Şefâati Kur’an açısından daha iyi anlayabilmek için özellikle sözlükteki anlamlarına, ilgili alanlarda nasıl kullanıldığına, âlimlerin onu nasıl anladıklarına ve özellikle âyetlerin bağlamına bakmak gerekiyor.

Biz bu yazıda şefâat tartışmalarına değil, şefâat kavramının içinde yer aldığı âyetleri üç gruba ayırarak nüzûl sırasına göre hangi manada kullanıldığını anlamaya çalışacağız.

  • Sözlükte şefâat

‘Şefâat’ın aslı “şe-fe’a” fiilidir. Bu da tek olan bir şeyi dengi veya benzeriyle çift hale getirmek, katmak, yanyana getirmek, birinin önüne düşüp işini görmeye çalışmak, işinin görülmesi için birinin aracılığını istemek, şuf’a hakkın sahip olmak demektir. (İbni Manzur, Lisânü’l-Arab, 8/101-102. el-İsfahânî,  R. el-Müfredât, s: 386)

“şe-fe-a” iki şeyin birbirine yakınlığına, yanında olmaya delâlet eder. (İbni Fâris, A. Mekâyisu’l-Lügah, s: 453-454. Taberî, İbni Cerir, Câmiu’l-Beyan, 1/306. Şevkânî, A. b. M. Fethu’l-Kadîr, s: 68) “şe-fe-‘a” basar ile kullanıldığı zaman gözün çift görmesini anlatır.  (Fîrûzabâdî, M. Y. el-Kâmûsu’l-Muhît, s:734)

“şeffea” ve “teşeffea” şefâat isteğini veya ricayı anlatır.  (el-İsfahânî,  R. el-Müfredât, s: 386)

  • Kur’an’da şefâat

Şefâat edene “şâfi (çoğulu; şafi’în)’ veya ‘şefî’ (çoğulu; şüfeâu)”, şefaat edilene ‘meşfû’ (şefâat bekleyen, şefâat edilen) denildiğini hatırlayalım.

Kur’an’da “şe-fe-a” fiili ve türevleri otuzbir yerde geçmektedir. Bunlardan fiil halinde beş defa (Bekara 2/255. Nisâ 4/58 (iki defa), A’raf 7/53. Enbiyâ 21/28),

şâfi’nin çoğulu “şafiîn” olarak iki âyette (Şuarâ 26/100. Müdessir 74/48),

şefi’ olarak beş âyette (En’am 6/51, 70. Yûnus 10/3. Secde 32/4. Mü’min 40/18)

şefi’in çoğulu olan “şüfeâu” olarak  beş âyette (A’raf 7/53. Rûm 30/13. Zümer 39/43. En’am 6/94. Yûnus 10/18),

şefâat olarak onüç yerde (Bekara 2/48, 254. Nisâ 4/85 (iki defa). Meryem 19/87. Tâhâ 20/109. Sebe’ 34/23. Zümer 39/44. Zuhruf 43/86. Müdessir 75/48. Yâsîn 36/23. Necm 53/26),

Görüldüğü gibi şefâatten bahseden âyetlerin büyük bir bölümü Mekkî sûrelerde, yedi tanesi ise Bekara ve Nisâ gibi iki Medenî sûrede geçmektedir. Nisâda de dört defa sözlük anlamıyla (dünyevi şefaat) manasında kullanılıyor.

Şefâat daha çok âhiretle ilgili âyetlerde, tek istisnâ dışında bütünüyle müşriklerin, âhiretin,

hesabın, mizanın söz konusu edildiği yerlerde geçiyor. O tek istisna da mü’minler muhatap alınıyor. (Bekara 2/254)

Bunlar gösteriyor ki, şefâat, mü’minlerin değil, müşriklerin problemidir. Kur’an’ın bu kavramı ele alması özellikle müşriklerin şefâat inancını reddetmek, mü’minleri bu yanlış inanç konusunda uyarmak ve korumak içindir.

Sözlük anlamıyla şefâat bir âyette geçiyor: Kim güzel bir (işte) aracılık (şefâat) ederse, ona o işin sevabından bir pay vardır. Kim de kötü bir (işte) aracılık (şefâat) ederse, ona da o kötülükten bir pay vardır. Allah’ın her şeye gücü yeter. (Nisâ 4/85)

Yani her kim bir başkasına katılır, ona yardım ederse, onu kuvvetlendirir, onu desteklerse yararında veya zararında ona ortak olur. Şöyle denmiştir: Buradaki şefâat kelimesi “insanın bir başkası için onun uyacağı, örnek alacağı bir hayır yolu, ya da bir şer yolu açıp böylece sanki onun bir ‘şâfi’ veya şefi’” durumuna gelmesi anlamındadır. (el-İsfahânî,  R. el-Müfredât, s: 386)

Şefâat hadislerde sözlük anlamında da kullanılıyor. Mesela; Ebu Mâsa (ra) anlatıyor. Rasûlüllah (sav) bir ihtiyacının giderilmesini isteyen bir kimse gelince yanındakilere yönelir ve “Şefâat edin, ecir kazanın. Allah, Rasûlü’nün diliyle dilediğine hükmetsin” derdi. (Buhârî, Edeb/37, Salat/88. Mezâlim/5. Müslim, Birr/145 no: 2627. Ebu Dâvud, Edeb/126 no: 5131. Tirmizî, İlim/14 no: 2674. Nesâî, Zekât/65)

  • Terim olarak şefâat

‘Şefâat’ bir yönüyle de yardımdır. Bir kimseye faydalı olmak, ona iyiliğin gelmesine aracı olmak, bir kötülüğün ondan uzaklaşmasına yardımcı olmaktır. Böyle bir şefâat çeşitli şekillerde olabilir. Nitekim Peygamberlerin tebliği, insanları hakka davetleri bir şefâat olduğu gibi,  ümmetleri için dua edip, affedilmelerini istemeleri de bir şefâattir. (Ece, H. K. İslâmın Temel Kavramları, s: 625)

Şefaat; bir başkasına aracılık etmektir. Aracının, yardım isteyenin isteğini (hacetini) üst makama iletmesidir. Birisinin, başkasını kendi mevkiine ve aracılığına katması, birinin işini görmek, cezadan kurtarmak veya makam kazandırmak için yetkilinin yanında aracı olmaktır. (Durmuş; M. Kur’an’a Göre Şefâat, s: 4)

Dinî bir terim olarak şefâat; Kıyâmet gününde (mahşerde) peygamberlerin veya kendilerine izin verilen sâlih kulların mü’minlerin bağışlanması için Allah katında niyazda bulunması, aracı olması demektir. Ya da günahkâr bir mü’minin affedilmesi veya yüksek derecelere ulaşması için Allah’ın yanında makamı yüksek birinin O’na dua etmesi, dilekte bulunması anlamına gelir. Daha çok yüksek makamdan aşağı makama doğru bir kullanılışı ifade eder. Kıyâmet günü olacağına inanılan şefâat de buradan gelir.

Şefâat, cennette bir çeşit derece atlatma ve üst derecedekilerle birlikte oluş anlamına gelmektedir. (Okuyan, M. Kur’an-ı Kerim’den Mesajlar, 2/105)

  • Nüzûl sırası bağlamında Kur’an’da şefâat âyetleri:

İçinde “şefâat” kelimesi geçen âyetleri üç kısma ayırmak mümkün: a-Âhirette şefâatin hiç bir şekilde olmadığını anlatan âyetler, b-Şefâate izin verileceği söylenen âyetler, c-Şefâatin yalnızca Allah’a ait olduğunu vurgulayan âyetler.

Bazı âyetler âhirette hiç bir şekilde şefâat, aracın, yardımcının, kayırıcının olmadığını kesin bir dille söylerken, bazılarında şefâatle birlikte “izin” kelimesi de kullanılıyor. Orada hiç kimsenin şefâat edemeyeceğini, şefâatin fayda vermeyeceği söylendikten sonra “illâ-istisnâ edatıyla lafzen “ancak şunlar müstesna/hariç” deniliyor. Bu durumda âyetler arasında çelişki var gibi gözüküyor. Ancak Kur’an’da çelişki söz konusu olamaz. (Nisâ 4/82)

Şimdi bunları nüzûl sırasına göre gözden geçirelim. Biz burada mümkün olduğu kadar üç başlık altına uygun âyetleri iniş sırasına göre sıralamaya çalıştık. Unutmamak gerekir ki nüzûl sıralaması ictihadî bir konudur ve kesinlik arzetmez.

a-Şefâatin hiç bir şekilde olmadığını anlatan âyetler:

1-“Nihayet ölüm bize gelip çattı.” Artık şefâatçilerin şefâati onlara fayda vermez. Böyle iken onlara ne oluyor da, öğütten yüz çeviriyorlar?” (Müdessir 74/47-49)

Şefâat nüzul sırasına göre ilk defa bu âyette yer alıyor. Burada hem çoğul olarak şâfi’ (şefâat ediciler-şâfi’în), hem de şefâat kelimesi birlikte kullanılıyor.

Âyetin bağlamı: Müdessir Sûresi konuları açısından Kur’an’ın fihristi gibidir. Kısa olmasına rağmen Tevhide ait bir çok kavramı içine alıyor. Sûre 32. âyetten sonra sözü Kıyâmete getiriyor. O gün cehennemlikler kendilerini buraya sürükleyen hatalarını itiraf ederler. O gün inkârcılara şefâatçi oldukları zannedilen hiç bir kimse şefâat edemez, onlara bir yarar sağlamaz. (Derveze, İ. et-Tefsîru’l-Hadis (Çev.), 1/108) Kur’an, daha bu dünyada iken müşriklerin önüne bu acıklı tabloyu seriyor ve onları uyarıyor. (Kutub, S. fi-Zılali’l-Kur’an, 6/3762)

Âyet, kişiye imanı ve sâlih amelinin fayda vereceği gerçeğine kâfirlerin dikkatini çekiyor, onları sapıklıktan vazgeçmeye ve şefâatçilerin şefâatine güvenmemeye davet ediyor. Kur’an’a göre cahiliye araplarının şefâat inancı şirkten başka bir şey değildi. Onlar aslında Allah’ın en büyük ilâh olduğunu kabul ediyorlardı. (Mü’minûn 23/84-89. Zuhruf 43/9. Ankebût 29/65) Ancak, dünyada kendilerine şefâat eder zannıyla putlara, bir kısmı da put şeklinde sembolize ettikleri meleklere ibadet ve dua ediyorlardı. (Yûnus 10/18. Zümer 39/3) Âyette bu şefâat inancı  kötüleniyor. (Derveze, İ. et-Tefsîru’l-Hadis (Çev.), 1/108-109) 

Bazıları bu âyetten günahkâr mü’minlere âhirette şefâat edileceği sonucunu çıkarıyorlar. (Mesela; Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 12/320. İbn Atiyye, el-Muharriru’l-Vecîz, s: 1921. Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 3/419) İbnu’l-Cevzî’ye göre nu âyet şefâatin iman edene fayda sağlayacağının delilidir. (Zâdu’l-Mesîr, s: 1491. Şevkânî ise şefâatin sâlih kimselere fayda vereceği görüşündedir. Fethu’l-Kadîr, s: 1822)

Görüldüğü gibi âyet bağlamından koparılmakta, zorlama bir yorum ile şefâate delil yapılmaktadır. Halbuki bu âyet Allah’ın hiç bir yaratılmışı hiç bir yaratılmışa şefâatçi kılmadığının delilidir. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 108)

2-“O’nu bırakıp da başka ilâhlar mı edineyim? Eğer Rahmân bana bir zarar vermek istese, onların şefâati bana hiçbir fayda sağlamaz ve beni kurtaramazlar.” (Yâsîn 36/23)

