Ahlȃkı güzel olan hem şereflidir, hem sevimlidir. Onun değeri hem İslȃm katında yüksektir, hem insanların gözünde ...

İslȃmda şerefli, değerli, üstünlüğe sahip olmaya ‘kerem/keramet’denir.

Kerȃmet deyince de pek çoklarının aklına veli/evliyȃ konusu gelir. Kerâmeti olağanüstü (harikulâde) bir olay kabul eden bu açıklama biçimine göre; o, veli (evliyâ) adı verilen seçkinlerin bir özelliğidir veya yalnızca onlara verilen bir üstünlüktür.  

Halbuki Kur’an kerâmeti farklı anlamda kullanıyor.

‘Kerem ve ikram sahibi’ Allah (cc) Kur’an-ı Kerim’i, ‘ekrem ve kerim’ bir elçi olan Hz. Muhammed’i insanları ‘kerem olan’ davranışlara davet etmek için gönderdi. Böylece insan kendi bünyesinde otantik olarak var olan kerȃmetini korusun ve daha ‘ekrem/keremli’ ya da ‘mukremun’dan olsun diye.

Kur’an insanın zaten keremli yaratıldığını söylüyor. (İsra, 17/70) İlgili ȃyetin baş tarafı insan varlığının, onun tabiatının, taşıdığı insani sıfatlarının ve misyonunun keremli olduğuna; âyetin son kısmı ise insanın sonradan kendi çabasıyla kazanabileceği ulaşabileceğe üstünlüğe (kerâmete) işaret etmektedir. Demek ki insanın fitri yapısının üstün, değerli, şereflidir. Her insan doğuştan keremli/kerȃmetli olmaya adaydır. (Tıpkı herkesin ‘halife’ adayı olması gibi.) O kendi seçimi ve çabasıyla bu keremini daha da yükseltebilir. Daha doğrusu zımnen yükseltmelidir deniliyor.

Her bir insanın kendi aslında saklı olan kerȃmeti (üstünlüğü) koruyup korumadığı, yükseltip yükseltmediği onun davranışlarına, onun ahlȃkına ve onun hem Yaratıcı, hem vahiy, hem de insanlara karşı duruşuna bağlıdır.  

Bu nedenle diyoruz ki; mü’minin kerȃmeti/keremi (şerefi/değeri) onun güzel ahlȃkıdır.

           

- Kerȃmet ve türevleri

Kerâmet, kerem kökünden gelir ve aşağılıktan, zelil olmaktan arınmış olarak üstün, değerli, güzel olmak gibi anlamlara gelir. (Ece, H. K. Takva Bilinci, sayfa: 121)

Kerem, Allah’a nisbet edilirse, O’nun kullarına ihsan edici ve nimet verici olduğunu;  insana nisbet edilirse, güzel ahlȃk ve davranışları ifade eder. (Isfehȃni, R. el-Müfredȃt, s: 646)

‘Kerem, ikram, kerim, kerâmet, kirȃm, ekrem, mükerrem, mukrem (mukremûn)’ gibi kavramlar aynı kökten türemişlerdir ve aralarında anlam bağı vardır.

‘İkram’, birisine bir şey vermek, iyilik etmek, cömert davranmak demektir. Bu taltif, hem ikram sahibinin cömertliğini, hem de veren el olduğu için değerli ve hanedȃn olduğunu ifade eder. Allah (cc) en geniş anlamıyla ‘ikram’ sahibidir. (Rahman, 55/27, 78)

‘Kerem’, iyilik, bağış, üstünlük, şerefli olmak, cömert olmak demektir. Müslümanlarda bulunması gereken en güzel huylardan biridir.  

‘Kerim’, değerli ve şerefli olmak, iyilik sever olmak, çok cömert, serefli ve itibarlı gibi anlamlarına gelir. (İbni Manzur, Lisȃnu’l-Arab, 13/45)

Kerim, Kur’an’da çeşitli formlarda yirmiyedi defa geçmektedir.

el-Kerim, Allah’ın güzel isimlerinden birisidir. O, çok ikram sahibidir, cömerttir, insanlara bağışı ve affı bol olan demektir. (Neml, 27/40. Dûhan, 44/49. İnfitar, 82/6)

‘Ekrem’, en cömert, en şerefli ve yüce, en değerli demektir. Kur’an bu sıfatı bir âyette Allah (cc) hakkında kullanmaktadır. Ki, herhangi bir karşılık almadan ve beklemeden sınırsızca veren demektir. (Alak, 96/3)

İnsanlar Allah’ın kulları olmaları yönünden eşittirler. Bu açıdan birbirlerine karşı bir üstünlükleri yoktur. İnsanların ‘en ekremi’, en üstünü ve en şereflisi Allah’a karşı sorumluluk bilincini en iyi duyandır, yani takva sahibi olandır. (Hucurât, 49/13)

‘Mukrem ve Mükerrem’, kendisine ikrama edilmiş, şerefli ve değerli kılınmış manasındadır. 'Mukrem', Kur'an'da beş ȃyette çoğul olarak geçmektedir. (Enbiya, 21/26. Saffat, 37/42. Mearic, 70//35. Yâsin, 36/37. Zariyat, 51/24)

Müslümanlar ‘mukremûn’durlar, yani kendilerine çok cömert davranılan, bol bol ikram edilen, Cennetlerde ağırlanan, değer verilen şerefli kimselerdir.

-          Kerȃmet nedir?

Kerȃmet için üç çeşit açıklama biçimi vardır:

a-Değerli/üstün olma anlamıyla kerȃmet

Kur’an, takvayı kerâmetin tek odak noktası olarak saymaktadır. Nitekim Allah (cc) kendi katında üstünlük ölçüsünü böyle bir kerem’e (kerâmet’e) bağlamıştır. (Hucurât, 49/13)

Bir kimse ilâhí ölçülere dikkat ederek kötülüklerden uzaklaşır ve güzelliklerle donanırsa keremli (kerim) olur, kerâmete ulaşır. Kerâmetin varlığı ve yokluğu  takvanın varlığına ve yokluğuna bağlıdır. Kerâmetin azlığı veya çokluğu da takvanın zayıflığına ve kuvvetli oluşuna göre belirlenir. (Amûlí, C. Kur’an’da Kerȃmet, s:  39-41)

Kerâmete (yüce ve değerli olmaya, ya da Allah’ın ikramına) kavuşmanın yolu, olağanüstülükler değil,  yanlızca takva bilincidir. 

