Adama sorarsan, çok iyi olduğunu iddia eder. Hatta sormadan bile, kerâmetini kendisi anlatır durur. Ya da birileri kendi kabilesini, kendi grubunu, kendi klübünü, kendi taraftarlarını övmekle bitiremez.

 

Gerçek acaba onların anlattığı gibi mi?

Kime sorsanız üzerinde bulunduğu hali savunur. Kendi görüşünün doğru olduğunu, tercihinin isabetli olduğunu, yaptığının yanlış olmadığını iddia eder. Seçtiği yolun, inandığı değerlerin en doğru olduğunu kabul eder. Hatta kimileri yaptığı iş pek çok açıdan yanlış da olsa, hatta suç da olsa, savunmaya gaçer.

Birisini tanıdım. Türkiye’nin bir köyünden Hollanda’ya çalışmaya gelmişti. Uzun yıllar yoğun bir şekilde çalıştı. Alnının teriyle kazandı. Zamanı gelince izine gitti. Beş tane çocuğuna ihtiyaç duydukları her şeyi vermeye çalıştı. Mazbut bir hayatı vardı. Evine, değerlerine ve inancına uzun yıllar bağlı kaldı. Ama nasıl olduysa günün birinde bir arkadaşına aldanarak bir gece klübüne kahve içmeye girdi.

Giriş o giriş.

Bu mazbut gurbetçinin hayatı yavaşa yavaş değişti. Günün birinde yanlış tercih sebebiyle, önceden sahip olduğu bütün yüce değerleri kaybetti. Kişiliğini oluşturan, onu ailesine bağlayan bütün faziletlerini yitirdi. Zamanla evini, çocuklarını, Türkiye’ye gelmeyi unuttu. Bırakın onlara yardımcı olmayı, mektup yazmayı, telefon etmeyi dahi terketmişti.

Yabancı bir kadın buldu onun peşine takıldı. Yıllarca kazancını ona yedirdi. Birlikte içtiler, kumar makinalarına dadandılar, uyuşturucu kullandılar. Sefil, perişan ve fakir düştüler.

Bu adam bir zamanlar toplum içinde parmakla gösterilirken, gün geldi kendisinden kaçılan, yüz verilmeyen, acınan bir konuma düştü.

Ay başı gelince peşine takıldığı kadın onun yüzüne gülüyor, evinden barındırıyordu. Paraları bitince kapı dışarı ediyordu. Kaldıkları evde eşya adına bir şey yoktu. Kendilerini tanımayan bir esnaftan taksitle eşya alıyorlardı. (Çünkü tanıyanlar onlara bir şey satmıyordu.) Paraları bitince taksitle aldıkları eşyaları kaça satabilirlerse satıp, anlık ihtiyaçlarını görüyorlardı. Taksitleri yatırmayınca bir kaç uyarıdan sonra icra geliyordu. Ama icracılar evde haciz edecek hiç bir şey bulamıyordu. Hiç bir zaman haciz edilecek maaşa sahip olmadıkları için alacaklılar elleri boş kalıyordu.

Ancak zaman geldi hiç bir esnaf bunlara bir şey satmaz oldu. Hiç bir yerden kuruş borç alamıyorlardı. Hatta peşine takıldığı kadın paraları bitince onu para bulması için gönderiyordu. Gözüne kestirdiğinden para istiyor, alabilirse geri ödemiyordu. Tabi uzun zaman da borçlandığı kimselere görünmüyordu.

Bir kaç yıl böyle yaşadı.

İşte bu adamla bir vesile karşılaştığımız da dedi ki:

-Ben de ne var ki? Bizim Rüstem benden daha kötü.

Rüstem dediği de onun köylüsü ve arkadaşı.

Halbuki Rüstem’in mazbut bir hayatı olmasa da hiç olmazsa çocuklarını terketmemiş, onlara sahip olmuş, yuvasını dağıtmamış. Parasını değerlendirmiş, memleketinde, çocuklarına yetecek kadar bir kaç dairelik ev sahibi olmuştu.  

