(Kur’an’da sebîl kavramını anlatmaya devam ediyoruz)

Serkeş, geçimsiz, kavgacı kadınlara karşı alınması gereken tedbirleri sıralayan âyetin sonunda şöyle deniliyor:

 “... Eğer (o kadınlar) itaat ederlerse, artık onların aleyhine başka bir sebîl (yol) aramayın (onları incitmekten sakının). Şüphesiz Allah, çok yücedir (Âli’dir), çok büyüktür (Kebîr’dir).” (Nisâ 4/34)

Âyette geçen “nüşuz”, isyan, başkaldırı, geçimsizlik (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 14/258) kadının kocasına karşı buğzetmesi, nefret etmesi, nefsini itaatten çekmesi (isyan etmesi), gözünü ondan başkasına kaydırması (el-Isfehânî, Râgıb. el-Müfredât, s: 751) olarak açıklanıyor.

Nisâ 18. âyet erkeğin nüşuzun (serkeşliğinden) söz ettiğine göre kelimenin her iki eşi de kapsayan ilave bir anlamı daha olmalı. O da “sadâkatsizlik”tir. Veda Hutbesinde Peygamber (sav) nüşuz’u “iffetsizlik” olarak açıkladı. Bu fuhuştan çok “eşler arası sadâkati zedeleyip şiddetli geçimsizliğe yol açan davranışlar” olsa gerektir. Kadın için erkeğine baş kaldırma, erkek için ise eşe eziyet anlamına gelir. Burada kadın nüşuz’unun öne çıkarılması, nesil emniyetinden birinci derecede kadının sorumlu olan tarafın kadın olmasındandır.” (İslâmoğlu, Mustafa. Hayat Kitabı Kur’an, 1/158)

Kur’an kelimeleri yerinde kullanır ve bir şey için seçip kullandığı kelimelerde hoşluk ve himetler vardır. Bunlardan biri de “nüşuz” kelimesidir. Eşler arasındaki ilişki sevgi ve karşılıklı hoşgörü esasına dayanmalı. Esasında müslüman eşler arasında bu denli bir geçimsizlik ve hasmane tutum olmaması gerektiği temennisinden dolayı bu kelime seçilmiş. Nüşuz bir hadiste “müberrih-şiddetli geçimsizlik” olarak açıklanmıştır. (Abduh, M-Rıza, R. el-Menâr (ter.) 5/116)

“Kadının, evlilik sorumluluklarını yerine getirmemek, kocanın şahsiyet ve vakarını zedeleyici tavırlar sergilemek veya iffet ve namusunu tehlikeye sürükleyebilecek durumlara meyletmek gibi olumsuz davranışlara girmesi hâlinde, aile yuvasının devamını sağlamaktan birinci derecede sorumlu olan kocanın, içine düştüğü mecburiyetten dolayı bazı tedbirlere başvurması tabiidir.” (Diyânet Meali (yeni) âyet açıklaması, s: 83)

“Sebîl”; şer’î işlerden bir işte çıkış yolu, çare anlamındadır. (İbni Atıyye, Abdulhak. Muharriru’l-Veciz, s: 463)

Ancak burada “sebîl”e; sebep, aleyhte başka bir yol, bahane olarak anlam veriliyor.

Bazıları kadınların Kur’an’ın “nüşuz” dediği geçimsizliklerine karşı öngörülen tedbirleri uygulamada ölçüyü kaçırabilir. Kur’an’ın aileyi kurtarmayı ve başka hikmetleri içine alan bu tadbirleri kadınların aleyhine kullanabilir. Nitekim tarih boyunca İslâm ülkelerinde pek çokları kadınları dövmeye Kur’an’ın izin verdiğini zannetmişlerdir. Âyette geçen “darabe” fiili pek çok anlama geldiği halde burada ısrarla dövme anlamı ön plana çıkartıldı.

