynaklanmayan bir infakın değeri yoktur. (Kutub, K. fi-Zılâli’l-Kur’an, 1/451)

Denilebilir ki, doğru, inkârcılara malları da, evlâtları da, soyları da, dostları da Hesap Günü hiç bir fayda sağlamaz. Zira onlar zaten Âhireti inkâr ediyorlar. Onlar Kur’an’ı da, Peygamber’i de, Kur’an’la amel eden âlimlerin rolünü de kabul etmiyorlar. İnkâr ettikleri şeyin elbette onlara bir faydası olmaz. Ama müslümanlar başka. Onlar hem Peygamber’e iman ediyorlar, hem de ona ve onun izinden giden, onun davasını yaşatan âlimlere hürmet ediyorlar. Onların sevgisini ve yakınlığını kazanmaya çalışıyorlar. Bu sevgi ve yakınlığın Âhirette bir karşılığı, bir faydası olabilir. Müslümanlar onların şefaatini (aracılığını) isteyebilirler. Onlar da Allah katında kendilerine şefaat (aracılık) edebilirler.

Masum gibi görünen bu iddia Kur’an tarafından reddediliyor. Pek çok âyette genel ve keskin ifadelerle Hesap Gününde kimsenin kimseye bir faydası dokunamayacağı, kimsenin kimseyi kurtaramayacağı, orada şefaatın (aracılığın) olmayacağı vurgulanıyor.  Kur’an İsrailoğullarını şefaatin (aracılığın) ve fidye ödemenin mümkün olmadığı Hesap Günü’nden sakındırıyor. (Bekara 2/47-48)

O günden herkes sakınmalı, tetikte ve hazır olmalı. O gün öyle bir hesaba çekme olacak ki, takva dışında, yani Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle yaşayanlardan başkası o hesabın dehşetin kurtulamayacak. Âhirete göçtükten sonra kurtuluş için başkasından yardım beklemek yanlıştır.

Âyet çok açık bir şekilde âhirette hiç kimsenin bir başkasına faydasının olamayacağını söylüyor. Kimsenin şefaatı kabul edilmeyeceği gibi, hiç kimse orada ne günahlarına/hatalarına karşılık fidye veremez, kimse ona yardıma gelemez. (Fâtır 35/18)

İsrailoğulları büyük peygamber torunu olduklarını ileri sürerek kurtulacaklarını zannediyorlardı. Ya da peygamber soyundan gelmeyi kurtuluş için yeterli görüyorlardı. Bu sebeple kendilerine ulaşan son ilâhi tebliği kabul etmediler ve ondan yüz çevirdiler. Âyet, aynı zamanda yüce ve kutsal saydıkları kişilerin de onlara şefaat edemeyeceklerini, fayda sağlayamayacaklarını bildiriyor. (Mevdûdî, Tefhimu’l-Kur’an, 1/75)

Âyet her ne kadar İsrailoğullarını yanlış âhiret tasavvuru hakkında gelse de hükmü geneldir. Âhiret hakkında yanlış düşünen, ya da âhireti ciddiye almayan herkes hakkında geçerlidir.

Görüldüğü Kur’an, gibi belli bir soya mensup olmayı, fidye verecek kadar zengin olmayı, kendilerince ulu saydıkları kişilerin arkasına takılmayı kurtuluş sebebi saymıyor. Bunlar bazılarının ham hayallerinden başka bir şey değildir.

İslâmdan önceki Arap müşrikleri, Allah’ın kızları zannettikleri ve heykellerle sembolize ettikleri tanrıların kendilerini Allah’a yaklaştıracağına ve kendilerine şefaat edeceklerine (aracılık yapacaklarına) inanıyorlardı. Yahudiler ve hırıstiyanlar da peygamberlerinin ve din adamlarının kendilerine Allah katında şefaat edeceklerini sanıyorlardı. (Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 1/158-159)

 Kur’an ise âhirette kimsenin kimseye şefaat edemeyeceğini (aracılık veya torpil yapamayacağını) haber veriyor. “Ve bir günden sakının ki, o günde hiç kimse başkası namına bir şey ödeyemez, kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez. Onlar hiçbir yardım da görmezler.”  (Bakara 2/123 Ayrıca bakınıuz:  Mü’min 40/18. Bekara 2/48, 254) (Hadis kaynakları ve bazı İslâm âlimleri Peygamberimizin âhirette şefaat hakkı olduğunu söylerler. Tartışmaya açık olan bu konuda şefaatin nasıl anlaşıldığı önemli.)

