Buna bağlı olarak her müslümanın, O’nun Allah’tan getirdiği her şeyi uygulamak üzere benimsemesi gerekir.

Hz. Muhammed’e bir peygamber olarak tabi olmak, örnek almak ve sevmek de gerçek imandır. Değer vermek, ilgi göstermek, giderek örnek almak sevgi ile bağlantılıdır. Peygamberi seven ona ve mesajına, misyonuna ve din adına ortaya koyduklarına değer verir, itibar eder. Kişi sevmediği ile ilgilenmez itibar etmez.

Pek çok âyet ve hadiste Peygamber’e itaat edilmesi, din adına getirdiği hükümlere uyulması, O’nun izinden gidilmesi emrediliyor (Mesela bak: Nisâ 4/59. Ahzâb 33/36. Mâide 5/92. Nûr 24/54. Muhammed 47/33. Teğabûn 64/16 vd.) Zira O bir elçidir ve din adına ortaya koydukları O’nun kendi görüşleri olmayıp, Allah’ın O’na vahyettikleridir. (Necm 53/3-5. Nisâ 4/163. Bekara 2/97. Kehf 18/110) O, kendisine vahyedilenleri öncelikle kendisi uygulamış, hayatlaştırmış (En’am 6/50) ve ümmetine tebliğ etmiştir. (Mâide 5/67. Nahl 16/82) Bu açıdan O’nun akidedeki tutumu, ibadet anlayışı, ahlâkı, kısaca İslâmî hayatı insanlık için örnek kılınmıştır. (Ahzab 33/21) Bu bakımdan O’na din konusunda O’na itaat etmek Allah’a itaat etmektir. (Nisâ 4/80)

Nitekim Peygamber (sav) kendisi de bunu te’yid ediyor. “Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur...” (Buhârî, Cihâd/109 no: 2957, Ahkâm/1 no: 7137. Müslim, İmâre/8 (32) no: 4747. Ahmed b. Hanbel, 2/93.) 

Ümmetimin hepsi cennete girecektir, yüz çeviren müstesna.” Orada bulunanlar:

- Ey Allah'ın Resûlü, yüz çeviren kim? diye sorunca, Hz. Peygamber:

Bana itaat eden cennete girer. Bana isyan eden yüz çevirmiş demektir” şeklinde cevap vermiştir. (Buhârî, İ'tîsâm/2 no: 7280)

Bütün bunların sevgi ile bağlantısı açıktır. Peygamber’i sevmeyi beceremeyen, O’nun tebliği ettiklerini kolaylıkla benimseyemez, kolaylıkla alıp hayatına uygulayamaz. Bu uğurda maddi ve manevi fedakarlıkları kolaylıkla yapamaz. Bunun için yoğun çaba sarfedemez.

Bir müslümanın imanı Peygamber’i dünyadaki her şeyden fazla sevmedikçe kemâle ermez.

Enes b. Malik’in rivâyetine göre kendisi şöyle buyuruyor: “Sizden biriniz, ben kendisine babasından, çocuğundan ve tüm insanlardan daha sevimli olmadıkça ( tam ) iman etmiş olamaz" (Bu­hâ­rî, İman/8 no: 14. Müslim, İman/44 (69-70) no: 168-169 )

Hz. Ömer: (bir defasında): “Ey Allah'ın Rasûlü! Ben seni kendim hariç her şeyden daha çok seviyorum” dedi. Peygamber: “Ey Ömer! canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, beni canından da daha çok sevmedikçe olgun mü'min olamazsın” buyurdu. Bunun üzerine Ömer: “Ey Allah'ın Rasûlü! Vallahi şimdi sizi canımdan da çok seviyorum” deyince Peygamber: “İşte şimdi oldu, ey Ömer!” dedi. (Tecrid-i Sarih (ter.), 1/31)

Bu gerçeğe Kur’an şöyle işaret ediyor: “Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha önce gelir. Onun eşleri de mü’minlerin analarıdır...” (Ahzab 33/6) Yani: O’nun mü’minler üzerindeki hakkı, mü’minlerin kendileri üzerindeki hakkından önceliklidir.” (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/825)

Bir bedevi Peygamber’e: “Kıyâmet ne zaman kopacak?” diye sordu. Peygamber: “Kıyâmet için ne hazırladın?” buyurdu. Bedevi: “Allah ve Elçisinin sevgisini” dedi. Bunun üzerine Peygamber: “O halde sen sevdiğin ile berabersin” buyurdu. (Müslim, Birr/50 (161,163) no: 6710, 6713. Bir benzeri: Buhârî, Edeb/96 no: 6168-6169) Peygamber’in (sav) sünnetine uymak da onu sevmektir:

