İlâh, sözlükte ‘tapınmak, kulluk etmek’ anlamına gelen ulûhiyet, hayret etmek, gönülden bağlanıp sığınmak’ anlamına gelen veleh  veya ‘gizli olup insan idrakinin üzerinde bulunmak’ manasına gelen leyh kökünden türemiş olabileceği kabul edilir.

 

Kavram olarak ilâh; tapınılan, yüceliği karşısında haayrete düşülen, gönülden bağlanılıp sığınılan, duyularla idrak edilemeyen varlık demektir. (DİA, 22/64)

Kendisine ibadet edilen, ma’but sayılan her şey, her şeyden çok sevilen, saygı duyulan, üstün sayılan bütün mabutların ortak adı ‘ilâh’tır.

Türkçede bunun karşılığı ‘tanrı’ kelimesidir.

İnsan her zaman bir ilâha inanma, sığınma ve ondan yardım istemeye muhtaçtır. Bu bazen bir şeyden korkup sığınma şeklinde olur, bazen güçsüz kalıp yardım isteme şeklinde olur. Bütün ümitlerin bittiği bir yerde, görmediği, tanımadığı, hayal etmediği bir gizli ‘güç’ten yardım ister. Sığınılacak bir melce’ (kucak) arar. İşte insanın yardım istediği veya korkup sığındığı varlık, ona göre çok üstün, aşkın ve olağanüstü olan güç sahibi, onun tanrısı olur.

Esasen her insanda bir ilâha saygı duyma, ona boyun eğme, ondan yardım bekleme ve ona şükretme (teşkkür etme) ihtiyacı vardır. İnsan böyle yaratılmıştır. İnsan havasız, havasız, susuz, gıdasız yapamadığı gibi, ilâhsız da yapamaz. Kim ne derse desin, bu bir gerçektir. İnsan tanrısız, dinsiz ibadetsiz olmaz.

Peygamberlerin anlattığı Allah inancından ve din anlayışından uzak insan ve topluluklar; mutlaka kendilerine uygun ilâh veya ilâhlar bulurlar. Hak olan unutulursa, batıl olan devreye gider. Vahy’in bildirdiğine kulak asılmazsa, ihtiyacı gidermek için akılların uydurduğu gerçek diye kabul edilir.

Bu bağlamda şu söylenebilir: Tarihte ve günümüzde dinsiz insan olmadığı gibi, ‘ilâhsız’ insan da yoktur. Kimileri, hiç bir tanrıya inanmadığını söylese bile onun içerisinde, sığındığı, bağlandığı, yardım istediği, her şeyden çok sevdiği, her şeyden çok büyük saydığı bir ‘şey’ mutlaka vardır.

         İşte o ‘şey’ onun için bir tanrıdır. (İ. Temel Kavramları, 286)

Vahyin getirdiği ölçüleri tanımayanlar, kendilerini yaratan âlemlerin Rabbine ibadet etmeyenler, arzularından (hevalarından) başka kutsal, kendi isteklerinden ve görüşlerinden üstün güç ve doğru kabul etmezler. Bir anlamda keyiflerine uyarlar. 

Kur’an-ı Kerim çok ilginç bir örnek veriyor:

            “Gördün mü o kendi hevasını (istek ve arzularını) ilâh/tanrı edinen kimseyi. Şimdi onun üzerine sen mi bekçi olacaksın.” (Furkan, 25/43) 

         İlâh zannedilen şey, insan üzerinde var sayılan ‘güç’tür. Bu güç kimilerine göre ateş, Güneş, yıldızlar, madde, ataların ruhu, iyilik ve kötülük tanrıları, tabiat, putlar ve benzerleri olabilir. Modern zamanlarda bu tanrılar zincirine yenileri de eklendi. Kimilerine göre bu üstün güç, devlet erki, diktatörler, partiler, siyasi liderler olabilir.

Kimileri de bazı şeyleri fetiş (kutsal) hale getirir, tanrıyı sever gibi onları sever, tanrıya duyduğu ilgiyi onlara duyar. 

Bir çok ülkede diktatörler, karşı konulmaz üstün güce sahip, kızdığı zaman gazabıyla herkesi cezalandırabilen, halkı kurtaran tanrılar gibi düşünülmüştür. Hatta bir çok yerde bu diktatörler adına dikilen heykellere insanlar secde edercesine saygı göstermektedirler.

Kur’an’ın ifadesine göre Allah’tan başka tanrı uyduranlar, onlara tapınanlar, ya da onlardan bir şeyler bekleyenler bir ‘gerçek’ üzerinde değil, sadece ve sadece zan (sanrı) peşindeler. Onların yanında kesin bir ilim, ikna edici bir delil, tatmin edici bir gerekçe yoktur. Şüphesiz iddialaraını temellendirecek çok şey söylerler, yazarlar. Ama sonuçta iddiaları ‘Gerçek’ten uzaktır. Öyle zannediyorlar. Öylece doğru olduğunu düşünüyorlar. 

