Konuyu anlamak için öncelikle ‘selâm’ ve ‘daru’s-selam’ kelimelerini açıklamak istiyorum:

 

1- Daru’s-selâm/esenlik ve güven yurdu

1a-Selâm;

Selâm’, ‘selime’ fiilinden gelen bir masdardır. Sözlükte, kurtulmak, selâmette olmak, güven, barış, ayıp ve kusurlardan uzak olmak anlamlarına gelir.

Allah’ın ismi olarak es-Selâm; kendisi her türlü eksiklik ve noksanlıktan uzak olduğu gibi başkalarına da barış ve esenlik, selamet veren anlamına gelir.  bozukluktan uzak tutan, onlara selâmet veren demektir.

* ‘es-Selâm’, hem Allah’ın noksanlıklardan uzak olduğunu, hem de O’ndan kullarına gelen esenliği, güveni ve kurtuluşu ifade eder.

* Kur’an’da ‘selâm’ kelimesi esenlik, kurtuluş ve tehlikeden salim (uzak) olma anlamlarında da kullanılmaktadır. (11 Hûd/48. 21 Enbiya/69)

Selâm insanlar hakkında kullanıldığında, ‘selâm vermeyi’, sözle esenlik, barış ve güven dilemeyi ifade etmek; Allah hakkında kullanıldığı zaman da, bizzat bu esenliği, barışı ve güveni gerçekleştirmek ve kullara vermek anlamında gelmektedir.

* Cennetlikler orada ‘selâm’ ile karşılanacaktır. (Yasin, 36/58. Zümer, 39/73. A’raf, 7/46. Yunus, 10/10. Ra’d, 13/24 ve diğerleri)

* Cennette bulunan mü’minler orada boş bir söz, yalan bir lâf değil; selâm sözü işitecekler. (Meryem, 19/62. Vakıa, 56/26)

 

b-Selâm yolları;

Allah (cc), rızasına uyanları Kur’an ve Hz. Muhammed’le ‘selâm yollarına’ ulaştırır.

“Ey Kitâb-ı Mukaddes'in izleyicileri! Şimdi size, [kendi kendinizden] gizlediğiniz Kitab'ın birçoğunu açıklamak ve bir kısmını da bağışlamak amacıyla Elçimiz gelmiştir. Şimdi Allah'tan size bir ışık ve apaçık bir ilahî kelâm ulaşmıştır,

ki onunla Allah, kendi rızasını arayan herkese kurtuluşa götüren yolları gösterir, rahmetiyle onları karanlığın derinliklerinden aydınlığa çıkarır ve dosdoğru bir yola yöneltir.” (Maide, 5/15-16) (5 Maide/16)

 

c-Darü’s-selâm;

Kelime manası; selam yurdu, esenlik ve güven yurdu demektir.

Asıl ‘selâm yurdu’ Cennet’tir. Cennet’te bitmeyecek bir sonsuzluk, fakirliği olmayan bir zenginlik, hastalıksız sağlık, zilleti olmayan bir izzet, korkusu olmayan bir emniyet, aksi düşünülmeyen sonsuz bir mutluluk vardır.

Allah (cc), bütün insanları bu ‘selâm yurduna’ davet ediyor.

[Bilin ki] Allah, [insanı] huzur ve güvenlik ortamına (daru’s-selâm’a) çağırmakta ve dileyeni dosdoğru bir yola yöneltmektedir.

