Soruyu şöyle de sorabiliriz:

İslâmı hakkıyla anlayabilmek, iyi bir müslüman olabilmek, kulluk görevlerini güzelce yerine getirebilmek, imanın amaçlarını gerçekleştirebilmek konusunda bir peygambere (bir elçiye) ihtiyaç var mıdır?

 

İnsan kendi başına, aklı, bilgi ve yeteneği ile, sadece elindeki korunmuş kitap Kur’an ile bu hedefi gerçekleştirebilir mi?

Birinci soruya kuvvetli bir şekilde “evet”,

ikinciyi soruya kuvvetli bir şekilde “ hayır” demeliyiz.      

Hiç bir insan ne kadar bilgili olursa olsun, ne kadar zeki olursa olsun, her açıdan ne kadar güçlü olursa olsun; peygamber olmadan, Muhammed’in (s.a.s.) Kur’an’ı nasıl  anlayıp uyguladığına bakmadan ne Kur’an’ı en mükemmel şekilde anlayabilir, ne de ilâhi davetin hedeflerini gerçekleştirebilir.  İnsan bu noktada acizdir. Kulluk görevleri konusunda bilinçli olan her mü’min bu acziyetinin farkındadır. Daha iyi, daha olgun (kâmil), daha muttaki (takvalı), daha sâlih (salih amel işleyici), daha şükredici (şâkir), daha âbid (hakkıyla ibadet edici) olmak için Peygamber’i izler.

İnsanı yaratan onun zaaflarını bildiği gibi, ihtiyaçlarını da bilir. Bu ihtiyaçlardan biri de bir rehbere, bir kılavuza, bir yol göstericiye (mürşide) muhtaç olmasıdır. Bu nedenle Yüce Yaratcı (c.c.), kullukla imtihan etmek istediği âdemoğullarına ilk insandan beri rehberler, yani peygamberler göndermeye devam etmiştir.

Peygamber modeli olmadan Vahyi anlamada akıl ve bilim aciz ve yetersiz kalır. Peygamberliğin rehberliği olmadan hiç bir kul gereği gibi âbid (hakkıyla ibadet edici) olamaz. Hiç bir kimse -çok akıllı ve bilgili de olsa- gereği gibi Vahyin amaçlarını bilip gerçekleştiremez. 

Neden?

Çünkü, diyoruz ve on tane önemli sebep sayıyoruz.

 

  • Birinci sebep:

İmanın şartlarından biri peygamberlere imandır.

Kur’an’da dört âyet Allah’ın rasûllerine (elçilerine) inanmayı imanın şartlarından sayıyor. (Bakınız: Bekara 2/177, 284-285. Nisâ 4/136). Bir çok kaynakta geçen hadislerde de peygamberlere inanmanın imanın şartı olduğunu görüyorz.[1]

Kur’an, Allah’a ve O’nun Rasûlüne (elçisine) “iman edin” diye emrediyor:

“Allah'a ve Resûlü'ne iman edin. Sizi, üzerinde tasarrufa yetkili kıldığı şeylerden harcayın. Sizden iman edip de (Allah rızası için) harcayan kimselere büyük mükâfat vardır.” (Hadid 57/7)

Allah (c.c.) burada mü’minlere imanlarında sebat etmeyi ve Allah yolunda infak etmeyi (harcamayı) emrediyor.[2]

“Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve Peygamberine inanın ki O, size rahmetinden iki kat versin ve size ışığında yürüyeceğiniz bir nûr lütfetsin; sizi bağışlasın. Allah, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.” (Hadîd 57/28)

Burada rasûl kelimesinin belirlilik takısıyla (el- ile) gelmesi de onun herhangi bir elçi değil, kendisine vahyedilen elçi olduğunu gösterir. Müfessirlere göre bu âyetlerde kasdedilen rasûl (elçi) hz. Muhammed’dir.[3] 

Hz. Muhammed’in gönderiliş amacı da Hak dinin batıl dinlere üstünlüğünü göstermektir.

