-Belirli bir yol (es-Sebîl)

 Kur’an’da sebîl (yol) kelimesi bilinen, üzerinde yürünen çeşitli yollar hakkında kullanıldığı gibi, insanın din, inanç, hayat anlayışı, yaşayış biçimi anlamında da kullanılıyor.

Bu bağlamda Kur’an’da Allah’ın yolu, suçluların yolu, mü’minlerin yolu, doğru yol, kurtuluş yolu, doğru yoldan ayrılanların yolu ifadelerine rastlamaktayız.

Sebîlin pek çok anlamları yanında bütün bunlar kişinin üzerinde olduğu yaşama biçimini, seçtiği hayat yolunu ve dinini anlatırlar.

 Kur’an’da “es-Sebîl” şeklinde, yani belirlilik takısıyla geldiği yerlerin çoğunda belirli bir yol (doğru yol) ve Allah’ın insanları davet ettiği, dosdoğru hidâyet yolu kasdedilir. Yol ama sıradan, dünyada üzerinde yürüdükleri, araçlarını sürdükleri, trafiği olan, belli bir hedefe gitmek için kat’ettikleri yaya, araba, bisiklet, hava yolu ve benzeri yol değil. Bu yol o kadar belirgindir, başka bir şey demeye, izah etmeye lüzum yoktur.

Yani: Yol, işte şu Yol. Dosdoğru, iman edenleri hedefine ulaştıracak en düzgün, en sağlam, en güvenli Yol. Tıpkı Sırat-ı Müstakîm-En doğru Yol, hidâyet yolu gibi.

Âyetlerde bunun farklı kullanımları var. Mesela;

 

-Kitap ehlinden bazıları müslümanların da es-Sebîl’den ayrılmasını isterler.

“Kendileri Kitaptan bir nasip (biraz ilim) verilen kimseleri görmüyor musun? Onlar hidâyet yerine dalâleti (sapıklığı) satın alıyorlar ve müslümanlarından da es-Sebîl’den-Yol’dan sapmalarını istiyorlar.” (Nisâ 4/44)

Taberî’ye göre bu âyet Peygamber zamanındaki, kendilerine kitaptan bir nasip verilen bir grup yahudi hakkındadır. Bu da, yanlarında bulunan doğru yolu gösteren bilgiye rağmen hak yolun tersini, rüşd yolunu ve doğrusunu değil zıddını alanlarla alakalıdır. Onların bu tavrını Allah (st) “hidâyetin yerine dalâleti satın almak” diye isimlendirdi.

Bu dalâlet de (şaşkınlık da) şudur: Muhammed’in (sav) mevkisini yalanlamak, iman etmeyi terketmektir. Halbuki onlar hak yolunu ve imanı; ayrıca yanlarındaki kitapta sıfatları açıklanan Peygamberi tasdik etmeleri gerektiğini de biliyorlardı. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 4/119. Ayrıca bkz: Kurtubî, M. b. Ahmed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/904) Bazıları ise âyetin bütün yahudilere şâmil olduğunu söylerler. (Abduh, M-Rıza, R. el-Menâr (çev.), 5/184) Ya da hz. Muhammed’in elçiliğine ve ona indrielen vahye karşı olumsuz tavır gösteren ehl-i kitaba ve diğerlerine şamildir. (Zira sebebin hususiliği, hükmün umumi olmasına engel değildir.)

Onlardan kimileri hidâyet yerine sapıklığı tercih ettikleri (Nisâ 4/55), Allah’ın Elçisine indirdiklerine itiraz ettikleri, biraz dünyalık karşılığı önceki peygamberlere verilen ve yanlarında bulunan Hz. Muhammed hakkındaki bilgileri inkâr ettikleri için gazaba uğradılar. Onlar müslümanların da kendileri gibi Allah’ın indirdiklerini inkâr etmelerini isterler. Dahası müslümanların kavuştuğu hidâyeti ve en fayda verici (vahiy) bilgisini terkederler. (İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 1/399)

