Avrupa ülkelerinde yaşayan yabancı -özellikle de halkı müslüman ülkelerden giden- işçiler bir değişim süreci gegirmektedirler. Bu değişim biraz tepeden inme, biraz da yabancıların kendi istekleri çerçevesinde olmaktadır.
Göçmen işçiler yeni bir ortama göç etmişlerdir. Bilinçli olarak tercih ettikleri yeni ortamın değer yargılarına muhatap olmaktadırlar. İster istemez yeni ortam onlardan birşeyler beklemekte, onlar da tercihlerini buna göre belirlemektedirler. Göçmenleri kabul eden hakim kültür, biraz da haklı olarak gelenlerin kendini kabul etmesini beklemektedir.
Buraya kimi beklentilerine cevap bulmak, ekenomik durumunu düzeltmek, biraz da geri kalkmış halkların mehlika sultanı haline gelen Avrupa’yı içinde tanımak icin gelenler; karşılaştıkları yeni kültürün bütün değerlerini tanımıyorlardı. Gittikleri yerlerde kendilerinden ne istendiğini tümüyle bilmiyorlardı. Onlar sıradan işçiydiler ve çalışmaya geliyorlardı. Zaman geçtikçe bu tercihin sosyal, insanî, politik ve kültürel cephesi kendini gösterdi.
Kişiler ve toplumlar sahip oldukları değerleri veya kültürü kolay kolay bırakarnazlar. Kişilik ve toplumsal değişimler kısa sürede olabilecek bir şey de değildir. Bir kültürel değer, sürdürülen gelenek veya alışkanlıklar elbise gibi çıkarılıp bir tarafa atılmaz. Yeni kültürler kısa zamanda benimsenmez, yeni elbise gibi sırta geçirilmez. Bunun zamana ihtiyacı vardır. Bilinçli tercihler bile kişi hayatında uzun bir zaman diliminden sonra bir karakter haline gelebilir.
Ülkemizde Avrupalı değerler lehine yaşanan değişim henüz istenilen düzeye ulaşamamıştır. Yaklaşık üç yüzyıldır sürdürülen batılılaşma gayretleri kesinlikle başarılı olamamıştır. Avrupanın zenginliği, kalkınmışlığı ve kültürel zenginliği çekici olsa bile; bütün bunlar kendine ait değerler manzumesidir. Bunlar ancak, Avrupa’da bir anlam ifade eder. Avrupa ülkelerinde bu değerlerle karşılaşan insanlar, onlardaki anlamı kendi bütünlüğü içerisinde görür. Ama bu buraya özgüdür. Onların kazanımlarıdır, Avrupa’nın karakterine, sosyal yapısına, dünya görüşüne, bir anlamda da ahlâkına uygundur. Bu değerleri batı dışına taşıdığınız zaman, kendi içindeki bütünlüğün bozulduğunu, anlamını yitirdiğini, benimseyen kişi ve toplumlar üzerinde yabancı bir elbise gibi durduğunu görürüz. Batı insanı dışındakiler, onların değerlerini kabul etmekle, temelsiz bir taklide, lüzumsuz kendini inkâra başlamış olurlar. Bu da kendi içerisinde tutarsız olduğu gibi, toplumsal istikrarı bozar, insani ilişkileri altüst eder, müstemleke kültürüne zemin hazırlar.
Avrupaya gönderilen işçiler, ülkemizdeki işşizliğin bir sonucu değildi kuşkusuz. Kentlere akın eden insanlar yeni bir yapının haraç taşıyıcılari idi. Kentleşme sürecinde ucuz iş gücüne ihtiyaç vardı. Avrupalı değerlerle hayatına yön veren, kendi toplumuna ters bir yolu seçen, kendi halkını sırtından zengin olunmaya değer bulan bir avuç azınlık, bu büyük kitleyi çalıştırabilirdi. Genel politika da bu yönde idi. Ancak Avrupayla bütünleşmenin vazgeçilmez bir tutku olduğu saplantısından hareket eden yetkililer, ikibuçuk asır önce başlayan yürüyüş tamamlamak istiyorlardı. Kendi geleneksel çevresinde yaşayan ve alıştığı kültürel değerlerini ne pahasına olursa olsun, yagatmaya çalışan büyük kitlenin, devletin tepeden inmesi ve baskıcı değişim proğramını kabul etmesi güçtü. Libarelleşme uygulamaları çerçevesinde büyük kitleler kendi kültürel çevrelerinden kopartıldı ve kentlere yığınlar halinde sürüklendi. Ne varki kentlere gelen bu büyük kitle beklenilenin aksine istenilen değişimi yaşamadı. Kendi çevresini kurdu. Modernleşmeye ve Avrupalı anlamda değişime pasif te olsa karşı koymaya çalıştı. Bu karşı oluşun mücadele araçlarını kendi kendine oluşturdu.
