Ali Şeriat’nin şöyle dediğini bir yerde okumuştum: “Ne Musa yahudi idi, ne İsa hırıstiyan idi, ne Ebu Bekr sünnî idi, ne de Ali şiî idi. Bu muhteremlerin sonradan kendileri hakkında uydurulanları duysalar nasıl bir tepki vereceklerini merak ediyorum.”

 

Doğru, ama bir de önümüzde bir gerçek var. İnsanlardan bir kısmı hz. Musa’nın (a.s.) Allah’tan getirip tebliğ ettiği İslâma 'yahudilik', o güzide peygambere de 'yahudi' dediler. Sonra da onun tebliğ ettiği vahye dayalı dine ekleme yaptılar, çıkarma yaptılar, değiştirip -tabir yerinde ise-  kendilerine benzettiler.

İnsanlardan bir kısmı da hz. İsa’ın (a.s.) Allah’tan getirip tebliğ ettiği İslâma 'hırıstiyanlık', o güzide İslâm peygamberine de 'hırıstiyan' dediler. Sonra da onun tebliğ ettiği dine ekleme yaptılar, o dinde işlerine gelmeyenleri çıkarıp attılar, kısaca dini işlerine geldiği gibi anladılar, daha doğrusu değiştirdiler. Bugün hırıstiyanlık adına ortada olan dinler ile, hz. İsa’nın insanlara öğrettiği din (İslâm) arasında acaba benzerlik var mı, sormak gerekir.

Hem yahudiler hem hırıstiyanlar, yaptıklarını hz. Musa’ya, hz. İsa’ya ve onun dinine nisbet ettiler. Yani ne yaptılarsa onlar adına yaptıklarını iddia ettiler.

Bugün her iki peygamber  de –olmaz ya- dirilip bu durumu görseler, insanların kendileri hakkında neler uydurduklarına herhalde şaşar kalırlardı.

Benzer durum müslümanların tarihinde de söz konusu maalesef. Hz. Ebu Bekr, ne hz. Ali, ne diğer sahabeler, ne de bugünkü mezhep anlayışlarıyla ilgisi olmayan selef-i salihîn (ilk dönemin nezih müslümanları) kendilerine nisbet edilenlerden, kendi adlarına oluşturulan, uydurulan söylemlerden ve anlayışlardan  haberleri yok.

Bu yanlış anlayışa; meşrebi, mezhebi, tarikatı, cemaatı dini daha iyi anlamak, daha iyi yaşamak, daha iyi hizmet için bir imkan olarak olarak değerlendirenler düşmezler. Ama cemaatini, mezhebini, meşrebini, grubunu, tarikatını, partisini dinin önüne geçirenler, hatta onları din edinenler bu vahim hataya düşerler.

Bu hatayı işleyenler de İslâm’ın vahdet (birlik) emrine rağmen (Âli İmran 3/103) tefrikaya, ayrılık-gayrılığa, ötekileşmeye, çekişme ve hasımlığa sebep olurlar. 

Bu vesile ile aklıma yaşadığım bir hatıra geldi. Paylaşmak istiyorum.

Bir müddet önce Tahran’da otobüsle bir yerden bir yere giderken yanıma bir genç oturdu. Selâmdan sonra muhabbete başladık. Genç aslen Azeri olduğunu, ama uzun zamandan beri Kum’da oturduğunu, fazla Türkçe konuşmadığından Türkçesinin zayıf olduğunu, o yüzden Arapça konuşabilir miyiz dedi. Ben her ne kadar siz Türkçe konuşun, ben anlıyorum dediysem de Arapça konuşmayı tercih etti.

Karşılıklı hal hatır sorduk. Nereden gelip nereye gittiğimizi, sebebi ziyaretimizi, nerde kaldığımızı, ne iş yaptığımızı, aile çoluk durumunu falan sordu. Ben de benzer sorular sordum. Babasının iş icabı Tebriz’den Kum’a göç ettiğini ve orda yaşamaya başladıklarını anlattı. Kendisinin Kum’da Mustafa Üniversitesinde Şer’i ilimlerde öğrenci olduğunu, evli ve bir çocuk babasını olduğunu anlattı. Eğitim dili Arapça olduğu için Arapça’yı Türkçe’den daha iyi konuştuğunu söyledi. Zaten konuşmamızda da bu belli oluyordu.

