Savaşlar, göçler, iş arama, geçinme şartları, tahsil yapma, sığınma talebi, giderek dünyanın küçülmesi, iş alanlarının, ticarî ilişkilerin uluslararası alana taşması ve benzeri sebeplerden dolayı müslümanlarla gayr-i müslimler birarada yaşıyorlar.

Bazı müslümanlar  halkının çoğu gayr-i müslim ülkelere göç ettiği gibi, tersi- yani gayr-i müslimler de halkının çoğu müslüman olan ülkelere göç ediyorlar ve oralarda yaşamak istiyorlar.

Bu bir realitedir. Bugün bütün Avrupa ülkelerinde de müslümanlar var. Batı Avrupa’da yirmi milyondan fazla müslümanın yaşadığı tahmin ediliyor.

Bu gün saf İslâm ülkesi kalmadığı gibi, saf gayr-i müslim ülke de kalmadı denilebilir.  Üstelik bazı müslümanlar kendi ülkelerinde bulamadıkları imkanları, din hürriyetini, işi, ticareti, rahatlığı halkının çoğu müslüman olmayan ülkelerde bulabiliyorlar. Pek çokları da o ülkelere hicret veya iltica etmek zorunda kalıyorlar.

Dünya küçüldü diyorlar. Her meslek erbabı doğup büyüdüğü yerde iş bulamıyorlar. İhtiyaçlar insanları başka ülkelre gitemeye, oralarda iş bulmaya zorluyor. Bu da göçü beraberinde getiriyor.

Bu açıdan bazılarının, insanları etnik kökenine veya dini grubuna göre katagorize edip, sonra “bunlar geldikleri yere gitsinler” demek, hayatın gerçeklerine uymuyor. Bu iddiaları ileri sürenler kafalarını kuma gömüp, hayata ve modern gelişmelere tek pencereden bakan dar görüşlülerdir.

Unutmamak gerekir ki, birarada bulunmaktan veya birlikte yaşamaktan dolayı bazı haklar ve yükümlülükler doğar, hukukî ilişkiler gündeme gelir. Hukukî ilişkiler de hem hakları belirler, hem hareketleri sınırlar, hem de bazı sorumluluklar gerektirr. Tıpkı aile hayatı gibi.

Toplum üyeleri önce vatandaşlık görevlerini yerine getirmeli ki herkes için belirlenen haklardan faydalanabilsinler. Görev yapmadan, topluma yük olarak, hatta toplumun huzurunu bozup arkasından “hak hak”, “insan hakları”  diye feryat etmek dürüstlük değildir.

Bilinen bir gerçek: İnsanlar toplu halde yaşarlar. Tek başına hayatı sürdürmek mümkün değildir. Toplum hayatının kendine göre yazılı veya sözlü kuralları vardır. Yazılı kurallara anayasa, kanun, yönetmelik; yazılı olmayan kurallara da teâmül, örf (töre), âdet, gelenek adı verilir. Bazı toplumlarda bu kurallara o toplumun inandığı din şekil verir. Bazılarında ise bunlar tarihsel tecrübelerin, yeni gelişmelerin ve ihtiyaçların ışığında şekillenir.

Toplum hayatı aynı zamanda hukuku gündeme getirir. İki kişi bir araya gelse bile aralarında hukuk söz konusu olur. Hukuk insanlar arası ilişkileri düzenleyen, belli esaslara  bağlayan yazılı veya sözlü kurallardır. Bunlar hem insanların haklarını korurlar, hem bazı görevlerini belirlerler, hem de vatandaşlara sınır çizerler.

“Hey arkadaş sen sonuna kadar özgür değilsin. Bir başkasının özgürlüğünün başladığı yerde senin hürriyetin biter. Ha bir de sen tek başına değilsin. Çevrende diğerleri de var, onları da hesaba katmalısın” demiş olurlar.  

Her siyasi oluşumun, yani her ülkenin yürürülüğe koyduğu kanunlar ideal olmasa bile, amaç adaleti ve fertlerin haklarını elde etmelerini, güvenliği sağlamaktır. Suçları en aza indirmek, suçluları cezalandırmak, güçsüzleri korumaktır.

İnsan için en önemli ihtiyaçlardan biri de güvenliktir. Bir beldede, bir bölgede, bir ülkede emniyet yoksa, orada huzur ve mutluluk yoktur. Orada kalkınma, üretim ve adalet olmaz. Öyle yerlerde insanlar haklarını elde edemezler. Normal hayatlarını sürdüremezler.