İyi ve yararlı işler yapmakta sebatlı olanları (karşılık olarak) daha iyisi ve ondan da fazlası beklemektedir. [Kıyamet Günü'nde] onların yüzlerini ne bir kararma, ne de bir aşağılanma gölgelemeyecektir: İşte bunlardır cennetlikler; orada ebedî kalacak olanlar.” (Yunus, 10/25-26)

Burada geçen ‘daru’s-selâm’ genellikle ‘cennet’ olarak anlaşılmıştır. Nitekim bir başka ayette iman edip salih amel işleyenlere böyle bir makamın verileceği söyleniyor:

Rableri katında onlara esenlik yurdu (cennet) vardır. Ve yapmakta oldukları (güzel) işler sebebiyle Allah onların dostudur.” (En’am, 6/127)

Birinci âyetin baş tarafında genel bir ifade kullanılması ve arkasından da isteyen kimseleri doğru yola yöneltmekten bahsedilmesi, âyeti daha geniş manada anlamamıza imkan veriyor. Zira hidayet dünya hayatıyla, kişinin dünyadaki seçimiyle ilgili bir konudur. 

İnsan korkulardan, endişelerden, tehlikelerden emin olmak ister. Güvenlik ister, huzur ister, selamet ister. Bunu sağlayacak arayışlara yönelir. Kendisine huzur verecek hayat biçimine seçer. Kendisine güven vereceğini tahmin ettiği güçlere sığınır. Hatta gerekirse güvende olabileceği beldelere göç eder.

Allah Teâla insanı bu manada mutlak huzura, mutlak esenliğe, mutlak güvene ve saadete davet ediyor.

Bunun dünyada da olması mümkündür.

Bu esenliğin, güven ve huzurun olmasını sağlayacak olan yegane hayat biçimi de adı ‘selam’ ile aynı kökten gelen İslâmdır. Allah (cc) İslamı insanlar bu kurtuluşa, esenliğe ve güvene kavuşsunlar diye gönderdi.

“Açıktır ki, dâru's-selâm terimi sadece -cennet temsîlinde işaret edilen- öte dünyadaki nihaî esenlik ortamını değil, fakat aynı zamanda gerçek müminin bu dünyadaki ruh durumunu, yani onun Allah'la, tabii çevresiyle ve kendisiyle barış ve bağdaşım içindeki huzurlu, güvenli ruh durumunu da ifade etmektedir.” (M. Esed)

Denilebilir ki, ebedi ‘esenlik yurdunu’ kazanmak; insanın dünyada kurabileceği ‘daru’s-selâm’a bağlıdır. Yani bu dünyada cennet gibi bir hayatı yaşamayanlar, ölümden sonraki cenneti kazanamazlar.  

Zira İslâm hayatı minyatür bir cennete çevirmek için gönderilmiştir. Bu hayat ebedi hayata bir hazırlık, bir örnek, bir önsöz ise; orasını burada hazırlamak kaçınılmazdır.  

Dünya hayatı ahiretteki cennetin örneğinin inşa edileceği, işte ben böyle bir cennet istiyorum diyebileceği, kısmen tadılacağı bir yerdir.

Herkes ahirette nasıl bir hayat istiyorsa öyle yaşar. Sanki derler ki’ ben ölümden sonra da böyle bir hayata kavuşmak istiyorum’.

Ölümden sonraki sonsuz cenneti isteyenler, elbette dünyadaki hayatlarını cennete çevirmek zorundadırlar. Ya da Cennetin numûnesini burada da göstermek durumundadırlar.

Bunun müslümanın hayatında üç alanda gerçekleşmesi mümkündür:

-      Kişisel hayatında,

-      Aile hayatında,

-      Ümmet hayatında.

 

2- Dünyada esenlik yurdu

2a- Kişisel hayatta selâm;

“Müslüman, sen İslâmı öyle yaşa ki, seni öldürmeye gelen sen de dirilsin” diyen mütefekkir doğru söylüyor.

 Müslümanlar islâm’ı hayat haline getirirlerse, önce kendileri ‘selâm’a ulaşırlar. Yüreklerinde İslâmın getirdiği barış ve emniyete ulaşan mü’min, bunu hayatının her alanına taşır.

O güvenilen bir insan olduğu gibi, çevresine güven verir. Şehâdeti yalnız sözle yapmaz. İmanına sözünü ve davranışlarını şahit kılar. İman ettiği esasların doğruluğu filleriyle ortaya koyar. Zira iman esasları insanları iyi olmaya, ahlâklı olmaya, kâmil insan olmaya davet ediyor.