 “O (Allah), müşrikler hoşlanmasalar da (kendi) dinini bütün dinlere üstün kılmak için Rasûlünü hidâyet ve Hak Din ile gönderendir.” (Tevbe 9/33. Fetih 49/28. Saf 61/9)

Burada hidayet ile gönderilen rasûl (elçi) elbette Muhammed’tir (s.a.s.).[4]

Bir kimse Kur’an’da adı geçen veya geçmeyen peygamberlerin Allah (cc) tarafından seçilmiş elçiler olduğunu kabul etmezse, o peygamberle ilgili Kur’an’da anlatılanlara inanmazsa müslüman olamaz.

Buna hz. Muhammed’in peygamberliğine iman da dahildir. Kur’an, bir çok âyette ona hitaben onun Allah’ın peygamberi olduğunu haber veriyor.

Mesela; “Gerçek şu ki, sen Allah'ın elçilerinden birisin...” (Yâsîn 36/3)

“İşte bunlar, Allah'ın âyetleridir. Onları sana hakkıyla okuyoruz. Şüphesiz ki sen o gönderilen resûllerdensin.” (Bakara 2/152)

Kur’an bir çok âyette de genelde insanlığa, özelde müslümanlara hitaben Muhammed’in (sav) Allah’ın elçisi olduğunu bildiriyor.

Mesela:  “Muhammed Allah'ın elçisidir...” (Fetih 48/29)

“Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır.”  (Âli İmran 3/144)

İslâm inancına göre Muhammed (s.a.s.) Allah’ın elçisidir, hem de insanlığa gönderdiği elçilerin sonuncusudur. Bundan sonra Allah (c.c.) bir daha insanlara başka peygamber göndermeyecektir.

“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat O, Allah'ın Rasûlü ve nebîlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkıyla bilir.” (Ahzâb 33/40)

Kitap ehline hitap edilerek Muhammed’in  (s.a.s.)  Hakikati onlara da açıklamak üzere geldiği vurgulanıyor. Onlarda diğer bütün insanlar gibi hz. Muhammed’in (s.a.s.) peygamberliğini tasdik etmekle yükümlüdürler.

“Ey ehl-i kitab! Rasûlümüz size Kitaptan gizlemekte olduğunuz birçok şeyi açıklamak üzere geldi; birçok (kusurunuzu) da affediyor. Gerçekten size Allah'tan bir nûr, apaçık bir Kitab geldi.” (Mâide 5/15)

Üstelik diğer peygamberler belli bir topluma veya zaman gönderildiği halde Muhammd (s.a.s.) bütün insanlara elçi olarak gönderildi.

“Biz seni (ey Muhammed) ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik, fakat insanların çoğu bilmezler.” (Sebe’ 34/28)

“Size gelen her iyilik Allah'tandır; başınıza gelen her kötülük de kendinizden. Seni (ey Muhammed), bütün insanlığa bir elçi olarak gönderdik. Ve hiç kimse (buna) Allah'ın şâhitliği gibi şâhitlik yapamaz.” (Nisâ 4/79)

Peygamberlerin arasında ayrım yapmak, yani bir kısmına inanıp bir kısmına inanmamak, bir kısmını elçi kabul edip, bir kısmına ilâhi (insanüstü) vasıflar vermek gerçekte onlara inanmamaktır.

Allah’(a inanmak) ile elçileri(ne inanmak) arasında ayrım yapmaya çalışarak, “Birine inanır, ama diğerini inkar ederiz!” demek suretiyle Allah'ı ve elçilerini inkâr edenler, (böylece de) arada bir yol tutturanlar (var ya);

işte bunlar hakikati gerçekten inkâr edenlerdir: ve Biz hakikati inkar edenler için aşağılayıcı bir azap hazırlamışızdır.” (Nisâ 4/150-151)

Yahut: “Bazılarına inanır, diğerlerini inkar ederiz”diyenler...  Âyet “sadece bazı peygamberlerin inkâr edilmesini kapsamaz, ama aynı zamanda, Allah'ın kendi iradesini seçtiği elçiler aracılığıyla gösterebileceği fikrinin toptan reddini de ifade eder. İslâm'a göre, Allah'ın peygamberlerinden birinin veya tümünün reddi, bizzat Allah'ın inkâr edilmesi kadar şiddetli bir günah teşkil eder.”[5]

“Allah'a ve peygamberlerine inanan ve onlar arasında hiçbir ayrım yapmayanlara gelince, zamanı geldiğinde Allah, onlara mükafatlarını (tam olarak) bahşedecektir. Ve Allah, çok bağışlayıcıdır, rahmet kaynağıdır.” (Nisâ 4/152) Yani, onların Allah'ın elçileri oldukları noktasında. 