Bu âyet Nisâ 36-42. âyetlerin devamı gibidir. İnkârcılar ve inanmadıkları halde inanmış gözüken ve müslümanları aldatan münafıklar mü’minlere tanıtılıyor, onların kaba, cahilce, haksız, insafsız, haktan uzak özellikleri anlatılıp müslümanlar uyarılıyor. Bu mukayeseli anlatım ile mü’minlerin içinde bulundukları durumu daha iyi kavramaları, zorluklara karşı sabretmeleri hatırlatılıyor. (Komisyon, Kur’an Yolu DİB, 2/58)

Burada sebîl-yol, belirlilik takısı ile es-Sebîl şeklinde geliyor. Bu da hz. Muhammed’in son elçi olmasını, ya da hak yolu işaret ediyor diyebiliriz. Ki onun yolu, onun daveti vahyedir ve hidâyetedir. Şüphesiz ki vahiy ve onun ortaya koyduğu hidâyet, doğru yolun ta kendisidir. Ki âyet bunun es-Sebîl olarak ortaya koyuyor.

Bu âyete göre ehl-i kitap hidâyet yerine dalaleti satın alırlar (yani tercih ederler). Bu ifadenin açıklması konusunda dört görüş vardır:. Birincisi: Onlar imanı dalalet ile değitirirler. İkincisi: Peygamberi önceleri tasdik ediyorlarken, peygamber olarak ortaya çıktıktan sonra onu yalanlamayı tercih etmeleri. Üçüncüsü; ileri gelenlerinden rüşvet almak üzere hz. Peygamberi yalanlamayı  seçmeleri. Dördüncüsü; Onların din adamlarının kimilerine Peygamberi yalanlamaları için mallarından vermeleri. (el-Cevzî, A. b. Muhammed. Zâdu’l-Mesir, s: 288)

Onlar bu yanlış tercih sebebiyle hidâyette değil dalâlettedirler. Kendileri dalâlette oldukları halde müslümanların doğru yoldan, hidâyette sapıp, Vahyi inkâr etmelerini arzu ederler.

 Arkasından gelen âyet konuyu bir tehdit ile sonuca bağlıyor: “Şüphesiz ki Allah sizin düşmanlarınızı gayet iyi bilir. O, veli (dost) olarak da nasîr (yardımcı) olarak da yeter.” (Nisâ 4/45)

 

-Cibt ve tâğûtların yolu doğru yol değildir

Peygamber’in (sav) Medine döneminde Yahudi bilginleri İslâm'a karşı çıkmakta o kadar ileri gitmişlerdi ki, ellerindeki Kutsal Kitap putperestliğin üzerinde durduğu, şirki ve puta tapınmayı kötülediği halde onlar, müşrik Arapların müslümanlardan daha doğru olduklarını söylüyorlardı. (Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 1/234)

Kendilerine Kitap’tan bir nasip verilmiş olanları görmüyor musun? Onlar “cibt”e ve “tâğût”a inanıyorlar. İnkâr edenler için de, “Bunlar, iman edenlerden daha doğru yoldadır” diyorlar.” (Nisâ 4/51)

Âyetin lafzî anlamı şöyle: “onlar küfredenlere (inkârcılara) dediler ki, işte şunlar daha hidâyettedirler (daha doğru yoldadır), ki onlar Sebîl’e iman ettiler” Buradaki belirlilik takısı olmaksızın (nekra) gelen Sebîl’i Türkçe mealler “doğru yol” olarak çeviriyorlar.

Buradaki “Sebîl”; yani doğru ve sağlam yol anlamında tarik (Mukatil b. Süleyman, Tefsir, 1/234. Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 4/136. Celâleyn, Tefsir, s: 86), yani dinî ve itikadî yol olarak daha isabetli demektir. (el-Cevzî, A. b. Muhammed. Zâdu’l-Mesîr, s: 291)

Ehl-i kitaptan bazıları cehâletleri sebebiyle müşrikleri müslümanlardan üstün sayarlar. Dolaysıyla bir anlamda ellerindeki kitabın verdiği bilgileri inkâr ederler. (İbni Kesir. Muhtasar Tefsir, 1/403)