Kim benim sünnetimi ihya ederse beni sevmiş olur. Beni seven de cennette benimle beraber olur.” (Tirmizî, İlim/16 no: 2677)

Enes b. Mâlik’in anlattığına göre Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Üç özellik (haslet) vardır ki; bunlar kimde bulunursa o, imanın tadını tatmış demektir: a.Allah ve Rasûlünü, herkesten fazla sevmek. b.Sevdiğini Allah için sevmek. c.Allah kendisini küfür bataklığından kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmeyi, ateşe atılmak gibi çirkin ve tehlikeli görmek.” (Buhârî, İman/9, 14 no: 16, no:21, İkrah/1 no: 6941, Edeb/42 no: 6041. Müslim, İman/43 (67) no: 165 )

Kuşkusuz insan, iyiliğe karşı boynu büküktür. Kendisine iyilik edene teşekkür borçlu olduğunu bilir. Hele bir de onu candan severse iyiliğine karşılık vermek ister. İnsan, bir başkasının iyiliğine bu denli duyarlı oluyorken, rahmet ve hidâyet peygamberine karşı tavrı nasıl olmalıdır? Bir müslüman için Allah’tan sonra en fazla sevgiye layık olan son Elçidir. Bir âyette şöyle deniliyor:

“De ki (ey Muhammed!): “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Al-i İmran 3/31) Allah’ı seven, O’nun sevdiklerini de sever.

Bir müslümana Allah ve Rasûlü her şeyden daha sevimli olmalıdır.

De ki (ey Muhammed!): “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah, fasık topluluğu doğru yola erdirmez.” (Tevbe 9/24)  

Bir müslüman burada sayılan sekiz şeyi Allah ve Peygamber sevgisinin önüne geçirirse ne olur? Cevabı âyetin devamı veriyor: “…O zaman başınıza geleceklere hazır olun!”

Bu sevginin görüntülerini öncelikle İslâmın ilk nesli sahabelerde ve arkadan gelen nesillerde görüyoruz. Sahabeler bu sevgilerini O’nun hayatında O’na tabi olarak, O’nunla hicret ederek, O’nunla Allah’ın dinine yardım ederek, O’nun Allah’tan getirdiklerini kabul ederek, O’nu kendilerine lider, imam, baba, örnek seçerek, Nebevî terbiyeyi kabul edip uygulayarak, İslâm uğruna hiç bir neslin yapmadığı kadar fedakârlık yaparak, örnek nesil olarak gösterdiler.

Sonradan gelen Peygamberler sevdalıları da bunları O’nu görmeden yapmaya çalıştılar. Hem O’nun davasını sürdürdüler, hem O’na bağlılıklarını farklı imkanlarla, çeşitli araçlarla ortaya koydular. Bunlardan biri de Peygamber sevgisini şiir ile dile getirmektir. Yani şiirde na’t geleneğidir.

Na’t; hz. Muhammed’i övmek üzere yazılan şiir. Divan edebiyatında dört halifeler için yazılan şiirlere de na’t denildiği için ikisini ayırmak üzere Peygamber için yazılanlara: Na’t-ı Şerif, Na’t-ı Nebevî, Na’t-ı Peygamberî, Na’t-ı Rasûl denmiş. (Terzi, E. Divan Şiirinde Na’t, s: 1. TDV İslâm Ansiklopedisi, 35/436)

“Örnekleri en bol ve yaygın olan na‘t 11. yüzyıldan itibaren Türkler’in yaşadığı hemen bütün bölgelerde yazılmış, günümüze kadar da kuvvetli bir gelenek halinde devam etmiştir. Sayıları binlerle ifade edilebilecek olan na‘tlar ayrıca bestelenerek cami ve tekkelerde okunmuş, birçok beyti hattatlar eliyle levhalara nakşedilip mescid, dergâh, ev ve dükkân gibi mekânları süsleyen birer sanat eseri olarak itibar görmüştür.” 

Şairleri na‘t yazmaya sevkeden çeşitli sebeplerin başında Hz. Peygamber’e duyulan sevgi gelir. Kur’an’da ahlâkı ve üstün kişiliği övülen, halk arasında “Habibullah-Allah’ın sevdiği” diye nitelenen Peygamber’e duyulan bu sevgi aynı zamanda Allah’ın arzusuna uymayı ifade etmektedir.