Ahiret hayatına göre değersiz ve geçici olan yeryüzü hayatı dünya’dır. Dünya hayatı, kerâmetin (üstün ve değerli olmanın) karşıtı olarak deni’dir, yani değersiz ve kerâmete göre aşağıdır. İnsanın kerâmeti (üstünlüğü), bu deni (değersiz/aşağı) olan dünya lezzetleriyle, dünyalık makamlarla, ya da dünyaya ait ölçülerle ortaya çıkmaz. Onun değeri, Kerím olan Allah’ın davetine uyarak, eksikliklerden ve yanlış olan şeylerden uzaklaşma gayreti ve O’nun öğrettiği kerâmet dersini almakla mümkündür.

Beşerin mayasındaki toprak unsuru; onun, kendi değerini çamur/toprak seviyesine düşürebileceğini, ona üflenen ilâhí ruh ise onun kendi keremini/kerȃmetini (değerini) ma’rifet, takva bilinci ve salih amelle/güzel aklȃkla yükseltebileceğini işaret ediyor.

İnsan, benliğine yerleştirilen takvayı ve fücûru (günah işlemeyi) (Şems, 91/7-10) tanıdığı oranda kerâmete yönelir. Benliğinde bir kabiliyet olarak saklı olan takva yönüne adım atan herkes kerim (kerâmetli) olur. En çok takvalı olan da ‘ekrem (en yüce)' olur.

Allah (cc) ekrem (en üstün) olandır (Ekremu’l-ekremin’dir). Keremli (kerâmetli) olmanın yollarını, ya da neyin kerem olduğunu yalnızca O (cc) bilir. O (cc), insanlara gönderdiği vahiyle kullarına kerâmet (yüce ve değerli olma) dersi vermektedir. Kerem sahibi bir öğretmen elbette kerâmet dersi verir. Allah’ın dostları (velileri) mü’minler de Kerím olan Allah’ın kerâmet öğrencileridir.

Peygamberler bu üstünlüğü (kerâmeti) aracısız olarak Rablerinden alırlar.  Mü’minler de peygamberlerin öğrettiklerini uygulayarak, onlara tabi olarak, onları örnek alarak keremli (kerâmetli) olmaya çalışırlar.

Kur’an, ‘kerím’ bir kitaptır (şerefi yücedir, kıymetlidir). (Vakıa, 56/77)

Bunun anlamı, Kur’an şerefli ve üstün bir kitap olduğu gibi, kulların kerâmete (ilâhí ikrama) nasıl ulaşacağını, nasıl keremli olabileceğini gösteren, kerim olmanın (kerâmete kavuşmanın) proğramını sunan bir kitaptır. Kur’an’ın insanlara sunduğu hayat proğramını takip etmeyenler; asla ne veli olabilirler, ne de Kur’an’da anlatılan kerâmete ulaşabilirler.

Ebu Hurayra’nın anlattığına göre Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Kur’an, Kıyamet günü gelir ve kendisini öğrenip onunla amel eden için der ki: “Yarabbi, onu giydir.” Bunun üzerine ona kerȃmet (değelilik/şeref) tacı giydirilir. Sonra; “Ey Rabbim, ona verileni artır” der. Bu sefer ona kerȃmet (üstünlük) elbisesi giydirilir. Sonra; “Yarabbi, ondan razı ol’ der. Allah (cc) da; “Ondan razı oldum” der. Bunun ardından ona “oku ve yüksel” denir. Ona her ȃyet karşılığı bir hasene verilir.” (Tirmizi, F. Kur’an/18, no: 2915)         

Semüra (ra) Peygamber’in (sav) şöyle dediğini rivayet ediyor:

“Haseb (insanlara göre asalet) maldır, kerem (kerâmet) ise takvadır.” (Tirmizî, Tefsir/50,  no: 3271)

Kur’an kişileri imanları ve takvaları sebebiyle metheder; küfürleri, fasıklıkları veya  isyanları sebebiyle de kötüler. (İbni Teymiyye, et-Tefsiru’l Kebir,  4/42) 

Yüce Allah’ın emir ve yasaklarına saygı gösteren bir kimse elbette, Rabbine, kendisine, ailesine, çevresindekilere ve bütün insanlığa karşı görevlerini en iyi şekilde yerine getirecek ve görevindeki başarısı nisbetinde de Allah’ın katında derecesi (kerâmeti) yüksek olacaktır. Bunu da en iyi takdir edecek ve bilecek olan da Allah’tır.  

Allah Teâla’ya göre halkın en kerâmetlisi (en üstün olanı), dili Allah’ın zikrinden ayrılmayan kimsedir. Çünkü o Allah’ın emrini yerine getirmede ve yasaklarından kaçınmada takva bilinciyle hareket eder. Devamlı O’nu hatırlar, O’nun huzurunda olduğunun şuurundadır.  (İbni Kayyim el-Cevziyye, el-Vâbilu’s-Sayyib, s: 68)

Allah’ın elçileri insanlara kerâmet (değerli olma) dersi veren mürşidlerdir (öğretmenlerdir). Ahlâkí keremlerin (güzelliklerin) hepsini ve en en mükemmel örneğini insanlığa göstermek için de Hz. Muhammed (sav) son elçi olarak gönderiliyor. Buna göre ilâhi davet de, insanları kerim olmaya (kerâmete) bir çağrıdır.  (Amûlí, C. Kur’an’da Kerâmet, s: 18-20)

b-Allah’ın ikramı anlamında kerȃmet

Yukarıda geçtiği gibi, kerem Allah’a nisbet edilirse, O’nun ikramı, nimet vermesi, ihsanda bulunması anlamına gelir.