Âyetin bağlamı: Mekkî sûrelerden olan Yâsîn 13. âyetten itibaren bir beldeye gönderilen elçileri ve onların davetlerini söz konusu ediyor. Bir belde halkı kendilerine gönderilen iki ve sonra üçüncü elçiyi dinlemediler. Onları kovmakla tehdit ettiler. Derken beldenin uzaklarından inanmış bir adam geldi ve kendilerinden hiç bir ücret istemeyen elçilere tabi olmalarını tavsiye etti. Arkasından da “Beni yaratana neden ibadet etmeyeyim? Eğer O’ndan başka tanrılara ibadet edersem sapılığa düşerim...” dedi Yukarıdaki âyet bu mü’minin sözü.  Demek istiyor ki “Bana şefâat edecek tanrılar mevcut değil. Onların var olduğu zannedilen şefâati, aracılığı benden bir zararı asla gideremez.” (Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 3/84. Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.) 6/408. Mevdudî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 4/578)

Kur’an bu mü’minin sözüyle Allah’ın dışında herhangi bir tanrı edinmenin veya Âlemlerin Rabbi Allah’ın kudretini takdir edememenin felâket olduğunu vurguluyor. Allah’ı takdir edemeyenler elbette kendileri için başka şefâat ediciler veya yardımcılar ararlar. Halbuki bu uydurma tanrılar kimseye şefâat edemezler, bu dünyada bir sıkıntıdan, âhirette azaptan kurtaramazlar. Âyet, insanları kurtaracak olan hayali şefaatçiler değil Allah olduğu, onlara güvenmenin ne kadar aldatıcı olduğunu, bu yanlış kanaatin Allah’ın gücünü hafifie almak manasına gelmek olduğunu tekrar hatırlatıyor. (Okuyan, M. Kur’an-ı Kerim’den Mesajlar, 1/89)

3-“Onlar ise ancak, (“Görelim bakalım!” diyerek) Kur’an’ın bildirdiği sonucu (te’vilini) bekliyorlar. Onun bildirdiği sonuç gelip çattığı gün, önceden onu unutmuş olanlar derler ki: “Gerçekten Rabbimizin peygamberleri hakkı getirmişler. Şimdi bizim için şefâatçılar (şüfeâu) var mı ki bize şefâat etseler (yeşfeu) veya (dünyaya) döndürülsek de yaptıklarımızdan başkasını yapsak?” Gerçekten onlar kendilerine yazık etmişlerdir. (İlâh diye) uydurdukları (putlar) da onları yüzüstü bırakarak uzaklaşıp kaybolmuşlardır.” (A’raf 7/53) Burada hem şefâatin fiil hali (yeşfue), hem de şefi’in çoğulu şüfeâu (şefatçılar) kullanılıyor.

Âyetin bağlamı: A’raf da Mekkî sûrelerdendir. 40. ve 54. âyetlerde âhiret hayatından bahsediliyor, cennetliklerin ve cehennemliklerin durumunu karşılıklı olarak ele alınıyor. İnkârcıların dünyadaki sayılarını çokluğu ve böbürlenmeleri âhirette hiç bir işe yaramaz. Cehennemlikler dünyada iken insanları Allah yolundan engelliyorlar, oyun ve eğlenceyi din haline getirip Hesap Günü ile karşılaşmayı kabul ummuyor, bu konuyu anlatan elçilere inanmıyorladı. Mü’minlere  inkârcıların huzurunda “girin cennete” denilir.  Bu durumda kâfirler suçlarını itiraf ederler. O an kendileri için bir şefâat edecek şefaatçi olmasını, ya da  tekrar dünayaya dönmeyi isterler.

Âyetin konusu diğer âyetler gibi açık: Müşrikler ilâhi şefâate eremeyecekler. Onları bu kötü sondan kimse kurtaramayacak. Onlar o gün çok güvendikleri ve muhtaç oldukları şefâatçileri arayacaklar ama bulamayacaklar. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 133)

4-“Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve “İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır (şüfeâuna)” diyorlar. De ki: “Siz, Allah’a göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz!? O, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.” (Yûnus 10/18)

Âyetin bağlamı: Yûnus 15. ve 16. âyetler, Mekke müşriklerinin hz. Peygamber’e “Kur’an yerine başka bir kitap getir, ya da onu değiştir” dediklerini, Peygamberin de onlara “onu kendiliğinden değiştiremeyeceğini, “ben ancak bana vahyedileni uyarım” dediğini anlatıyor.  17. âyet ise; “kendi uydurduğu yalanları Allah’a yakıştırandan, O’ndan gelenleri yalanlayandan daha zalim kim olabilir?” diyor. Arkasından da putlara kulluk edip de onlara “bunlar bizim şefâatçilerimiz” diyenlerin iflah olamayacaklarını haber veriyor. 

Allah (cc) kendisine bir şey öğretme kalkışan müşrikleri kınıyor. Eğer tanrılıkta Allah’a ortak olacak ve O’nun yanında şefâat görevi yapacak varlıklar olsaydı bunları herkesten önce Allah bilirdi, kullarına da O bildirirdi.  “Putlar bizim Allah katında şefâatçimiz” demek, aslı astarı olmayan bir yalan ve Allah’a iftiradır. Âyet bunu müşriklerin yüzüne alaylı bir şekilde  vuruyor: “Güyâ putlar Allah katında kendilerine şefâat edecekmiş de bundan Allah'ın haberi yokmuş. Hâşa, süme hâşa! Allah onların koştuğu ortaklardan münezzehtir.”r(Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 4/463)

Hiç faydaları veya zararları olmayan, hatta kendilerine tapınıldığını, Allah’a ortak koşulduğunu bile bilmeyen bu varlıklar, müşriklerin zannettiği gibi nasıl şefâatçı olacaklar, nasıl kendilerine yardımcı olacaklar?

5-Rablerinin huzuruna götürülüp toplanacaklarından sakınanları onunla (Kur’an’la) uyar ki, onların O’ndan başka ne bir velileri (hamileri) ne de şefâatçiları (şefî’leri) yoktur. Umulur ki Allah’tan korkup-sakınırlar.” (En’am 6/50-51) Burada şefâatçi manasında şefi’ kullanılıyor, müşrikler dışında başka bir zümreye hitap ediliyor: Rablerinin huzurunda toplanmaktan korkup-çekinenler.

Âyetin bağlamı: 48. âyet peygamberlerin görevinin uyarmak (inzar) ve müjdelemek (tebşir) olduğunu açıklıyor. Arkadan gelen âyet Allah’ın âyetlerini yalanlayan fâsıkları zorlu bir azabın beklediği haber veriyor. Arkasından da Peygamber’e, kendisinin insan olduğunu hatırlatması ve sadece kendisine vahyedilen Kur’an’a uymak durumunda olduğunu söylemesi emrediliyor. Bu gerçeği anlayan (gören) ile, ona karşı kör olan bir değildir. Sonra da şefâatin ve yardımın olmadığı mahşer gününden bahsediliyor. Bu vurgu açısından bu âyet Bekara 254. âyete benzemektedir.

Buradaki âyetler insanüstü özellikleri ve yetenekleri olmayan,  Allah’ın verdiği görevleri yapmakla yükümlü olan beşer bir peygamberden bahsediyor. Arkasından da mahşer günü insanlar için onları korkularından emin kılacak bir yardımcı ve aracı (şefâatçi) olmadığını söylüyor. Görüldüğü gibi âyet yanlış şefâat inancını açık bir dille reddediyor. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 205)

Aslında Peygamberlerin müjdeleri ve uyarıları geneldir, herkese yöneliktir. Ancak Allah’a karşı sorumluluk bilinci taşımayanlar bu uyarılara aldırmazlar. Âhireti temamen inkâr edenlere, ya da âhirete inandığı halde kendisi azaptan kurtaracağını zannettiği şefâatçilere güvenenlere de bu inzar etki etmez. Ki bazıları putlarının, ilâhlarının, babalarının, cedlerinin, pirlerinin, şeyhlerinin, Allah’ın izni olmadan peygamberlerin kendilerine orada şefâat edeceğine, yardımcı olacağına inanırlar. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 3/433)

Bazı müfessirler zorlama bir yorumla bu âyetten âhirette mü’minlere şefâatçiler olacağını çıkarırlar. Mesela; sağlam haberlerde hz. Peygamber’in ümmetinden büyük günah işleyenlere şefâatçi olacağı yer almaktadır. Melekler, diğer peygamberler, mü’minler de birbirlerine şefâat edecekler. Zira şefâat Allah’ın izniyle olacaktır. O zaman âyetin manası “Allah onlara izin verinceye kadar, onların velisi ve şefâatçisi olmayacak” olur. (el-Hâzin, M. b. İ. Tefsir, 2/114. Kurtubî, M. b. A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/1190)

6-“Dinlerini oyun ve eğlence edinenleri ve dünya hayatı kendilerini aldatmış olanları bırak. Hiç kimsenin kazandığı yüzünden mahrumiyete sürüklenmemesi için Kur’an ile öğüt ver. Yoksa ona Allah’tan başka ne bir dost vardır, ne de bir şefâatçi (şefi’). (Kurtuluşu için) her türlü fidyeyi verse de bu ondan kabul edilmez. İşte onlar kazandıkları yüzünden helâke sürüklenmiş kimselerdir. Küfre saplanıp kalmalarından dolayı onlara çılgınca kaynamış bir içecek ve elem dolu bir azap vardır.” (En’am 6/70)

Ayetin bağlamı: Bir önceki âyet, Allah’ın âyetleriyle alay edenlerle birarada bulunmayı (Bir benzeri: Nisâ 4/140), yani onlara iştirak etmeyi yasaklıyor. Kur’an mü’minlere sorumlu davranmaları konusunda uyarıda bulunuyor. Allah (cc) inkârcıların isteğine göre dünya ve âhiret nizamnın değiştirmez. Allah’ın bildirdiği her bir haberin gerçekleşeceği bir zaman elbette vardır. Kıyâmetin gerçekleşmesi de O’na aittir.  (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefâat, s: 143)

Arkasından da söz şefâat konusuna geliyor. Dinlerini oyun ve eğlence haline getiren, bir anlamda din işini ciddiye alıp gereğini yapmayan, Allah’ı hesaba katmayan gafillerin, ceza konusunda bir yardımcıları, bir aracıları yoktur deniyor. Böyleleri yaptıkları hata sebebiyle helâka, ateşe sürüklenir.

7-“Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geldiniz. Size verdiğimiz dünyalık nimetleri de arkanızda bıraktınız. Hani hakkınızda Allah’ın ortakları olduğunu zannettiğiniz şefâatçilerinizi (şüfeâu-kum) de yanınızda görmüyoruz? Artık aranızdaki bağlar tamamen kopmuş ve (Allah’ın ortağı olduklarını) iddia ettikleriniz, sizi yüzüstü bırakıp kaybolmuşlardır.”  (En’am 6/94)

Âyetin bağlamı: Kur’an öncelikle Peygamber döneminde Mekke ve çevresindekileri uyarmak için gelmiştir. Allah’a karşı yalan uyduran, ya da asılsız bir şekilde kendisine vahiy geldiğini iddia eden kimse/kimseler zalimdir. Ancak onlar, melekler canlarını alırken “hadi şimdi canınızı kurtarın” tahdidi karşısında acınacak durumdadırlar. Böyleleri mahşerde Allah’ın huzuruna kendi hesaplarını vermek üzere tıpkı doğdukları gün gibi tek başına gelecekler, ancak kendilerini kötü sonuçtan kutaracak bir aracı, bir yardımcı bulamayacaklar.

Bu âyetin konusu mü’minlere şefâat olacak olmayacak tartışması değildir. Âyet âhirette müşriklere ve kafirlere şefâat olmayacağı hakkındadır. Âyet onlara orada  şefâat edecek ve yardımda bulunacak kimsenin olmayacağını kesin hükme bağlıyor.