Bu âyet iç ve dış bağlam açısından iki insan cinsi (erkek-kadın) arasında değil, birbirine evlilik sözleşmesi ile bağlı iki taraf (karı-koca) arasında, aile içi olabilecek olay hakkındadır. Burada mevcut olandan daha insanî olana sevkeden bir öneriye yer verilmektdir. Yani sorun olunca aklına hanım dövmek gelenlere, sorunu çözmede başka altarnatifler tavsiye edilmekte, kadına karşı şiddet uygulamanın önüne geçilmek istenmektedir. (İslâmoğlu, Mustafa. Hayat Kitabı Kur’an, 1/158)

Peygamber (sav) vefatından kısa süre önce Veda Haccı münasebetiyle yaptığı konuşmada, kadının sadece “gayr-i ahlakî davranışta bulunmaktan açık şekilde suçlu bulunması” halinde dövülebileceğini ve bunun da “acı vermeyecek şekilde yapılması” (ğayr-i müberrih) gerektiğini bildirmiştir. Fıkıh otoriteleri, eğer her şeye rağmen dayağa başvurulacaksa, bunun hafif veya sembolik nitelikte olması, “bir misvakla veya benzeri bir şey” ile, hatta “katlanmış bir mendil” ile yapılması gerektiğini vurgulamışlardır. Bazı âlimler ise dayağa istisnaî olarak izin verilmiş olduğu ve tercihen bundan sakınılması gerektiği görüşündedirler. (Esed, Muhammed. Kur’an Mesajı, 1/144)

Eğer kadınlar Kur’an’da sıralanan tebdirlere baş vurulmadan, ya da mecburen baş vurulduktan sonra kendilerini düzeltir, huzursuzluğa yol açan davranışlardan vazgeçer, ailenin kurallarına itaat ederlerse artık işaret edilen yöntemlerden başkasını aramak doğru değildir. Bundan öte kadınların aleyhine başka bir yol yoktur. Yani “onlara el veya dil ile eziyet etmeye etmeye kalkışmayın, onlara herhangi bir şekilde zulmetmeyin. Durum dışarıdan bakınca düzgün görünüyorsa artık bu işin içyüzü nedir diye araştırmaya, bundan aleyhte bir şey bulmaya kalkışmayın” deniliyor. (Abduh, M-Rıza, R. el-Menâr (ter.) 5/119)

“eğer itaat ederlerse...” “Yine de onların serkeşlik etmesinden endişe ediyorsanız sadece öğüt verin, yataklarında onları yalnız bırakmayın. İtaat etmezlerse durum değişir. Onlar itaate dönerlerse siz de onlara karşı görevlerinizi yerine getirin. Onlara eziyet ve onların hoşlanmayacağı şeyleri yapmak için bir yol izlemeyin. Bedenlerinde veya mallarında size helâl olmayan bir şey yapmaya bir yola (bahaneye) başvurmayın” demektir. Bunlardan sonra bir eşin diğerine; “seni artık sevmiyorum, senden nefret ediyorum” demesi onu dil ile dövmek, ona eziyet etmektir. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 4/71-72)

“...artık onların aleyhine başka bir sebîl (yol) aramayın...” Yani söz veya fiille onlara karşı cinayet işlemeyin. İşte bu onlar üzerinde üstün oluşun vurgulanmasından, te’dip edilmeleri için imkan verilmesinden sonra kadınlara zulmü yasaklayan bir emirdir. Bu, eşlerin kocalarını sevmeleri için onları zorlamaya hak olmadığını da hatırlatıyor. Çünkü bu onların elinde olan bir şey değildir. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/)

“eğer itaat ederlerse...” “Artık bundan böyle sırf onlara eziyet olsun diye dövmeye kalkışmayın, onları yermeyin, onları suçlayıp durmayın. Onlardan ötürü tevbe edin. Daha önce yapmış oldukları eksik ve kusurlarını, itaate başlamaları, boyun eğmeleri ve artık huzursuzluk çıkarmamaları halinde hiç olmamış gibi görün, affedin. Allah’ın azabından ve sizi cezalandırmasından sakının. Unutmayınız ki Allah’ın gücü sizin eliniz altında bulunanlara göre gösterdiğiniz güç ve kuvvetten daha büyüktür. Kadınlara haksızlık etmeniz durumunda onun tokadı size çok ağır olur.” (Zamahşerî, Ömer b. Muhammed. el-Keşşâf, 1/497)