Öyleyse ‘kerâmet’ Allah’ın el-Kerim isminin sonucu olarak kullarına ikramda bulunması, lutfetmesidir. İnsanlar bu türlü ikramlara, bu ilȃhi hediyelere her zaman kavuşabilir, olağanüstü zannedilen bir olayla karşılaşabilir, beklenmeyen yardımlara ulaşabilir. Hiç umulmayan bir anda sıkıntıdan kurtulmak, zor durumlarda birdenbire çıkış yolları bulmak, beklenmedik bir yerde  başarı göstermek gibi.

Bu çeşit bir yardımlara, yani Allah’ın ikramına kavuşanlara hemen –klasik anlamda- veli ünvanı vermek doğru olmadığı gibi, Allah’ın velilerinden sayılmak için de bu gibi olağanüstü özelliklere sahip olmak gerekmez. Allah’a karşı sorumluluk bilinci ile kulluk yapan ihlaslı mü’minler kerâmete (ikrama ve değere) her zaman ve çeşitli şekillerde kavuşabilirler.

Bazıları demiştir ki, Allah’ın iyi kullarına verdiği her türlü iyi haller, onlara yaptığı ikramlar, olağanüstü olmasalar bile kerâmettir. Tekrar belirtelim ki avamın zannettiği gibi kerâmet göstermek veli olmanın şartı değildir. Bilâkis bütün takva sahibi müslümanlar, bütün veli mü’min kullar her zaman ilâhî kerem’e (kerâmete) kavuşurlar. Bu ikramın da olağanüstü bir şekilde görülmesi şart değildir. 

 Kimileri de kerâmeti, ‘Bazı şeylerin zamanı geliyor ve Allah da onları ortaya çıkarıyor. En büyük kerâmet sizde olan kötü huyların yerini iyi huylara bırakmasıdır’ şeklinde açıklamışlardır.

c-Olağanüstü olay anlamında kerȃmet

Akaid kitaplarında kerȃmet olayı peygambere iman konusu ile birlikte anlatılır.  Bu anlamıyla kerȃmet, Allah’ın bazı salih kullarına verdiği bir ikram, onların yanında/eliyle gösterdiği harikulȃde/olağanüstü olaylardır.

Alimlere göre mu'cize asıl, kerâmet ise mu'cizenin bir fer'idir. Kişinin eliyle  kerâmetin zuhur etmesi, o kişinin peygambere ittibâının bereketiyledir Böylece kerâmetler, aslında peygamberlerin mucizelerine dahildirler. (İbn Teymiyye, el-Furkan, sayfa: 124)

Tarihen ve tecrübeyle sabittir ki bazı insanların hayatında, diğerlerine göre olağanüstü  olaylar görülmüştür. Bütün bunları yok saymak, kabul etmemek mümkün değildir. İnsan ister ȃlim olsun, ister cahil, ister takva sahibi olsun, isterse din konusunda gevşek olsun; böyle olaylarla karşılaşabilir, şahit olabilir.

Aslında insanın yaratılışından tutun da, evrenin muazzam düzenine kadar her şey Allah’ın mucizesidir. Allah (cc) tarafından yaratılan her şey insana göre olağanüstüdür. Bu insanüstü şeylere mucize veya kerâmet dememiz fazla bir şeyi değiştirmez. Allah (cc) kullarına her zaman ikram ediyor. Onların gözü önünde milyarlarca olağanüstü olay yaratıyor. İnsan bu olayları her gün gördüğü için pek farkında değildir.

Güneşin doğuşundan bir örümceğin hayatına, bir bebeğin dünyaya gelişinden elmanın tadına, bir kuşun uçmasından bir çiçeğin açmasına  kadar her şey mucizedir. Bu olağanüstü olayların bir müslümanın yanında görülmesi mümkündür ve bu ona Allah’ın bir ikramıdır. (Ece, H. K. Kur’an’da Üç Evliyȃ, -özetle- s: 126-143)

Kerȃmeti, bazı veli ünvanı verilen kimselerde görülen olağanüstü hal veya bunu onların tasarrufu zannedenlere Ebu Ali el-Cûzcânî’nin şöyle dediği rivȃyet ediliyor: "Sen istikameti (dinde dosdoğru olmayı) iste, kerȃmet (olağanüstülük) isteme. Çünkü nefsin kerȃmet için uğraşmakta, halbuki, Rabbin senden "istikamet" istemektedir."

Ebu'l Hasan Eş-Şâzelî de bu hususta şunları söylüyor: "Gerçek anlamda ‘kerâmet’: Dosdoğru bir istikametten ibarettir. Bu istikameti de tam olgunluğa eriştirmektir. Bu ise iki temele dayanır. Allah'a gerçek manada iman etmekle ve Allah'ın Rasulünün getirdiklerine zâhirî ve bâtîni manada tabi olmakla sağlanır Kişiye düşen görev, bunları elde etmek için gayretini sarfetmesidir. ... Olağanüstü olay anlamında Kerâmete gelince, muhakkık (işin ehli) âlimler nezdinde buna itibar olunmaz."  http://www.sevde.de/islam_Ans/K/keramet.htm

Şüphesiz Allah’tan (cc) başka hiç kimsenin yapamayacağı şeyleri; ‘Allah dilerse veli kullarına güç verir, izin verir, onlar da yaparlar’ mazeretine sığınarak yapabildiklerini savunmak, kerȃmeti Allah’ın kullarına ikramı olmaktan öte, kimilerinin gücü ve makamı zannetmek İslȃmın tevhid inancıyla bağdaşmaz.

 

-Müslümanın kerȃmeti (değeri/üstünlüğü) güzel ahlȃkıdır

İslâm; “Allah’a saygı duymak (ibadet etmek),

Ve O’nun yaratıklarına güzel davranmaktır” şeklinde tarif edilse, doğrudur.

Bu da İslâmın güzel ahlâka ne kadar önem verdiğini gösterir.

Kur’an ibadet etmeye ve güzel davranışta bulunmaya ‘sâlih amel’ diyor. Kur’an’ın sâlih amel dediği davranışların bir kısmı İslâmdaki ibadetler, bir kısmı ise güzel ahlâktır.

Güzel ahlâk İslâmın tâ kendisidir.

