Doktor bazı hastalıkları tedavi ederken hastasının canını biraz yakar. Canının yanmasını göze alamayanlar yeterince tedavi olamazlar. Kendisini tedavi etmeye çalışan, ama canını yaktığı için doktora olmadık muamale yapan, ağzını büyük açan, ona kızan haklı değildir.

Zira doktor onun iyiliğini istiyor, onu ondan daha çok düşünüyor ve onu tedavi etmeye çalışıyor. O ise bunu yeterince takdir edemiyor.

Bizim memlekette nice babalar çocuklarını okutmak için elinden geleni yapar. Emek sarfeder, para harcar, ter döker. Buna karşın çocuk baskı altında olduğunu düşünü. Okumaktan kaytarı, okulu asar, kendince firsat değrlendirir.

Bu yüden pek çk babanı elinin boş kaldığını, hayal kırıklığına uğradığını çok duyduk. Niceleri kahrından hüngür hüngür ağlamıştır.

Bu gibi babalar çocuklarının gelecekte iyi olması için çalışırken çocuklar bunun kiymetini bilmez ve başka yöne saparlar.

Anneler/babalar bebekliklerinden beri bazı şeyleri çocuklara yasaklarlar. Her istediklerini karşılamazlar. Bazı şeyleri de yapmalarını isterler. Çocuklar bazen bunun bir baskı, bazen bir cimrilik, bazen de bir ilgisizlik olduğunu düşünürler.  

Anne/baba cocuklarını geleceğe hazırlamak üzere kendilerine göre bir şeyler yapmaktadır. Ama çoğu zaman çocuk tarafından ya yanlış anlaşılır, ya da hiç anlaşılmaz.

Çocuğunu düşünen bir ebeveyn şüphesiz ki çocuk için hem sınırlar çizer, kurallar koyar, disiplin uygular. Belki çocuğa zor gelebilecek bazı uygulamalar yapar, görevler verir.

Baba, çocuğuna sigara içme der. Çocuk, artık büyüdüğünü, kendi kararını kendisinin alabileceğini, başkasının kendisine karışmaması gerektiğini düşünür. Babadan gizli, bu konuda kararın kendisine ait olduğunu göstermek istercesine sigara içer. Babanın ona karışması hoşuna gitmez, tepki gösterir, yüzünü ekşitir. Şüphesiz ki babanın arzusu çocuğuna faydalı olmaktır.

Bazi ülkelerde kalabalık bir sokak veya caddede, trafiği engelleyecek tarzda arabasını parkeden birine polis arabasını çekmesini söylese, ya da ceza yazsa  arabanın sahibi kızar, köpürür, bazen de çirkin laflar eder.

Aşırı sürati seven sürücüler, yollardaki hız sınırlamasından hiç hoşlanmazlar. Hırsızlar, mesleklerini icra ederken, önlerine çıkan engellerden nefret ederler.

Buna benzer örneklerde görüleceği gibi, birileri birilerinin faydasını düşünür ama, onlar bunu anlamazlar. Kıymetini bilmezler.

Bir kimse bir başkasını kötülükten alıkoymaya çalışsa der ki; ‘ona ne, her koyun kendi bacağından asılır. Sanki kendisi benden çok iyi…’

Böyleleri dost öğüdünü duymazlar, dost uyarısına kulak asmazlar, kendilerine uzanan dost elini tutmazlar.

Böyleleri ya iyi düşünemeyen şaşkınlardır, ya da burnu havada kibirlilerdir.

Tevhid tarihinde bunun sayısız örneklerini görebiliriz.

Allah’ın bir rahmeti olarak görevlendirilen peygamberler insanlara iyi ve doğru olanı anlatmaya, onları kötü olandan sakındırmaya çalışırken, gülücüklerle, çiçeklerle karşılanmadılar. Çoğuna yakın bir kısmı kavmi tarafından tartaklandı, alay edildi, dövüldü, hakarete uğratıldı, yurdundan sürgün edildi, öldürülmeye teşebbüs edildi. Hatta bazı rivayetlere göre bir kısmı da öldürüldü.

Halbuki peygamber rahmet demektir. Yani acıma, merhamet, ilgi, sevgi, cana yakınlık, sıcaklık demektir. Rahmet diğerinin iyiliğini istemektir, onların iyiliği için gayret göstermektir. Ya da iyi olan her ne ise; ona kavuşmanın yollarını hazırlamaktır. Diğerlerinin lehine bir şeyler düşnmek, üretmek, hazırlamak ve yapmaktır.

