Avrupa son yüzyıllarda kendi kimliğinden memnun olmayanlar, kendini aşağı görenler için bir ütopya. Avrupalı gibi olmak, Avrupalı gibi yaşamak, Avrupalı gibi kalkınmak...

Avrupa üçüncü dünya denilen ülkelerdeki okumuşların, yöneticilerin, hatta halkın rüyası, hayali. Neredeyse herkes bunlar gibi olmanın derdinde. Pek çok insan buraya gelmeye can atıyor. Bugün kapılar açılsa ne kadar insanın buraya hücum edeceğini hesap edemezsiniz. Zor şartlara, tehlikelere rağmen “hele kapağı Avrupa’ya atalım” diye yollara düşenlerin haddi hesabı yok. Bunu sadece ekonomik nedenlerle, refah arayışı ile açıklamak zor.

Bunun asıl sebebi Avrupa hayranlığıdır dense yanlış olmaz.

Bizde bu takıntı çok eskiden başladı. Bizde Osmanlıdan beri “batılılaşma” diye bir kavram var. Batılılaşmadan kasıt da Avrupaya benzemek, Avrupalı gibi olmaktır.

İlk başlarda Osmanlı devletinin sorunlarına çözüm bulmak amacıyla başlatılan Batılılaşma çalışmaları zamanla bir tutkuya dönüştü. Batı bazı yöneticilerin ve aydınların idolu haline geldi. Bu çaba sorunlara çözüm üretme, ülkeyi daha iyi yönetme, kalkındırma  amacından çıktı; kimlik, uygarlık ve kültür tercihine dayandı.

Bazı İslâm ülkelerinde yönetimi ele geçirenler devlet eliyle halkın sahip olduğu bütün değerleri, tarihten beri sürüp gelen kazanımları, kültürü, uygarlık anlayışını, hatta dinî hayatı bile değiştirmeye, Avrupa’ya benzetmeye çalıştılar/çalışıyorlar.

Halka ait olan değerlere irtica (gericilik), Avrupa’dan gelen her şeye çağdaşlık dediler. Onlara göre ölçü, tarz, biçim, şekil Avrupa idi. Avrupanın başını çektiği bu gelişme, uygarlıktır, kalkınmadır, insanlığın ulaştığı en ideal şeylerdir.

Bu yöneticiler amaçlarını gerçekleştirmek, vatandaşları Avrupalı yapmak, ülkeyi Avrupa’ya benzer yapmak için devletin bütün imkanlarını seferber ettiler. Yeri gelince zor kullandılar.

Bunlar ülkenin her şeyini değiştirmeye çalıştılar. Kılık kıyafetten müziğe, kanunlardan kutlamalara, cenaze merasimlerinden devlet yapılanmasına, alfabeden eğlenceye, kavramlardan felsefeye kadar hayatın her alanına müdahele ettiler. Bilimsel gelişmeleri, ilim, kültür, tarih, insan ve dünya görüşü anlayışlarını onlardan devşirdiler. Bunun adına da “çağdaş uygarlık” dediler. Avrupa’yı “medenî dünya” diye hayal ettiler. Çağdaş uygarlıktan geri kalamayız, medenî dünyadan kopamayız, medenî dünyanın ulaştığı düzeyden uzak kalamayız diye eklediler.

Gün geldi bu hedefin bir parçası olarak 60lı yıllarda Avrupa’ya işçi gönderilmeye başlandı. Bu işçi göçünü yalnızca ekonomik sebeplere bağlamak yanlış olur. Nitekim o günün yöneticisi gerçeği şu sözü ile açıkladı: “(İşçilerimiz) Avrupa şehirlerinin sokaklarını çiğne­sinler, belki adam olurlar.” Bu anlayışa göre bizim insanımız adam değildi.

Ona göre Avrupa’ya gidenler adam olurlar, zira adamlığın ölçüsü Avrupalı gibi olmaktır.  

Avrupa şehirlerinin sokaklarını çiğneyenleri o sokakların sahipleri adam olarak mı, yoksa buradaki çarkların dönmesine katkı sağlayan ucuz işgücü (çağdaş köle), şimdilerde ise “sorun” olarak mı gördüler/görüyorlar, tartışılır.

Avrupa sözümona batılılaşan bu mühtedileri (müstağribleri) kendinden saydı mı/sayar mı, kabullenir mi? Bilmem. Bu da tartışılır ama bir gerçek var ki Avrupa ülkeleri açıktan söylemeseler bile, buraya yerleşen yabancıların değişmelerini, her açıdan uyum sağlamalarını, yani asimile olmalarını ister.

Bütün dünya Avrupalılaşmak için, hatta işçilerin geldiği ülke neredeyse uzun zamandan beri Avrupa’ya benzemeye çalışırken buraya işçi olarak gelenlerin  değişmemesi, buraya adapte olmaması, hâlâ kendi kültürlerine, kimliklerine, inançlarına ve âdetlerine sahip çıkması –onlar açısından- anlaşılır bir şey değil.