İnkârcıların âhirette mutlak hakimiyet sahibi olan Allah karşısındaki yalnızlık ve çaresizliklerinin anlatıldığı âyete göre onların dünyadaki akraba ve dostları, kendilerini şımartan servetleri, makamları, “onlara bizi Allah’a yaklaştırsın diye tapıyoruz” (Zümer 39/3) diye taptıkları şeyler  onlara zerre kadar fayda sağlamayacak, yardımını umdukları şefâatçiler kaybolup gidecektir.” (Heyet, Kur’an Yolu, 2/350. Kutub, S. fi-Zılal’l-Kur’an, 2/1149)

Burada muhatap herkestir diyebiliriz.

8-“Orada (cehennemde) birbirleriyle çekişerek şöyle derler: Allah’a yemin olsun ki biz gerçekten çok açık bir sapıklık içindeymişiz. Çünkü biz sizi (uydurma tanrıları) âlemlerin Rabbi Allah ile bir tutmuşuz. Fakat işin doğrusu bizi mücrimler (suçlular-inkârcılar) saptırdı. İşte bu yüzden bizim için şefaatçiler (şâfi’în)  yok. Sıcak bir dost(umuz) da yok.” (Şuarâ 26/96-101) Âyette “şâfi’” kelimesinin çoğulu (şafi’în) geçiyor.

Âyetin bağlamı: Şuarâ  suresi 64. ve 104. âyetlerde hz. İbrahim’in tevhid mücadelesi bağlamında kavmine tebliğ ettiği şeyler söz konusu ediliyor. Müşriklerin, inkârcıların âhirette kendilerine güvendikleri sıcak bir dostlarının ve kendilerini kayıracak bir şefâatçılarının olmadığını itiraf etmeleri böyle bir bağlamda söz konusu ediliyor. Burada, kâfir kavmin şefâatlerine güvendikleri sahte tanrıların kendilerini yapayalnız bırakacakları bir kez daha vurgulanıyor.

Uydurma tanrılara tapanlar âhirette gerçeği görünce yaptıklarına pişmanlık duyarak kendilerinin yanlış yola saptıklarını itiraf ederler, hem kendilerini, hem de sapmalarına sebep olan önderlerini kınarlar. Fakat bu pişmanlık fayda vermez. Zira orada onları kurtaracak dost veya şefâatçı olmaz. (Heyet, Kur’an Yolu, 4/166)

Âyet dünyada iken tanrı gibi sayıp hizmet ve itaat ettikleri, sözlerini ve davranışlarını otorite saydıkları dini ve başka önderlerine âhirette nasıl davranacakları anlatıyor. Böyleleri kendilerini bunların saptırdığını anlayınca lanet edecekler. Kur’an, körü körüne böylelerinin peşine gidilmemesi için bu dehşetli âhiret manzarasını çeşitli yerlerde sunuyor. (Bakınız: A’raf 7/38. Fussilet 41/29. Ahzab 33/67-68) (Mevdudî, E. Tefhîmu’l-Kur’an, 4/40)

9-“Yaklaşmakta olan gün konusunda onları uyar. O gün yürekler gam ve tasa ile dolu, (sanki) gırtlaklara dayanmıştır. Zalimlerin ne sıcak (hamim) bir dostu, ne de sözü dinlenir bir şefaatçisi (şefi’) vardır.” (Mü’min 40/18)

Âyetin bağlamı: Bir önceki âyet hesap günü kasedilerek; “Bugün mülk kimindir” diye soruyor ve cevabını veriyor: “Mülk Kahhar, tek olan Allah’ındır.” Bunun anlamı bu dünyada ve âhirette her şeyin sahibi, hükmün kendisine ait olan, dilediğini dileği gibi yapan, her şeye gücü yeten Allah’a aittir demektir. Allah’ın mülk üzerindeki mutlak gücünün, her şeye kadir oluşunun, şefâat konusunun zikredildiği bir âyetin önünde gelmesi dikkat çekicidir. Bu şu demektir: Mülkün tek hâkimi Allah olduğuna göre, şefâatin tek sahibi de O’dur. Sıra şefâat konusuna gelince sanki son bir uyarı yapılıyor ve şöyle deniyor: “Bugün herkes bu dünyadaki kazandığının karşılığını alacak, orada kimseye haksızlık yapılmayacak”,   (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 125)

Yaklaşan gün (yevmu’l-âzife) Kıyâmet demektir. (Şevkânî, A. b. M. Fethu’l-Kadîr, s: 1518. Kurtubî, M. b. A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, s: 2698. İbn Atiyye, Muharriru’l-Veciz, s: 1632) Bu gün yakındır ve ansızın gelecektir. Bundan maksat aynı zamanda ölümdür. Nihayet herkesin kıyâmeti ölümle başlar. İnsanlar, işte böyle bir gün gelmeden hazırlıklı olmaları ve Kıyâmette hayal ettikleri şefâate güvenmemeleri konusunda uyarılıyor.  

Mevdudî, zalimlere şefâat eden olmayacaktır dedikten sonra şunu ekliyor: Çünkü şefâat etme hakkı sadece sâlih kullara verilecektir. Sâlih kullar ise zalim, fâcir, fâsık kimselere dost olmayacakları için onlara şefâatte bulunamazlar. (Mevdudî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 5/130)

10-“Kıyâmetin gerçekleşeceği günde, suçlular (mücrimler) hayal kırıklığı içinde ümitsizliğe düşeceklerdir. Onların, Allah’a koştukları ortaklardan (şüraka’dan) kendileri için şefâatçılar  (şüfeâu) da olmayacaktır. Artık onlar ortak koştukları şeyleri de inkâr ederler.” (Rûm 30/12-13) Burada da şefi’in (şefâat edicinin) çoğulu olan “şüfeâu” kelimesi kullanılıyor.

Âyetin bağlamı: Rûm 11. âyet insanın yoktan var edildiğini ve tekrar yaratılıp Allah’a dönderileceklerini hatırlatıyor. Son saat, yani dünya hayatını sonu gelince de suçlular bu gerçeği görünce ümitsizliğe kapılacak. Çünkü anlayacaklar ki Allah’a ortak koştukları, kendilerinin kâfir olmasına sebep olan varlıklar onlara şefâat edemeyecek, yardımda bulunamayacak, ateş azabından kurtaramayacak. Bundan sonra gelen âyetler o gün safların ayrılacağını, iman edip sâlih amel işleyenlerin sonsuz mutluluk yurdu olan cennete kavuşacaklarını haber veriyorlar.

Kıyâmette mahşer günü, hesap anında müşriklerin/inkârcıların, kendilerine en fazla ihyiyaç duydukları bir zamanda, dünyada taptıkları, şefâatlerini umdukları nesneler, kişiler, uydurma tanrılar onları yardımsız ve yüzüstü bırakacaklar. (Havva, S. el-Esâs fi’t-Tefsîr (çev.), 11/192)

Kıyamette suçlular şaşkınlığa ve umutsuzluğa düşecekler, üzülüp perişen olacaklar. Dünyada taptıkları şeyler onlara imdada gelmeyecek. Şefaatini (yardım ve aracılığını) umdukları şeyler de kendilerinden yüz çevirecek. (Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 7/12)

11-“Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve (bir zamanlar) sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın. Öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse bir başkası adına bir şey ödeyemez. Hiç kimseden bir şefâat kabul olunmaz, fidye alınmaz. Onlara yardım da edilmez.” (Bekara 2/48)

Âyetin bağlamı: Bekara Sûresi 40. âyetten 112. âyete kadar İsrailoğullarından bahsediyor, onların yanlışları eleştiriliyor. Bu eleştiriler 40 ilâ 50 arası daha ağırdır. İsrailoğullarına Allah’ın verdiği nimetlerini hatırlamaları, O’na verdikleri sözü tutmaları, bile bile hakkı bâtıla karıştırmamaları, ibadet etmeleri, nasıl erdemlilerden olduklarını hatırlattıktan sonra, âhiret konusunda çok açık bir dille uyarılıyorlar. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 173)

Burada kendilerinin “seçilmiş kavim” ve peygamber torunu olduğu iddiasına olan ve ebedî kurtuluşa ereceklerini sanan yahudiler uyarıldığı gibi , (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 1/306. İbni Atıyye, A. el-Muharriu’l-Veciz, s: 84) kendilerini “kurtulmuş fırka-fırka-i nâciye” sayan müslümanlara, “biz daha üstünüz” diyen ve kendilerine âhirette torpil yapılacağını sanan bütün kesimlere mesaj var.

İslâmda sorumluluk ve hesap verme kişiseldir. Hiç kimse başkasının yerine kulluk yapamaz, başkasındanın günâhından sorumlu olmaz ve başkasını kurtaramaz. Bu İslâmî ilke hem ilâhi adalete uygundur, hem de kişiyi onurlu olma bilincine ulaştırır, vicdanının sürekli uyanık olmasını sağlar. Hesap günü kim Allah’ın huzuruna iman ve sâlih amelle gelirse onun faydasını görür. Yoksa orada ne bir kurtuluş parası (fidye) ne bir kimsenin aracılığı (torpili) veya yardımı söz konusudur. Bu ilke herkes için geçerlidir. (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 1/70)

 Mu’tezile bilginleri bu âyete dayanarak âhirette günahkârlara şefâat edilmesinin söz konusu olmayacağını, ancak sadece sevaba müstehak olanlara mükâfatlarının arttırılması yönünde şefâat edilebileceğini ileri sürmüşlerdir. Ehl-i Sünnet bilginleri ise her iki durumda da şefâatin mümkün olduğunu, günahkâr kullara peygamberler ve Allah nezdinde itibarı yüksek olan seçkin insanlar tarafından şefâat edilebileceğini savunurlar. (Bakınız: Razî, Tefsîru’l-Kebir, 3/55-66) Ancak Allah’ın izin vermediği hiç bir kimse şefâat edemeyecektir. (Heyet, Kur’an Yolu, 1/56 Ayrıca bakz: Dönmez, İ. K. TDV İslâm Ansiklopedisi, 39/248-252)

Âyet açık bir şekilde âhirette şefâatin olmadığını söylerken, her nasılsa müfessirler “lâ yukbelü minhâ şefâatün-Hiç kimseden bir şefâat kabul olunmaz” kısmında bir istisna yapıyorlar ve “Allah’ın izni olmaksızın eklemesini yapıyorlar. (Mesela; es-Sa’dî, A. b. N. Teysîru’l-Kerîmi’r-Rahmân, s: 52. Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 1/306-307. İbni Atıyye, A. el-Muharriru’l-Vecîz, s: 84. Şenkîtî, M. M. Edvâu’l-Beyân, s: 34. es-Sâbûnî, M. A. Safvetü’t-Tefâsir, 1/55. Kurtubî, M. b. A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/186. Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 1/158-159)

Âyet çok açık bir şekilde âhirette hiç kimsenin bir başkasına faydasının olamayacağını söylüyor. Kimsenin şefâatı kabul edilmeyeceği gibi, hiç kimse orada günahlarına/hatalarına karşılık fidye veremez, kimse ona yardıma gelemez. (Fâtır 35/18)

12-Aynı hüküm İsrailoğullarından bahseden bir kısımda bir daha tekrar ediliyor:

“Ey İsrailoğulları! Size verdiğim nimetimi ve (bir zamanlar) sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın. Kimsenin kimse namına bir şey ödemeyeceği, hiç kimseden fidye alınmayacağı, kimseye şefâatin (aracılığın) yarar sağlamayacağı ve hiç kimsenin hiçbir taraftan yardım göremeyeceği günden sakının.” (Bekara 2/123) Bu âyetle Bekara 48 arasındaki tek fark fidye kelimesi ile şefâat kelimesinin yer değiştirmesidir.