Bu noktadan sonra Avrupa’ya işçi gönderildiğini görüyoruz. Buraya gelen işçiler kendi ülkelerinde iş bulmaktan yoksun insanlar değildi. Değişen ülke şartlarında zaten işçiye ihtiyaç vardı. Buna rağmen bunların batıya ihraç edilmeleri gerekiyordu.
O günün yetkilisi şöyle diyordu: "Avrupa şehirlerinin sokaklarını çiğnesinler, belki adam olurlar."
İşçi gönderme politikasının arkasında bu sözlerin önemli bir yeri vardır. Onlar için batı/Avrupa ve batının sahip olduğu değerlere ulaşmak bir iman sorunu idi. Onlar elbette inandıkları şeyi yaşamak istiyorlardı. Toplumun sosyal ve kitlesel sorunları ise onlar için önemli değildi. Avrupanın asırlardır peşine düştüğü hedefleri de önemli değildi. Onlar, körü körüne bu sevdanın peşine düşerken, Avrupanın İslâm dünyasını alt edebilmek için yaptığı planların ve kurduğu tuzakların farkında olamazlardı. Ve yine onlar, bu sevda uğruna aldatılmış metres durumuna düşseler bile, Avrupanın içimizdeki devşirmeleri olduklarını ve kullanıldıklarını hiç anlamayacaklardı. Aşk insanın gözünü böylesine kör edermiş.
Avrupa başkentlerinin sokaklarını çiğneyenler acaba adam olabildiler mi?
Yoksa çarkları döndüren ücretli köleler olmaya devam mı ettiler?
Kendi ruh kökünden koparıldıkları için; kişiliksiz, davasız, şaşkın mı oldular?
Üzerlerinde oynanan oyunların farkına vardılar mı?
Yeniden kendilerini keşfettiler mi? Kimlik arayışına mı düştüler?
Değişim programlarına uyup tümüyle eridiler mi yoksa kimliklerini oluşturan değerleri her şeye rağmen yaşatmaya çalışıyorlar mı? İsteyerek geldikleri bu ortamın kültürünü kabul edip değiştiler mi? Yoksa kendilerini ifade etme yollarını aradılar mı?
Sorular çoğaltılabilir. Bu soruların tümüne de evet demek mümkün. Hepsi de gerçekçeşmiştir. Göçmen işçilerin bir kesimi erimeyi kabul ederken, bir başka kesim direnmeyi denemekte. Bir kesim yavaş yavaş yeni bir kimliğe girmeye çalışırken, bir başka kesim tarihsel hesaplaşmayı, toplumsal değişikliklerin dinamiklerini, Avrupalı değerlerin anlamını ve ahlakî kıymetini anlamaya çalışmakta. Bir kesim, entegre olma proğramalarına ayak uydururken, bir başkası bulunduğu yöreye kendi kültürünü taşımanın gayretinde.
Bunlar hayatı ve olayları, insanları,toplumları inançlarının değer yargıları açısından ölçüp biçmeye çalışıyorlar. Sonradan hatırladıkları kimlikleri şimdilerde onların kendilerini ifade biçimi her ne kadar Avrupaî yaşama biçimlerine ters düşseler bile bunu sürdürmeyi bir varlık sorunu görüyorlar. Onlar biliyorlar ki İslâmî kimlik aynı zamanda varlığın ifade şeklidir. Kimi kesimler bunu kabul etmese bile, tarihsel akış içerisinde İslâm bizim toplumun kültürel kimliği olmuştur. Toplumlar kendilerine ait bu gibi ifade tarzını kolay kolay bırakmazlar.
Üstelik Avrupa sonradan kendi aralarına katılmayı kabul eden bu mühtedileri (müstağribleri) kendinden saymıyor ki. Yabancılar ne kadar değişirlerse değişsinler batılı olamazlar ki. Bu mümkün olmayan bir şeydir. Avrupa’nın değerleri ancak onların üzerinde bir anlam ediyor, yukarıda söylediğimiz gibi.