            Burada karşımıza şu sorular çıkmaktadır:

Peygamberlere iman ne demektir.

Peygamber, bir inanan için neyi ifade eder?

Bir mü’minin hayatında peygamber nasıl bir yere sahiptir?

Kur’an’ın dediği gibi “ben peygamberlere ve son Peygamber’e iman ettim” demek yeterli midir?

Bu imanın gerekleri yok mudur?

Bu iman sadece bir söz, bir iddia, bir temenni midir, yoksa bir dünya görüşü tercihi mi, paratiğe yönelik bir seçim midir?

Bu imanın hayatta bir karşılığı yok mu?

Peygamberlerin fonksiyonu ve görevi ne idi?

Şu soruyu da sormaya cesaret edebilmeliyiz:

Hakkıyla kulluk yapabilmek için akıl ve vahiy yetse idi, Allah (c.c.) elçiler gönderir miydi?

Ya da hikmetinin gereği, peygamber göndermek için, akla ve vahye bu imkansızlığı Allah mı verdi?

Allah (cc) Kitabı (vahyi) doğrudan insana indiremez miydi?

O zaman da insan aklıyla ne yapacağını kendisine vahyedilenden anlar ve yapardı.  Bunun böyle olmadığını Tevhid tarihinden anlıyoruz. Allah (c.c.) her kavme mutlaka bir elçi göndermiş, o elçiler aracılığıyla insana görevlerini ve sorumluluklarını hatırlatmıştır. (Bakınız: Nahl 16/36. İsrâ 17/15)

Peygamberlerin görevi noktasında Rabbimiz (c.c.) şöyle buyuruyor:

“Biz her peygamberi, ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Rasûl de onlar için istiğfar etseydi Allah'ı ziyadesiyle affedici, merhamet edici bulurlardı.” (Nisâ 4/64)

Elçinin önemi, elçiyi gönderenden ve elçilik görevinin mahiyetinden anlaşılır. Elçiyi gönderen Allah’tır. Allah (c.c.) birisini elçi olarak görevlendirirse onu üstün sıfatlarla, kabiliyet ve ilimle donatır ve kendi katından destekler.[6]

Elçiyi kabul onu gönderen makamı kabuldür. Elçiye saygı ve itibar, onu gönderene saygı ve itibardır. Adı üzerinde elçi. Elçi kendi adına değil, kendisini gönderen veya görevlendiren makam adına mesaj getirir, konuşur, faaaliyette bulunur.

“Teamüle ve hukukî anlayışa göre, bir elçi onu gönderen gibi addedilir ve hatta elçinin sözü onu memur edenin şahsen söylediği söz gibi kabul edilir. Bütün siyaset ve elçilik hukuku işte bu karineye istinat eder.[7]

Bu durumu bir âyet şöyle haber veriyor:

“Ve ne zaman âyetlerimize bütün açıklığı ile kendilerine okunup ulaştırılsa, o Bizim huzurumuza çıkacaklarına inanası gelmeyen kimseler ‘bize bundan başka bir öğreti getir, ya da bunu değiştir’ diyecek olurlar. De ki: ‘Onu kendiliğimden değiştirmem olacak şey değil, ben ancak bana vehyedilene uyarım. Bakın! Rabbime başkaldıracak olursam, dehşet veren O Gün’ün azabından korkarım.” (Yûnus 10/15)

 

  • İkinci sebep:

Peygamber’in müjdeci ve uyarıcı olması

Kur’an pek çok âyette Son Elçi’nin bir müjdeleyici (beşîr) ve bir uyarıcı (nezîr) olarak gönderildiğini söylüyor.