İslâmla huzura, selâmete, esenliğe ve barışa ulaşır. İnsanlar arasında barışın, güvenliğin örneği olur. Huzur içinde yaşar, huzur verir, içinde yaşadığı toplumun huzurunu bozmaz. Ahlâkındaki eksik ve noksanlıkları gidermeye çalışır.

Lüzumsuz korkuları, insana huzursuzluk veren gereksiz endişeleleri, hiç bir işe yaramayan dünyalık takıntıları bir tarafa atar. O ne ile tatmin olacağının farkındadır. O imanla ve imanın gereklerini yapmakla huzura erileceğinin bilincindedir. (Fecr, 89/27. Ra’d, 13/28)

O, es-Selâm’dan gelen selâmı (İslam’ı) kabul etmiş, onunla selâmet yollarına ulaşmış ve selâm yurduna kavuşmuştur.

Böylece o, kendi iç dünyasında tatmine, huzura, güvene ve gerçek olgunluğa ulaşan mü’min, bunu çevresiyle, öncelikle ailesiyle ve giderek içinde yaşadığı toplumla paylaşmaya başlar.

 

2b- Ümmet hayatında selâm;

Müslüman, şahsi hayatında kazandığı bu anlayışı ve tecrübeyi ümmet bazında da gösterir.

İslamı hakkıyla yaşayan insanlardan kurulu bir toplum artık ‘selâm’ toplumu olur ve onların yaşadığı yerler de ‘selâm yurdu’ (darü’s selâm) olur.

Müslümanların yaşadığı beldelere ‘daru’l-islâm’ veya ‘daru’s-selâm’ denilmesi arasında fark yoktur. İkisi de esenliği, huzuru,  barışı ve güveni ifade ederler. Her ikisi de orada İslâmî hayatın olduğunu, orada İslâmın müslümanlar tarafından uygulandığını gösterir.

Esasen müslümanlar böyle bir toplumu oluşturmak, bu toplumun yaşayabileceği beldeleri inşa etmek zorundadırlar. Bu ümmet ve insanlık üzerine şahit olmanın gereğidir. Hidayette insanlığa önder olmak, onlara hangi konuda önder olunabileceği gösterilerek yapılır. Bu tıpkı peygamberlerin tebliğ ve temsil ettikleri vahyi pratik hayatlarında göstermeleri gibidir.

Müslümanlardan oluşan toplum insanlara arasında hak ve adaletin temsilcileri olduğu gibi, huzur ve emniyetin, esenlik ve her ne şekilde olursa olsun iyi durumun da mümessilleridir.

İnsanlar arasından çıkarılmış hayırlı ümmet olmanın özelliği budur. Onlar İslâmla kavuştukları güzellikleri Allah’ın diğer kullarıyla da paylaşırlar.

 

2c-Aile hayatında selâm;

“Aile, insanın dünyadaki küçük cennetidir” diyenler doğru söylemişlerdir.

Dünyadaki küçük cennet!

Hoş bir ifade. Ya da hoş bir temenni.

Vahyin inşa ettiği insan hayatında ailenin konumu budur. Ailenin fonksiyonu bu olmalıdır. Aile insana cennetten bir nefes, bir esinti, bir koku getirmelidir.

Hoş bir temenni diyorum; biliyoruz ki müslüman ailelerin hepsi böyle değil. Pek çok aile fertlerine cennet olacağı yerde, ızdırap yeri. Mutluluk yuvası olacağı yerde huzursuzluk mekanı.

Bu örneklerin olması İslâmın inşa edilmesi istediği ev-yuva modeli idealini değiştirmez. Kötü, iyi şey için örnek olmaz. İnsanlara ‘selâm’ı/barışı ve esenliği, selameti ve mutluluğu öğütleyen Vahiy, bunun nasıl sağlanacağını da göstermiştir. Bu model, bir hayal değil gösterilen somut bir hedeftir.