Tefsirci Taberî bu âyetin nüzûl sebebi olarak bir kaç olay anlatıyor. Onlardan iki tanesi şöyle:

İbni İshak Abdullah b. Abbas’tan şöyle anlatmış: “Gatafan, Ben-i Nadir ve Ben-i Kurayza’dan bir grup aralarında bu kabilelere mensup ileri gelenlerle birlikte Kureyş’e gittiler ve dediler ki: “Şunlar yahudi din adamlarıdır, geçmiş kitapları en iyi bilenlerdir. Sorun bakalım; sizin dinizi mi daha hayırlıdır, yoksa Muhammed’in dini mi? Onlar da sordular. Hahamlar dediler ki: “Sizin dininiz (yani şirk dini) onun dininden daha hayırlıdır. Siz ondan ve ona uyanlardan daha doğru yoldasınız. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.” (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 4/138. Abduh, M.-Rıza, R. el-Menâr (çev.), 5/206)

Hz. Peygamber ile Beni Nadir yahudileri arasında bir olay olmuştu. Peygamber (sav) Âmir kabilesinin diyetini ödemek üzere onlara yardım için geldi. Onlar ise ona karşı komplo kurdular. Allah da onların komplolarını boşa çıkardı. Peygamber Medine’ye geri döndü. (Yahudi ileri gelenlerinden ve Peygamber’e karşı mücadele eden) Ka’b b. Eşref, müslümanlara karşı müşriklerle sözleşme yapmak üzere Mekke’ye kaçtı. Ebu Süfyan ona demiş ki: “Ebu Saad, siz eski kitapları okuyan bir kavimsiniz, biz ise bu konuda ümmi bir topluluğuz. Bana söyler misin, bizim dinimiz mi hayırlı, yoksa Muhammed’in dini mi?” O da demiş ki: “Bana dininiz hakkında bilgi ver.” O da “Biz besili develer kurban eder, sonra insanlara ikram eden, hacılara su dağıtan, misafirleri ağırlayan, Rabbimizin Evini imar eden, atalarımızdan kalan putlara ibadet eden bir kavimiz. Muhammed bunları terkedip kendi dinine uymamızı istiyor” demiş. Bunun üzerine Ka’b b. Eşref; “Sizin dininiz Muhammed’in dininden daha hayırlıdır, dininizde sabit kalın” diye cevap vermiş”. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 4/137. Abduh, M.-Rıza, R. el-Menâr (çev.), 5/208. Bir benzeri: Zemahşerî, Ö. b. Muhammed. el-Keşşâf, 1/511. Kurtubî, M. b. Ahmed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/908. Vahidî, A. b. Ahmed. Esbâbu’n-Nüzûl, s: 114)

Hakikati ters yüz ederek,  putlara tapan ve hak yoldan uzaklaşan müşriklere sadece dünyalık çıkar gereği “siz müslümanlardan daha doğru yoldasınız” diye iltifat eden şaşkınlara Allah rahmet etmez. Takip eden âyetlerede onlar hakkında şöyle deniyor:

“Onlar, Allah’ın lânet ettiği kimselerdir. Allah, kime lânet ederse, artık ona asla bir yardımcı bulamazsın.

Yoksa onların hükümranlıkta bir payı mı var? Öyle olsa, insanlara bir zerre bile vermezler.

Yoksa, insanları; Allah’ın lütfundan kendilerine verdiği şey dolayısıyla kıskanıyorlar mı?...” (Nisa 4/52-54)

Görülüyor ki Allah’ın lanet ettiği kimselere O’ndan başkası yardım edemez. Kim cibt ve tâğûta tapınırsa, isyan ve tuğyan ederse, Allah’ın diniyle mücadele ederse (savaşırsa); rahmetten mahrum kalır, Allah’ın lanetine uğrar. Bu Allah’ın öteden beri kişi ve toplum hakkında geçerli olan sünnetidir (kanunudur). Allah’ın gazabının veya lanetinin kişi ve toplumlar üzerine inmesinin sebebi, onların bâtıl, saçma, hurafe şeyleri din edinmeleri bir tarafa, cibt veya tâğûta kulluk yaparcasına boyun eğip, İslama karşı mücadele etmeleridir.