 

 

-Çıkış yolu/çıkar yol anlamında sebîl

Sebîl, aynı zamanda insanları Allah’ın yoluna götürücü delil, işaret ve çıkış yolu anlamlarına gelmektedir. Bir âyette şöyle deniyor:

 “Size ne oluyor da münafıklar hakkında iki gruba ayrıldınız? Allah, onları yaptıkları işlerden dolayı baş aşağı ederek ( yada tersliyerek) eski konumlarına (küfre) döndürmüştür. Allah’ın saptırdığına hidâyet mi vermek mi istiyorsunuz? Allah kimi saptırırsa, sen onun için asla bir sebîl (çıkış yolu) bulamazsın.

Arzu ettiler ki kendilerinin küfre saptıkları gibi siz de sapasınız da beraber olasınız. O halde onlar hicret edinceye kadar onlardan hiç birini veli (candan dost, müttefik) edinmeyin...” (Nisâ 4/88-89)

Buradaki “sebîl” meallerde Türkçe’ye, yol, çıkış yolu, (doğruya) yol şeklinde aktarılmış.

Allah’ın saptırdığı ve kendileri için bir sebîl (çıkış yolu), kurtuluş yolu, çıkar yol kalmayan münafıklar kimlerdir?

Âyette sözü edilen kişiler hangi hatayı yaptılar ki sapıklığa mahkûm oldular, hidâyetten mahrum edildiler, hidâyetin kapıları kendilerine kapandı?

Bilindiği gibi insan kendi serbest iradesi ile ya hidâyeti ya dalâleti (sapıklığı), ya hakkı ya bâtılı, ya itaati ya isyanı, ya ibadeti/şükretmeyi ya nankörlük etmeyi seçer. Allah (cc) bu konuda kullarını zorlamaz. İnsanın sorumlu olması için yaptıklarında serbest olması gerekir. Din seçimi de böyledir. Kimse müslüman, kafir, müşrik, münafık olarak doğmaz. Herkes âkil-bâliğ olduktan sonra inancını da, eylemlerini de, yani yolunu kendisi seçer. Bu isimlerden birini beğenip alır.

Ancak iman ettiğini iddia ettikten sonra, defalarca karşı tarafa geçenleri, gayr-i müslimlerin tarafını güçlü görünce İslâma ihanet edenleri, dünyalık çıkarları için ikili oynayanları rezil bir şekilde eski durumlarına dönderir. Yani İslâmdan önceki küfür (inkâr) hallerine dönerler, Allah onlara inkârcı muamelesi yapar.

Âyetin “... Allah kimi saptırırsa, sen onun için asla bir sebîl (çıkış yolu) bulamazsın” kısmını; kendisine Hak ulaştıktan sonra dalâlete düşen, ya da iman ettiğini söyledikten sonra sapıklığı tercih edenler azabı (cezayı) hak ederler. Onlar için bir çıkar yol, kurtuluş yolu, bir çare, kurtulmaya bir sebep yoktur. Onları hak ettikleri cezadan kimse kurtaramaz” şeklinde anlayabilir miyiz?

Mekke’den Medine’ye hicret sonra sahabelerin ilişki kurdukları gayr-i müslimler şu gruplara ayrılmıştı: Mekke’de ve Medine’de yaşayan müşrikler, Medine ve civarında yaşayan Ehl-i kitap (daha çok yahudiler), hem Mekke’de hem de Medine’de yaşayan ve müslüman görünen münafıklar. Nisâ 88-91. âyetlerde bu konular ele alınmış, ilişkilerde uyulacak kurallara işaret edilmiştir.

Burada söz konusu edilen münafıkların Medine’de yaşayanlar mı, yoksa Mekke’de kalanlardan bir grup mu olduğu konusunda tefsircilerin farklı açıklamaları (Komisyon; Kur’an Yolu, 2/84) ve hadis- tefsir kaynaklarında bu âyetlerin iniş (nüzul) sebebi olarak bir kaç rivâyet var.