Avrupa isteyerek değişenlere gülücükler dağıtıyor. Değişimi hızlandırmak ve entegrasyon sağlamak istiyor. Buna da uyum diyor.
Ancak bu, yabancıları kendinden sayıyor anlamına gelmemekte. Yabancılar onlardan olmayı gönülden isteseler de bunun gerçekleşmesini imkanı olmayacaktır. Avrupa bu yabancıların sorunsuz olmalarını, mevcut yapıya uyum sağlamalarını, kültürlerine karşı direniş göstermemelerini istemektedir.
Avrupa, batılı değerlere kargı çıkıştan hiç hoşlammamakta. Bir bölgede batılı kültüre karşı girişilen teşebbüsler sonunda Avrupa’nın ekonomik çıkarlarına ve siyasi üstünlüğüne zarar vermektedir. Kendi değerlerinden sıyrılan bir topluluğun güdülmesi ve zararsız hale getirilmesi daha kolaydır.
Avrupa ülkelerinde çeşitli yabancılar yaşıyor. Bazı bölgelerde bu yoğunluk daha fazla. Adeta kültürler mozayiği oluşmakta. Her topluluk kendi kültürüyle geliyor. Bu geleneğini kolay kolay terketmediği için de onu yaşatmanın yollarını arıyor. Herkes kendi kültürünü değişik biçimlerde ortaya koyuyor, ifade ediyor. Çeşitli ırktan insanların Amsterdam'ın muhtelif yerlerinde örgütlendiklerini ve kültürel faaliyetler yaptıklarını görürsünüz. Ne var ki bütün bunlar Avrupa kültürünü aşacak boyutta değil. Buradaki hakim anlayış her şeyin kendi kontrollerinde ve kendi üstünlüğünde yürümesini istiyor. Avrupa, kendi dışındaki kültürlere birer hatıra, birer tamamlayıcı süs olarak bakıyor. Bu kültürlerin onların hayat tarzına kasenlikle etki etmesini veya değiştirmesini istemiyor.
Buraya İslâmî kimlikleriyle gelen insanların kolay kolay entegre olmadıkları, değişim proğramlarına karşı direndikleri bir gerçek. Hatta bu, halkı müslüman ülkelerdeki batılılaşma gayretlerinde de böyle. Özellikle Türkiye’de kaç asırdan beri halk, devlet eliyle, yukarıdan aşağıya ve cebir ile değiştirilmek istendiği halde bu, tümüyle başarılamamıştır. Halk, direnmek için elinde hiç bir ciddi güç olmadığı halde, her şeyi geleneğine ve inancına sığınarak savuşturmaya çalışmıştır.
Burada aynı durumla kargı karşıyıyız. Değişsinler, adam olsunlar, batılılaşsınlar, bizi geriye bırakan değerleri terketsinler, modern dünyanın üyesi olsunlar diye buraya iteklenen insanlar; planlandığı gibi bu cilalı sözlere ve hedeflere aldanmadılar. Elbette değişen, asıl kimliğini inkâra kalkışan, asimile olanlar var. Fakat bu, buradaki geniş kitleyi kapsamamaktadır. Müslüman ülkelerden gelenlerin çoğu geldiği yerin farkında, kimliğini İslâmla eşitliyor ve bunu da değiştirmeyi düşünmüyor.
Ancak bu göçmenlerin kendilerini ifade etmeleri ve kültürlerini hem yaşatmak, hem de yeni nesillere aktarmak konusunda öyle geniş imkanları yok. Kendilerine hitap eden bütün araçların arkasında ya Avrupalılar (Hollandalılar), ya da onların hizmetinde olan devşirme kafalılar var.
Göçmenlerin çoğunluğu kendilerini ifade edecek başka yollar deniyorlar. Yeni araçlar buluyorlar. En azından kendi çevrelerinde bir ortam oluşturup, o ortamda kültürel değerlerini ortaya koymaya çalışıyorlar.
Kalıcı oldukları görülen göçmenler artık buralarda kaybolmadan tutunmanın yollarını arıyorlar. Çoğu değişim denilen şeyin kimlik kaybı, daha beylik ifade ile gavurlaşma olduğunun bilincindeler. Onlar, kendilerine sunulan geleceğin sevincinde değil, bu geleceğin kökleriyle bağlantılı olmasının endişesinde.