Na‘t yazma geleneğinde bir diğer husus Rasûlullah’ın şefaatine nâil olma isteğidir. Kâ‘b b. Züheyr’in Ķasîdetü’l-Bürde’yi yazmak sûretiyle Hz. Peygamber’in affına mazhar olması gibi şairler de na’tları ile Peygamber’in şefaatini ümit etmişlerdir. Hemen bütün na‘tlarda yer almış olan bu motif, na‘t türünün aynı zamanda bir istişfâ ve istimdad (şefaat ve yardım dileği) ifadesi özelliğini göstermektedir.” (Terzi, E. TDV İslâm Ansiklopedisi, 35/436)

Edebiyatçı gözüyle: “Peygamber nasıl insanın ufku ise, na’t da şiirin ufkudur. Na’t insanın; insanı, kendini Peygamber’de araması, gerçeği onun çevresinde dolaşarak bulmaya çalışması, ona yaklaşmaya çalışarak yaratılışın sırrına erileceğini idrak edişidir.

Na’t, Peygamberin şiirle yapılmak istenen bir portresidir. Her şair durduğu yerden ve görme kabiliyeti ölçüsünde ona bakar; O’nun mükemmelliği karşısındaki duygularını zaptetmeye çalışır. Bütün na’tlar adeta tarih boyunca yapılan bir portrenin farklı cephelerden birer örneği gibidir ve tek bir portre içindir. Bir portre ki tarih ve insan devam ettikçe bitmeyecektir. Bütün na’tlar, bir meşale ormanı gibi parıldar, insanlığın üstünde ve insanlık, Peygamber’e doğru bu ışıkların altında sevinçle, aşkla ve güvenle yürür. Na’t, en ileri ve en mükemmel bir sevgi abidesidir.” (S. Karakaoç’tan, Terzi, E. Divan Şiirinde Na’t, s: 2)

Bu demektir na’t türü şiirler Peygamber sevgisini konu edinirler. M. Akif’in na’tı da.

 

-M. Âkif’in Peygamber sevgisi

Onun şiir kitabı Safahât; Osmanlı Devletinin çöküşünün “safha”, “safha” anlatımı, duyurusu, bu çöküş ve yıkıntıların şairde bıraktığı acı izlerin derlenişi ve tesbit edilişidir. (Ağlar Safahâtımdaki hüsran bile sessiz, Safahat, s: 437). Bir bakıma Türk tarihinin en acıklı günlerinin yaşanmış bir destanı, yas yaprakları (Karakoç, S. Mehmed Akif, s: 21) olan Safahât’ında peygamber sevgisinin ve bağlılığının da işlendiğini görmekteyiz.

 Mithat Cemal’in dediği gibi o “Kur’an’lı bir evde” doğup büyüdü, Kur’an’ın ölçüleriyle eğitildi. (Özçelik, M. Nun ve Kalem, s: 35) Çocukluğundan itibaren iyi bir dini terbiye aldı. Gerek babasından, gerek gördüğü derslerden aldığı şuurla iyi  bir müslüman, aklı başında bir âlim oldu. (Vakkasoğlu, V. Mehmed Âkif, s: 26-26) Bu da ona ömrünün sonuna kadar silinmeyecek bazı kişilik özellikleri kazandırmıştır. Kur’an’ın okunduğu ve yaşandığı bir evde yetişen M. Âkif’in fikir dünyasının, dünya görüşünün, şiir ve sanatının kaynağı da Kur’an olmuştur. (Erdem, H. İ. Kur’an ve Âkif, s: 22-23)

Nitekim edebiyat alanına Kur’an’a hitaben yazdığı bir şiirle çıkması da dikkat çekicidir. Bu onun Kur’an’la ilişkisinin boyutları hakkında bir fikir verir. Bu şiire onun hem sanat, hem de ahayat anlayışının beyannâmesi diyebiliriz. O bundan sonra yazdığı şiirlerde hep Kur’an’dan ilham alacak, pek çok âyet anlamı veya içeriği ile okuyucunun karşısına çıkacaktır. Pek çok şiiri ya bir âyetle başlar, ya da hangi konudan bahsederse bahsetsin Kur’anî bir bakış açısıyla yazıldı.  (Özçelik, M. Nun ve Kalem, s: 37)