Kerem, söz ve davranışla, maddi yardım veya ikramla insanlara iyi davranmayı ifade eden çok geniş kapsamlı bir ahlâk kuralıdır. Güzel huylardan sayılan, bağışlamak, iyi davranış, ihsan etmek, cömertlik yapmak, infak etmek, paylaşmak, güler yüzlü olmak gibi davranışlar ‘kerem’ sahibi olmak diye anlatılmıştır.

Kerem sahibi olmak, müslümanların en önemli özelliklerindendir.  

Peygamberimizin asıl görevi insanlara güzel ahlâkın, iyi insanın nasıl olduğunu öğretmekti. Kendisi şöyle buyuruyor:

“Ben, ahlâkın güzelliklerini (keremini) tamamlamak için (Allah tarafından peygamber olarak) gönderildim.” (Muvatta, Husnü’l-Hulk/8. Ahmed b. Hanbel, 2/381)

Hz. Muhammed’e, henüz peygamber olmadan, cahiliyye döneminde ‘el-Emin’ denilmesinin, onun müslümanlar tarafından çok çok sevilmesinin bir sebebi de onun ahlȃkının güzelliğidir.

Onun Rasul-ü ekrem (en kerametli, en kerim elçi) oluşu, ahlâkının güzel, şahsiyetinin örnek, kulluğunun mükemmel oluşundandır.

Sahabeler Peygamber (sav) hakkında şöyle dediler:

“Allah’ın Rasûlü, yüz bakımından da insanların en güzeli idi, ahlâkımından da insanların en güzeli idi.” (Buharî, Menakıb/23 no: 3549. Müslim, Fedâil/93 no: 6066) 

Kur’an, Peygamberimizin ahlâkını methettiği gibi (Kalem, 68/4), hanımlarından Hz. Aişe (r.anha) O’nun ahlâkının Kur’an olduğunu söylüyor. (Müslim, Müsafirîn/139 no: 1739)

Ahlȃkla ilgili bir kaç hadis

Hz. Muâz İbnu Cebel (ra) anlatıyor: "Rasûlullah (sav) bana: "Ey Muâz, insanlara karşı iyi ahlâklı ol!" dedi." (Muvatta, Hüsnü'l-Hulk/1)

 "Mü'minler arasında imanca en kâmil olanı, ahlâkça en güzel olanıdır. En hayırlınız da ailesine hayırlı olandır." (Tirmizî, Rad/11,no: 1162.  Ebu Dâvud, Sünnet 16 no: 4682)

"Kıyâmet günü, mü'minin mizanında güzel ahlâktan daha ağır basan bir şey yoktur. Allah Teâla çirkin (düşük söz ve davranış) sahiplerine buğzeder." (Tirmizî, Birr/62, no: 2003. Ebu Dâvud, Edeb/8, no: 4799)

"Bana en sevgili olanınız, kıyâmet günü de bana mevkice en yakın bulunacak olanınız, ahlâkça en güzel olanlarınızdır. Bana en menfur (sevimsiz) olanınız, kıyâmet günü de mevkice benden en uzak bulunacak olanınız, gevezeler, boşboğazlar ve yüksekten atanlardır." (Cemaatte bulunan bâzıları): "Ey Allah'ın Rasûlü! Yüksekten atanlar kimlerdir`?" diye sordular. "Onlar mütekebbir (büyüklük taslayan) kimselerdir!" cevabını verdi." (Tirmizî, Birr /77 no: 2019)

Nevvâs İbnu Sem'an (ra) anlatıyor: "Rasûlullah’a (sav)  iyilik (birr) ve günah hakkında sordum. Bana şu cevabı verdi: "İyilik (birr), güzel ahlâktır. Günah da içini rahatsız eden ve başkasının muttali olmasından korktuğun şeydir." (Müslim, Birr/15 no: 2553. Tirmizî, Zühd/52 no: 2390)

Peygamber (sav); “en çok neyin insanları cennete sokacağı sorusuna;  “takva ve güzel ahlâk”  cevabını vermiştir. (Tirmizi, Birr/62 no: 2004)

Peygamber (sav) sahabelere sordu:

“Sizin en iyinizin kim olduğunu haber vereyim mi?” Yanında olanlar dediler ki; “Haber ver ey Allah’ın peygamberi.” “Uzun yaşayan ve ve güzel ahlâklı olanınız sizin en iyinizdir” buyurdu. (Ahmed b. Hanbel, no: 9257)

-Kerȃmetli olmanın görüntüleri

Kerȃmete ulaşmanın, değerli ve üstün olmanın, şerefli ve necip olmanın müslümanın hayatında bazı görüntüleri vardır. Bunlardan en önemlileri şunlardır:

1-Takva bilinci

Keremli bir mü’min sürekli takva bilinci ile hareket eder. Onun ibadetine bu bilinç yön verdiği gibi, davranışlarının yöneticicisi de bu bilinçtir.

Kur’an, takva sahibi olanlara (Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle hareket edenlere) ‘muttaki’ diyor. Onlar, Allah’ın koyduğu sınırları aşmaktan kaçınan, nefislerine zarar verecek bütün davranışlardan ve günahlardan Allah’ın korumasına sığınan kimselerdir.

Muttakiler, öncelikli olarak Kelime-i Tevhid’e bağlanırlar. Nefislerinin gösterdiği ‘fücûr-günaha dalma’ yoluna uymazlar. Kendilerini hataya ve isyana götürecek bütün tehlikelere, saptırmalara, şeytanın aldatmalarına karşı Allah’tan  korkup çekinirler.

Fâcir olanlar, insanı hata, günah, isyan ve azgınlıklara karşı koruyan Din elbisesini yırtıp atan, korumasız kalan, Allah’ın korumasını istemeyen, sonra da isyana ve günahlara dalanlardır. Muttekiler ise, işte o koruyucu elbiseyi ve bütün koruyucu tedbirleri kuşanan insanlardır.

Keremli mü’minler takva sahibidirler. Onlar Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle hareket ettikleri için Allah (cc) onlara değer verir, onları keremli kılar, onlara şeref ve izzet bağışlar. Şüphesiz ki erdemin derecesini yüreklerdeki Allah korkusu ve Allah sevgisi belirler.