13-“Ey iman edenler! Hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun ve hiçbir şefâatin olmadığı kıyamet günü gelmeden önce, size rızık olarak verdiklerimizden Allah yolunda harcayın. İnkâr edenler ise zalimlerin ta kendileridir.” (Bekara 2/254)

Ayetin bağlamı: Bekara Sûresinde üç âyette âhirette hiç kimseden şefâat ve fidye kabul edilmeyeceği, hiç bir pazarlığın geçerli olmadığı, hiç bir kayırmanın işe yaramayacağı güçlü bir vurgu ile tekrar ediliyor. İlk ikisinde muhatap öncelikle İsrailoğulları idi. Burada ise muhatap önce İslâm ümmetidir. Bu üç âyetin ortak özelliğ, müşriklere, puta tapanlara ve inkârcılara değil, vahye muhatap olmuş kitaplı (ehl-i kitap) topluma hitap ediliyor. Onlara da âhirette şefâatin olmadığı bir daha hatırlatılıyor.

Mü’min şefâat beklemek yerine, orada kendisine fayda verecek sâlih amel işlemeli, kulluk görevlerini yapmalıdır. Âhirette kişiye ancak imanın gereği yapacağı ameller fayda verecektir. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 193-194)

Şefâatten bahseden âyetler, ilke olarak âhirette hiç bir şefâatin olmadığını söylerler. Bu red ve genelleme, âyetlerin bağlamından ve üslûptan da anlaşılmaktadır. Arapça dil kurallarına göre olumsuz bir cümlede belirtisiz (nekra) gelen bir isim umum ifade eder ve bütün cinsi olumsuz hâle getirir. Türkçe’de bu “hiç bir” kelimesi ile belirtilir. (Sarmış, İ. Şeytan Üçgeni, s: 395)  

  Bu âyet şefâat konusunda farklı te’villere açık kapı bırakmayacak kadar nettir ve “şefâati olumsuzlayan âyetler gayr-i müslimleri ilgilendirir” iddialarını da boşa çıkarır. Buna rağmen, klasik müfessirler, günümüzde kimi Kur’an yorumcuları içinde “izin” kelimesini geçen âyetleri göz önüne alarak, mü’minler için şefâat olacağını yorumlarına eklerler. Mesela; “...şefâatin olmadığı” ifadesinden sonra, bunu kayıtlayan ve açıklayan nasslar olmasaydı, âhirette hiç bir aracılığın ve şefâatin olmayacağı” sonucu çıkarılırdı. Halbuki hemen bunu takip eden âyette “Allah’ın izniyle şefaatin olabileceği” ifade edilmiştir. Ehl-i Sünnete göre âhirette hz. Peygamber’in (sav) ümmetine şefâati olacaktır. Bu husus bir çok âyet ve hadiste yer almaktadır. (Heyet, Kur’an Yolu, 1/276)

Taberî, âyetin anlamı genel olmasına rağmen “evet kâfirler için asla şefâat yoktur. Ancak Allah için aralarında dostluk (velayet) bağı olanlar ve O’na iman edenlerin bazısı bazısına şefâat edecekler” diyor. Allah biliyor ki dünyada insanlar birbirlerini severler, birbirlerine şefâat ederler (yardımcı, aracı olurlar). (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 3/5-6. Benzeri görüşler için: Şevkânî, A. b. M. Fethu’l-Kadîr, s: 207. Beğavî, H. B. M. Meâlimu’t-Tenzîl, 1/237. es-Sâbûnî, M. A. Safvetü’t-Tefâsir, 1/161)

 

b-Şefâate izin verileceği söylenen âyetler:

“De ki: “Şefâat tümüyle Allah’a aittir.” “Bu âyet açık ve net olarak şefâati yalnızca Allah’a tahsis etmektedir. Bu durumda “illâ” istisna edatıyla gelen ve “ancak onun izin verdikleri müstesna” gibi bir karşılığı olan ibareler/âyetler  bu âyetle çelişmeyecek bir şekilde anlaşılmalıdır.” (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/920)

1-“İnsan arzu ettiği her şeye sahip olabilir mi ki? Oysa, âhiret de, dünya da Allah’ındır. Göklerde nice melekler vardır ki, Allah dilediği ve razı olduğu kulları için izin vermedikçe onların şefâati (şefâatuhum) bile hiç bir fayda sağlamaz.”  (Necm 53/24-26)

Âyetin bağlamı: Bu mana ile bağlantılı olarak Necm 24. âyette de insanın temenni ettiği, kendi kafasında kurduğu her şeyin gerçekleşmesinin mümkün olmadığı “şu varlıklar bana şefâatçı olur” diyerek putlardan veya daha başka sıradan varlıklardan ebedi kurtuluşu için şefâat ve yardım beklemesinin, kendini bu tür boş inançlara kaptırmasının saçmalığı ve realiteye uymayan kuruntuların kişiyi hayal kırıklığına ve hüsrana uğratacağı hatırlatılıyor. Ardından gerek âhiretin gerekse dünyanın Allah’ın iradesine bağlı olduğuna, şefâat konusunun da bu iradeden bağımsız düşünülemeyeceğine dikkat çekilmektedir. (Heyet, Kur’an Yolu, 5/115)

Bütün melekler biraraya gelip inkârcılar için şefâat isteseler dahi bunun onlara bir faydası olmayacaktır. Buna karşın onların taptığı ilâhların meleklerin yanında ne değeri olur ki onların şefâati kabul edilsin. Orada bütün hükümranlık Allah’a aittir. Öyle ki melekler bile Allah’ın izni olmadan kimseye şefaat edemezler. (Mevdudî, E. Tefhîmu’l-Kur’an, 6/27)

Bu, meleklere ve putlara tapan müşrikleri kınamadır. Zira onlar bu kimselerin kendilerini Allah’a yaklaştıracağını sanıyorlar. (Taberî, İbni Cerir,  Câmiu’l-Beyan, 11/524. Kurtubî, M. b. A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2931)

Bu âyet, müşriklerin meleklerin Allah’ın kızları olduklarına inanıp (Zuhruf 43/19) kendilerinden bekledikleri şefâatin olmadığını açıklıyor. Çünkü âhirette hiç kimse başkasına bir yarar sağlamaz. (İnfitar 82/19) Buna şefâat edeceği zannedilen melekler de dahildir. (Sarmış, İ. Şeytan Üçgeni, s: 398)

Bazı müfessirler bu âyete dayanarak Allah’ın dışında da şefâat ediciler olduğunu kabul ederler. (Mesela; Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 3/291. el-Cevzî, A. b. M. Zâdu’l-Mesîr, s: 1364. Ebu Bekr el-Cezâirî, Eyseru’t-Tefâsîr, s: 1790. el-Hâzin, İ. b. M. Tefsir, 4/209. Zamahşerî, O. b. M. el-Keşşâf 4/414)

  1. es-Sâbûnî şefâati, Peygamber’in ümmeti için dua ve istiğfar etmesi şeklinde anlıyor ve bunu peygambere verilmiş bir emir olarak görüyor. Ona göre Allah’ın vasıtasız affetmesi nasıl mümkünse, peygamberlerin ve hayırlı kulların şefâati ile affetmesi de mümkündür. Eğer mü’minlere şefâat fayda vermeyecek olsaydı kâfirleri tahsis etmenin bir anlamı olmazdı.     (es-Sâbûnî, Nureddin, Maturidiyye Akâidi, s: 83)

2-“Takvâ sahiplerini heyet halinde çok merhametli olan Allah'ın huzurunda topladığımız, günahkârları da susuz olarak cehenneme sürdüğümüz gün, Rahmân nezdinde ahid (söz) alandan başkalarının şefâata güçleri yetmeyecektir.” (Meryem 19/87)

Âyetin bağlamı: Burada âhiret sahnesi tekrar canlandırılıyor. Mü’minler saygın misafirler gibi Allah’ın huzurunda toplanırlar. Mücrimler ise suya götürülen susamış hayvan sürüleri  gibi cehenneme sevk edilirler. Burada mü’minler sevinç, mutluluk ve onur içerisinde, mücrimler ise horluk, zillet, yeis, korku ve susuzluk içerisindedir. Onlara orada kimse yardım etmez. Arkadan gelen âyetlerde “Rahman çocuk edindi” diyenlerin Allah’a iftira attıkları söyleniyor.

Bazı Kur’an yorumcuları, diğer bazı âyetlerde olduğu gibi bu âyette de şefâate izin verildiği görüşündedirler. Mesela; Zamahşerî “Allah’dan ahid almayan kimse onlara şefâat edemez” dedikten sonra birinden “ahd” alınmasını “iman ve ameli izhar etmek” ya da “Kelime-i Şehâdet” olduğu şeklinde açıklıyor.  Buna göre kendisine izin verilenden başkası şefâat edemez. Necm 26, Sebe’ 23, Tâhâ 109da geçtiği gibi. (Zamahşerî, O. b. M. el-Keşşaf, 3/42, 46. Benzeri bir görüşler için bkz: İbnu’l-Cevzî, A. b. M. Zâdu’l-Mesir,  s: 897. Beğavî, H. b. M. Meâlimu’t-Tenzîl,  3/209. aberî, İbn Cerir, Câmiu’l-Beyan, 8/382. Kurtubî, M. b A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/1985. İbn Atiyye, A. b. el-Muharriru’l-Vecîz, s: 1242. Şevkânî, A. b. M. Fethu’l-Kadîr, s: 1055. el-Hâzin, M. b. İ. Tefsir, 3/198. Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 2/322. Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 4/2320)

Bazılarına göre ise bu âyetten de âhirete izin verileceği manası çıkarılamaz.

Mü’minlerin şerefli konuklar gibi karşılandığı durumda onların şefâat beklemeye ihtiyaçları olmaz. Kâfirler ise o gün birinden gelebilecek şefâate ne kadar muhtaç olacaklar. Fakat ne yazık ki kimse onlara imdada gelemeyecek.

Ahid, bir şeyi muhafaza etmek, her durumda ona bağlılığını sürdürmek anlamında da gelir. Mesela “Ahdinize bağlı kalı, zira ahd sorumluluktur” (İsrâ 17/34) âyeti yeminleriniz tutun demektir. Bu âyetteki ahidle İsrailoğullarının “ateş bize sadece bir kaç gün dokunacaktır” iddialarını “Siz Allah katından bir ahid mi aldınız? Eğer öyle olsaydı Allah ahdinden dönmezdi” (Bekara 2/80) yalanlayan ahid aynı manadadır.  İşte şefâatle ilgi ahid de böyledir. Yani sanki ortalıkta Allah’tan alınmış bir şefâat yetkisi varmış gibi hareket edenler eleştiriliyor. Allah hiç kimseye “sen benim katımda şefâate yetkilisin” diye ahid (söz) vermemiştir. Ahid kavramı ile Bekara 255 ve Yûnus 3. âyetlerindeki “izin” arasında parelellik söz konusudur. Allah izin vermediği halde nasıl kimse şefâaatden söz edemezse, o ahid vermeden de kimse şefâat iddasında bulunamaz. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 54)

 “Allah izin vermedikçe kim şefaat edebilir?” ifadesiyle anlatılmak istenen “Allah’ın izin verdiklerinin şefâat edeceği” değildir. Bu geleneksel İslâm anlayışının bir çelişkisi olabilir ama Kuran’ın çelişkisi değildir. Bu konu aslında birçok Arap dilbilimcinin işlediği bir konudur. Meryem Suresi’nin 87. ayetindeki ifade şu demek değildir: “Allah bazılarına izin verecek, onlar da şefaat edecek.” Arapçada Allah’ın iznine bağlanan “illâ” edatı, dilde her zaman istisnâ değil, bazen imkânsızlık ifade eder. Yani bu ve benzer ayetlerdeki “illâ” edatı Allah dışında kimsenin şefâat yetkisine sahip olmadığını anlatmak için kullanılmıştır. (http://www.diniyazilar.com/2014/02/kuranda-celiski-yoktur-bolum-1/)