Akıllı ve duyduğunu anlama kapasitesine sahip olan muhataplar, uyaranların ve müjdecilerin dediklerine kulak verirler. Duymamazlıktan gelmezler. Dürüst ve işinin ehli müjdeci ve uyarıcıların dediklerini yabana atmazlar. İşitirler, alırlar ve gereğini yaparlar.

Müjdeci ve uyarıcılar dikkate alınır. Onları tasdik etmek yetmez, uyardıkları konulardan sakınmak, müjdelerine kavuşmak için gerekeni yapmak esastır.

İnsan neyin kendisi için hayırlı, neyin kendisi için şer olduğunu tek başına bilemez. Bu anlamda bir elçiye, bu işleri bilen, ya da kendisine bu işler bildirilen rehbere ihtiyaç vardır.

Güvendiğimiz bir kişi bize bizi ilgilendiren bir konuda önemli bir haber getirse, biz cevaben, “doğrusunuz, teşekkür ediyorum” deyip orada durur muyuz? Yoksa aldığımız haberin gereğini mi yaparız?

Belediyeden bir mektup geliyor. Deniyor ki “üç hafta sonra şu saatler arası, dört saat sular kesilecek.” Böyle bir mektubu yırtıp çöpe mi atarız? “Hımmm, bak belediye yine suları kesecek” deyip üstüne mi yatarız? Yoksa belediyenin mektubunu ciddiye alıp gerekli tedbir almaz mıyız? 

Baba sürekli oğlunu uyarıyor. “Okuluna zamanında gitmezsen, ödevlerini yapmazsan, sınavlara yeterince çalışmazsan, okul kurallarına karşı gelirsen zayıf not alabilirsin, sınıf kaybedebilirsin, disipline şikayet edilebilirsin. Ama ödevlerini/derslerini yaparsan, başarılı olursan, okulda bir öğrenci nasıl olması gerekiyorsa öyle olursan; hem sınıfını geçersin, ailenin ve okulun sevgisini kazanırsın, mutlu olursun. Hatta seni sevdiğin şeylerle müjdeliyorum. Geziye gidebiliriz, arzu ettiğin elbiseyi, eşyayı, telefonu, ayakkabıyı alabirim v.b.

Çocuk/öğrenci bu uyarı ve müjdeleri kulağının arkasına atarsa elbette zarar eder. Günün birinde keşke babamı dinleseydim der. Hele bir de babası sözünde duran, vadettiğini yerine getiren, uyarılarında ciddi ve dürüst bir adam ise...

Onun uyarılarına ve verdiği sözlere (müjdelere) kulak asılmaz mı?

Ölümden sonra bir hayat geleceğini, o hayatın ebedî olduğunu insan ancak, bir elçinin onu ilâhi bir kaynaktan haber vermesi ile bilebilebilir. Zira o hayat insan icin gayb’tır. İnsanın bilgisi ve gücü o hayat hakkında bir şey bilmesine yetmez. Allah’ın peygamberleri, yani beşîr ve nezîr olan elçiler insanlara bu hayatın mutlaka geleceğini haber verirler. Seçilmiş elçiler olmasaydı, insan ne aklıyla, ne de ulaşabildiği bilgi düzeyi ile âhiret hayatının durumunu bilemezdi.

Görüldüğü gibi bu noktada peygamberlere, ahir zamanda da Hz. Muhammed’in peygamberligine ihtiyaç vardır. İnsan peygambersiz âhiret hayatının zorluğunu, dehşet durumunu, pişmanlık sahnelerini tahmin edemez. Cennet nimetlerini, insanı bayıltan lezzetleri, hiç bir aklın hayal edemiyeceği mükemmellikleri, oradaki sonsuz saadeti bilemez.

Hem doğru yolu (hidâyeti) bulma, hem hayatı daha güzel yapma, hem de gaflete ve unutmaya karşı insanı uyarma konularında insanların müjdeleyicilere ve uyarıcılara ihtiyacı vardır.

 

  • Beşîr nedir?

‘Beşîr’, ‘beşr’ kökünden türemiş bir kelimedir. Müjdeleyen, muştu veren, güler yüzlü, sevecen demektir.