Mü’minler bu gibi şeylerden sakınırlarsa, Allah’ın yardımı ve rahmeti gelir. Onlar bu gerçekler ışığında kendilerine çeki düzen vermeliler. (Abduh, M.-Rıza, R. el-Menâr (çev.), 5/209)

Âyette geçen “cibt” kelimesi manasız, hiçbir dayanağı olmayan saçma bir şey anlamına gelir. İslâm litaratüründe ise, büyücülük, müneccimlik, gelecekten haber verme (kehânet) gibi şeylere denir. “Cibt”, bâtıl inanç, hurafe ile eş anlamlıdır. (Mevdudi, E. Tefhimu’l-Kur’an (çev.), ) Cibt ayrıca; put, sihirbaz, kâhin, Allah’ın haram kıldığı her şey ve Allah’tan başka tapılan her şey anlamına da gelir. (DİB Meali Nisâ 51. âyet açıklaması)

Cibt, gerçekte hiçbir güce sahip olmadığı hâlde kendisinde güç vehmedilen şeydir. En genel anlamıyla sihir, illüzyon ve her tür hurafe, uğur ve uğursuzluk atfı cibt’tir. Peygamber (sav) “cibt”i şöyle açıkladı: “Iyâfe (seslerinde veya hayvanların geçtiği yerlerden uğur ya da uğursuzluk anlamları çıkarmak), tıyera (hayvanların ayak izinden yararlanarak gelecekten haber vermek) ve tark (fal bakmak) cibttendir.” (Ebu Dâvud, Kehânet/23 no: 3907-3908)

Bu âyette tâğût, ruhsuz putlara ad olan cibt’e karşılık, ruh ve şuur sahibi put yani ilâhlaştırılmış, putlaştırılmış insan anlamında kullanılıyor. (Y. N. Öztürk, K. T. Kavramları, s: 558)

Âyette geçen “tâğût”un aslı “tuğyan” masdarıdır. Bu da her türlü sınırı aşmayı, azmayı, isyanda fazla ileri gitmeyi, kendini yeterli görmeyi (istiğna’yı) ifade eder. ‘Tuğyan’; isyan ve günahta sınır tanımayacak ölçüde ileri gitmektir.

“Tâğût”; tuğyan eden, haddi aşan, tuğyanı yaşayan ve yaşatan kişi ve kuvvetlerdir.

“Tâğût”, sözlük anlamıyla sınırları aşan herkes ve her şey hakkında kullanılabilir. Kur’an bu kötü sıfatı Allah’a isyan eden, O’nun kullarının hakimi ve sahibi olduğunu iddia eden ve onların kendi kulu olmaya zorlayan kimseler ve güçler hakkında kullanıyor. Tarihte azmış, isyanda ileri gitmiş, peygamberlere karşı büyüklük taslamış, yoldan çıkmış bir çok azgın kişi ve toplulukların durumunu bu kelime ile anlatmaktadır.

Cibt ve tâğût, insanları azdıran, saptıran şeylerin hepsini ifade eder. (Ayrıca bkz: Bakara 2/256-257. Nisâ 4/60,76. Mâide 5/60. Nahl 16/36. Zümer 39/17) 

Tâğût, Kur’an yorumcuları tarafından şeytan, nefis, put, sihirbaz gibi çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. (bkz: Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 4/133-136. Abduh, M.-Rıza, R. el-Menâr (çev.), 5/206-207. Kurtubî, M. b. Ahmed. el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/908. el-Cevzî, A. b. Muhammed. Zâdu’l-Mesîr, s: 291)

Ebu İshak şöyle der: “Allah’tan gayri ibadet edilen her şey cibt ve tâğût tur.” (Lisânu’l Arab, 15/9) Ya da Allah’ın dışında ibadet edilen, insanı Allah’a ibadetten engelleyen her şeydir. (Beydâvî, Envâru’t Tenzil, 1/135)