Bu ayetlerdeki anahtar kelime “izin” İ. Sarmış ‘a göre, kullanıldığı alanla ilgili olarak, Allah’ın o şeyle ilgili kendisi için belirlediği yolu, yöntemi, ilkeyi, o şeyi yapan yasayı ifade etmektedir.Allah’ın bu çerçevedeki izni, yani temel ilkeleridir. Burada “izin” diğer yandan aşkın ve mutlak olan, hiç bir şeyin ve kimsenin asla kuşatamayacağı bir Allah tasavvuruna dikkat çekmektedir. “(Sarmış, İ. Şeytan Üçgeni, s: 404-405)

“Allah’ın izniyle” ifadesi, Kur’an’ın anlatım tekniklerinden biridir. Bunun bir örneği şu âyettir: “Allah’ın dilemesi dışında, bundan böyle sana okutacağız ve unutmayacaksın.” (A’la 87/6-7) Ya da kul ne kadar unutmaya çalışsa da Allah istemedikçe o unutamaz. “illâ mâ şâe-Allah’ın dilemesi dışında” ifadesi, hz. Peygamber’in bazı âyetleri unuttuğu veya Allah tarafından unutturulduğu anlamına gelmediği gibi, aynı şekilde şefâati dilediği anlamına da gelmez.  Yine “İzni dışında, yerin üzerine düşmemesi için göğü tutmaktadır” (Hac 22/65) âyetinde göğün yerin üstüne düşmesini izne bağlaması, böyle bir şeyin olması anlamına değil, bu işin ancak O’nun izni ile olabileceği, yani mutlak gücün ve yetkinin O’nun elinde olduğu anlamına gelir. “Allah’ın izni olmadan kimse şefâat edemez” ifadesiyle Allah müşriklere meydan okuyarak “Siz ey müşrikler, birilerinin Allah katında şefâat edeceğini mi sanıyorsunuz? Peki benim iznim olmadan bunlar nasıl şefâat edecekler?” demektedir. (Sarmış, İ. Şeytan Üçgeni, s: 406-407)

Şefâatin izin şartına bağlanması, Allah’ın izin vermesi ve bu işin mutlaka olması manasında değil, O’nun varlık yahut mülkiyet üzerinde mutlak otorite ve egemenliğinin vurgulanması ve aksine söylemlerin geçersiz olduğu anlamındadır.

3-“O gün, Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefâati fayda vermez.” (Tâhâ 20/109) Âyet şöyle de çevrilebilir: “O gün, Rahman'ın izin verdiği ve sözünden hoşlandığından başkasına şefaat fayda vermez.” 

Âyetin bağlamı: Sûrenin şefâatten söz edildiği 105 ile 113. âyetler arası pasajda yine bir kıyâmet sahnesi yer alıyor. Dünyanın sonunda kozmik düzen bozulur. İnsanlar dirilip mecburen mahşere gelirler. O gün Rahman’ın huzurunda herkesin sesi kısılır, kimsenin konuşmaya gücü kalmaz. (Nebe’78/38) O gün Rahman’ın izin verdiği, sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefâati yarar sağlamayacaktır. Arkasından gelen âyetlerde Allah’ın insanların geçmişini ve geleceklerini bildiği, insanların ise böyle kuşatıcı bilgileri olmadığı söyleniyor.  

“Allah’ın razı olmadığına şefaat edilemeyeceği, farzı muhal edilse bile bunun kabul eedilmeyeceği ifade edilmetedir. Bu âyet Enbiyâ 28, Sebe’ 23 ve Müdessir 48 ile birlikte anlaşılmalı.” (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/610)

Bazı müfessirler bu âyetten de şefâate izin verileceği sonucunu çıkarıyorlar. Mesela; Mukâtil b. Süleyman’a göre melekler Allah’ın Tevhid sözünden razı olduğu kullarına şefâat edecekler. (Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 2/341) İbn Kesir, şefâate izin verildiği söylenen âyetleri ve mahşerde Peygamber “şefâatte bulun, şefâatte bulun” denileceğini söyleyen hadisi anarak orada şefâatın olacağını iddia ediyor. (İbn Kesir, Muhtasar Tefsir, 2/494)

Zamahşerî, Allah’ın şefâatçılara izin vereceğini ve bundan dolayı onun sözünden razı olacağını söylüyor. (Zamahşerî, M. b. O. el-Keşşâf, 3/86) Şevkânî, orada Allah’ın kendisine şefâat için izin verdiğinin dışında şefâat olmadığını söylüyor ve bununla Enbiyâ 28 ve Meryem 86 arasında bağ kuruyor. (Şevkânî, A. b. M.  Fethu’l-Kadîr, s: 1082)

Âyetteki istisna muttasıl olabilir. O zaman burada geçen “men-kim” kendisine şefâat edilen manasında, “kendisine şefâat edilmek üzere kime izin verilirse” anlaşılır. İstisna munkatı’ da olabilir. Buna göre takdir; “Lakin Rahman kime izin verirse o şefâat edebilir” olur. (Atıyye, A. b.  el-Muharriru’l-Vecîz, s: 1267. Benzer görüşler için bkz:  el-Cevzî, A. b. M. Zâdu’l-Mesîr, s: 919. Bir benzeri görüş: Beğavî, H. b. M. Meâlimu’t-Tenzîl,  3/232. Ebu Bekr el-Cezâirî, Eyseru’t-Tefâsir, s: 1050. Kurtubî, M. b A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2029. Mevdudî, E. Tefhîmu’l-Kur’an, 3/277)

Âyet “O gün Rahman’ın izin verdiği ve sözünden hoşlandığından başkasını şefâati fayda vermez” şeklinde anlaşılıyor (çevriliyor). Bu tercüme, âhirette şefaat edicilerin bulunacağı ön kabulüne dayanmaktadır. Âyeti “O gün Rahman’ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasına şefâat fayda vermez” diye de çevirmek de mümkün. Önceki çevirde  şefâat olayı özneye, ikinci çeviride nesneye nisbet edilmektedir. Birinci tercümede Kur’an’ın şefâat etmeye yetkili bir gruptan bahsettiği sanılır. Oysa ki âyet, müşriklerin kendileri ile Allah arasında aracı saydıkları varlıkları reddediyor, bu inancı boş kuruntu sayıyor. Eğer âyetin “şefâatin kimseye fayda vermeyeceği” anlamını öne çıkaracak şekilde çevirirsek, şefâat edicinin Allah olduğuna vurgu yaptığı anlaşılır. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 58)

4-“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratan, sonra da Arş’a kurulup işleri yerli yerince düzene koyan Allah’tır. O'nun izni olmaksızın, hiç kimse şefâatçi (şefi’) olamaz. İşte O, Rabbiniz Allah’tır. O hâlde O'na kulluk edin. Hâlâ düşünmüyor musunuz?” (Yûnus 10/3)

Âyetin bağlamı:

Yûnus Sûresi Kur’an âyetlerine dikkat çekerek söze başlıyor. Sonra Hz. Muhammed’e gönderilen vahyin gerekçesi açıklanıyor: İnsanları uyarmak, Rableri katındaki doğruluk makamının var olduğunu müjdelemek.

İnanmayanlara göre insanlara elçi göndermek şaşılacak bir şeydir ve peygamber olduğunu iddia eden de apaçık bir sihirbazdır. Belli ki Mekke müşrikleri bir yetime peygamberlik verilmesi, o yetimin atalarının dinini yalanlaması, bazı vaadlerde bulunması hoşlarına gitmiyordu. Âyet kâinatın Rabbbi ve tek hâkimin Allah olduğunu söyledikten sonra O’nun izni olmadan kimsenin şefâat edemeyeceğini haber veriyor. Arkasından da dünya hayatının ebedi olmadığı, herkesin Allah’a döneceği, sâlih amel işleyenleri ödüle, mücrimlerin ise ateşe kavuşakları tekrar hatırlatılıyor. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 73)

Allah (cc) burada cahiliyye araplarının putların kendileri için şefaatçı oldukları inancını (kökten) reddediyor. (İbni Atiyye, A. Muharriru’l-Vecîz, s: 897)

Âyet kâfirleri ve müslümanları sonuç bakımından bir olmayacaklarını, inkârcıların güvendikleri şefâatçıların onlara asla yardım edemeyeceklerini vurguluyor. Zira hiç kimse Allah’ın izni olmadan başkasına şefâat edemez. Ne Mekke müşrikleri, ne da başka inkârcılar Allah’a rağmen hiç kimseden şefâat göremezler. Öyleyse onların yapmaları gereken şey sadece Rableri olan Allah’a ibadet etmek. (Heyet, Kur’an Yolu, 3/104)

Bu âyetteki şefaatle ilgili iki görüş var: Birincisi; Allah’ın izni olmadan kimse şefâat edemez. Putlarımız şefâatçilerimizdir diyen müşriklere bir gönderme. İkincisi; Allah’ın yanında bir ikinci yoktur. Şefi’ kelimesinin çift manasına da geldiğini hatırlayalım. el-Cevzî, buradaki şefâate farklı bir anlam veriyor ve diyor ki: Yani bundan sonra O varlığın olmasını emreder, o da olur. (el-Cevzî, A. b. M. Zâdu’l-Mesir, s: 616)

Bazı Kur’an yorumcuları bu âyetten de, âhirette bazılarına şefâat için izin verileceği sonucunu çıkarıyorlar. Mesela: el-Hâzin, Kendilerine izin verilenlerin şefâatinin fayda sağlayacağını söylüyor. Zira Allah kullarının maslahatını ve her şeyin doğrusu en iyi bilendir.  Kendisine şefâat için izin verilen, ancak şefâat etmesine izin verilene şefâat edecek. “O’nun izni olmadan kimse şefaat edemez.” Çünkü bütün âlemde mutlak tasarruf sahibi O’dur. (el-Hâzin, M. b. İ. Tefsir, 2/428)

Beydavî’ye göre bu âyet Allah’ın azamatini bir daha te’yid ediyor ve putlarının Allah katında kendilerine şefâat edeceğini sanan müşriklerin iddialarını reddediyor. Ancak bu âyet bazılarına şefâat izni verileceğini de isbat ediyor. (Beydavî, Ö. B. M. Envâru’t-Tenzîl, 1/428)

Şevkânî; puta tapanların şefâat iddilarının reddedildiğini söyledikten sonra, her konunun hikmetini ve doğrusunu bilen Allah’ın bazıları için şefâate izin vereceğini ekliyor. (Şevkânî, A. b. M. Fethu’l-Kadir, s: 719. Benzer görüşler için bkz: Heyet, Kur’an Yolu, 3/104. Mukâtil b. Süleyman, Tefsîr, 2/81. Esed, M. Kur’an Mesajı, 1/391. Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.) 4/445. Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 3/1763)

Bu âyetin şefâate izin vermediği görüşünde olanlar da var. Âyetteki “illâ min ba’di iznih” cümlesi şefâate değil, Allah’ın büyüklüğüne ve azametine işaret etmektedir. (Zamahşerî, Ö. B. M. el-Keşşaf, 2/317) Âyet, kendisine şefâat izni verilecekleri değil, hiç kimseye izin verilmeyeceğini anlatmaktadır. “Allah hiç kimseye şefâat yetkisi vermediği halde, bu şefâat iddiası da nereden çıktı” anlamında bir sorgulama yapmaktadır. Âyet putlarının Allah katında şefâatçı olacaklarına inanan kâfirlere sesleniyor. Hiç bir temele dayanmayan kuruntularını yalanlıyor. Allah mülkünde ortaksızdır. Kulları arasında “kurtarıcı” vasfı ile konumlanacak aracı, şefâatçi, kayırıcı adı altında üçüncü kimselere asla yer yoktur. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 77)

5-“Allah katında, O’nun izin verdiği kimseden başkasının şefâati yarar sağlamaz. (Şefâat için izin verilip de) kalplerinden korku giderilince birbirlerine, “Rabbiniz ne söyledi?” diye sorarlar. Onlar da “Gerçeği” diye cevap verirler. O, yücedir, büyüktür.” (Sebe’ 34/23)

Âyetin bağlamı: Sebe’ Mekkî sûrelerdendir. Mekke döneminde inen âyetlerde, ya da o günlerde müslüman olan sahabeler arasında bugün müslümanların anladığı manada bir şefâatin söz konusu olmadığı açıktır. Öyleyse burada müşriklerin Allah’ın dışındaki güçsüz varlıklara verdikleri yanlış ilâh, yardım bekleme, aracılar arama inancı reddediliyor. 20. ve 21. âyetlerde Sebe’ kavminin İblis’e uydukları söylendikten sonra 22. âyette söz müşriklerin putlarına getiriliyor. Meydan okurcasına “Allah’tan başka taptıklarınızı çağırın” deniyor. Onlar yerde ve gökte hiç bir şeye sahip değiller, Allah onlardan yardımcı/ortak edinmemiştir.  Arkasından da yalancı tanrılara yüklenen şefâat anlayışı red ediliyor.