Yaratıklar, ihtiyaç duydukları şeyleri Allah’ın rahmetinin sonucu olarak elde ediyorlar. Onlara merhamet eden Allah, onların hayatı için gerekli olanı yapıyor. Eğer Allah’ın Rahmet sıfatı olmasaydı, belki de varlıklar ve onların ihtiyaç duyduğu hiç bir şey olmazdı. Allah’ın rahmeti olmasaydı, hiç bir varlık başkası için bir şey yapmazdı. Zira bu duyguyu onlara ilham eden Yaratıcının rahmetidir.

Herhangi bir kavme elçi olarak gönderilen bir rahmet peygamberi, insanların dünyada zulümden ve kargaşadan kurtulmaları, daha saadetli bir hayat yaşamaları, ahirette ise sonsuz kurtulanlardan olmaları için çaba gösterir.

Bu onun insanların lehine düşündüğünün, onları sevdiğinin, onların iyiliğini istediğinin göstergesidir. (Son peygamber bu nedenle ´Rahmet Peygamberi´ olarak adlandırılmıştır.)

Ama çoğu zaman toplumlar bunu anlamıyor. Ya da anlamak istemiyor. Her nedense kendisini kurtuluşa, iyiliğe ve güzel olana davet eden elçiye hasım oluyor, düşman oluyor. Ona karşı çıkıyor, ona engel olmaya çalışıyor.

Halbuki peygamber sadece onların iyiliğini istemektedir.

Doktor hastasını tedavi ederken bazen canını yakabilir. Buna karşın elçi, kimsenin canını yakmadığı gibi, kimseden de bir şey istemiyor. Bir dünyalık beklentisi yok. Bir iktidar, saltanat, makam peşinde değil. Sadece iyi niyetle, iyilikleri anlatıyor, kötülüklerden vazgeçirmeye çalışıyor.

Ama insanlar… Bunun idrak etmiyorlar. Buna karşı çıkıyorlar. Kendi bulundukları konumdan vazgeçmiyorlar.

İşte Firavun sarayında hz. Musa´nın öldürülmesi kararına karşı çıkan bir mü’minin feryadı:

´…Ey kavmim! Nedir bu hal? Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz.´ (Gafir, 40/41)

Gerçekten anlaşılmaz bir şey…

Aklı baçında bir mü’min, çevresindeki insanları gerçek kurtuluşa, mutluluğa; hem iki dünyada da mutlak bir kurtuluşa ve gercek mutluluğa davet ediyor…  

İnsanı yanlışın, bencilliğin, kula kul olmanın zilletinden; Yüce Yaratıcıya kulluk yapabilmenin şerefine çağırıyor.

Eşyaya esir olmanın, nefsin kölesi olmanın, sapıklığın esaretinden; insanın bünyesinde olan özgürlüğe, fazilete, kişilik sahibi olmaya davet ediyor.

İnsanı ta yüreğinden bağlıyan bağların tutsaklığından kurtulmaya çağırıyor.

İnsanın yüzünü kızartacak, ağzının tadını bozacak, kötü bir sonuçla karşılaşmasını sağlayacak yanlış yollardan kurtulmalarını istiyor.

Peygamberlerin hepsi de böyle yaptılar.

Ama ne yazık ki insanlar bunu anlamadılar, anlamıyorlar. Bu daveti yapanlara teşekkür etmiyorlar. Yaramaz çocukların babalarına karşı geldikleri gibi, ‘sana ne’ diyorlar.

İşlerine karışanları sevmiyorlar, zevklerine engel çıkaranlara hasım oluyorlar.

Üstelik, diyorlar ki ‘asıl siz bizim bulunduğumuz noktaya gelin. Bizim yolumuz daha doğru. Bizim üzerinde olduğumuz yaşama biçimi daha zevkli.’

Halbuki onların davet ettigi şey yalanadan, yanılmadan, kâbustan ateşten başka bir şey değil.

Onların zevk dediği şey insaniyeti yakan ateşten başka bir şey değil.

Şu işe bakın ki, ateşte olanlar diğerlerini de ateşe davet ediyorlar.

Bataklıkta olan, orasını gülistan zannediyor ve başkalarının da orada olmasını istiyor.