Aynı kökten gelen ‘beşer’, insan, âdemoğlu demektir. Bunun anlamı da bir şeyin güzelliğiyle ortaya çıkması, görünmesi demektir.[8]

‘Beşr’ kökünden gelen ‘beşâret’; güzellik, müjde, ‘tebşir’; müjdelemek, ‘büşra’; müjde/muştu, ‘mübeşşir’ (Türkçe’de mübâşir) ise müjde veren anlamlarına gelirler.[9]

‘Büşra’ bir kaç âyette muştu (müjde) anlamında geçiyor.[10]

‘Beşîr’ Kur’an’da bir yerde Yakub’a (a.s.) Yûsuf’tan (a.s.) gelen müjdeciyi nitelemek üzere yer alıyor. Yedi âyette ‘nezîr’ ile birlikte, insanlara müjdeleyici ve uyarıcı geldiğini anlatmak üzere ve Muhammed’in (s.a.s.) sıfatı olarak geçmektedir. 

‘Mübeşşir’ sıfatı dört âyette ‘nezîr’ ile birlikte Muhammed’in (s.a.s), (Bekara 2/213. Nisâ 4/165. En’am 6/48. Kehf 18/56),  dört âyette de çoğul olarak ‘münzirîn-uyarıcılar’ şeklinde diğer peygamberler hakkında kullanılmaktadır. (İsrâ 17/105. Furkan 25/56. Ahzab 33/45. Fetih 48/8) 

Bütün peygamberler öncelikli olarak birer ‘beşîr’dirler. Yani onlar itaat eden bütün kullar için af ve mağfireti, sonsuz kurtuluşu ve mutluluğu, onların memnun kalacağı sonuçları müjdelerler. Dünya hayatını Allah’ın gösterdiği gibi geçirenlere en güzel akıbeti (sonucu)  haber verirler.

Kur’an’da ‘beşera’ fiili fiil halinde de kullanılıyor. Mesela;

“Şüphesiz ki bu Kur'an en doğru yola iletir; iyi davranışlarda bulunan müminlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.” (İsrâ 17/9)

“(Fakat) “Rabbimiz Allah'tır!” diyen ve sebatla doğru yolu izleyenlere gelince, onların üzerine sık sık melekler iner (ve şöyle derler): “Korkmayın ve üzülmeyin, işte alın size vaad edilmiş olan cennet müjdesini!” (Fussilet 41/30)

 

  • İnzâr ve nezîr nedir?

‘İnzâr’ sözlükte, içerisinde korkutma olan bir haberi vermektir. Bir başka deyişle, bir şeyin sonucundaki tehlikeyi haber verip sakındırmak, uyarmak ve dikkatini çekmek, korku verip uyanık kılmak demektir.[11] ‘Tebşîr’, yani müjde vermek kelimesinin karşıtıdır.

Bir tehlikeyi haber vererek başkasını ‘inzar’ edene (uyarıp korkutana) ‘nezîr’ veya ‘münzîr’ denir.

İslâma göre insanları, onları bekleyen sonuç konusunda uyaran, onlara ulaşması mümkün olan tehlikeden onları sakındıran elçilere (peygamberlere) ‘nezîr ve munzir’ denilir.

Kur’an’da nezîr kavramı kırküç yerde, münzîr kavramı ise tekil ve çoğul olarak yirmi yerde geçmektedir.

Allah (c.c.) kendi Rabliğini tanımayıp, başka ilâhlara kulluk yapanlara veya kendisi ilâhlığa yeltenenlerden razı değildir. İnsanın bu gibi zayıf taraflarını, şeytanın ve nefsinin onu devamlı olarak yanıltacağını, saptıracağını bilmektedir. O yüzden onu sürekli uyarmıştır. Elçilerini ve ilâhî kitaplarını göndererek onlara ilahi ödülleri müjdelemisş, cehennem azabından yani kötü sonuçlardan sakındırmıştır.

Kur’an, geçmişteki bütün kavimlere uyarıcı ve müjdeleyici elçilerin gönderildiğini haber veriyor.