Rüstem ondan daha betermiş, kendisinde ne varmış?

Eh böyleleri de, kendilerinden aşağıda gördükleriyle teselli olurlar. Ya da yaptıklarının yanlış olduğunu kabul etmeye yanaşmazlar. Hatalarını, haltlarını, cürümlerini küçük görmeye çalışırlar. Cürümlerine gerekçe, altyapı veya fetva ararlar. Bozacının şahidi şıracı misali.

Herkes yaptığının doğru olduğunu zanneder. Zanneder diyorum; çünkü zan, kesin bir bilgiye dayanmayan sanrılar, hayeller, kurgulardır.

Kimin doğru yoldan olduğunun isbatı ne? Bir kimse, benim fikrim en doğrudur derken neye dayanır? Hangi şaşmaz ölçüden hareket eder? Hangi yanılmaz bir kaynak ona: Sen doğrusun der?

Belki hiç biri değil. Ama mümkün ki kötülüğü emreden nefis ona böyle fısıldıyor. Şeytan amellerini sahibine süslü gösteriyor. Zira şeytan kendi dostlarına yaptıklarını hep süslü gösterir, onları kötü işler yapmaya, günah işlemeye özendirir. (Muhammed 47/25)

İşin bir başka boyutu: Dünya ölçülerine göre, ya da insanların verdiği karşılıklara göre; kimileri hakkı olmadığı halde mükâfat alıyor; kimileri de hakkı yerine hava alıyor. Bazen suçlu ödüllendiriliyor, bazen masum ceza alıyor. Bazen çalışanla çalışmayan aynı muamaleye uğruyor. Eşit karşılığı alıyor. Bazen de çalışmayan daha fazlasını alıyor.

Bütün bu yanlış uygulamalar da bazılarının yanlış yapmasına, hak etmediğini ele geçirmeye, yaptıklarının hata olmadığını savunmaya götürüyor. Büyüklerin böyle olduğunu gören yeni nesiller, onların izini takip ediyor, onlardaki yanlışları aynen benimseyebiliyor.

Halbuki ilâhî ölçü böyle değildir. İlâhî ölçüde kim neyi hak ederse onu alır. Kim ne için çalışırsa ona kavuşur. Kimin yolu düzgünse menzile varır, kimin kılavuzu şeytan ise zarar eder.

Kişi istediği kadar kendi kendine iyi olduğunu iddia etsin. İstediği kadar kendince daha kötüye bakıp ‘bende ne var, benden daha kötüleri var’ desin. Âlemlerin Rabbi kimin iyi yaptığını, kimin kötü yaptığını biliyor. Kimin doğru yolda, kimin sapıklıkta olduğunu da biliyor.

İlâhî hükme göre yanlış da bellidir, doğru da. Doğru yol sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. (Bakara 2/256) Kişiye düşen kendi kendine kerâmet taslamak değil, hak olan, doğru olan, ilâhî ölçülere uyan davranışlarda bulunmaktır. Bugün partal atanlar, yarın iflas etmesi. kendini temize çıkaranların, kirli çamaşırlarının ortaya çıkması, çok iyi olduğunu idddia edenlerin, hüsrana uğraması kaçınılmazdır.

İyi olmanın ölçüsü bizden aşağıda olanlar değil, yaptıklarımızın ne işe yaradığı, ya da hak ölçülere uyup uymadığıdır.

Âlemlerin Rabbi şöyle buyuruyor:

“Yoksa biz, iman edip salih amel işleyen, yeryüzünde bozgunculuk yapanlar gibi mi tutacağız. Veya (Allah´tan) korkanları yoldan çıkanlar gibi mi sayacağız?” (Sad 38/28)

“Yoksa kötülük işleyenler ölümlerinde ve sağlıklarında kendilerini, inanıp iyi ameller işleyen kimseler ile bir mi tutacağımızı sandılar? Ne kadar kötü hüküm veriyorlar” (Casiye 45/21)

 

Hüseyin K. Ece

29.5.2007

Zaandam