“M. Âkif’in şiirlerinde Kur’ân’ın birinci sırada bir kaynak oluşu, şairin hayatında Kur’ân ile olan yakın ilişkisi ve bu ilişkinin tabiî sonucu olan inançları, düşünceleri ve dünya görüşü ile yakından alâkalıdır. M. Âkif, kelimenin hakikî manasıyla Müslüman, mümin ve mütedeyyin bir insandır. Onu değerli kılan, yücelten de şüphesiz onun katıksız ve tavizsiz bir müslüman oluşu (Vakkasoğlu, V. Mehmed Âkif, s: 26), ayrıca yazdıklarıyla hayatı arasında tam bir uyum olmasıdır. Üstelik o iman ve inançlarını, pek çok Müslüman insan gibi, sadece kendi iç dünyası veya bireysel hayatı ile sınırlamamış; çok somut ve işlenmiş bir dünya görüşü, hayat tarzı; hatta toplumsal projeye dönüştürmeye çalışmıştır.” (Çetişli, İ. https://mehmetakif.edu.tr/files/2009sempozyumBildiri.pdf)

Kur’an’a bu denli bağlı olan M. Âkif’in peygamberlik kurumuna da Kur’an’ın gösterdiği gibi iman ettiğini görüyoruz. O da peygamberlere; Allah’ın insanlar arasından seçtiği, vahye mazhar olan, Allah’ın emirlerini insanlara tebliğ etmekle görevli yüksek karakterli kişiler olarak inanır. O insanların Allah’ın istediği hedefe götürülmesinde peygamberliğin vazgeçilmez olduğunu, peygamberlerin insanları zulüm, küfür ve bâtıl inançlardan kurtarma görevlerini kabul etmektedir.

M. Âkif peygamber sevgisinin bir göstergesi olarak Safahat’ında “Ahmed, Mahmud, Muhammed, Mustafa” gibi isimlerin yanında yine onu hatırlatan “Harem ve Harîm-i pak, Merkad-i Nebevî, Merkad-i Pak, Ravza-i Peygamber” gibi mekanları da anmaktadır. Ayrıca “Nebi, Peygamber, Rasûl, Rasûlullah, Rasûl-i Ekrem, Dürr-i yetim, Rûh-i rahmet” gibi sıfatlarıyla Hz. Muhammed’e sık sık atıflar yapmakta, O’na olan sevgisini ifade etmektedir.

Onun önemli bir na’tı olan “Bir Gece, Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi”, “Necid Çöllerinden Medine’ye” adlı şiirlerinde Peygamber’e olan sevgisini, bağlılığını ve meftun oluşunu şiirle destanlaştırmıştır. O bu şiirleriyle ümmet-i Muhammed’in dertlerini ümmetin sahibi Hz. Muhammed’e açmıştır. (Akçay, M. https://mehmetakif.edu.tr/files/2009sempozyumBildiri.pdf)

M. Âkif “bazen doğrudan doğruya Kur’an ve hadis gibi dinin temel kaynaklarından hareketle, kendi döneminin çeşitli problemlerini şiirlerle dile getirmiştir. Hakkın Sesleri ve Hâtıralar’daki âyet ve hadislerin serbest tefsirleri yer almaktadır.” (Okay, M. Orhan-Düzdağ; M. Ertuğrul. TDV İslâm Ansiklopedisi, 28/436) Bu tefsirlerde onun hem Kur’an kültürünü, hem de Kur’an’a bakış açısını, İslâmın temel kaynaklarına bağlılığını görebiliriz.

“1913 yılının Ocak-Mayıs aylarında Sebîlürreşâd’da çıkan ve kronolojik sırayla kitaba giren ilk dokuz manzumeden sekizi bazı âyetlerin, biri bir hadisin serbest yorumudur. Sonuncu şiir “Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi” başlıklı kısa bir şiirdir. Gerek âyetlerin gerekse hadisin ortak meâlleri insanların kendi hataları sebebiyle uğradıkları musibetlerin etrafında toplanmaktadır. Mevlid gecesiyle ilgili şiir ise bu musibetlerden ibret alıp uyanmaya bir çağrıdır.” (Okay, M. Orhan. TDV İslâm Ansiklopedisi, 35/443)    

PEK HAZİN BİR MEVLİD GECESİ

“Yıllar geçiyor ki yâ Muhammed,

Aylar bize hep Muharrem oldu!

Akşam ne güneşli bir geceydi,

Eyvah o da leyl-i mâtem oldu!