Allah kendi emriyle melekleri, kullarından dilediği kimseye vahiy ile, "Benden başka tanrı olmadığına dair (kullarımı) uyarın ve benden korkun” diye gönderir.” (Nahl 16/2)

“Biz peygamberleri, sadece müjdeleyiciler (mübeşşir) ve uyarıcılar (munzîrîn) olarak göndeririz...” (Kehf 18/56) 

Fâtır Sûresi 24. âyette, Peygamberimizin bu iki sıfatı söylendikten sonra “hiç bir ümmet (topluluk) yoktur ki onun içinden bir beşîr ve nezîr gelip geçmemiş olsun” deniliyor.

Allah (cc) inzâr edici bir elçi göndermeden hiç bir topluluğa azap etmez. (İsrâ 17/15. Şuarâ 26/208)[12]

Allah (c.c.) Hesap günü inkârcılara, kendilerine müjdeleyici ve uyarıcı elçilerin gelip gelmediğini soracak.

“Neredeyse cehennem öfkesinden çatlayacak! Her ne zaman oraya bir topluluk atılsa, onun bekçileri onlara: Size, (bu azap ile) korkutucu bir peygamber gelmemiş miydi? diye sorarlar.

Onlar şöyle cevap verirler: Evet, doğrusu bize, (bu azap ile) korkutan bir peygamber gelmişti; fakat biz (onu) yalan saymış ve: Allah'ın bir şey gönderdiği yok; siz olsa olsa büyük bir sapıklık içindesiniz! demiştik.” (Mülk 67/8. Bir benzeri: Zümer 39/71) 

“Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bu günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi? Derler ki: “Kendi aleyhimize şâhitlik ederiz…” (En’am 6/130)

Peygamberlerin insanlar arasındaki görevi, onları müjdelemek ve uyarmaktır. Onlar Allah’ın dilemesi dışında hiç kimseye fayda ve zarar veremezler. (A’raf 7/188)

Peygamberler, Allah’tan aldıkları emir doğrultusunda insanları uyarırlar, doğru yolu gösterirler, yapmaları gerekeni öğretirler. Ancak bazıları çeşitli sebeplerden dolayı onları dinlemezler. İsyanlarına, hatalarına, azgınlıklarına devam ederler. Bunun üzerine Allah’ (c.c.) haddi aşmış, yoldan çıkmış bütün toplulukları bir ‘nezîr’ aracılığıyla inzar etmiştir. 

Kimileri de kendi içlerinden, kendilerine benzeyen birisinin, beşîr ve nezîr olarak görevlendirilmesine şaşırırlar, ya da tuhaf bulurlar.   

“(Allah'ın azabından) sakınıp da rahmete nail olmanız ümidiyle, içinizden sizi uyaracak bir adam vasıtasıyla size bir zikir (kitap) gelmesine şaştınız mı?" (A’raf 7/63. Ayrıca bakınız: A’raf 7/69. Yûnus10/2)

Halbuki Allah (c.c.) kulları arasından dilediğini uyarıcı olarak seçer.

(O,) dereceleri yükselten; Arş'ın sahibi (Allah), buluşma gününe karşı uyarmak için, emrinden olan ruhu, kullarından dilediğine indirir.” (Mü’min 40/15)

Kur’an’da peygamberlerin müdeleyici oldukları bazen beşîr, bazen mübeşşir kelimesiyle, uyarıcı oldukları da nezîr ve münzir veya bunun çoğulu münzirîn kelimesiyle anlatılıyor.

 Dört âyette mübeşşir ve münzirîn olarak yer alıyor:

 “İnsanlar bir tek ümmet idi. Sonra Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi. İnsanlar arasında, anlaşmazlığa düştükleri hususlarda hüküm vermeleri için, onlarla beraber hak yolu gösteren kitapları da gönderdi...” (Bekara 2/213)

“(Yerine göre) müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın! Allah izzet ve hikmet sahibidir.” (Nisâ 4/165. Bir benzeri; En’am 6/48. Kehf 17/56. Ahkaf 45/21) 

Kur’an Nuh’u (a.s.) ismen anarak onun da bir uyarıcı (münzir) olduğu haber veriyor.