Kimilerine göre bu âyette bazılarına şefâat izni verileceği söyleniyor. Mesela; Elmalılı’ya göre önce kendisine “makam-ı mahmud” verilen hz. Peygamber’e, sonra diğer peygamberlere, sâlih kimselere ve meleklere şefâat için izin verilecek. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 6/363)

Kendilerine şefâat için izin verilenler meleklerdir. Onlar da tevhid ehline Allah’ın izniyle şefâat ederler.  (Mukâtil b. Süleyman, Tefsîr, 2/64) Beğavî’ye göre Allah (cc) şefaat konusunda “şunlar bizim şefâatçılarımızdır” diyenleri yalanlama sadedinde böyle buyurdu. “...O’nun izin verdiği kimseden başkasının şefâati yarar sağlamaz...” cümlesi; “Allah’ın izninden sonra kendisine şefâat edilene, şefâat fayda sağlar” şeklinde de anlaşılabilir. (Beğavî, H. b. M. Meâlimu’t-Tenzîl,  3/557. Benzer görüşler için bkz: Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 5/2904. Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 7/251. Mevdudî, E. Tefhimu’l-Kur’an, 4/526)

Bu görüşte olmayanlar da var. Onlara göre bu âyet, müşriklerin Allah’ın dışında bazı varlıklara tapınmalarının ne kadar anlamsız ve beyhude olduğunu açıklayan bir pasajın ortasında yer alıyor. Tanrı sanılan şeylerin bir şeye gücü yetmez, bir şeye sahip değiller, Allah da onlardan yardımcılar edinmez. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 68)

Bazıları diğer âyetlerde olduğu gibi burada da “illâ men ezine leh-kendilerine izin verilenler başka” kısmını, Allah’ın bazılarına şefâat izini vereceği şeklinde anlarlar.  Halbuki bu âyetin bu kısmı, birilerine şefâat izninin verilmesini değil, bilakis verilmesinin imkansızlığını anlatıyor. Denmek istenen şudur: Kim kendisine Allah katında şefâat edecek aracılardan bahsediyorsa yalan söylemektedir. Çünkü Allah (cc) ne ona, ne de başkasına böyle bir izin vermemiştir. Bu iş o kadar imkansızdır ki, Kur’an’ın sırada cahiliyye araplarına bu konudaki olumsuzluk herhalde ancak böyle açık bir dille anlatılabilirdi. Burada tartışılan şey, Allah’ın istediği bir şeyin mümkün olup olmayacağı değildir. Tartışılan şey âyetin ne deyip demediğidir. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 71)

Şefâate, “âhirette ödül takdimine mazhar olma” şeklinde mana veren M. İslâmoğlu, bu âyeti şöyle notlandırıyor: Âyete, “li-men”in hem şefâat edilen, hem de şefâat edeni kasdetme ihtimalina binaen “kendisine izin verdiklerini dışında hiç kimsenin şefâati fayda vermez” anlamı da verilebilir.  Fakat buradaki “lâm”ın da gösterdiği gibi “tenfeu” fiili tümlece (mef’ule) geçmeyip özne (fail) üzerinde kaldığı için şefâatin  tür olarak tamamı olumszulanmıştır. Şefâat âyetleri şefâatin Allah’a ait bir yetkinin kula devri değil, Allah’ın takdir ettiği ödülün sahibine tevdii olduğunu gösterir.  (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/852)

6-“Allah onların önlerindekini de, arkalarındakini de (yaptıklarını da, yapacaklarını da) bilir. Onlar, Allah rızasını kazanmış olandan başkasına şefâat edemezler. Onlar Allah korkusundan titrerler.” (Enbiyâ 21/28)

Âyetin bağlamı: Enbiyâ suresinin baş tarafları hz. Muhammed’in müşriklere karşı verdiği nebevî mücadeleden bahsediyor. Müşriklerin yanlış peygamber, âhiret, ibadet gibi konulardaki yanlışlarını söylüyor, Peygamberin davetine karşı olumsuz tavırları kınanıyor ve kendilerine neyin rahmet olduğu açıklanıyor. Allah, müşriklerin O’na yakışmaya çalıştıkları sıfatlardan O münezzehtir. 26. ve 27. âyetlerde Allah çocuk isnat edilmekten tenzih ediliyor. Müşriklerin meleklerin Allah’ın çocukları olduğuna inanıyorlardı. (Cin 72/3. En’m 6/101) Halbuki melekler Allah’ın şerefli varlıklarıdır. Onlar Allah’ın emrinden dışarı çıkmazlar. Müşriklerin sandığı gibi onlar şefâate izinli değillerdir. Allah korkusuyla titreyen melekler, nasıl olur da Allah rızasını kazanamayan kâfirler için aracı olabilirler?

Bazıları bu âyete de dayarak âhirette bazı kimselere şefâat izni verileceği görüşünü savunmuşlardır. Mesela; F. Râzî, bu âyetin “şefâatin büyük günah sahibi için olacağı hususunda en büyük delil” olduğunu ileri sürmüştür. Oysa burada şefâatten büyük günah sahipleri mi, küçük günah sahipleri mi pay alacağından bahsedilmiyor.  (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 66)

İbni Kesir, Bekara 255 ve Sebe’ 23 ile kıyaslayıp zımnen meleklere şefâat için izin verileceğini söylüyor. (İbn Kesir, Muhtasar Tefsir, 2/505. Benzer görüşler için bkz: Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 9/18. Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2045. Beğavî, H. b. M. Meâlimu’t-Tenzîl, 3232) Bazılarına göre meleklerin âhirette şefâat edecekleri sağlam kaynaklarda geçmektedir. (Şevkânî, A. b. M. Fethu’l-Kadîr, s: 1094. Benzeri görüşler için bkz: İbn Atiyye, A. el-Muharriru’l-Vecîz, s: 1278. el-Hâzin, M. b. İ. Tefsir, 3/224. Zamahşerî, M. b. O. el-Keşşâf, 3/110. Heyet, Kur’an Yolu, 3/573. Mevdudî, E. Tefhîmu’l-Kur’an (çev.), 3/305)

Bazıları meleklerin şefâatini bu dünyada Allah’ın razı olduğundan başkası için istiğfar etmezler şeklinde anlamışlar. (el-Cevzî, A. b. M. Zâdu’l-Mesîr, s: 927)

Şefâat meselesinin, Allah’a çocuk isnad etme bağlamında ele alınması dikkat çekicidir. Melekleri ve cinleri Allah’ın kızları, İsa ve Üzeyr gibi peygamberleri Allah’ın oğlu sayan, böylece ilahlığı paylaştıran zihniyet, bu uydurma ilâhlara şefâatçı vasfını verirler. Farazi temsille anlatılmak istenen şudur: Melekler ilâh olsaydılar belki size şefâat edebilirlerdi. Ama olmadıklarına göre şefâati sadece Allah’tan bekleyin. Melekler, Allah’ın razı olmadığı sizin gibi müşriklere şefâat etmezler. Kimseyi kayırmazlar. Âyetteki “li-men ırteda” sözü “meleklerin razı olduğu” değil, “Allah’ın kendisinden razı olduğu kimse” demektir. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 64-65)

7-“O’nu bırakıp taptıkları şeyler şefâat edemezler. Ancak bilerek hakka şâhitlik edenler bunun dışındadır.” (Zuhruf 43/86) 

Âyetin bağlamı: İnsanlar hesap gününe kadar serbesttir. Dileyen dilediği gibi inanıp yaşayabilir. Ancak yerde de, gökte de ilah sadece âlemlerin Rabbi Allah’tır. Âlemlerin mülkü de O’na aittir. O pek Yüce Olan  Allah her şeyi bilendir, her şeyin hükmünü verendir. Arkasından da insanların taptıkları uydurma nesenlerin şefâat edemeyecekleri, yani âyet onlara hesap günü kimsenin yardımcı olamayacağını, aracılık yapamayacağını haber veriyor. Zuhruf Sûresinde genel olarak müşriklerin inançları tenkit ediliyor. Şefâat de onların inançlarının bir parçasıdır. Burada onların dünyada veya âhirette şefâat beklentileri boşa çıkarılıyor.

Âhirette şefâatin olacağını kabul edenlerin delil olarak aldıkları âyetlerden biri de budur.

İbni Kesir, buradaki “illâ”yı munkatı’ istisna kabul ediyor ve basîret ve ilimle hakka şâhit olan bir kimsenin, Allah’ın verdiği izinle şefâate mâlik olabileceğini söylüyor. (İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 3/298. Benzer görüşler için bkz:  Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2786. İbn Atiyye, A. el-Muharriru’l-Vecîz, s: 1689. Şevkânî, A. b. M. Fethu’l-Kadîr, s: 1577. Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 8/271)

Kıyâmette Allah’ın evladı veya ortağı vardır diye inanan hiç kimse onlardan birileri için aracılık yapamaz, şefâatçi olamaz. Oysa hakkı (gerçeği) gören ve iman edenlerden başkası için şefâat söz konusu değildir. Hakka iman eden birinin de onu inkâr eden için de şefâatçi (aracı, iltimascı) olması düşünülemez. (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 5/3204)

Bu âyetin şefâat izni vermediğini ileri sürenler de var. Şöyleki: Burada şefâatin olmadığı söylenmeden önce mülkün temamen Allah’a ait olduğu bir daha dile getiriliyor. Buna göre mülk ile şefâat arasında bir bağlantı vardır. Dünyanın ve âhiretin rabbi mülkteki yetkisini kimseye vermediği gibi, şefâat de tümüyle kendisine aittir. İlâhlarda var olduğu zannedilen şefâat yetkisi bir vehimden ibarettir. Mülkünde ortağı olmayan Allah’ın şefaat yetkisini kendi yarattığı bir kulla paylaşmasını düşünmek uygun değildir. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 47)

Müfessirler her ne kadar bu âyette müşriklerin hz. İsa’yı, Üzeyr’i (azizleri), melekleri ilâhlaştırdıklarını söyleseler de, tanrı haline getirilenler tarihten beri bunlarla sınırlı değil. Dolaysıyla âyetin şefâati umulan bütün uydurma tanrıları ve tanrılaştırılmış kimseleri kapsadığını söyleyebiliriz. Zira insanoğlu insanları putlaştırmaya meleklerden başlamış, peygamberlere, oradan da azizlere ve ermişlere doğru gitmiştir.  (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 48-49)

8-“Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. Diridir, kayyumdur. O’nu ne bir uyuklama tutabilir, ne de bir uyku. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey O’nundur. İzni olmaksızın O’nun katında şefâatte bulunacak (yeşfeu) kimdir? (Yani meleklerden. Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 1/136) O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar O’nun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir.) Gökleri ve yeri koruyup gözetmek O’na güç gelmez. O, yücedir, büyüktür.” (Bekara 2/255)

“...İzni olmaksızın O’nun katında şefâatte bulunacak (yeşfeu) kimdir?...” Bu, Allah’ın kullarından herhangi birinin şefâat etmeye gücü olduğunu, ya da onun şefâatinin onlara faydalı olacağını zanneden birinin iddiasını soru ile olumsuzlayan bir ifadedir. Ya da böyle düşünenleri kınayan, serzenişte bulunan bir ifadedir, fazlası değil. Âyet adeta şefâat inancını iddia edenlerin yüzüne çarpıyor, göğüslerdekini reddediyor, buna kimsenin gücü olmadığını haykırıyor. (Şevkânî, A. b. M. Fethu’l-Kadîr, s: 208)

Âyetin bağlamı:  Bu bölümde tahlil ettiğimiz ayetlerin hepsi mekkî idi. Bekara Sûresi ve Âyete’l-Kürsi, medenîdir. Bu âyet “içinde hiç bir ticaretin, dostluğun ve şefâatin olmadığını” vurgulayan âyetten sonra gelmektedir. İçerisinde Tevhid veya Allah inancının ana başlıkları vardır. Allah’ı hakkıyla takdir etmek, O’nu, kendini tanıttığı gibi tanımak/kabul etmek, O’nu bütün noksan sıfatlardan tenzîh/tesbîh etmek isteyenler için yeterlidir. Bu âyet bize Allah’a nasıl iman etmemiz gerektiğini öğretiyor. İçerisinde on cümle ile, on maddelik Tevhid dersi yer almaktadır.