-Hesap verme kişiseldir

İslâma göre sorumluluk kişisel olduğu gibi, hesap verme de kişiseldir. Hiç kimse kimsenin yerine hesaba çekilmez. (En’am 6/164. İsrâ 17/15. Fâtır 35/18. Zümer 39/7) O gün iman ve sâlih amelle birlikte Allah'ın huzuruna gelmeyenlere hiç kimsenin aracılığı yarar getirmeyeceği gibi, küfür ve günahların cezasını kaldırmak üzere hiç kimseden fidye de alınmaz. (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an 1/70)

Şu âyette konu bir daha vurgulanıyor: “Hesap Günü nedir bilir misin? Ve bir kez daha: Hesap Günü nedir bilir misin? Hiçbir insanın başka birine zerre fayda sağlayamayacağı bir Gün(dür o): Çünkü o Gün (açık seçik görülecektir ki) emir (söz, hâkimiyet) yalnız Allah'a aittir.” (İnfitâr 82/17-19)

Âyet gayet açık: Hiç kimse başkasına zerre kadar fayda sağlayamayacak. Cezayı hak edenleri hiç kimse onu cezadan kurtamayacak. Hesap anında kimsenin böyle bir cesareti olamayacak. Falanca kişi benim dostumdu, ahbabımdı, adamımdı, öğrencimdi, müridimdi, şeyhimdi, bizim takımdandı, bizim gruptandı, falanca mezheptendi, falanca ülkedendi gibi yaklaşımlar söz konusu olmayacak. O gün söz de, hüküm de, karar da Allah’a aittir. Herkesi dünyada yaptıklarına göre karşılayacak, herkese rahmetiyle muamele edecek. 

Bırakın yabancı bir kimsenin diğerine el atması, yardım etmesi, imdadına gelmesi, bir baba bile çocuğuna, bir çocuk ebeveynine o Hesap Günü hiç bir şey veremez, hiç bir yardımda bulunamaz. Kur’an adeta bunun olmayacak bir şey olduğunu tekrar tekrar vurguluyor: “Ey insanlar! Rabbinize karşı sorumluluğunuzu unutmayın; ve ne hiçbir anne babanın çocuğuna herhangi bir faydasının erişebileceği, ne de hiç bir çocuğun anne babasına en ufak bir fayda sağlayamayacağı Gün'den korkun.” (Lukman 31/33)

Bir kimsenin arkadaşı, lideri veya mürşidi (rehber edindiği kimse) ona anne-babasından daha yakın olamazlar. Anne-baba bile kişiye bu Hesap Günü bir fayda sağlayamazken, birilerinden medet ummak ne kadar doğrudur? Kur’an böyle bir yanlış konusunda sürekli mü’minleri uyarıyor. Bu dünyada başkası uğruna âhiretini heba eden, ya da başkalarına bağlanarak günah yolunu seçenler ahmaklardır. (Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an, 4/341)

Ebeveynin bırakın çocuklarına yardım etmesini; o dehşet günde, o ana-baba gününde herkes birbirinden kaçacak. Dünyada birbirini candan sevenler bile: “Kulakları sağır eden o ses geldiğinde; İşte o gün kişi kardeşinden, kaçar. Annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından.” Niçin? Çünkü “O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır.” (Abese 80/34-37)

Gerçek ortada, o gün ana mı görülür baba mı, evlât mı, sevgili mi? Âyetler insanı adeta sarsıyor. İnsanı çarpıcı bir gerçekle yüzyüze getiriyor. Yürekleri hoplatacak açık bir hakikati tekrar tekrar hatırlatıyor. İşiten kulakları, anlayan idrakları, hisseden vicdanları sarsıyor. Dünya hayatının anlamını ve amacını, arkadan gelecek olan hayat (Âhiret) olgusunu düşünenler (fıkh edenler) bu gerçeği es geçmezler. Abese 34. âyette geçen “saahha” sözcüğü etkili ve sert bir tona sahip. İnsanın kulak zarını patlatırcasına bir ağırlığı var. Âyet bu sert ve rahatsız edici ses ile peşinde gelen sahneye zemin hazırlanmaktadır. Bu sahne kişinin kendisine en yakın olan insanlardan bile kaçıp kurtulmaya çalıştığı sahnedir. “O gün kişi kaçar; kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından”. 