Böyle konuşup giderken birden, “Üstad mezhebiniz ne?” diye sormaz mı... Ben “bu soruya gerek olmadığını, ne güzel yol arkadaşı olarak muhabbet ettğimizi, müslüman olduğumu, bunun da en azından dini konularda konuşmak için yeterli olduğunu” söyledim.

Genç “kendisinin şiî mezhebinden olduğunu, benim hangi mezhepten olduğumu da merek ettiği” tekraraladı.

Bu sefer; “İslâmın ilk dönemlerinde mezheb olmadığını, yarın hesap gününde Allah’ın (c.c.) kimseye mezhebini değil, kulluk görevlerini yapıp yapmadığını soracağını, bir müslümanın kendisini mezhep kimliği üzerinden değil, iman üzerinden tanımlamasının Kur’an’a daha uygun olacağını ekledim. Çünkü Allah (c.c.) bize müslüman ismini kendisinin verdiğini (Hac 22/78), bizim başka bir isimle değil, sadece müslüman ismiyle ölmemizi emrettiğini (Âli İmran 3/102), mezhep olayına bu kadar takılmasının faydalı olmadığını, mezhebin sonuçta beşeri bir tasarruf olduğunu, dinde belki bir imkan olduğunu ama kimlik olmadığını” tavsiye ettim.

Neyse konuyu değiştirdik. Yol boyu çeşitli konularda konuştuk, fikir alış verişinde bulunduk. Kum’daki eğitim faaaliyetlerinden, hangi dersleri aldığından, eğitim kalitesinden ve hedeflerinden bahsettik. Ben de ona soruları üzerine Hollandadaki genel durumu ve müslümanların durumlarını anlattım.

Yolculuğun sonuna doğru; “Üstad, çok merak ettim. Hangi mezheptensin? diye tekrar sormaz mı.

“Bak arkadaş, dinin genelinde mezhep olmaz. Biz Allah’ın dinine tarihteki siyasi mezheplerin görüşlerine göre değil, Kur’an’ın ve Allah’ın Rasûlü’nün öğrettiği gibi inanmalı ve uygulamaya çalışmalıyız. Ama amelde, dini uygulamada mezhep/mezhepler bir imkandır. Ben de amelde Hanefî mezhebiyle amel ediyorum. Zira hem onu öğrendim, hem bana kolay geliyor” deyince; “Anladım, demek ki sünnîsin veya ehl-i sünensin” dedi.

Ben de tebessüm ederek; “Senin dediğin gibi olsun, evet sünnîyim.”

Tokalaşarak ve selâmlaşarak ayrıldık. Kendisine başarılar diledikten sonra mezhep konusuna fazla kafayı takmamasını tavsiye ettim.

Aşağıdaki hatırayı öncen duymuş olsaydım ona anlatırdım.

Bu genç benim sünni olduğumu duyduktan sonra, eyvah bu da şu ötekilerdenmiş diye demiş midir, bilmiyorum. Ya da farklı mezhepten olanları sanki farklı dindenmiş gibi düşünmüş müdür, bilmiyorum.  Düşünmüşse, onun gibi düşünenler varsa, yani mezhebini, meşrebini, tarikatını, cemaatını, partisini din edinenler varsa eyvah demek gerekir. 

Bu gibi müslümanlar tarihten beri gelişen mezhep olayını iyi incelemeliler. Hem de mezhebin din olmadığını ve ne işe yarayacağını anlayıncaya kadar.

Bir arkadaş anlatmıştı:

“Bir kaç sene önce bir yerde Milli Eğitim Müdürleri hizmetiçi kursundayız. Müdür arkadaşların büyük bir bölümü namaz kılıyordu. Zaman uygun olunca mescit olarak ayrılan yerde cemaat halinde de namazlarımızı kılıyorduk.

Bir gün namaza biraz geç yaşlarda başlayan bir müdür arkadaş diğerine -sanırım bir öğle namazından sonra- “sen namazda niye şöyle şöyle yaptın, dikkatimi çekti. Bizim gibi yapmadın” diye sordu. O da dedi ki “ben şafiîyim, biz böyle yaparız.” Bunun üzerine o müdür efendi, “ Ha öyle mi dedi. Ben de seni müslüman zannetmiştim.” Şafiî arkadaş hafif gülümsedi ama cevap vermedi.”