Gübrede yaşayan böcek, başka bir dünya düşünemiyor.

Çokları bunun farkında değiller. Bulundukları yeri göremiyorlar. Kötü durumla daha iyisini kıyas edemiyorlar.

Kur’an onların halini şöyle anlatıyor:

« Siz beni Allah’ı inkâr etmeye ve tanımadığım nesneleri O’na ortak koşmaya çağırıyorsunuz. Ben ise sizi, aziz ve tek olan Allah’a davet ediyorum.

Gerçek şu ki, sizin beni davet ettiğiniz şeyin dünyada da, ahirette de davete değer bir tarafı yoktur. Dönüşümüz Allah’adır, ateşe gidenler de ateş ehlinin kendileridir. » (Ğafir, 40/42-43)

Onlar kendi kendilerine bir din, bir yaşama biçimi, bir yol uydurdular. Onun doğru olduğunu sanıyorlar. Kendilerini hakka davet eden elçilere; ‘sen bize gel katıl, sana inananlar da bize gelsinler. Eğer bir günâhı varsa, onu biz yükleniriz, merak etmeyin’ derler. Birden fazla tanrıya kulluk edilmesini bekliyorlar.

Halbuki onların çağrısı doğrudan ateşedir. Ki bu ateş hem dünyada, hem ahirette, kuşattığı kimseler için acıdır.

Peygamber Hz. Muhammed (sav) bir sözünde aşağı yukarı şöyle dediğini okumuştum.  

“Sizinle benim benzerim şöyledir: Adamın birisi bir ateş yakmıştır. Yanı başında oturmaktadır. Ama bazı kelebekler ateşe doğru uçmaktadır. Adam onları ateşten uzaklaştırmaya çalıştıkça, onlar ateşe yaklaşmaktadırlar.”

Doğrudur; peygamberler insanı iki dünyanin ateşinden kurtarmaya çalışırken, insanlar aklı olmayan kelebekler gibi habire ateşe hücum etmektedirler. Hiç bir uyarıya, hiç bir nasihata, hiç bir delile aldırmaksızın.

Ateşe yaklaşan kelebeklerin, bir müddet sonra ateşe düştüklerini bu işe şahit olan herkes bilir. Batıl yollar, insanların uydurduğu hayat şekilleri, vahye dayanmayan ilkeler ve prensipler, nefsin hoşlandığı çılgınca zevk ve eğlenceler, kanundan saklanabilen suçlar, insanı yanlışa, ateş gibi pişmanlığa, cehennem gibi bir sonuca götürür.

Bunu bilen ve bunu insanlara anlatmakla görevli olan kutlu elçiler, elllerinden geldiği kadar, her türlü ikna edici delillleri kullanarak, hatta mucizeler göstererek kavimlerini uyarmaya, yani ateşe düşmelerini önlemeye çalıştılar.

Tarihte pek çokları bunu anlamadılar. Ya da aldırmadılar…

Onları ateşten uzaklaştırmaya uzanan elleri, hasım zannettiler ve onlar da hasımlığa kalkıştılar.

Bugün bütün dünyada, Hakk’ın sesi kendilerine ulaştığı halde onu anlamayan büyük bir kitle ile karşı karşıyayız. Önlerinde, onları ateşten kurtarmaya çalışan bir davet var. Onlar bugün ilâhî mesajla farklı şekillerde yüzyüze geliyorlar.

Ama ne yazık ki tıpkı peygamber kavimleri gibi, bunun kıymetini bilecekleri yerde, o daveti boğmaya, o daveti ortadan kaldırmaya, o davetin sesini kısmaya çalışıyorlar. Onu zararlı, çağdışı, tehlikeli ve bu zamanla uyumsuz olduğunu ilan ediyorlar. 

Kendi uydurdukları degerlerin daha gelişmiş, daha çağdaş, daha iyi olduğunu iddia ediyorlar. Hatta insanlığın bu değerleri benimsemesi gerektiğini düşünüyorlar.

İnsanlığı da bu değerlere çağırıyorlar.

Ama onların davet ettiği şey nar’dan/ateşten başka bir şey değil.

O zaman onlara şöyle söylemek gerekir:

“(Rasûlüm!) onlar seni yalanlarsa de ki: Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım.” (Yunus, 10/41)

 

Hüseyin K. Ece

13.7.2006

Rotterdam