Tâğût, Allah’ın dışında ibadet edilen şeytan ve putlar gibi şeylerdir. (Bağaví, Meâlimu’t Tenzil, 1/230. İbni Tesir, Muhtasar Tefsir, 1/232.  M. A. es-Sâbûní, Safvetü’t Tefâsir,  1/163. Zamahşerí Ö. b. Muhammed, el-Keşşâf, 1/300. A. b. Muhammed en-Nesefí, Medâriku’t Tenzîl, 1/211)

İbni Cerir et-Taberí tâğûtu şöyle tarif ediyor: Allah’a karşı isyankâr olup zorla, baskı ile veya gönül rızasıyla kandisine tapınılıp mabud tutulan; insan, şeytan, put, dikili taş veya bunlara benzer herhangi bir şey demektir. (Taberî, İbni Cerir. Câmiu’l-Beyân, 4/136)

İbni Kesir diyor ki tâğûtun şeytanlar olduğuna dair görüş cidden kuvvetlidir. Çünkü o, putlara tapmak, onlardan kaynaklandığı zannedilen hükümlere uymak, onlardan yardım istemek gibi cahiliyyeye mensup kimselerin üzerinde bulunduğu her şeyi anlatmaktadır. (İbni Kesir, Muh. Tefsir, 1/232)

Hz. Ömer’in şöyle dediği rivâyet edilmektedir: “Cibt; sihir, tâğût da; şeytandır...” (nak. İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 1/232)

Allah’a karşı azan, başkalarını da azdıran her şey tâğût ttur. Asıl azdırıcı şeytan olmakla beraber, kendisini tanrı tanrı yerine koyan, insanları yanlış yollara sevkeden kötü kişiler ve kendisine tapınılan putlar da tağutun anlamı içine girerler. (S. Ateş, Yüce Kur’an’ın çağdaş Tefsiri, 1/456)

Tâğûta bu bağlamda verilebilecek en uygun karşılık “putlaştırılmış, haddini aşmışlığın dibini bulmuş azgın kişi”dir. Kur’an’da tâğût, Allah’a rağmen hüküm kaynağı ve otorite olarak görülen, yani tanrılaştırılan insan gibi somut ya da şeytan gibi soyut her tür varlıktır.  (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, )

“Tâğût her devirde, firavun ruhlu kişilerle, onların yardakçıları olan gürûhun genel adıdır.” (Öztürk, Y. N. Kur’an’ın Temel Kavramları, s: 562)

Tâğût, hakka, gerçeğe ve islâmí imana karşı çıkan, Allah’ın kulları için uygun gördüğü nizamı ve çizdiği sınırı tecavüz eden her şeyi kapsar. Put ile anlatılan tâğût, bir kişi olabileceği gibi, Allah’ın ölçülerinden alınmamış her türlü sistem de olabilir. (Kutub, S. fi-Zılâli’l Kur’an, 1/292. Kerimoğlu, Y. Kelimeler Kavramlar, s: 316)       

Tâğût hakkında şu tanım dikkate almaya değer: “Tağut, öncelikle, Allah’tan başka ibadet edilen her şeyi ve böylece insanı O’ndan uzaklaştıran ve şeytana yönelten şeyleri ifade eder. Bu terim, hem tekil hem de çoğul bir anlama sahiptir. (F. Râzí’den) Bundan dolayı, en doğrusu ‘şeytaní güçler’ şeklinde çevrilmelidir.” (M. Esed, Kur’an Mesajı, 1/77)

Tâğût kavramı ‘tuğyan’ edip, insanlar üzerine rabb’leşen bütün kişi ve güç odaklarını anlatmaktadır. Firavun örneğinde geçtiği gibi, ilâhlık iddiasında bulunup insanlara hükümler koyan ve insanları o hükümlere boyun eğmeye zorlayan bütün zorbalar tâğûttur. (Ece, H. K. İslâmın Temel Kavramları, s: 669)

 

Hüseyin K. Ece

11.07.2018

Zaandam