İşte mezhep olayını bilmeyen bir müslüman başka mezhebe mensup birisine böyle garip bir gözle bakabiliyor. “Ben de seni müslüman zannetmiştim” demek, farklı mezhepten olanların müslüman olmadığını zannetmeye götürebiliyor. Bu kafa yapısı, bu cehalet bazı İslâm ülkelerinde öteki mezhepten olanlara şiddet uygulamaya, dışlamaya, kavgaya, hatta öldürmeye kadar varabiliyor.

Böyle bir tutumun ne kadar üzücü ve tehlikeli olduğunu anlatmaya gerek yok.

Bahsettiğim hatıra şu:

2015 yılının ilk aylarında Hollanda’da bir hapishanede kısa süreliğine kalan Şamlı Majzoub, M. B. anlatmıştı:

“Bir kaç sene, yani Suriye’deki iç savaştan önce Şam’da genç sünnî bir âlimi şiîler, onların çok yoğun olduğu bölgedeki Hüseyniye camisine münazaraya veya görüşmeye davet ettiler. 

“Buyur gel, şia ile sünnîlik arasındaki konuları konuşalım. İstediğin soruları sen sor, biz cevap verelim. Biz de sana soralım. Daha yakından tanışmış, sohbet etmiş oluruz” dediler. 

Davet ettikleri imam genç olmasına rağmen geniş ilmi vardı. İyi konuşan ve ikna edici cevaplar veren birisiydi. Bu genç imam kararlaştırdıkları gün arkadaşlarıyla birlikte Hüseyniye Camisine gitti.

Ev sahipleri onları dışarıda karşıladılar. Ayak üstü hoş-beşten sonra herkes ayakkabısını çıkarıp ayakkabılığa koydu ve içeri girdi. Ama bu âlim ayakkabılarını ayakkabılığa koymadı. Herkesin göreceği şekilde koltuğunun altına alarak camiye girdi. Belirlenen yere oturunca ev sahipleri baktılar ki bunun ayakkabıları hâlâ koltuğunun altında. İçlerinden biri veya bir kaçı şaşırarak sordular: 

“Üstad ayakkabılarını niçin ayakkabılığa koymadın? Zahmet edip yanına aldın, orada uygun yer var elbette.” 

O da onlara biraz baktıktan sonra dedi ki: 

“Haklısınız ayakkabılarımı yanıma aldım. Çünkü, kaynaklarda okuduğuma göre şiîler Peygamber (sav) zamanında mescide gelenlerin ayakkabılarını çalıyorlarmış. Ben de ayakkabılarım çalınmasın diye yanıma aldım. Ne de olsa siz de şiîsiniz.”  Oradakiler şaşırarak;

“İmam efendi insaf, Peygamber (sav) zamanında şiî yoktu ki, nasıl ayakkabı çalsınlar?” dediler. 

Bunun üzerine istediği cevabı alan âlim şöyle cevap verdi: 

“Kendi ağzınızla söylediniz, Peygamber (sav) zamanında siî de yoktu, şiîlik de yoktu yoktu. Bilesiniz ki sünnî de yoktu, sünnîlik de yoktu. Peygamber vardı, Kur’an vardı ve İslâm vardı. Bize düşen de Peygambere (s.a.s.) ve Kur'an'a uymaktır. Peygamber zamanında olmayan şeyi niye tartışalım ki? Görüşmemiz bitmiştir” deyip ayağa kalkmış selâm verip ve oradan uzaklaşmış.

Arkasından bakanlar ona hak verdi mi vermedi mi bilmiyoruz ama bir gerçeği böylece dile getirdiği açık.” 

Allah (c.c.) bütün müslümanları mezhepçilik fitnesinden muhafaza buyursun. Zira tecrübe ile sabittir ki amelde bir mezhebe mensup olmak meşru ve faydalı, ama mezhepçilik caiz değildir. Hele itikatta mezhep takıntısı Muhammed ümmeti için tehlikelidir.

Bugünkü mezhep tartışmalarında, mezhep fanatiklerinin yaptıklarında, kimilerinin mezhebini din edinmelerinde 'mezheb'in bir suçu olmadığını ekleyelim...

Hüseyin K. Ece

12.01.2016

Zaandam