Âlem bugün üçyüz elli milyon

Mazluma yaman bir âlem oldu!

Çiğnendi harîmi paki şer’in

Nâmûsa yabancı mahrem oldu!

Beyninden öten çanın sesinden

Binlerce minâre ebkem oldu.

Allah için ey nebiyi ma’sûm,

İslâmı bırakma böyle bîkes,

İslâmı bırakma böyle mazlûm!” (18 Şubat 1913 Mevlid Gecesi, Safahât-Hakkın Sesleri, s: 205)[1]

M. Âkif diğer pek çok şiirinde olduğu gibi burada da yüz yıl önce İslâm âleminin başına gelen felaketlere bir Mevlid Gecesini vesile edinerek üzülüyor. O felaketleri kısa bir şiirde bu kadar güzel ve etkileyici anlatmak, ustalık isteyen bir iştir. O böylece kendisi ağladığı gibi, müslümanların derdiyle dertlenen herkesi de ağlatmak istemiş, ümmetin halini Peygamber’e bir kaç mısra ile özetlemiştir.

M. Âkif Peygamber’e olan sevgisini bir de 1914 yılında Medine’yi ve orada Peygamberin kabrini ziyaret ederek göstermiştir. Bu yolculuğunu ve bu yolculuk anında hissettiklerini, Ravza-i Mutahhara’da yaşadığı yoğun duygu halini “Necid Çöllerinden Medine’ye” adlı şiiriyle dile getirmişti. Bu şiir onun en lirik şiirlerindendir. (Okay, M. Orhan. TDV İslâm Ansiklopedisi, 35/443) Şiiri Necid çöllerinde aşk tutkusu ile kendini helak ettikten sonra Hz. Peygamber’in türbesine serilerek can veren Sudanlı Müslüman gibi Akif’de Peygamber’in (sav) mürşitliğiyle ulûhiyetin huzuruna yükselmek istemişti.’ (Topçu, N. Mehmet Akif, s. 12’den Akçay, M. https://mehmetakif.edu.tr/files/2009sempozyumBildiri.pdf/)

O Peygamberin doğumu, dünyaya teşrifi ile oldukça sevinçlidir. Ona göre o doğum aydınlık bir geleceğe kapı açmıştı. Onunla gelen nûr kaybolursa hayat uzun bir karanlığa düşerdi.

MEVLİD-İ NEBİ

“Ne lâhûti geceymişsin ki teksin sermediyyette;

Meşîmenden doğan ferdâya hayranım, ne ferdâdır!

Işık nâmıyle vicdanlarda ondan başka bir şey yok;

O bir sönsün, hayât artık müebbed leyl-i yeldâdır.

Perîşan sözlerimden bıkma, hoş gör, ya Rasûllallah,

Kulun şeydâdır amma, açtığın vâdide şeydâ' dır!” (Safahât-Gölgeler, s: 483)

M. Âkif, “evet ben bir çılgınım ama senin açtığın yolda bir çılgınım” diyerek bu sözlerinden dolayı Peygamberin kendisini hoş görmesini istemektedir.

O, Hz. Peygamber’e olan aşkını ve muhabbetini, O’nun yetim ve öksüz, masum (günahsız) ve âlemlere rahmet oluşunu, kısa zamandaki mucizevî başarısını Türk Edebiyatının en güzel na’t örneklerinden biri olan Bir Gece şiiri ile anlattı.

“On dört asır evvel yine bir böyle geceydi

Kumdan ayın on dördü bir öksüz çıkıverdi!

Lâkin o ne hüsrandı ki hissetmedi gözler

Halbuki kaç bin senedir bekleşmedelerdi!

Nerden görecekler göremezlerdi tabi

Bir kere zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi

Bir kere de ma'mure-i dünyâ ozamanlar

Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;

Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi

Fevzâ bütün afakını sarmıştı zemînin

Salgındı, bugün Şark'ı yıkan tefrika derdi

 

Derken büyüyüp kırkına gelmişti ki öksüz

Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!

Bir nefhada kurtardı insanlığı o ma’sum

Bir hamlede kayserleri kisrâları serdi

Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi

Zulmün ki, zevâl akılına gelmezdi, geberdi

Âlemlere rahmetti evet şer’-i mübîni

Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi

Dünyâ neye sahipse, onun vergisidir hep

Medyûn O'na cemiyeti, medyûn O'na ferdi

Medyûndur o ma’suma bütün bir beşeriyyet

Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret” (Safahât-Gölgeler, s: 455)

M. Âkif, Safahat’ın 7. kitabında Said Paşa İmamı başlıklı şiirde Şeyh Galib’in ünlü Na’t’ından alıntıladığı mısralarla Rasul-i Ekrem’i övmeye devam etmişitir.