Kendilerine yakıcı bir azap gelmeden önce kavmini uyar, diye Nuh'u kendi kavmine gönderdik.” (Nuh 711)

Kur’an, kitap ehlinin “bize bir beşîr ve nezîr-müjdeci ve uyarıcı gelmedi” diyemeyeceklerini, çünkü onlara bu görevleri yerine getiren son elçi (Hz. Muhammed (s.a.s.) gönderilmiştir. (Mâide 5/19)

İnzar fiil olarak, peygamberlerin insanları işin sonucunu haber verip uyarmak, tehlikeyi gösterip dikkatlerini çekmek üzere peygamberlerin bir görevi olarak pek çok âyette kullanılıyor. (Mesela; Ahkaf 46/21. Fussilet 41/13. Bekara 2/6. Yâsîn 36/10, 11.  Kehf 18/2)

Allah (cc) inzar faaliyetini kendisine de nisbet ediyor.

“Biz, yakın bir azap ile sizi uyardık. O gün kişi önceden yaptıklarına bakacak ve inkârcı kişi: “Keşke toprak olsaydım.” diyecektir.” (Nebe’ 78/40. Bir benzeri: Leyl 92/14)

Kur’an da aynı zamanda bir nezîrdir, bir uyarıcıdır.

“İşte bu (Kur'an), kendisiyle uyarılsınlar, Allah'ın ancak bir tek Tanrı olduğunu bilsinler ve akıl sahipleri iyice düşünüp öğüt alsınlar diye insanlara (gönderilmiş) bir bildiridir.”  (İbrahim 14/52)

Günümüz insanı ve geleceğin insanı da hz. Muhammed’in daveti ve Kur’an ile uyarılmaktadır. O’nun tebliğ ettiği Din ve öğrettiği Kitap, insanlar için sürekli birer ‘nezîr’dir. (Fussilet 41/3-4) Çünkü Allah (c.c.)  irade verdiği kullarının kendi istekleriyle azap yeri Cehenneme gitmelerini istememektedir.

 “Onu dosdoğru (bir Kitab)olarak indirdi ki katından gelecek şiddetli azaba karşı (insanları)uyarmak ve yararlı işler yapan müminlere kendileri için güzel mükâfat bulunduğunu müjdelemek için.” (Kehf 18/2)

“Ayrıca, (bu ilahî kelâm), “Allah kendine bir oğul edindi” iddiasında bulunanları uyarmak için(dir).” (Kehf 18/4)

Ancak Kur’an yalnızca diri olanları uyarabilir. Ölüp gidenlerin Kur’an’ı duymaları mümkün olmadığı gibi, ondan artık sorumlu da değillerdir. Sorumluluk, kulluk, uyarılara kulak asmak, müjdelerle sevinip onlara kavuşmak üzere çaba göstermek bu dünaydadır.

(Bu Kur'an Muhammed'e vahyedilmiştir) Ki, diri olanları uyarsın ve inkâr edenlere de (azab) söz(ü) hak olsun.” (Yâsîn 36/70)

Kur’an zalimleri uyarmaya ve ihsan üzere davranan iyi insanları müjdelemeye devam ediyor. İndiği zamandan bugüne kadar insanları uyardığı ve müjdelediği gibi.

“Ondan önce de bir rahmet ve rehber olarak Musa'nın kitabı vardır. Bu (Kur'an) da, zulmedenleri uyarmak ve iyilik yapanlara müjde olmak üzere Arap lisanıyla indirilmiş, doğrulayıcı bir kitaptır.” (Ahkaf 46/12)

 

  • Muhammed son beşîr ve nezîrdir

Muhammed’in (sav) hem beşîr ve nezîr (müjdeleyici ve uyarıcı) olduğu Kur’an’da farklı

ifadelerle, farklı formlarla haber veriliyor.