“Burada geçen “münafıklar” haklarında Bekara ve Münafıkûn ve benzeri sûrelerdeki ilgili âyetlerin nâzil olduğu kimseler değildir. Bunlardan maksat; Peygamber zamanında zahiren müslümanlara dost ve onları sever gözüken müşriklerden bir zümredir. Onlar “müslümanlık” iddialarında  yalancıdırlar. Kendileri gibi müşriklerden yanadırlar. Böyleleri müslümanları kuvvetli gördükleri zaman ihtiyaten müslümanlara dost gözükmekte, ama zaafa düştüklerinde de hemen onların aleyhine geçmektedirler.

İşte müslümanlar bunlar hakkında iki gruba ayrılmışlardı. Bazıları bunların dost sayılması ve açıktan açığa kendilerine düşmanlık eden diğer müşriklere karşı kendilerinden yardım alınabileceği kanaatini taşırken, bazıları ise açıktan açığa düşmanlık eden diğerlerine nasıl davranılıyorsa bunlara da aynı şekilde davranılması gerektiği kanaatinde idiler.  Allah (cc)  müslümanların bu yaklaşımını hoş karşılamadı ve “Halbuki Allah kendi ettikleri yüzünden baş aşağı etmiştir” buyurdu. Bu şu demektir: “Siz onların hakkında nasıl olur da farklı görüşleri benimsersiniz? Halbuki Allah, şirk ve günah işlemeleri dolaysıyla onları başaşağı etmiş ve sizin bulunduğunuz hak yoldan çevirmiştir. Onun sizin hakkınızda iyi düşünmezler, başınıza belâ gelmesini beklerler.”  (Abduh, Muhammed-Rıza, Reşid. el-Menâr (ter.) 5/423)

Bu konuda İbni Abbas’tan şöyle bir rivâyet var: “Bu Mekke’de müşrik oldukları halde müslümanlıkları hakkında konuşulanlarla ilgilidir. Bunlar bir çıkar için Mekke’den çıktıkları zaman birbirlerine; “Muhammed’in arkadaşları ile karşılaştığınız zaman onlara onlar gibi selâm verin.  Bunda bir sakınca yok.” Onların Mekke’den Medineye doğru yola çıktıklarını haber alan sahabelerden bir grup: “Bu habis adamlara karşı kalkın ve onlarla savaşın. Zira onlar size karşı düşmanlıklarını açığa vurdular.”  Bir grup sahabi ise; “Sübhanellah! Sizin söylediğinizin aynısı söyleyenleri mi öldüreceksiniz? Bunu hicret edip sizin beldenize gelmedikleri için mi yapacaksınız? Bundan dolayı onların kanlarını ve mallarını helâl sayıyorsunuz? dediler. Böylece onlar hakkında iki grup oldular. Peygamber (sav) bu konuşulanları duymasına rağmen onlara böyle konuşmalarını yasaklamadı. Bunun üzerine bu âyet indi.” (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 4/195)

Bu âyetler Medine’de müslümanlara zarar vermek için faaliyet yapan münafıklar ile onlar hakkında iki gruba ayrılan sahabeler hakkındadır. (Hâzin, M. b. İbrahim. Tefsir, 1/407)

Zeyd b. Sabit’in anlattığına göre sahabeler Peygamber’in yanında munafıklar hakkında konuştular. Bir grup onları öldürelim, bir grup ise onları öldüremeyiz dediler. Bunun üzerine bu âyet indi. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 4/194)

Hasan ve Mücahid'den rivâyet olunduğuna göre iki münafık grup Medine’nin havasının kirliliğini bahene ederek buradan çöle çıkıp gitmek için izin isterler...Nihayet Medine’den ayrılır ayrılmaz, bu kimseler farklı bir şekilde yollarını müşriklerin tarafına çevirip giderler ve onlara katılırlar. Bunun üzerine sahabeler aralarında anlaşmazlığa düşerler. Kimisi; “o gidenler zaten kâfir ve inkârcı oldukları için ayrılıp gittiler derken, kimisi de onların müslüman olduklarını savunmuşlardı. (Zamahşerî, Ömer b. Muhammed. el-Keşşâf, 1/534. Elmalılı, M. H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 3/43)

Bunun üzerine bu âyetler indi ve hem onların münafık oldukları açıklandı, hem de savaş hukuku ile ilgili bazı hükümler bildirildi.