“Sultân-ı Rusül, Şah-ı Mümeccedsin, efendim

Bîçârelere devlet-i sermedsin, efendim

Menşûr-i “Le ‘amruke” le müeyyedsin efendim (Şuarâ 26/18)/Divân-ı ilâhide ser-âmedsin, efendim

Sen Ahmed ü Mahmûd-u Muhammed’sin efendim/Hak’tan bize Sultân-ı müebbed’sin efendim.” (Safahat-Gölgeler, s: 494)

Kur’an Peygamber hakkında şöyle buyuruyor: “Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı da çok şefkatli ve merhametlidir.” (Tevbe 9/128) Süleymaniye Kürsüsünden isimli uzun şiirden şu bir kaç mısra bu âyetin açıklaması gibidir.

“Hiç sıkılmaz mısınız Hazret-i Peygamber’den

Ki uzaklardaki bir mümini incitse diken

Kalb-i pâkinde duyarmış o musibetten acı

Sizden elbette olur Rûh-i Nebi davacı” (Safahat-Süleymaniye Kürsüsünden, s: 167)

Burada M. Âkif Peygamber’in ümmetine çok düşkün olduğunu ve onların dertleri ile dertlendiğini, onlara karşı çok merhametli olduğunu dile getiriyor.

M. Âkif, Çanakkale Savaşı’nın o korkunç, kan donduran savaş sahnelerini ve Mehmetçiğin destansı mücadelesini yazdığı “Çanakkale Şehitlerine” şiiriyle ölümsüzleştirmiştir. Şair, şiire konu olan savaşla ilgili duygularını Safahât kitabının Âsım bölümünde dile getirmiştir. Çanakkale zaferi bu kadar mı güzel anlatılır. Bu bölüm şiirin âbidesi, ya da Safahât’ın berceste şiiri sayılsa yeridir.

“Sen ki, İslâmı kuşatmış, boğuyorken hüsran,

Sen ki, rûhunla berâber gezer ecrâmı adın;

Sen ki, a'sâra gömülsen taşacaksın ...Heyhât,

Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât...

Ey şehîd oğlu şehîd, isteme benden makber,

Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.” (Safahât-Âsım, s: 413)

Şiirin son bölümünde M. Akif, “Sen ki, İslam’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran, O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın” diyerek düşman saldırısını bir demir çembere benzetmiş, mehmetçiğin bu demir çemberi göğsünde parçaladığını, yani bu saldırıyı bertaraf ettiğini anlatmıştır. Bu mücadelenin ödülü olarak “Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin. Bilakis onlar diridirler, fakat siz hissedemezsiniz” (Bekara 2/154) âyetine atıfta bulunarak şehitlerin ruhunun gökyüzünde olacağını, zaten onların kabirlere sığmadığı gibi asırlara da sığamayacağını söyler. Şiirin sonunda onlar için yapmak istediklerinin yetersiz olduğunu belirterek Mehmetçik’in kendisinden bir mezar istememesini söyler. Çünkü şehitler için Hz. Muhammed kucağını açmış onları beklemektedir. Çünkü Allah yolunun şehitleri Cennette Hz. Muhammed’le birlikte veya O’nun yakınında olacaklardır. http://www.geliboluyuanlamak.com/588_canakkale-sehitlerine-siiri-icin-bir-tahlil-denemesi-eyyup-bostanci.html

M. Âkif, bazı şiirlerinde doğrudan hadis-i şeriflere yer vermiş, bazılarının anlamını zikretmiş, bir kısmına atıflarda bulunmuştur. Mesela “öyle şiirler vardır ki hikmettir, öyle beyanlar vardır ki sihirdir” (Buhârî, Edeb/90 no: 6145) hadisinden hareketle bazı şiirlerin hikmet olduğunu söylemiştir. Kendisinin de hikmet içeren şiirleri, Attâr ile Sa’diyi sevdiğini şu şiiri ile anlatmıştır.