“...O’nun izni olmadan, O’nun katında şefaat edecek kimdir?...” cümlesi eğer Allah izin verirse başkalarının da şefâat isteğinde bulunabileceği şeklinde anlaşıldığı gibi; müşriklerin şefâat umdukları bütün putlar ve benzerleri asla şefaatçı olamazlar, çünkü Allah (cc) onlara böyle bir yetki vermemiştir manasına da gelir.

Şefâat konusu Allah’ın sıfatlarından bağımsız ele alınamayacağının isbatı bu âyettir. Zira Tevhid inancını açıklayan âyetin tam orta yerinde “İzni olmaksızın O’nun katında şefâatte bulunacak (yeşfeu) kimdir?” diye soruluyor. Böylece şefâat yetkisi sadece Allah’a hasredilmektedir. Dolaysıyla bu âyet Kur’an’ın tümüne ve kendisine aykırı bir şekilde tercüme edilmemeli, anlaşılmamalı. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 80)

İbn Kesir, “bu ifade ile şefâate izin verildiği söylenilen âyetler arasında bir benzerlik söz konusu” diyor ve şunu ekliyor: Aslında bu ifade Allah’ın büyüklüğünü ve azametini ifade etmektedir.  Hiç kimse O’nun izni olmadan şefâat yapmaya cesaret edemez. (İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 1/230)

Pek çok müfessir bu âyette Allah’ın dilediği kimselere şefaat izni verdiğini ileri sürüyorlar.  Mesela; Taberî, bu ayetten şefâate izin verildiğini delil getiriyor. Yani Eğer Allah onlara (inkârcılara) ceza vermek istese kim O izin vermeden O’nun mülkünde inkârcılar için şefâatçi olabilir? Diyor ve ekliyor: Zira müşrikler Allah’a yakın olmak için putlara taptıklarını iddia ederler. Allah onlara sanki: Yerin ve göğün, onlarda ne varsa hepsi benim mülkümken Benden başkasına ibadet edilmez. Sizin yakınlaşma üzere taptıklarınız size bir fayda sağlamaz, izin vermediklerimin dışında benim yanımda kimse şefâat edemez” deniyor. Taberiye göre enbiyâ, evliyâ ve taat ehline şefâat için izin verlir. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 3/10. Benzer görüşler için bkz: Şevkânî, A. b. M. Fethu’l-Kadîr, s: 208. İbni Atıyye, A. el-Muharriru’l-Vecîz, s: 229. Tabatabâî, M. H. el-Mizan, 2/350. Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 1/444. Heyet, Kur’an Yolu, 1/278. Kurtubî,  M. b. A. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/562-563. el-Hâzin, M. b. İ. Tefsir, 1/190. es-Sâbûnî, M. A. Safvetü’t-Tefâsir, 1/16. Heyet, Kur’an Yolu, 1/278. Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili, 2/155)

Zamahşerî, âyetin bu cümlesinin şefâate izin verileceği hükmünü değil, Allah’ın hakimiyetini ve büyüklüğünü beyan ettiği görüşündedir.  Bu tıpkı “Âhirette O’nun izni olmadan kimsenin konuşamayacağı” (Nebe’ 78/38) hükmüne benzer, diyor. (Zamahşerî,  M. b. O. el-Keşşâf, 1/296)

Beydâvî “Bu O’nun şanının yüceliğini, kendisine eşit konumda kimsenin veya şeyin olmadığını, dilediğine şefâat etme, dua edeni veya boyun eğeni affetme yetkisinin munhasıran kendisine ait olduğunu, inat ile, ya da karşı gelme ile O’na engel olamayacağını açıklamadır.” (Beydâvî, O. b. M. Envâru’t-Tenzil, 1/134. Bir benzeri görüş: Havva, S. el-Esâs fi’t-Tefsîr, 2/134)

Bu istisna, müşrikler veya ehl-i kitap gibi, görevlerini bırakıp yan gelip yatanların şefâat  beklentilerini boşa çıkarmaktadır. O gün karar verme yetkisi O’nundur. O’nun izni olmadan şefâat veya konuşma isteğinde bulunamayacağını açıklıyor. O’nun verebileceği izni ise kimse bilmediği için boş beklentilerin işe yaramayacağını beyan ediyor. (Abduh, M.-Rıza, R. Tefsiru’l-Menar (Çev.), 2/70-71)

 

 

 

Klasik tefsirlerin büyük bir bölümü –en azından bizim baktıklarımız “illa bi-iznih”i açıklarken “iznin” geçtiği diğer âyetlerle birlikte Allah’ın âhirette bazı kimselere şefâat için izin vereceği sonucuna varmışlar.

Ancak Âyete’l-Kürsi’nin bütün şefâat beklentilerini boşa çıkardığını düşünenler de var. Şöyleki: Âyette sayılan özelliklere sahip O’ndan başka ilâh yoktur, O’nun yanında hiç bir kimsenin aracılık yapmasına yer yoktur. İnsanların geçmişini ve gelecekleri, yaptıkları her şeyi bilen O’dur. Şefâat edeceği zannedilenlerin ise varlık bilgisinden hiç bir şeye sahip değiller. Böyle bir Allah’ın yanında hangi varlığın aracılık veya torpil yapma hakkı ve yetkisi olabilir? Yahut kim Allah’ın zaafından veya yetersizliğinden dolayı kendisine pay çıkarıp onunla insanlar arasında aracılık yapabilir? (Sarmış, İ. Şeytan Üçgeni, s: 407)

“men zellezi yeşfeu ındehu illa bi-iznih” cümlesine “illâ” ve “izin” kelimelerinden yola çıkarak, âyetin genel dokusuna uymayan anlam verilmesi doğru değildir. Elimizdeki Türkçe meallerin büyük bir bölümü okuyucular için eksik kalmaktadır. Çünkü okuyucular zaten Allah’ın şefâat etmesi için birilerine izin vereceğine inanan bir kültüre mensuptur ve cümlenin devamına “ancak Allah’ın şefâat izni/yetkisi verdiği kimseler hariç” cümlesi yerleştirilmektedir.

“İllâ” edatı Kur’an’da her zaman istisna anlamı ifade etmemekte, en az dört manada kullanılmakta. Birincisi; bildiğimiz istisna anlamı. İkincisi; istisnaya benzemekle beraber birlikte, yeni bir sözün başlamasını ifade eder. Üçüncüsü; herhangi bir şeyi haber için kullanılır. Dördüncüsü; başka, gayri manasında. Mesela “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı, yer gök fesada uğrardı” (Enbiya 21/22) âyetinde “illâ” istisna değil, başka (gayrı) anlamındadır. Lâ ilâhe illallah” sözü de “lâ ilâhe gayrullah-Allah’tan başka ilâh yoktur” demektir.  “Madem ki siz onlardan ve onların Allah’tan başka taptıklarından ayrıştınız...” (Kehf 18/16) âyetindeki “illâ” da gayrı (başka) anlamında kullanılmıştır. Âyete’l-Kürsî’de “illâ bi-iznihi”deki “illâ”yı da “gayrı”, “...den başka”, “izninin dışında”, izni olmaksızın” manasında anlamak mümkündür. İllâ’yı istisna kabul edip, sonra da bazı kimselere şefâat izni verileceğini söylemek Âyete’l-Kürsî’yi eksik anlamak olur.

Soru cümlesini düz cümle haline getirdiğimizde aslında Allah’ın katında kimin şefâatçı olacağının sorulmadığını görürüz. Bu cümle Allah’ın büyüklüğü açıklamaktadır. Soru halinde “hangi nefis (kimmiş) anlamında bir soru edatıdır. Bu edat “kim benimle gelmek ister?” sorusundaki gibi değil de, “kimmiş benimle yarışmak isteyen?” sözündeki gibi bir meydan okuma anlamı içermektedir.   (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 86-87)

c-Şefâatin yalnızca Allah’a ait olduğunu söyleyen âyetler:

Şu âyet mü’min, kâfir, ehl-i kitap ayrımı yapmadan her insana hitap ediyor:

1-“Allah, gökleri ve yeri, ikisi arasındakileri altı gün içinde (altı evrede) yaratan sonra da Arş’a kurulandır. Sizin için O’ndan başka hiçbir dost (veli), hiçbir şefâatçi (şefi’) yoktur. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız?” (Secde 32/4)

Ayetin bağlamı: Secde Sûresi Mekkîdir ve ana konusu tevhid, âhiret, peygamberlik ve bunlara davettir. Sûre Kur’an’ın Allah’tan geldiğini söyleyerek başlıyor. Takip eden âyette inanmayanların Kur’an’ı peygamber uydurdu dediklerini söyledikten sonra onun Allah’tan gelen bir hakikat olduğu, kendilerine uyarıcı gelmemiş bir toplumu uyarmak için gönderildiği ekleniyor. 4. âyet şefâat konusundaki geleneksel müşrik yanılgısını hatırlatıyor ve insanların hepsine hitap ederek, hükümranlığın Allah’a ait olduğu, insanları O’ndan koruyacak bir veli’nin ve bir şefâatçinin olmadığını söylüyor. Bir sonraki âyetlerde de nerede yapılırsa yapılsın, nasıl olursa olsun; bütün işlerin O’na yükseldiği, her şeyi bilenin ve her işi mükemmel olanın Allah olduğu haber veriliyor.

İnsan O’nun rızasını elde edemezlerse, onlar için ahirette ellerinden tutacak bir veli (yardımcı), aracılık yapabilecek bir şefâatçi bulamazlar. Şu görüş âhirette birilerine şefâat için izin verilecek diye düşünenlerin yorumlarına bir örnektir: Müşriklerin şefâat iddialarına karşı Allah’tan başka ilâh bulunmadığı gibi Allah’ın izni olmadan kimsenin yardımcı ve şefâatçi de olmayacağı bildirilmektedir. (Râzî, 25/171’den) Arkasından “Allah şefâat eden değil, katında şefâat edilendir. Ancak O’nun katında şefâat edecekler O’na rağmen, O’ndan bağımsız olarak değil, O’nun izin ve rızasıyla şefâat edebilecekler. (Heyet, Kur’an Yolu, 4/321)

Ancak Kur’an’ın anlattığı Allah’a inanan bir kimse, yerde ve gökte Allah’tan başka bir veli (dost ve yardımcı), O’ndan başka şefâat edici bilmez. Gerçek bu iken kimileri aptallıkları yüzünden Allah’ın dışında O’nun mülkünde, O’ndan başka tanrı anlamında veliler, yardımcılar, destekçiler ararlar. Kendilerini yaratıp ve rızık veren Allah dururken uydurma tanrılara ibadet edenler, onlardan şefâat umanlar bir saçmalığın içine düşerler. Böylelerinin ilâh edindikleri Allah’ın yaptığı yardımı yapmaya muktedir değillerdir, Allah’tan gelebilecek bir belâyı savamazlar, hak ettikleri cehennemden kurtulamazlar.