“Eğer yeryüzündekilerin çoğunluğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar sadece "zann"a uyarlar ve saçmalarlar.” (En’am, 6/116)

İlâh, din, ibadet, değer konusunda gerçeği dile getirmezler, ancak saçmalarlar.

Halbuki ‘zan’ ilim/delil/sübut/bürhan/isbat değildir. Sağlam bir temeli yoktur. Ebedî bir hakikat değildir. Uykudan uyanan rü’yanın sahici olmadığını anlar. Hayal dünyasından kurtulan, hayalin realite olmadığını idrak eder.

Bilgisayar/internetteki ortama sanal deriz ya, öyle bir şey. Yapma, yapay, ya da düşünülen, veya öyle olduğu zannedilen şey.

“Onların birçoğu zandan başka bir şeye uymaz. Zan ise haktan hiç bir şeyin yerini tutmaz. Şüphesiz ki, Allah onların ne yaptıklarını bilir.” (Yunus, 10/36)

“Onların bu hususta bir bilgileri yoktur. Sadece zanna uyuyorlar. Zan ise, şüphesiz hakikat bakımından birşey ifade etmez.” (Necm, 53/28)

Modern zamanlarda o kadar çok sanal âlem, o kadar çok sanal din, o kadar çok sanal inanç, o kadar çok sanal tanrı var ki, saymakla bitiremezsiniz.

İnsanlar öyle zannediyorlar. Kendilerine göre doğrunun üzerindeler. Kendi akıllarına göre doğru yapıyorlar. Akılları estiği gibi hareket ediyorlar, kendi arzularına göre karar veriyorlar. Ürettikleri şeyleri en ileri ve en ideal sanıyorlar. Heva ve heveslerinin ortaya koyduğu ölçüleri en üstün değer yargıları kabul ediyorlar.

Onların dünyasında peygamberlerin, ya da Kur’an’ın anlattığı İlâh, yok sanal tanrılar var. Uydurma ilâhlar var. Onların fikirleri kutsal, değer yargıları kutsal, sistemleri kutsal. Onlara ait olanlar yücedir, tartışılmaz doğrudur, karşı konulamaz güçtedir. Yani din gibidir. Her ne kadar adı din olmasa da, insanlar ona uyuyorlar, hayatlarına ölçü alıyorlar, kutsal birer ilke gibi sarılıyorlar. Bunları ortaya koyanlara aşırı prestij gösteriyorlar ya.

Ne yazık ki aydınlanma ile insanlığın en ideali yakaladığını, gerçeği bulduğunu zannedenler, bir sürü din, bir sürü tanrı uydurdular. Reddettikleri ilahiyatın yerine kutsal ilahiyatlar geliştirdiler. Gökten geldiğini kabul etmedikleri inançlar yerine, kendi kafalarından binlerce ianaçlar uydurdular. Bir tanrıya boyun eğip teşekkür etmeyi gururlarına yediremeyenler, sayısız tanrının kulu oldular. Bir Allah’ın rızasını boş verenler, razı etmek üzere sayısız sanal tanrılar ürettiler. Şimdi Rabblerinden mahrum kaldıkları gibi, uydurdukları tanrılardan da bir medet bulamıyorlar.

Kimisi devletini, kimisi partisini, kimisi liderini, kimisi atasını, kimisi parasını, kimisi fabrikasını, kimisi sanatçısını, kimisi takımını, kimisi çıkarını kutsallaştırdı. Eğer bunun gibi şeylere bir ilâhın sıfatları verilirse, hepsi de tanrı yerine konulmuş olur. Onlara ibadet etmese bile. Değil mi ki bir ilâha gösterilmesi gereken saygıyı onlara gösteriyor, değil mi ki bir ilâhı sevmesi gerektiği kadar onları seviyor.

Halbuki onların hepsi ‘sanal’dır. Zira onlar ‘Gerçek’in değil, zannın peşindeler. Şairin dediği gibi ‘Zum-u fâsidince keyf yetirecek’, yani bozuk/yanlış arzularına göre keyif çatacak, devran sürecek. Böyleleri de ‘zum-u fâsidince’ doğru yolda olduklarının sanrısıyla (zannıyla) yaşayıp gidecekler.

Kur’an şöyle buyuruyor:

Açın gözünüzü! Göklerde kim var, yerde kim varsa hep Allah'ındır. Allah'dan başkasına tapanlar dahi, Allah'a ortak koştuklarına uymuş olmuyorlar, ancak zanna uymuş oluyorlar. Ve yalandan başka bir şey söylemiyorlar.” (Yûnus 10/66)

 

Hüseyin K. Ece

13.07.2007

Zaandam