Şairin dediği gibi.

“Ne irfandır veren ahlâka yükselik, ne vicdandır;

Fazîlet hissi insanlarda Allah korkusundandır.

Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havf-ı Yezdan'ın...

Ne irfanın kalır te'sîri kat'iyyen, ne vicdanın. » (M. Akif Ersoy)

Muttakiler, Allah’ın indirdiği Kitab’a ve ‘imam’ olarak gönderdiği peygambere inandıkları için  hidâyet üzerindedirler. Onlar, hayra davet etme, iyilikleri yaygınlaaştırma ve kötülüklerle mücadele açısından  insanlar içerisinden çıkarılmış hayırlı bir ‘ümmet’ olurlar.  Muhammed ümmeti arasından bu görevi yerine getirecek daha özel bir cemaatın-ümmetin olmasını bizzat Kur’an emrediyor. (Âli İmran, 3/104)

Ümmet kelimesinde ‘önderlik’ anlamının olduğunu hatırlarsak, müslümanların niçin muttakilere ‘imam-önder’ olmak istedikleri daha iyi anlaşılır.  Onlar, dindarlık ve salih amel bakımından önde olmayı, insanlara rehberlik yapmayı, dünyada fazilet ve takvayı yaymada öncülükte bulunmayı arzu ederler. 

“İmam, kendisine uyulan, önde olan kimsedir. Yalnız takva sahibi olmak değil, takva sahiplerine önder olma arzusu gerçekten ulvi bir gayedir. Rahman’ın kullarının ruhundaki büyüklüğü gösteren bu duanın içinde bulundurduğu mana yüce ve toplayıcıdır. Bundan yüksek bir fikrí ilerleme, bundan yüce bir gayret düşünülemez.” (Elmalılı, Tefsir, 6/89)

Takva bilinci kişiye insanlar arasında bir saygı, bir değer ve şeref de kazandırır.

Çünkü takva ile hareket edenler, vakar, haysiyet, iyilik duygusu, ağırbaşlılık, hoşgörü, dostluk ve benzeri insaní özelliklere ulaşırlar. Halkın sevdiği ve itibar ettiği davranışları kazanırlar. İnsanlar kendilerine iyilik edenleri, elleri ve dilleri ile zarar vermeyenleri, herkese faydalı olmaya çalışanları, adaletli kimseleri sever, onlara değer verirler.

Muttakiler, Allah’ın kendilerine ikram ettiği kerâmetle (üstünlük ve değerle) saygıdeğer kimseler olurlar. Allah (cc) onlara insanlar arasında bir şeref nasip eder.

Allah (cc) muttakileri mahşer gününde şerefli bir misafir olarak güzel bir karşılama ile huzuruna toplayacaktır. 

Takva sahiplerini onurlu bir konuk (vefd) olarak Rahman (olan Allah’ın huzurun)a toplayacağımız gün. Suçlu günahkârları da, susamışlar olarak cehenneme süreceğiz.” (Meryem 19/85-86)

Onlar Allah’ın huzuruna, O’nun rahmetini ve rızasını kazanmış, kendilerine değer verilmiş olarak çıkacaklar. Tıpkı şerefli elçilerin  yüksek bir makama kabul edilmeleri gibi. (İbni Kesir, Muh. Tefsir, 2/465. Zamahşerí, el-Keşşâf, 3/41)

Bazılarına göre bu âyette geçen ‘vefd’ kelimesi heyet halinde veya binek üzerinde demektir. Buna göre âyetin anlamı; “Muttakiler binek üzerinde (heyet halinde), kendilerine ikram edilerek, nimet ve değer verilerek Allah’ın huzurunda toplanacaklar” olur. (İbni Kesir, Muh. Tefsir, 2/465. Bağaví, Tefsir, 3/209. S. Ateş, Tefsir, 5/401)

2- Veli (evliya’dan) olmak

Kerem sahibi mü’minler, imanlarındaki ihlas,  ibadetlerindeki samimiyet ve

ahlȃklarındaki güzellik sebebiyle Allah’ın velisi olma derecesini kazanırlar. Bu nedenle onlar Allah’ın ikramına mazhar olup kerȃmetli (değerli ve yüce) olurlar.

“Unutmayın ki, Allah'a yakın olanların (Allah’ın velilerinin) korkmaları için bir sebep yoktur; onlar acı ve üzüntü çekmeyecekler.

Onlar, imana erişip Allah'a karşı hep sorumlu davranmaya çalışan kimselerdir.

Onlar için hem bu dünya hayatında hem de âhiret hayatında müjdeler var. Ve Allah'ın vaadlerinde asla bir değişme olmayacak [olduğuna göre], işte budur en büyük zafer, en büyük başarı!”  (Yunus 10/62-64)

Veli olmanın, yani ‘evliyâu’llah’tan olmanın şartı iman ve takvadır.

Allah’ın dostları (evliyâ), ancak Allah’tan korkup-sakınan ve emirlerini yerine getirmeye çalışanlar olduğuna göre, herkes, iman ve takvası derecesinde Allah’ın dostluğuna erişebilir. İman ve takva konusunda daha ileri derecede olanlar, elbette ki Allah’ın en yakın dostları arasında bulunmaktadır. Bir başka deyişle, insanlar imanları oranında Allah’a yaklaşır ve O’nun dostu olurlar. Küfürleri oranında da O’nun gazabını kazanırlar.” (İbni Teymiyye, Velâyet Risalesi, s: 24)

Takva sahibi mü’minler, Hakk’ın canlı şahitleridir. Onlar, İslâmın güzelliklerini pratik hayatlarında gösterirler. Onlar İslâmı öylesine güzel yaşarlar ki, onlara bakıldığı zaman Allah hatırlanır. O’nun âyetleri akla gelir, O’nun ölçülerine uymanın, O’nun emirlerine yerine getirmenin insana kazandırdığı güzellikler görülür.

İşte Allah’ın veli kulları, müttaki mü’minlerdir.