2-“Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler (şüfeâu) mi edindiler? De ki: “Hiçbir şeye güçleri yetmese ve düşünemiyor olsalar da mı?” (Zümer 39/43) 

Ayetin bağlamı: Zümer Sûresinin başka adı olsaydı herhalde “dini Allah’a has kılma sûresi” olurdu. Zira bu sûrede dini Allah’a has kılmanın ilkeleri veriliyor, yolları gösteriliyor, Tevhid inancının boyutları anlatılıyor. Şefâat bu sûrede de bir kez daha müşrikler bağlamında ele alınıyor. Ancak herkesi bağlayıcı, her zaman geçerli açıklama yapılmaktadır. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 207)

  1. âyette Kur’an’ın insanın hayrına olsun diye indirildiği, kim doğru seçerse kendi lehine, kim de sapıtırsa kendi aleyhine olacağı, Peygamberin bundan sorumlu olmayacağı söyleniyor. Bir sonraki âyette herkese tayin edilmiş bir ecelin olduğu farklı ifadelerle haber veriliyor. Arkasından da hayali, uydurma şefâatçı arayanların tutumları kınanıyor. Sonra da şefâatin, bir anlamda şefâate izin verme yetkisinin temamen Allah’a ait olduğu vurgulanıyor.

Zümer 3. âyet, içinde şefaat kelimesi geçmiyor amma sanki yanlış şefâat inancına işaret ediyor. Burada geçen “min dunillah” “Allah izin vermediği halde-min duni iznih”, “Allah’ın rızasına rağmen” manasına gelir. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 207)  

Âyet putçuların şefâat davasını kökten iptal ediyor. Diğerleri hakkında da; “bütün şefâat hakkı Allah’a aittir. O’nun izni olmadan hiç kimse O’nun huzurunda şefâat edemez” diyor. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 6/499)

Bazı insanlar, kendi kendilerine bazı zatların Allah’ın yanında etkili olacağını ve ricalarını geri çevirmeyeceğini zannediyorlar. Oysa bunun hiç bir delili yok. Allah’ın bazı kişilere yetki verdiğine dair ellerinde bir belge de yok. Peşlerin gittikleri kişiler de Allah’dan aldıkları bir belgeyi gösteremiyorlar. Bütün bunlara rağmen Allah’a kulluğu bırakıp, aracı (şefaatçi) sandıkları zatlara sarılıyorlar. (Mevdudî, E. Tefhîmu’l-Kur’an, 5/115)

3-Şu âyet şefâat konusuna nokta koymaktadır: “De ki: “Şefâat tümüyle Allah’a aittir. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Sonra yalnız O’na döndürüleceksiniz.” (Zümer 39/44)

Âyetin bağlamı: Bundan önceki âyet soru ile Allah’tan başka şefâatçı arayanların çabasının boş olduğunu söyledikten sonra bu âyet hemen herkese, kesin bir vurgu ile “Şefâat tümüyle Allah’a aittir” diyor. Biz her ne kadar Allah’a ait olan şefâatın mahiyetini bilmesek de Kur’an’ın hükmüne uymaktan başka çare yok. 

Bazı müfessirler bu âyetten de Allah’ın dilediklerine şefâat izni vereceği manasını çıkarıyorlar. Mesela; Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 3/135. Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 5/3055. Mevdudî, E. Tefhimu’l-Kur’an, 5/115)

“gul lillahi’ş-şefâatu cemian-De ki şefaatın hepsi Allah’a aittir.” Buradaki (lillah’taki) “lâm” mülkiyet lâmıdır. Bu âyet şefâatin başkasına ait olamaycağın, sadece Allah’a ait olduğunu kesin bir şekilde hükme bağlıyor. Başka söze gerek var mı dercesine. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur” sözü “şefâatin tamamı Allah’a aittir” hükmünün illetidir. Bu şekilde elinde mülk olmayan birisi “ben de şefâat ederim”, mülke sahip olmayan biri için de “o şefâate yetkilidir” dememeli. (Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat, s: 210-211)

Bu konudaki âyetlerin bütününden çıkarılan sonuç şudur: Mutlak anlamda şefâat Allah’a aittir, şefâatın doğru adresi de her şeyin Mutlak hâkimi Allah’tır. Bundan dolayı “şefâat ya Rasûlelleh” yerine; “şefâat ya Allah” demek daha doğrudur.

 

-Son söz

Şefâat tartışmaları sadece Kur’an’a göre şefâat var mı yok mu, Allah’ın birilerine şefâat için izin verip vermediği konusunda değil; şefâatin ne olduğu, kimlere izin verildiği, kimlerin şefâati hak ettiği, dünyada ve âhirette şefâatin nasıl işleyeceği, hz. Peygamber’in şefâatinin boyutları, şefâatle ilgili hadislerin doğru anlaşılması, onların sağlam olup olmadıkları, âhirette hiç bir şefâatin olmadığını söyleyen âyetlerle, şefâate izin verildiği düşünülen âyetler ve hadislerle Kur’an arasında çelişki olup olmadığı, “makam-ı mahmûd” şefâat ilişkisi, büyük günâh şefâat ilişkisi, istiğâse, istimdad, tevessül ilişkisi ve benzeri  konularıyla beraberdir.

Takdir edilir ki bu kadar karmaşık ve çetrefilli bir konuda bütün âlimlerin, Kur’an yorumcularının, mezheb ve tarikat bağlılarının, geleneğin etkisinde yetişenlerin, şefâat kültürüyle ve çocukluğundan beri “şefâat ya Rasûlelleh” diye büyüyenlerin bu konuda ittifak etmeleri mümkün değildir.

Bize düşen, konuyu Kur’an çerçevesinde anlamaya çalışmaktır. İslâm ümmetinin bunca yarası, bunca anlaşamadığı konu varken bir de şefâat tartışmaları ile yeni bir ihtilaf konusu, yeni bir yara/gedik açmamaktır. Farklı anlaşılmaya müsait diğer konularda olduğu gibi, bizim gibi düşünmeyenleri zındık, kâfir, bid’atçi, mezhepsiz, modernist, reformcu, sapık, rafizi, beşinci mezhebçi diye suçmamaktır. Eğer bugünkü müslümanların farklı görüşler sebebiyle birbirlerini tekfir etmeleri (kâfir, fâsık, zındık, müşrik demeleri) doğru olsa, Allah (cc) da bunların şehâdetini kabul etse, sanırım yeryüzünde müslüman kalmazdı. Zira neredeyse bütün müslümanlar birbirlerine böyle bakıyorlar.

Yukarden beri gördük ki bazı âyetlerin lafızları, zahiri manaları “şefâate izin verilir” diye anlamaya müsait. Burada bu âyetleri “ben doğru anladım, herkes yanlış anladı” fikri doğru olmadığı gibi, başkalarını da küçümsemedir. Kaldı ki selef döneminden beri bunca âlimin, bunca müfessirin görüşlerini yabana atmak, hepsini yanlış saymak da isabetli değil. Onlar da –en azından yakinen tanınanlar da- bizim kadar iyi niyetli idi, kendi çabalarıyla, ellerindeki delillerle bu kadarını yapabildiler. İsabet etmiş de olabilirler, yanılmış da olabilirler. Her ne kadar bizim ulaştığımız sonuca ulaşmasalar da emekleri takdir edilmeli. Ama asla suçlama yapılmamalı. Zira suçlayıcı, aşalayıcı, küçümseyici üslûp kardeşliğe, vahdete, karşılıklı müsamahaya, birbirimizi anlamaya, birbirimizin doğrularından istifade etmeye zarar veriyor.

Şefâat hakkında mükerrerler atıldıktan sonra geriye kaldığı söylenen onüç hadis, her ne kadar ahad haber (tevâtür derecesine ulaşmamış) olsalar da, hepsini yok saymak, hepsine uydurma demek, hem hadis tekniği açısından doğru değil, hem de sahabeden beri bu hadislerden ve ilgili âyetlerden hareket ederek şefâate izin verileceğini anlayan bunca âlimi Kur’an’ı yanlış anladılar diye suçlamak olur.   

 Burada şefâati anlamaya çalışmak “şefâat hiç bir şekilde yoktur, şefâati kabul etmek şirktir” demekten daha doğrudur. Zira birileri “yoktur” derken, birileri de eldeki verilerden hareket ederek “var” diyebiliyor. Burada suçlamak, kavga etmek yerine “şefâat” kavramını filoloji, semantik ve epistemolijik açılardan tahlil edip, Kur’an ve hadisler çerçevesinde anlamaya çalışmak daha anlamlıdır.

Bir de “şefâat” diyen, şefâatten bahseden –âlim olsun, avam olsun- ne demek istiyor, “şefâat”ten ne anlıyor, ona bakmak gerekir. Şefâati Kur’an çerçevesinde değil de gelenekte (halk arasında) anlaşıldığı gibi anlayan bir müslümana sapık demektense, mümkünse ona doğrusu anlatmak, Kur’an’ın ve Peygamberin öğrettiği Dini öğrenmesini ve ona dönmesini sağlamak, bu da mümkün değilse ona ve kendimize hidâyet dilemek en güzelidir.

Allah’ın şefâat için kimlere izin verdiği veya vereceği konusunda kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Çünkü bu Rabbimizin bileceği bir konudur. Şu kadar var ki, şefâatı yardım etmek, zarardan kurtulması için dua etmek, iyi bir şeye öncülük manasıyla alırsak, bu dünyada mü’minlerin ve sâlih insanların diğer kimseler hakkındaki dualarını, şehidlerin ve çocukların yakınlarına dua etmelerini, peygamberlerin ümmetleri için yalvarmalarını bu şefâat kapsamı içerisinde düşünebiliriz.

Bir hediste geçtiğine göre Hz. Peygamber (sav) ölünün bağışlanması için müslümanların dua etmesini dünyada ona şefâatçi olma diye nitelemiştir. (Ahmed b. Hanbel, 2/256. Müslim, Zühd/74)

Buradan hareketle eğer âhirette insanlardan hz. Muhammed’e şefâat izni verilecekse; –bazıları farklı düşünse de- biz M. Abduh’un dediğine katılıyoruz: “Biz bu şefâat olayını, bir dua olduğu anlamına yorumlarız. Bu manadaki bir duaya da Allah icabet eder. Kaldı ki şefâat konusu ile ilgili olarak gelen rivâyetler zaten bu gerçeğe delâlet etmektedir.” (Abduh, M.-Rıza, R. Tefsiru’l-Menar (Çev.), 1/424-425)

Şefâat, âhirette bir kimseyi azaptan kurtarmak için Allah’a aracı olmak, torpil yapmak, iltimas geçmek, tavassutta bulunmak, insanlardan kurtarıcı zannedilenlerin tasarrufu şeklinde anlaşılıyorsa,  bu; olmayacak bir şeydir, Tevhid inancına aykırıdır. Hiç kimsenin bir başkasını azaptan kurtarmaya, cennet makamlarına yükseltmeye yetkisi olmadığı gibi gücü de yoktur. (Ece, H. K. İslâmın Temel Kavramları, s: 624)

Esasen kullara ‘şefâat’ edecek olan, onları kurtaracak olan Allah’tır. O’nun şefâatının, merhametinin, hükmünün dışında hiç bir şey fayda vermez. Kişi başkalarından geleceğini sandığı şefâata güvenmemeli.

 

Hüseyin K. Ece

08.10.2016

Zaandam

 

 Kur'ani Hayat Dergisi, Kasım-Aralık 2016 Sayı: 50