Bir başka yoruma göre ise bu gidenler, aslında Mekke’den hicret etmişlerdi. Fakat sonradan kendilerince bir karar vardılar ve geri dönerek Mekke’ye gittiler. Bunlar Mekkey’e vardıktan sonra “Biz senin dinin üzerindeyiz. Bizi Medine’den ayrılmak zorunda bırakan şey, Medine’nin kirli havasıdır ve bir de beldemize karşı olan dayanılmaz özlemimizden dolayıdr” diye mektup yazdılar.” (Zamahşerî, Ömer b. Muhammed. el-Keşşâf, 1/534)

Bir yoruma göre ise, bu kimseler Urenilerdir. Bunlar aslında Cüheyne kabilesinden olup irtidat ederek dinden dönen ve bozgunculuk yapan kimselerdi. Kaldı ki bunlar bir de hayvan otlatmakta olan ve kendisi de Rasûlüllah’ın azatlısı olan Yesar’a saldırıp öldürdükten sonra hayvanları önlerine katıp götüren kimselerdi. (Zamahşerî, Ömer b. Muhammed. el-Keşşâf, 1/535)

İbni Abbas’a göre Bunlar Mekke’de iman edip hicreti terkeden bir topluluktur. Tefsirci ed-Dahhak bu münafıkların şöyle de dediklerini naklediyor: “Eğer Muhammed galip gelirse onun peygamber olduğunu bilmiş oluruz. Şayet bizim kavmimiz galip gelirse -ki biz bunu daha çok isteriz- bu kazancımız olur.” Bunun üzerine müslümanlar bunlar hakkında iki gruba ayrıldılar. Bir kesim onları dost ediniyor, bir kesim de onlardan uzak kalıyorlardı. Bunu üzerine bu âyet indi. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/934)

Bir başka görüşe göre bu kimseler müslüman olduklarını ifade ettikleri halde Allah yolunda savaşa katılmaktan geri kalanlardır. (Zamahşerî, Ömer b. Muhammed. el-Keşşâf, 1/535)

Buhârî’nin bu âyetlerin nüzûl sebebi olarak rivâyet ettiği hadis şöyledir:

Bazı insanlar, Uhud Savaşı için sefere çıkan Hz. Peygamber’in ashabına katıldıkları halde Medine’ye geri dönmüşlerdi. Kalanlar onlara yapılacak muamele konusunda ikiye ayrıldılar. Bir grup Hz. Peygamber’e onları öldürmesini öneriyor, diğerleri ise bu öneriye karşı çıkıyorlardı. Bunun üzerine “...Size ne oluyor da münafıklar hakkında ikiye bölünüyorsunuz?...” meâlindeki âyet geldi. Hz. Peygamber Medine hakkında şöyle buyurdu: “O Taybeh’tir (Medine’dir). Ateş nasıl ki gümüşün pisliklerini (yabancı maddeleri) uzaklaştırıyor ise, bu şehir de bu şekilde pis ve murdar olanları dışarı çıkartır.” (Buhârî, Tefsir 4/15 no: 4589. F. Medine/10 no: 1884, Meğazi/17 no: 4050. Ahmed b. Hanbel, 5/184, 187, 188. Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 4/194. İbni Kesir, Ebu’l-Fidâ. Muh. Tefsir, 1/419)

Bir yoruma göre burada kasdedilen münafıklar Uhud Günü Peygamber’e yardımdan vazgeçip, onunla birlikte çıkmışken askerlerini de geri çekip giden Abdullah b. Übey ve arkadaşlarıdır. (Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/934. Zamahşerî, Ömer b. Muhammed. el-Keşşâf, 1/535)

“Zeyd b. Sabit’ten: Peygamber Uhud’a çıktığı zaman beraberinde olanlardan bir kesim geri dönmüştü. Bunun üzerine sahabeler onlar hakkında ikiye bölündü. Kimisi; “Onları öldürelim dedi. Kimisi de: “Hayır öldürmeyelim” dedi. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. (Müslim, S. Munafikun/6 no: 7031)