“Sâde pek sövme ki Peygamberimiz şi’ri sever

-Vakıa, “inne mineş-şi ‘ri…” büyük bir ni’met

Dikkat etsen: Yine sevdikleri, lâkin, hikmet

Ben ki Attâr ile Sa’di’yi okur, hem severim.” (Safahât-Âsım, s. 343)

Keza Fatih Kürsüsü’nde Hz. Ömer’in veba hastalığına yakalanmış bir beldeye girmeyip geri dönmesi olayını kader bağlamında anlatırken Tâun/veba hadisine atıfta bulunarak ‘şöyle demiştir:

‘Düşün kaderle değil de bu yaptığın nedir?

Ömer bu sözde iken İbn-i Avf zahir olur

Hemen rivayete başlar hadîs-i tâûnu,

Ebu Ubeyde tabii susar duyunca bunu.” (Safahât-Fatih Kürsüsünde, s: 243) (Akçay, M. https://mehmetakif.edu.tr/files/2009sempozyumBildiri.pdf/) Burada öteden beri yanlış anlaşılan kader inancını eleştiriyor ve nasıl anlaşılması gerektiğine işaret ediyor.

Safahat’ın 3. Kitabı Hakkın Sesleri bölümün on şiirin dokuzu başlıksızdır. Bunlardan sekiz tanesi âyet açıklaması, bir tanesi de hadis açıklamasıdır. Daha doğrusu âyetler ve hadisin gölgesinde bazı gerçekleri, ümmetin sorunları, öğüt ve irşadlar dile getirilmiş. Şu hadisin metni başlıktır.“Nizar evladı: Yetişin ey Nizar oğulları! Yemeliler de: Yetişin ey Kahtan oğulları! Dedin mi, hemen tepelerine felaket iner, Allah’ın nusreti üzerlerinden kalkar, hepsine birden kılıç musallat olur.” Uzun bir şiirle müslümanlar arasındaki tefrikanın, kavmiyyetiçiliğin ve asabiyyenin verdiği zararlar, açtığı yaralar dile getirilerek müslümanlar bundan sakındırılmaya çalışılmış, vahdete ve beraber olmaya çağrı yapılmıştır. 

“Hani, milliyetin İslâm idi ... Kavmiyyet ne!

Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyetine.

"Arnavutluk" ne demek? Var mı Şerîat'te yeri?

Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri,

Arabın Türke; Lâzın Çerkese, yâhud Kürde;

Acemin Çinliye rüchânı mı varmış? Nerde!

Müslümanlık'ta “anâsır” mı olurmuş? Ne gezer!

Fikr-i kavmiyyeti tel’în ediyor Peygamber.”  (Safahât-Hakkın Sesleri, s: 187-191)

Köse imam adlı şiirin bir bölümünde eşine kötü davranan, “şeriatin izniyle hanımını boşayabileceğini, ikinci bir evlilik yapabileceğini” diye iddia eden birisinin şahsında yanlış din (şeriat) anlayışını tenkit ediyor. Boşanmanın yıkıcılığını bir hadis meali ile haber veriyor.

“Müslümanlıkta şerîat bunu emretmiş imiş

Hem alır, hem de boşarmış; ne kadar sâde bir iş

Karı tatlîki için bak ne diyor Peygamber:

Bir tâlak oldu mu dünyâda, semâlar titrer!” (Safahât, 1. Kitap, s: 117)

Safahât’ın 2. kitabı tek bir şiirden oluşur ve adı Süleymaniye Kürsüsünde’dir. Bu şiirde M. Akif bir çok konuyu, Osmanlı toplumunun karşı karşıya kaldığı sorunları, bu problemlere bakış açılarını ele aldığı gibi, şiirin bir yerinde din adına konuşan ama dini yanlış anlayan okumuşları söz konusu ediyor.

Kılık kıyafetleri, havaları ve bilgiçce tavırları ile kandilerini din adına takdim eden bu gibiler, halkın hayrına olan görüşlere, tekliflere “dini rencide etmek veya bid’at”, ama şeriatte kendi kafalarına uygun değişikliklere de “sünnet” derler. Böyleleri Allah’tan kormaz Peygamberden utanmaz kimselerdir. Bunlar dinin sahih bir şekilde anlaşılmasının ve insanların faydasına olabilecek farklı görüşlerin ve yeniliklerin de önünde engeldir.

“Ya taassubları? Hiç sorma, nasıl maskaraca?

O, uzun hırkasının yenleri yerlerde, hoca,

Hem bakarsın eşi yok dîne teaddîsinden,

Hem ne söylersen olur dîni hemen rencîde!

Milletin hayrı için her ne düşünsen: Bid’at:

Şer’i tagyîr ile terzîl ise –hâşâ- sünnet!