Güvenliğin olabilmesi için de o ülkede yetkili bir otorite ve adeleti sağlayacak kanunların, kurumların olması gerekir.

Bu noktada her vatandaşa görev düşüyor: Ülkenin güvenlğine zarar vermemek. Bir vatandaş olarak görevini yerine getirip ülkenin refah ve kalkınmasına, huzur ortamına destek olmak. Zira ülkenin bir yerindeki huzursuzluk diğer tarafı da etkiler. Amsterdam’da olan bir kaos, bir toplumsal fitne Zaandam’ı da, Rotterdam’ı da etkiler. –Allah korusun- farklı kesimler arasındaki bir çatışma Hollanda’nın her tarafında, herkes için  tedirginliğe ve  huzursuzluğa sebep olur.

Burada yaşayan müslümanlar da bu gerçeği bilmeliler. “Bana ne bu ülkeden” dememelidirler. Burada oldukları sürece yukarıda söylenenler onları da bağlar.

Artık bu saatten sonra Hollanda İslâm ülkesi mi, değil mi tartışması faydasızdır. Realiteyi değiştirmez, hiç bir problemi çözmez. Ama bir gerçek var: Şu kadar müslüman Hollanda’da yaşıyor. Ve bunların büyük bir bölümü kalıcı. Hele burada doğup büyüyen için artık burası anavatan.

Üzerinde düşünülmesi gereken asıl konu; müslümanlar burada kimliklerini koruyarak, bu toplumun eşit bir üyesi olarak uyum içinde nasıl yaşayabilirler?

Bu toplumun huzuruna ve ahengine nasıl katkı sağlayabilirler?

İslâm adına bu topluma ne sunabilirler?

Ya da İslâmı nasıl en güzel bir şekilde temsil edebilirler.

Diğer bir gerçek: Bir ülkenin halkının çoğunun müslüman olmaması orasını “ğavur memleketi” diye nitelemeyi ve orada anarşi çıkarmayı, sorun üretmeyi gerektirmez.

Eğer bir müslüman başka bir ülke ile anlaşma imzalamışsa, buna bağlı olarak vatandaşları anlaşma yapılan ülkeye gidip yerleşirse, İslâm hukukuna göre orası “dârul-ahd (anlaşmalı ülke) veya dârul-sulh (barış ülkesi)” olur.

Ya da bir müslüman bir gayri müslim ülkeye herhangi bir sebepten dolayı iltica etmişse ve bu da kabul edilmişse, o ülke onun için dâru’l-eman (güvenlik/sığınma ülkesi) olur. 

Bir müslüman ister ülkesinin imzaladığı anlaşmalar çerçevesinde, ister öğrenim için, isterse iltica sebebiyle bir gayri müslim ülkeye gidip oturum almışsa bu aynı zamanda bir anlaşmadır. Yani gelen “ben burada güvenlik ve insan haklarına uygun yaşama hakkı istiyorum” demiş olur.

Otorite ise zımnen; “oturum hakkın varsa, bizim toplumsal düzenimize uyarsan, vatandaşlık görevlerini yaparsan sana oturum veririm” der. Oturum veya vatandaşlık gerçekleşirse bu anlaşma tamamlanmış olur.  

Bundan sonra her iki taraf da anlaşmaya uyması gerekir. Otorite, oturum verdiğinin güvenliğini ve kanunun verdiği bütün haklardan faydalanması sağlamak, oturum alan da toplumsal düzene uymak, vatandaşlık görevlerini yerine getirmek zorundadır. Her iki taraf da karşı tarafa gizli yollarla tuzak kurmaya kalkışırsa bu, oturum anlaşmasına aykırıdır.

Müslümanlar, başkalarını da hesaba katarak yaşamaları gerektiğinin farkındadırlar. Onlar hakkın şâhitleridir. “Böylece sizi vasat (orta-dengeli) bir ümmet kıldık. Bütün insanlara karşı şâhitler olasınız; bu Peygamber de size şâhit olsun diye...” (Bekara.143. Bir benzeri Nisâ 4/72. Hacc 22/78)

Şâhit; sözü ve ahlâkı senet olan, kendisine güvenilen örnek insandır.

İslâm da kısaca Allah’a itaat, yaratılmışlara şefkat ve merhamettir. Yani onlara güzel muameledir. Yaratılmışlara gayr-i müslimler de dahildir.

Hüseyin K. Ece

08.10.2017

Zaandam