Tirmizî hasen-sahih kaydıyla bu rivâyete şunu eklemiş: “Peygamber buyurdu ki: Bu Medine’dir (Taybeh’dir).” Yine buyurdu ki: “Ateş nasıl ki demirin pisliğini giderirse bu şehir de pislikleri öylece dışarı çıkartır.” (Tirmizî, Tefsir 4/14 no: 3028)

Bu haberleri esas alan tefsircilere göre âyetin geliş sebebi bu olaydır. Ancak geliş sebebini bu olaya bağlamak konuyu açıklamaya yetmemektedir. Arkadan gelen 89. âyette konuyla bağlantılı olarak “... Allah yolunda hicret edinceye kadar onları veli (dost) edinmeyin...” deniliyor. Medine’ye dönen münafıklar için hicret söz konusu olamayacağına göre âyette  bunların kastedilmiş olması ve bunun âyetin iniş sebebi olması isabetli görünmüyor. (Komisyon; Kur’an Yolu, 2/85)

Bazılarına göre; bu âyetler Medine’de yaşayan ve Uhud savaşından geriye dönen münafıklarla ilgili değil; Medine’ye gelip müslüman olduklarını açıklamalarına rağmen Mekke’ye döndükten sonra tekrar müslüman olmadıklarını söyleyenlerle ilgili aralarında konuşan sahabeler hakkında indi. Zira onlardan bir grup böylelerinin müslüman olduğunu, bir diğer grup bunların münafik olduklarını söylemişlerdi. Allah (cc) bu âyetle onların münafık olduklarını açıklamış bulunuyor.  (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyan, 4/194)

Görüldüğü gibi kaynaklarda veya Kur’an yorumcularına göre bu âyetler hakkında bir kaç tane iniş sebebi söz konusu. Şüphesiz en doğrusunu Allah bilir.

Ancak burada Allah (cc) hem bir tehlikeye işaret ediyor, hem de müslümanları uyarıyor.

Müslümanlar her zaman ve her yerde benzer sorunlarla, benzer ihanetlerle, ikiyüzlülükle  karşılaşabilirler. Çıkarları gereği müslüman görünüp onlara zarar vermek isteyenler her zaman bulunabilir. İhanetleri, nifakları, ikili oyunları açıkça belli olan bu kimselere aldanmamak gerektiği gibi, bunları dost (veli) veya sırdaş edinmek de yasaktır.

 

Kıyâmette cehennemi hak edenler kendi azgınlıklarının ve kötülüklerinin karşılığını alırlar. Ancak Allah’ın gazabı onların hak ettiği azaptan daha büyüktür. Allah onlara şöyle diyecek : «Çünkü siz imana davet ediliyorsunuz ama  (davet edildiğiniz şeyi) inkâr ediyorsunuz. Onlar da şöyle derler: “Ey Rabbimiz! Bizi iki defa öldürdün, iki defa da dirilttin. Günahlarımızı kabulleniyoruz. Şimdi (bu ateşten) bir çıkış yolu (sebil) var mı?” (Mü’min 40/11. Bir benzeri: Şûrâ 42/45-46)

Allah’ın ilâhi kitaplar ve peygamberler aracılığıo ile yaptığı uyarılara kulak tıkayarak dünya hayatını inkar, kötülük ve isyan ile geçirenler; ahirette hak ettikleri karşılığı alacaklar. Bu kötü sonuçla karşılaştıkları zaman dünyadaki yaptıklarından pişmanlık duyacaklar ve kendilerine kızacaklar. Suçlu olduklarını itiraf edecekler. Aldıkları cezadan kurtulmak için bir çıkış yolu arayacaklar. Ancak bulamayacaklar. Çünkü böyleleri dünya hjayatında İslami davete karşı amansız düşma idiler, ya da Allah’ın dışındaki varlıklara tanrı diye tapınıyorlardı. Allah’ın adının anılmasından hoşlanmıyor, ancak putlara, siyana ve günaha severek koşuyorlardı. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 4/560)

(Devamı var)

Hüseyin K. Ece

16.11.2017

Zaandam