İnsan dünyaya azap çekmek için gelmediği gibi, hayattan hissesine düşen de ceza ve huzursuzluk değildir. Bilindiği gibi bu gibi şeyler insanın kişisel tercihiyle, çevre şartlarıyla ve kötülük odaklarının eylemleriyle bağlantılıdır. Kötülük işleyen kimselerin huzur araması boştur. Başkasına haksızlık edenlerin rahat uyku uyuması hakkı değildir.  

İnsanın başına gelen şeylerin üç kaynağı vardır:

1-Kişinin karşılaştığı iyi veya kötü şey, kendi yaptığı yüzündendir. Yani geçmişte bir şey yapmıştır, ondan dolayı sıkıntı, ceza, huzursuzluk veya benzeri bir şey başına gelmiştir. O zaman o kişinin kimseyi suçlamamsı gerekir. Hata kendindedir. Yapılacak şey hatayı anlamak ve vazgeçmektir. Bir daha aynı hataya düşmemeye dikkat etmektir.

Adam, evini uçurum kenarına yapmıştır. Evi göçtüğü zaman bu felaketin

faturasını kimseye yüklememeli.

         2-Kişinin başına gelen Allah’tan olabilir. İnsan bazen kendi iradesi olmadan bazı işeylerle karşılaşır. Bazı şieylerden mahrum kalır, bazı sıkıntılara uğrayabilir. Allah (cc) kullarının nimetle denediği gibi zorluklarla da denebilir. Burada kişinin hiç bir dahli yoktur.

Burada yapılması gereken şey sabretmektir. Zira Allah sabredenlerle beraberdir. Sabredenlerin ödülü büyük olacaktır. Üstelik eğer Allah (cc) kuluna bir zorluk verirse ya onun bir hatasına keffaret sayar, ya sevabını artırır, ya da affeder. Ama mutlaka onu kuluna geri öder. Tabir caizse Allah (cc) kuluna asla borçlu kalmaz.

         Bu gerçeği bilen mü’min isyan etmez, esef etmez, ah vah etmez. Bilir ki Allah’ın kendisi için takdir ettiğinde mutlaka bir hayır vardır.

         3-İnsanın başına gelen şeyler üçüncü şahıslar tarafından olabilir. Diğer insanlardan bir iyilik gelirse teşekkür edilir. Kötülük gelirse; eğer imkan varsa mücadele edilir. Yoksa yine sabredilir, Allah’tan yardım istenilir.

Haksızlığa ve zulme uğrayan mü’min bilir ki, o böyle bir durumda alacaklıdır. Allah (cc) bir gün mutlaka hakkını ondan alıp kendisine verecektir. İster bu dünyada isterse öteki dünyada.

O böyle bir durumda da alacaklıdır. Onun için o zulmeden, hak yiyen, rahatsız eden, bizar eden, huzursuzluk çıkaran; kısaca o eşrar (şerli) ve eşkıya (bedbaht olan ve bedbahtlık veren) değildir. Tam tersine hayırhâhtır; yani insanların hayrını düşünür, insanların hayrına çalışır.

Bu açıklamalardan sonra şöyle sorulabilir:

Aile nasıl ‘daru’s-selâm’ olabilir?

Kendi iç dünyasında İslâmla ‘selâm’a eren müslüman, kadın ve erkek,

yani karı-koca veya çocuk, bunu aile hayatına taşır. Aile hayatında da ‘selamet’ üzere yaşamaya gayret eder.

        

Bir kaç noktanın altını çizmeli:

* Niyetler ve ameller geleceğe yön verir. Etkilerini zaman içerisinde gösterirler. Bu etki kişinin ahlâkında görüldüğü gibi aile hayatında da görülebilir.