Peygamber (sav) o günkü sıkıntıyı şöyle anlatıyor:“Kıyâmet günü olunca güneş, kullara bir mil veya iki mil mesafede oluncaya kadar yaklaştırılacaktır. Güneş onları âdetâ eritecek ve amelleri miktarınca ter içinde kalacaklardır. Onlardan kimini topuğuna kadar alacak, kimini diz kapaklarına kadar alacak, kimini beline kadar alacak, kimine de basbayağı gem vurulacak." (Peygamber bu sırada ağzını işaret etti.) (Tirmizi, Kıyâmet/2 no: 2421. Bir benzeri: Müslim, Cennet/62 no:2864)

Kıyâmet gününde, hesap için toplanma yerinde terlemek, içine düşülecek sıkıntının  bir göstergesidir. Çünkü hesaba katılmayan, ya da tam hazır olunmayan âhiret hayatı başlamış olacak. Böyle bir durumda insan dehşete ve sıkıntıya düşecek, daralacak, bunalacak.  

Âyetlerin mesajları bu açık iken hâlâ bazı müslümanların, kendileri gibi insanlardan medet ummaları anlaşılır şey değil. İman edip ve sâlih amel yapmak dururken, birilerinin ortaya attığı bir iddianın ardından giderek, o dehşet gününde beşerden imdat beklemek, bu âyetleri anlamamak manasına gelmez mi?  

Allah (cc) mutlak bir Hakikati açıklıyor. Sanki şöyle deniliyor.  “Ey insan, seni Hesabın zorluğundan kurtaracak olan senin samimi imanın ve  Rabbinin katında makbul olacak amellerin/işlerindir, kulluğundur. Hatta Allah’ın rahmeti olmazsa bunlar da seni kurtarmaya yetmez. Zira kulluk borcuna karşılık senin amellerin çok yetersiz kalır. Öyleyse senin için Allah’ın rahmetinden başka bir kurtarıcı yoktur.”

İnsanı Hesap Gününde insanı kurtaracak olan Allah’tan vahiy yoluyla gelenlere hakkıyla, istenildiği gibi iman etmek, sonra da bu imanın gereği olarak sâlih amel işlemektir.  Peygamber (sav) bu gerçeği bir sözünde farklı bir şekilde açıklıyor.  “Şüphesiz Allah sizin şekillerinize ve mallarınıza bakmaz. Fakat Allah sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr/33 no: 6543. İbni Mace, Zühd/9 no: 4143) Yani insanlar iman edip etmediklerine ve yaptıkları işlere göre karşılık görecekler. Başka ölçülere göre değil.

Şu hadis bu gerçeği tamamlıyor: “Cenazeyi (mezara kadar) üç şey takip eder. Malı, ailesi ve ameli. Bunlardan ikisi geri döner, bir onun yanında kalır. Ailesi ve malı geri döner, ameli ölüyle beraber gider.” (Buhârî, Rikak/42 no: 6514. Müslim, Zühd/1 no: 7424. Tirmizî, Züh/46 no: 2380) Aynı hakikati bir âyet farklı şekilde haber veriyor: “Mal ve evlat dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan sâlih ameller, Rabbinin katında mal ve evlatlardan ve dünyalıklardan iyidir.” (Kehf 18/46)

Hiç kimse hakkıyla iman etmedikçe cennete giremez. İsterse peygamber çocuğu, hanımı veya amcası en büyük âlimin, en meşhur şeyhin çocuğu veya yakını olsun. “İman etmedikçe cennete giremezsiniz...” (Müslim, İman/22 no: 194. Tirmizî,  Sıfatül-Kıyâme/56 no: 2510)