Özetle, Avrupa, batılı değerlere karşı çıkanlardan hoşlanmıyor.

Genelde Avrupa ülkelerinde, özelde Hollanda’da yaşayan müslümanlar Avrupanın İslâmlaşmasına sebep mi oluyorlar? Yoksa özellikle üçüncü nesil yavaş yavaş asilime mi oluyor?

İnanç, anlayış, kafa yapısı, yaşantı şekli ile bütünüyle yerliler gibi olanların sayısı mı çok, Hollandalılardan ihtida edip müslümanca yaşayanların sayısı mı çok?

Bu çift taraflı değişime etki eden en güçlü faktör ne?

Burada dominant kültür Hollanda kültürü mü, yoksa müslümanların kültürü mü?

Müslümanlar hangi güç ve dinamikle, hangi çalışma ve kurum ile bu değişimi  yapabilirler?

Müslümanlar azınlıkta ve buradaki eğitim kurumlarında yetişiyorlar, buradaki iş yerlerinde çalışıyorlar, buranın sokaklarında yaşıyorlar. Kendilerine ait neredeyse camiden başka kurumları yok. Bu durumda onlar buradaki toplumsal gelişmelere, toplumun İslâma  yönelmesine ne kadar etki edebilirler?

Üstelik -S. Karakoç’un Masal adlı şiirinde dediği gibi- Avrupa’nın dinamik güçlerinden birisi de: “DEĞİŞTİRMEK”tir. Siz buna “asimile etmek” de diyebilirsiniz.  

“Yedinci oğul

Bir şafak vakti Batıya erdi

En büyük Batı kentinin en büyük meydanında

Durdu ve tanrıya yakardı önce

Kendisini DEĞİŞTİRMESİNLER diye

Sonra ansızın ona bir ilham geldi

Ve başladı oymaya olduğu yeri

Başına toplandı ve baktılar Batılılar

O aldırmadı bakışlara

Kazdı durmadan kazdı

Sonra yarı beline kadar girdi çukura

Kalabalık büyümüş çok büyümüştü

O zaman dönüp konuştu:

Batılılar!

Altı oğlunu yuttuğunuz

Bir babanın yedinci oğluyum ben

Gömülmek istiyorum buraya hiç DEĞİŞMEDEN

Babam öldü acılarından kardeşlerimin

Ruhunu üzmek istemem babamın

Gömün beni DEĞİŞTİRMEDEN

Doğulu olarak ölmek istiyorum ben

Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var:

Karşınızdakini DEĞİŞTİRMEK...”

Avrupa bu değiştirmeyi kendi içinde ve etkili olduğu ya da sömürgeleştirdiği ülkelerde iki şekilde yapar:

Birincisi: Zorla.

İkincisi: Sevdirerek.

Değişimi zor kullanarak yapmak hem pahalı, hem de iyi sonuç vermez. Ama sevdirerek değiştirmek hem ucuz, hem de uzun vadelidir, kalıcıdır.

Bunun için başta eğitim olmak üzere bütün imkanları seferber eder. Bunu da entegrasyon (uyum) altında yapmak ister. Zira asimile sevimsiz bir kelime. Değişip kendilerine banzeyenlere de gülücükler dağıtır, sırtlarını sıvazlar, imkanlar verir. 

Buna karşın kendi kimliğinden, kişiliğinden ve değerlerinden memnun olan bir grup göçmen bu olumsuz ve tek taraflı entegrasyonu kabul etmeyecek, kendini kaybetmemeye çalışacaktır.

Bir taraf onları değiştirme mücadelesi verirken, diğer taraf bu olumsuz değişime/değiştirmeye direnecektir. Yani asimile olmamak, kaybolmamak, köle, eşya, uydu gibi değersiz olmamak için mücadele verecektir.

Bu noktada şu muhteşem tesbiti hatırlamak gerekir: “Savaşı öldüğünüz zaman değil; düşmana benzediğiniz zaman kaybedersiniz.” (A. İzzetbegoviç)

Buradaki savaşı siz sözünü ettiğimiz mücadele, rekabet, müsabakaya; düşmanı da sizi değitirmeye, asimile etmeye çalışan dominant kültür sahipleri/yöneticiler olarak çevirebilirsiniz.

Evet dünyada ve Avrupada bu mücadele sürecektir. Ancak bu mücadeleyi sahada yenildiğiniz zaman, imkanlarınızın azlığından, gurbetçi/yabancı olmanızdan dolayı değil; sizi değiştirmeye çalışanlara benzeyince, yani asimile olunca kaybedersiniz.

Ancak burada istenen; kesimler, gruplar, yerliler ve göçmenler arası rekabet, sürtüşme, kavga ve birbirlerini değiştirme niyeti değil; başkalarını da hesaba katarak, hakka hukuka riayet ederek, toplumsal görevleri yerine getirerek uyum içinde birlikte yaşamaktır.

 

Hüseyin K. Ece

18.11.2017

Zaandam