Yapılan hiç bir amelin karşılıksız kalmayacağını bilmek gerekir. Aile hayatında bile iyilik eden iyilik, kötülük eden kötülük görür.

Peygamber (sav) buyuruyor ki: “Siz kadınlarınıza karşı iffetli olun ki, onlar da size karşı iffetli olsunlar.”

Buradaki iffeti edep, saygı, ar ve müsamaha olarak anlamak gerekir.

* Kötülük veya haksızlık eden, eninde sonunda cezasını bulur. Tıpkı iyilik edenlerin bunun mükâfatını gördükleri gibi.  

Öyleyse kötülük eden değil, iyilik eden taraf olmalı.

*Borçlu olmaktan ise alacaklı olmak daha iyidir. Aile içinde görevini daha iyi yapan, daha çok iyilik eden, daha çok hizmet eden; daha çok alacaklı olur.

* Aile içinde herkesin görevleri ve hakları vardır. Herkes öncelikle görevini yapmalı ki, hak talep edebilsin. Bu hak talebi de ‘ben şunları şunları yaptım, şu sonucu hak ettim’ tarzında zoraki veya liste ile istenmez. Görev yapmaya devam ettikçe haklar kendiliğnden gelecektir.

* Kendi yaptıkların az görmeli, karşı tarafın yaptıklarını takdir etmeli. Bu tavrın gönülleri fethettiği yapanlar bilir. ‘Ben çok yapıyorum’, ‘yaptım yaptım değeri bilinmedi’ anlayışı aile hayatında yapıcı değil, yıkıcıdır.

Yaptıklarımızın diğerinin yaptıklarından daha fazla olduğunun ölçüsünü ne? Karşı taraf da aynı şeyi söyleyebilir. O zaman bu yarıştan bir sonuç çıkmaz.

* Herkes, karşı tarafın kendisine Rabbinden bir ‘emanet’ olduğunu bilmelidir. Emanete de ancak emîn insanlar sahip olabilir. Yalnızca emîn insanlar emaneti aldıkları gibi sahibine teslim ederler.

 

Mü’minin, imanın bir sonucu olarak emîn olması gerektiğini tekrar hatırlayalım.

* Görev bilincine sahip olunmalı. Bir kimse üzerine bir sorumluluk

aldığı zaman onun gereğini yapmalı. İhmalin zarar ve huzursuzluk vereceği, ödevin yapılmasıyla kâr edileceği ve mutluluk duyuylacağı unutulmamalı.

Bu genel prensiplerle yürütülen bir aile hayatının ‘daru’s-selâm’ olması mümkündür. Biz buna ‘dünyadaki esenlik yurdu’ veya ‘mutluluk yuvası’ diyelim.

Tekrar yukarı dönecek olursak, ebedi selâm yurdunu kazanmak isteyenler; bunun provasının evlerinde, yani aile hayatlarında yapmaları gerekir. Aile/toplum hayatında başkalarına cehennemi yaşatanların öbür âlemde işleri kolay olmasa gerek.

Şüphesiz Cennetin hiç bir nimeti dünyadakinin tam aynı değildir. Aralarında benzerlik olsa bile, Cennettekiler daha iyisi, daha ilerisidir.

Dünyada tadılan lezzetler, hoşa giden şeyler, iç huzuru veren olaylar, müjdeler, sunumlar; Cennetten küçük bir örnektir. Cennettekilerin mahiyetini biraz anlayabilmek için bir tadımlıktır.

Sonszu ‘Daru’s-selâm’ı isteyenler, işte bu tadımlık kadar şeyi kendi şahsi hayatlarında ve aile hayatlarında inşa etmek, yaşamak, tadmak durumundadırlar.

Sözün özü; Müslümanın aile hayatı ‘dünyadaki esenlik ve huzur yurdu’dur, ya da öyle olmalıdır.

Hüseyin K. Ece

11.4.2009 Zaandam/Hollanda

 

Kur'ani Hayat, Mayıs-Haziran 2009 Sayı: 6