Allah (cc) Hz. Muhammed’i, onu kendi dostlarıyla, düşmanları arasında  bir ölçüt kıldı. İnsanlardan hiç bir kimse, onun getirdiği gerçeklere iman etmedikçe ve ona bütünüyle bağlanmadıkça, Allah’ın dostu/yakını (veli) olamaz. Bundan dolayı, Allah’ın Rasûlünü sevmeden evliyȃ olduğunu söyleyenler yalancıdır. (İbni Teymiyye, Velâyet Risalesi, s: 10)

Peygamber’e Allah’ın velileri kimlerdir diye sorulmuş, O da şöyle buyurmuştur:  « Evliyau’llah (Allah’ın veli kulları), Allah (cc) için severek birbirlerine dost, yârân, ahbab olurlar. » (Ebu Davud, Sünne no: 459. Bir benzeri Tirmizî, Zühd/53 no: 2390)

Hz. Ömer’den gelen bir rivâyete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur:         

“Allah’ın kulları içinde kendileri şehid veya nebi olmadıkları halde nebilerin ve şehidlerin bile gıpta ettiği nice kullar vardır. Denildi ki; Onlar kimlerdir, belki onlara sevgi duyarız? Allah’ın Rasûlü şöyle buyurdu: “Onlar, aralarında ticaret ve akrabalık olmadığı halde birbirlerini Allah için seven bir gruptur. Yüzleri nur (gibidir) ve nurdan tahtlar üzerindedirler. İnsanların korktukları ve üzüldükleri gün, bunlar ne korkar ne de üzülürler.” Sonra da  bu âyeti okudu. (Yunus 10/62)” (Müstedrek, 4/170. nak. Elmalılı, Tefsir, 4/495. Ebu Dâvud bu hadis Ebu Hureyre’den aktarıyor. nak. İbni Kesir, Tefsir, 2/199)

Peygamber de kendi velileri/yakınları ve dostları hakkında şöyle diyor: “Doğrusu falan soy benim dostlarım değildir.  Benim gerçek dostlarım Allah ve sâlih mü’minlerdi.” (Müslim, İman /366 no: 366)

Buhâri’de geçen bir hadise göre bir insan Allah’a en fazla farz kuılınan ibadetlerle yakın olabilir. Eğer bir kul farzların dışında çok nafile ibadet işlerse, Allah (cc) onun (mecazi olarak) tutan eli, gören gözü, yürüyen ayağı olur. (Buhârî, Rikak/38 no: 6502)

Şüphesiz bu ödül, müslümanın henüz dünyada iken ulaşabileceği derece, şeref ve kerȃmettir.

Bazılarına göre velinin özel bir anlamı vardır. Veli, Allah’ın sevgisi ile olgunlaşmış, bencillik duygularını kırmış, tam anlamıyla Peygamber ahlâkını kazanmış kişidir.

3-İffet (namus) ve haya

Allah’a karşı sorumluluk duygusuyla hareket eden mü’minleri; iffet (namus) ve haya kerȃmeti ile ödüllendirir. Zira bunlar erdemin, şerefli olmanın, kaliteli karaktere sahip olmanın göstergesidir.

Namus, bir ahlȃk terimi olarak insanlar arasında şerefli ve lekesiz bir şekilde yaşama karşılığıdır. Türkçe’de namus kelimesi yaygın bir biçimde ırz, iffet, edep, haya, doğruluk, itibar, güvenilirlik, şeref ve haysiyet gibi, yüksek erdem ifade eden huylar yerine kullanılmaktadır.

Kur’an’da ve hadislerde ‘namus’ kelimesi yerine daha çok ‘iffet, haya ve mahrem yerlerini koruma’ şeklindeki ifadeler kullanılmış, bu gibi sıfatlara ve ahlâka sahip mü’minler övülmüştür. (Bakınız: Mearic 70/28-31. Mü’minûn  23/1-8)

Kur’an, mü’minleri iffetli olmaya davet ediyor. (Nûr 24/30-31) Mü’minler namus ve iffetlerine düşkün olmak zorundadırlar. Bunlara gölge düşürecek, onların iffetsiz ve namussuz tanınmasına sebep olacak her türlü aşırı davranışlardan kaçınırlar.  

Mü’minin şerefini artıran, onu faziletlerle donatan, onun değerini yücelten, yani onu kerȃmetli kılan elbette iffet anlayışı, namus duygusudur. Mü’min, aşağı ve bayağı davranışlardan uzak durur. O, insanlar arasında ahlâk ve fazilet yönünden seçilmiş insandır. Kimsenin iffetine ve namusuna kötü gözle bakmaz. Kendi namus ve iffetini değerli bildiği gibi, diğer mü’min kardeşlerinin namusunu da öylece değerli bilir ve korur.

Her türlü kötü ahlâk, çirkin davranışlar mü’minin kalitesini düşürür. Harama bakmak, zina etmek, zinaya sürükleyen yollara girmek; şüphesiz iffete zarar verir. İffet ve namusu koruyan en güzel duygulardan biri de utanma (ar) duygusudur. Peygamber buyuruyor ki:

“İnsanlar peygamberlerin sözünden şunu da öğrendiler: Utanmasan dilediğini yap.” (Ebu Davud, Edep/6 no: 4797)

4-İzzet ve vakar

İzzet ve vakar, güzel ahlȃlı müslümanların karandığı bir kerȃmet, şeref ve yüceliktir.

Kur’an şöyle diyor:

“... Ama asıl izzet, Allah'a, O'nun Elçisi'ne ve inananlara aittir: fakat münafıklar bunun farkında değiller..” (Münafikûn 63/8)

‘İzzet’; kişinin şerefinin yüceliğini ve değerini anlatır. Onu zillete (alçaklığa, şerefsizliğe) düşmekten alıkoyan bütün üstünlükler, yücelikler ve sahip olunan imkanlardır. İzzetin karşıtı ‘zillet’tir.

Kur’an’a göre üstünlük, şeref ve izzet soyla, zenginlikle, bir ülkeye mensup olmakla, diploma ile değil; iman ve o imanın getirdiği ahlâkla kazanılır. Mü’min, fakir de olsa izzet sahibidir.

“Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer hakikaten inanıyorsanız, muhakkak üstün olan sizsinizdir.” (Ȃli İmran 3/139)

Öncelikle izzet, uydurma tanrıları terkedip Alemlerin Rabbine kulluk yapmaktır. (Meryem 19/81. Bekara 2/206) Peygamber ve mü’minler de Allah’ın emrine itaat ettikleri için O’nun yanında değer kazanırlar, İslâmı hayat ve ahlȃk olarak yaşadıkları için de dünya hayatında ‘izzet-üstünlük’ elde etme imkanına kavuşurlar.

İslâm, insan fıtratına aykırı, insanın değerini düşürecek bütün davranışları yasaklıyor. İçki içmek, zina etmek, hırsızlık yapmak gibi. Bunlar ve bunlara benzer bütün fiiller insanın kalitesini düşürür.

Müslüman vakar ve izzet sahibidir. Yalan, üç kağıtçılık, dalavere, küfürlü sözler, sokak sersileri gibi sövmek, çirkin sözler, ayıp ifadeler, cıvıklık, sulu şakalar, malȃya’ni, kahkaha ile gülmek, insanları güldürmek için şaklabanlık yapmak, dilenmek, çıkar için kalıptan kalıba girmek, yağcılık yapmak, hakkı olmayan şeyi almak için araya torpil koymak veya rüşvet vermek, ayak oyunları, başkasının aleyhine ileri geri konuşmak, başkalarını küçümsemek ve kibirlenmek, ayrımcılık yapmak ve asabiye (kabilecilik) davası gütmek, koğuculuk, haset etmek, alay etmek, başkalarını çirkin lakapla anmak, iffetsiz ve şerefsiz olmak, şehvetperest olmak, başkasının namusunda gözü olmak, yolsuzluk yapmak  gibi davranışlar kötü ahlȃktır ve mü’mine yakışmaz.

İşte bu hatalardan sakınanlar izzet, vakar, şeref ve haysiyet sahibi olurlar. Bunları yapanlar ise şereflerini kaybederler, itibarsız, zelil-değersiz (kerȃmetsiz, meymenetsiz) olurlar.

Gerçek mü’min, şeref ve izzetini kaybetmemek için küçültücü davranışlardan uzak kalır. Adi ve boş işlerin peşinden gitmez, ufak çıkarlar, ucuz kazançların peşinde koşmaz. O küçük değil büyük hedeflerin adamıdır. O, çıkarının karşısında eğilmez ve kimsenin karşısında iki büklüm olmaz. Hele hele zalimlerin karşısında  başı dik ve onurludur. Onun davranışları orta halli, sözleri doğru ve oturaklı, ahlâkı güzel, duruşu ağır başlı (vakur), hedefi yücedir.

Mü’minler, kendi kardeşleri olan müslümanlara karşı gayet alçak gönüllü (zelil), mütevazi ve merhametli, ama düşmanlarına karşı ‘izzet’ (güç ve şeref) sahibidirler. Onların karşısında pısırık, sünepe, teslimiyetçi ve hakkını bile savunamayacak kadar korkak değildirler. (Maide 5/54)

Allah, dilediğini aziz (izzet sahibi) kılar, dilediğini zelil (zillet sahibi) eder. (Âli İmran 3/26)

Kur’an, Vahyi’in  davetine uyarak iman edenlere ve sâlih amel işleyenlere, ahlȃklarını düzelltenlere, iki dünyada da kurtuluş ve mutluluğun yanında izzet de verileceğini duyuruyor.

Mü’minler gerçek izzet ve vakar sahibidirler ve onlar her bakımdan üstün ve şereflidirler. Yani böyle olmak görevindedirler.

5-Sevgi ve saygı

Ebu Zerr’in (ra) rivâyetine göre Peygamber (sav) şöyle buyurdu:

“Görüyor musun, kişi hayr olan amel işler ve insanlar da onu överler.” Sonra ekledi;

“Bu da mü’min için âcil bir müjdedir.” (Müslim, Birr/51 no: 2642)

Buradaki müjdenin anlamı, Allah’ın sâlih amel işleyen kulundan razı olduğuna, onu sevdiğine, onu insanlara da sevimli kıldığına işaret etmektedir. (Müslim, 4/2034de dipnot)

“İman edip de iyi davranışlarda bulunanlara (sâlih amel işleyenlere) gelince, onlar için çok merhametli olan Allah, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem 19/96)

Vahy’in gösterdiği şekilde iman ettikten sonra Allah’ın razı olacağı amelleri işleyen kimse için O (cc) insanların kalbinde onlara karşı bir sevgi yaratır. Bunu siz saygı, sempati, hayranlık, takdir ve güven duygusu, örneklik diye de anlayabilirsiniz.

Âyetin mesajı gayet açıktır. Allah (st) zaman, yer ve grup ismi vermiyor. Sadece ‘müslümanların kalbinde onlara karşı bir sevgi yaratırım’ de demiyor. “Gönüllerde bir sevgi yaratacaktır” diyor.  Bu kesin bir ifadedir.

Âyette bunun Allah’ın merhametiyle bağlantılı ifade edilmesi de ilginç. Rahmet sahibi Allah, iman edenlerin amellerinden razı olduğu için, hem onlara bir mükâfat olması, hem de insanlardan iyi muamele görebilmeleri için, gönüllerde bir sıcaklık, bir yakınlık, bir sevgi meydana getirir. Ancak dikkat edilirse buradaki birinci şart iman ve sâlih ameldir. Salih amele elbette güzel ahlȃk da dahildir.   

Peygamber’e hitap eden bir başka âyette gönüllerin bir araya getirilmesi ancak Allah’ın kudretiyle olur, "Yoksa sen dünyaları harcasan ne bir gönül satın alabilirsin, ne de gönüller arasında bir ülfet yaratabilirsin." deniliyor. (Âli İmran 3/159)

Âyet iman edip sâlih amel, yani bütün işlerini, ilişkilerini, sözlerini, çalışmalarını ve davranışlarını en güzel bir şekilde, kendine ve başkalarına salah (veya maslahat), yani fayda ve güzellik kazandıracak şekilde yapanlardan insanlar memnun ve razı olurlar.