-Ey Fatıma; kendini kurtarmaya bak

Eğer sahih ise şu hadis üzerinde dönüp dönüp düşünmek gerekir. “En yakının olan aşiretini (akrabalarını) uyar”(Şuarâ 26/214) âyeti indirildiği zaman Peygamber (sav) yakınlarını Ebû Kubeys tepesinde toplamış ve:“-Ey Kureyş (veya buna benzer bir söz ile)! Nefsinizi Allah'tan satın almaya bakın; zira ben, âhirette sizin adınıza bir şey yapamam! Ey Abdimenâf oğulları! Nefsinizi Allah'tan satın almaya bakın; zira âhirette sizin adınıza bir şey yapmak elimden gelmez! Ey Abdülmuttalip oğlu Abbas! Nefsini Allah'tan satın almaya bak; zira âhirette senin adına bir şey yapamam! Ey Muhammed'in kızı Fatıma! Sen de nefsini Allah'tan satın almaya bak; zira âhirette senin adına da bir şey yapamam” buyurdu.”  (Buhârî Tefsir/233 no: 4771. Bir benzeri: Müslim, İman/89 no: 501-504)

Peygamber (sav) yani gelmiş ve gelecek günahları affedilen (Fetih 49/2) son Elçi ve Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber (sav) akrabalarına,  can parçası, kadınların en hayırlısı olan Hatice bintü Huveylid’in kızı Fatıma’ya (Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr/20 no: 3815. Müslim, F. Sahâbe/69 no: 2430) bile orada yardımcı olamayacağını söylerken; başka kim kime el atabilir, kim kimi kurtarabilir?

Peygamber’in arkadaşlarından Osman bin Maz’ûn (ra) Medîne’de Ümmü’l-Alâ isminde bir kadının evinde vefât etmişti. Bu kadın:  “–Ey Osman, şehâdet ederim ki şu anda Allah (cc) sana ikrâm etmektedir.” dedi. Rasûlüllah (sav) bunu duyunca müdahele etti:

“–Allâh’ın ona ikram ettiğini nereden biliyorsun?” buyurdu. Kadın: “–Bilmiyorum vallâhi!” deyince Peygamber şöyle buyurdu.“- Osman vefât etmiştir. Ben onun için Allah’tan hayır ümîd etmekteyim. Fakat ben Allah’ın elçisi olduğum hâlde, bana ve size ne yapılacağını bilmiyorum.” Ümmü’l-Alâ demiş ki: “Vallâhi, bu olaydan sonra hiç kimse hakkında bir şey söylemedim.” (Buhârî, Cenâiz/3 no: 1243, Tâbîr/27 no: 7018. Ahmed b. Hanbel, 6/461 no: 27525)

“Peygamber (sav) Uhud şehitleri için “Bunların lehinde (Allah katında) şehâdet ederim” deyince, Ebu Bekr (ra) “-Ey Allah’ın Rasûlü, biz de onların kardeşleri değil miyiz? dedi. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Doğru,  fakat benden sonra neler yapacağınızı bilmiyorum ki.” (Muvatta, 21.Kitab14.Bab no: 3)

Peygamber (sav) en sadık arkadaşı, Ebu Bekir (ra) hakkında dahi garanti veremiyor. Bu konuşmanın geçtiği tarihten sonra kimin ne yapacağını bilmediğini söylüyor. İnsan şaşırabilir, itaat eden bir kimse iken isyan eden, iman eden bir kimse iken inkâr eden bir kimse olabilir. Tersi de mümkün. Önemli olan iman üzere yaşayıp iman üzere ölme çabasından ayrılmamaktır.

  • Son söz

Kişiyi kurtacak olan imanı ve Allah rızası için işlediği sâlih amellerdir, Allah’ın

rahmetidir. Kur’an açık bir şekilde Mahşer Günü’nde (kıyâmette) neyin fayda vereceğini söylüyor:

O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allah'a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).”(Şuarâ 26/88-89) 

Tıpkı Rabbine kalb-i selîm ile gelen müstesna insan hz. İbrahim gibi.” (Saffât 37/81-84)

Kalb-i selîm’in Hakka teslim olmuş, imanlı yürek olduğu açıktır.

Bize düşen hayelleri bir tarafa bırakıp Allah’ın huzuruna selîm bir kalple gitmenin imkanlarını aramak, el açıp aczimizi itiraf ederek tıpkı Yûsuf (sa) gibi dua etmek ve duamıza layık, sâlihlerden, sâdıklardan ve müttakılerden olmaya çalışmaktır.

“Teveffeni müslimen ve elhıknî bi’s-sâlihîn - Ey Rabbim, beni müslüman olarak vefat ettir ve beni sâlih kullarının arasına kat.” (Yûsuf 12/101)

 

Hüseyin K. Ece

08.04.2016 Zaandam

Kur'ani Hayat Dergisi, Mayıs-Haziran 2016 47. sayı