Göçmenler, bu hedefi gerçekleştirecek dinamiklerden, kültür seviyesinden ve kurumlardan yoksunlar. Çoğu işçi olarak geldiler. Geldikleri zaman her şeyi anlayacak kapasiteleri ve bilgileri yoktu. Zaman geçtikçe hem kültürlerine sahip çıkmaya hem de kimliklerine sarılmaya başladılar. Şimdiler bir yandan ekonomik bağımsızlığı hazırlayacak bir yapılanmaya yöneldiler. Geriye dönme niyetlerinin yerine burada kalıp daha güçlü olmak istiyorlar.Diğer taraftan kültürlerini yaşatacak ortamlar oluşturmaya başladılar. Örgütler kuruluyor, sosyal kurumlar, okullar oluşturulmaya çalişılnyor. Almanyada ve Hollanda'da faaliyette olan İslam okulları buna bir örnektir.
Son yıllarda göçmenler arasında kitap alımları da artmaya başladı. Henüz nitelikli kitap okuyucu olmasa bile, kitaba ilginin artması sevindirici bir olay. Kitabın kültürel aktarımdaki, bilgiyi ulaştırrnadaki rolü düşünülürse, bugüne kadar bu tür kaynaklara uzak kalan göçmenler kitlesinin az da olsa okumaya başlaması çok önemli gelişmedir. Gerek sosyal örgütler, gerek cami dernekleri okuyucuya sınırlı da olsa bugüne kadar kitapları ulaştırmaya çalıştılar. Son yıllarda düzenlenen kitap fuarları kültürel açıdan son derece önemli yere sahipler. Okuyan bir toplum olmanın avantajları bilinen bir şey. Bu tür faaliyetlerin buna kapı açması beklenebilir.
Göçmenlerin kitaba yönelmeleri bir anlamda değişim ve entegrasyon programlarına kargı geliştirilen yeni bir direniş kültürü de olabilir. Kendini keşfeden kitleler, değerlerine daha sıkı sahip olacaktır. Üzerinde uygulanan prağramları daha iyi tanıygcaktır. Gurbetçi işçiler arasında henüz yeterli bir kültürel ortam oluşmuş değil. Bir çok kesim hala yetmiş öncesini yaşıyor. Ancak dünyadaki ve islam alemindeki olaylar onları da etkiliyor. Bazı şeylerin yeniden farkına varıyorlar. KimAklerini koruma ve ifade etmenin yollarını arıyorlar.
Bu gayretler ileride daha kapsamlı bir direniş kültürünün doğmasına yol açacaktır. Kimbilir bu da gelecekte batının asırlardır aradığı ışığı ona göstermenin imkanını doğuracaktır.
Bu bağlamda Amsterdam’da faaliyet gösteren kitabevinin önemini vurgulamak gerekiyor. Kitabevlerinin ülkemizdeki işlevleri oldukça büyüktür. Onlar kitap satılan ticaret yerlerinden ziyade kültür aktaran, bilgiyi kişilere ulaştıran, insanlara yuva olabilecek kültür evleridir.
Avrupa’da, batının her türlü propaganda merkezlerinin, ceberrut devlet örgütlerinin proğramları önünde yalnız kalan bizim insanımız için bir kendini bulma, kültürünü tanıma, ilme ulaşma yeridir böyle bir kitabevi. Ülkemizdeki kültürel zenginliğin buralara taşınması, insanımızın bu kaynaklara direkt ulaşabilmesi gelecek açısından çok önemlidir. Kitabevi kökle olan ilgiyi artıracak, yararlı olan şeylerle tanıştırır gurbetçilerimizi.
Böyle bir yer aynı zamanda inancımızın tanıtımında önemli işlev görebilir. Batılı insanların kültürümüzü tanımalarına yol açabilir, hakkımızdaki kötü kanaatlerinin değişmesine imkan hazırlayabilir.
Burada buna benzer kültür evlerinin çoğalmasını ve görevlerini yerine getirmelerini diliyoruz. İnsan fıtratına aykırı oluşumların zararlarından ancak faydalıya sahip çıkmakla kurtulabiliriz. Olumlu değişime de (entegrasyona da) katkı sağlayabilir.
Hüseyin K. Ece
25/4/1991
Amsterdam