İstanbul’un fethi anlatılırken,  o günkü İstanbulluların “kardinal kavuğu görmektense, müslüman sarığı görmeyi tercih ettiklerini” dedikleri rivȃyet edilir. Eğer doğru ise bu, yukarıdaki ȃyetin müjdesinin somut göstergesidir. O günün müslümanları imanın gereği yaptılar ki, gayri müslimlerim gönüllerinde bir sevgi ve hayranlık kazandılar. (Keşke günümüzdeki iyi niyetli gayr-i müslimler de müslümanlar hakkında aynı şeyi diyebilseler.)

Üstün sıfatlara sahip olan bir mü’min, herkesin sevgilisi olabilir. İnsanın gönlünün ma'rifet (Allah’ı bilme), dili Allah’ı zikir, organları Allah’a ibadet ile dolmasından daha yüce bir makam yoktur. Kulda bu durumlardan birisi olursa diller onu över, gönüllerde ona ait bir sevgi olmaya başlar. (S. Ateş, Y. Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 4/239)

Güzel ahlâklı insanlar sevilir. Onlara güven duyulur. Bu insanların çok olduğu evlerde ve toplumlarda mutluluk olur. Çünkü güzel ahlâk insanı mutlu eder.

6-Muhsin olmak

İhsan; güzellik, uygunluk, güzel olan şeyi en güzel şekilde yapmak demektir.  Muhsin de bu isi yapandır. Müslümanın değerini (keremini) artıran en önemli sıfatlardan birisidir.

İhsan ahlâkı, adaletten daha kapsamlı bir güzel huydur. Çünkü adalet anlayışında, karşıdakinin hakkını vermek varken, ihsanda ise daha fazlasını vermek, daha güzeli ile karşılık vermek anlayışı vardır.

 “... İyilik edin (iyi davranın); Çünkü Allah iyi davrananları sever.” (Bekara 2/195. Mâide 5/93)

“O Allah’tan korkanlar ki, bollukta da darlıkta da Allah için (mal) harcarlar, öfkelerine sahip olurlar ve insanları affederler. Allah da (işte böyle) güzel davrananları sever.” (Âli İmran 3/134)

Muhsin olan mü’minler; yıkmanın değil inşanın, korkutmanın değil sevindirmenin, ye’se düşürmenin değil ümit vermenin, düşmanlığın değil dostluğunu, fesadın değil ıslahın, öldürmenin değil diriltmenin, soymanın değil paylaşmanın, egoizmin değil diğergȃm olmanın, çıkarın değil infak etmenin, gönül yıkmanın değil yürek kazanmanın sembolüdürler.

Mü’min, insanlara güzellikle, ‘ihsan ahlâkıyla’ davranır. İbadetlerini ‘ihsan’ şuuruyla yapar. Kendisine yapılan ‘ihsan’ları -iyilikleri-, gerek Allah’tan gelsin gerek kullardan gelsin- inkâr etmez, ihsana ihsanla karşılık verir. (Bakara 2/195)

Muhsinler (ihsan sahipleri), bütün işlerini ahlȃka uygun yaparlar. Onlar, çirkin, bayağı, kötü, zararlı ve faydasız amellerden, faaliyetlerden uzaktırlar. Muhsin olanlar, insanlar içerisinde güzel davranışların, işleri güzel yapmanın temsilcisidirler

İhsan üzere hareket eden mu’min; yanı zamanda hayatın her alanına güzellikler, iyilikler, dostluklar yerleşsin diye aktif olarak çalışan kimsedir. O çok iyi bir hak savuncusu, iyi bir çevreci, iyi bir eğitimci, estetikten ve sanattan yana, temizlik sevdalısı, dostluk elçisi, barış mücahididir.

Bütün bunlar da onun için bir şeref, izzet, üstünlük yani kerȃmet/kerem sebebidir.

-Son söz

İslâm dini insana hep güzel davranışları emreder, kötü davranışların yapılmamasını ister. İyi davranışlar, hem insanlığın gereğidir, hem de insanlarla iyi geçinmenin yoludur.

Güzel ahlâk sahibi olmak, kişiye çok şey kazandırır. Her şeyden önce iyi bir insan olur. Seveni çok, düşmanı az olur. Başkalarına güzel davrandığı için, onlar da ona karşı güzel davranır.Başkalarına eliyle ve diliyle zarar vermez. Başkasına zarar vermeyenler de onlardan bir zarar görmez. 

Güzel ahlâklı olmak İslâm’da bir ibadettir. İnsana yakışan güzel davranışlardır, efendi ve  iyi bir insan olmaktır. Güzel ahlȃk kişiye şeref ve itibar, kalite ve yücelik kazandırır. Müslümanın kerȃmeti de budur. Bu hem Allah’ın ona samimiyetinden dolayı bir ikramıdır, hem de tercih ettiği güzel davranışların kendi üzerindeki sonucudur.

İman edenler, başkalarında olağanüstü anlamında ‘kerȃmet’, ya da olağanüstü olayları gösterdiğini zannettiği üstadlar arayacağına, ‘ahlȃkın keremlerini göstermek için gönderilen’ Hz. Muhammed’i örnek alarak, güzel ahlȃkı kuşanarak, en keremli davranışları karakter haline getirerek kerȃmetli (değerli ve yüce) olmanın yollarını aramalılar.

Zira böylesi bir çaba hem sorumluluktur, hem de bitimsiz kazanç kapısıdır.   

Peygamber (sav) şöyle dua ederdi:

“Allahım! Bana ahlâkın en güzelini nasip et. Sendan başkası beni güzel ahlâka kavuşturamaz. Kötü ahlâktan da beni koru. Senden başka hiç kimse beni kötü ahlâktan koruyamaz.” (Müslim, Müsafirín/201. Nesâí, İftitah/16,17)

Hüseyin K. Ece

10.04.2011

Zaandam/Hollanda

 

Kur'ani Hayat Dergisi, Mayıs-Haziran 2011 Sayı: 18