Ne Hüdâ’dan sıkılırlar, ne de Peygamber’den,

Bu ilimsiz hocalardan, bu beyinsizlerden,

Çekecek memletin hâli ne olmaz, düşünün!” (Safahât, Süleymaniye Kürsüsünden, s: 154)

Safahât’a girmeyen şiirlerden biri olan “Cenk Şarkısı”nda Allah yolunda savaşan askerlere Allah’ın ve Peygamberin yardımcı olacağı şöyle dile getiriliyor.  

‘Ey vatanın şanlı gaza mevkibi/Saldırınız düşmana aslan gibi

İşte Hudâ yaverimiz, hem Nebî/Haydi gidin haydi, uğurlar ola.” (Safahat, (hz. N. F. Alsan), s: 625) https://safahat.diyanet.gov.tr/PoemDetail.aspx?bID=13&pID=126

“Pek Hazin Bir Mevlid Gecesi” şiirinde de “İslâmı bırakma böyle bîkes,

İslâmı bırakma böyle mazlûm” son kıtadan hareketle M. Âkif’in Rasûl-i Ekrem’in ruhâniyetinden tüm Müslümanların selâmeti için istimdat dilediği ileri sürülmektedir. Ya da şiirlerin bu kısımları böyle anlaşılmış. Akçay, M. https://mehmetakif.edu.tr/files/2009sempozyumBildiri.pdf/Mustafa. Okay, M. Orhan. TDV İslâm Ansiklopedisi, 35/443)   

Şiir bunu kasdediyorsa, ya da yorumcular böyle anlıyorlarsa, bu Allah’tan başkasından O’nun yapabileceği bir şeyi istemek olduğu için tartışmalıdır.  Bilindiği gibi ölüler asla mezarlarından kalkıp kimseye yardım edemezler; peygamber olsa bile.

Midhat Cemal’in naklettiği Tevfik Fikret ile ilgili şu olay da onun Hz. Peygamber’e olan bağlılığını göstermektedir. T. Fikret’in Tarih-i Kadim adlı şiiri yayınlandıktan sonra Âkif, onun adını hiç anmaz olmuş ve “Bu adam Peygamberime sövdü, babama sövse affederdim, fakat Peygamberime sövmek… fakat bunu ölürüm de hazmetmem” demiştir. (M. Cemal Kuntay, Mehmet Akif, Hayatı-Seciyesi-Sanatı ve Eserleri, s. 108-109’dan)

“Onun Fikret’e karşı olan bu tutumunun asla şahsî bir mesele olmadığını; Hz.Muhammed’e ümmet olma şerefini elde etmiş her Müslümanın yapması gereken samimi bir davranış olduğunu göstermekte; dahası ‘Allah için sevme, Allah için buğzetme’ ilkesinin gereğini sergilemektedir.”

https://mehmetakif.edu.tr/files/2009sempozyumBildiri.pdf/Mustafa Akçay

(Bazı kaynaklar M. Akif’in tavır aldığı bu kişinin ders verdiği bir generalin oğlu olduğunu, M. Cemal’e; “Mithet Bey, isteyen Güneşe tapar, isteyen ateşe… Ben kimsenin Allah’ına peygamberine karışmam. Fakat kimse de benimkine karışmamalı. Biri yüzüme karşı babama sövebilir mi? O halde Peygamberime nasıl söver?” dediğini aktarıyorlar. (Akbaş, A. Vahap. Mehmed Akif’ten Nükteler, s: 54. http://www.on5yirmi5.com/haber/inanc/dinsel-tartismalar/104133/iste-mehmet-akifin-hz-peygambere-saygisi.html

 

-Son söz yerine

“Ya Rab, o hariminde yüzen dürr-i yetîmin/Ta haşre kadar şer’î, yetîm olmasın… Âmin!”

“Ya Rabb! O saygın yaptığın mekanda bulunan ama benzeri olmayan o incinin getirdiği din (şeriat) kıyâmete kadar yetîm kalmasın. Amin!”

 

Hüseyin K. Ece

12.10.2017

Zaandam-Hollanda

 

 

[1] Şiirler M. Ertuğrul Düzdağ tarafından hazırlanan ve İz Yayıncılık tarafından neşredilen  Safahat Eski ve Yeni Harflarle Tenkidli Neşir’den alınmıştır. İstanbul 1991

 

Kur'ani Hayat Dergisi, Kasım-Aralık 2017 sayı: 56