“Doğrusu Biz seni (ey Peygamber,) hakikat ile gönderdik: bir müjdeleyici ve uyarıcı olarak; yakıcı ateşe mahkûm olanlardan sen sorumlu değilsin.” (Bekara 2/119)

“Biz seni ancak bütün insanlara bir beşîr (muştulayan) ve nezîr (uyarıp- korkutan) olarak gönderdik. Ancak insanların çoğu bilmiyorlar.” (Sebe’ 34/28)

İnsanların pek çoğu beşîr ve nezîrin, Allah adına insanları müjde vermenin ve uyarıp korkutmanın ne anlama geldiğini bilmezler. Dolaysıyla Vahyin dili bu gibi kimselere bu gerçeği açıklıyor. Bu konuda gafil olmamaları konusunda onları uyarıyor. Zaten ilk insan topluluğundan bugüne kadar bütün toplumlar Allah’tan uayaran ve müjdeleyen elçiler gelmiştirir. Tıpkı âhir zaman ümmetine Muhammed’in (s.a.s.) beşîr ve nezîr olarak gönderilmesi gibi.

“Biz seni hakikate sâdık bir müjdeci (beşîr) ve uyarıcı (nezîr) olarak gönderdik: Çünkü hiçbir topluluk yoktur ki içlerinden bir uyarıcı (nezîr) gelip geçmemiş olsun.” (Fatır 35/24)

“Yalnızca Allah’a ibadet etmez misiniz? Şüphesiz ki ben O’ndan size gelen bir beşîr ve nezirîm.” (Hûd 11/2)

“Yani “Ben bana kul olun” demiyorum. O’na kul olanı özgürlük ve mutlulukla müjdeliyor, başkasına kulluk edenin kaybedeceğini haber veriyorum” diyor.[13]

Elçiler, insanları ya da muhataplarını kendi görüşlerine, kendi kişiliklerine veya kendilerine bağlanmaya, kendi kültürlerine, kendi cemaatlerine, kendi gruplarına değil; Allah’a kulluğa davet ederler. Yaptıkları güzel işlerin ödülleriyle onları muştularlar.

Allah (cc) dört âyette ‘mübeşşir ve nezîr’ kelimeleri ile hz. Muhammed’in (s.a.s.) müjdeci ve uyarıcı olduğunu bildiriyor.

“Ey Peygamber, gerçekten biz seni bir şâhit, bir beşîr (müjdeleyen), bir nezîr (korkutup uyaran) olarak gönderdik. Ve kendi izniyle Allah’a çağıran (dâi) ve nûr saçan bir çerağ (ışık kaynağı) olarak gönderdik.” (Ahzâ 33/45-46)

“Şüphesiz Biz seni bir şâhit, bir mübeşşir (müjde verici) ve bir nezîr (uyarıp-korkutucu) olarak gönderdik.” (Fetih 48/8. Ayrıca bakınız: İsrâ 17/105. Furkan 25/56)

Muhammed’in (s.a.s.) beşîr/mübeşşir ve nezîr  görevi bazı âyetlerde emir olarak “müjdele”, “inzar et-kokutup uyar”  tarzında ifade ediliyor. İnsanlara bazı şeyleri müjdelemek, onları bazı sonuçlardan sakındırıp uyarmak, Rablerine karşı hatalarından dolayı onları ikaz etmek görevi Allah (c.c.) tarafından seçilmiş elçilerindir ve Son Elçi’nindir. Hiç bir kimse Allah adına insanlara bir şeyi dayatamayacağı gibi, kendi kafasından insanlara müjdeler veremez, onları inzar edemez.

Allah’ı (c.c.) hz. Peygamber’e (s.a.s.) “müdele” emrinden örnekler:

“İman edip salih amel işleyenleri içinden ırmaklar akan cennetler ile müjdele...”  (Bekara 2/25)

“Açlık, korku, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile yapılan imtihanlara sabredenleri müjdele. Ki o sabredenler bir belâya (denemeye) uğradıkları zaman; Biz Allah’tan geldik ve yine O’na döneceğiz” derler. (Bekara 2/155-156)

“Allah’ın indirdiği dine samimiyetle iman eden, o dinle ve ilâhi Kitapla gönderdiği ölçülere uyan, onları hayat ve ahlâk haline getiren, hangi konuda olursa olsun Allah’ın hükmüne saygı ile boyun eğen mü’minleri müjdele.” (Bekara 2/223)

“Allah’ın âyetlerini inkâr edip, O’nun görevlendirdiği elçileri ve insanlara adaletle hükmeye çalışan kimseleri öldürenleri acı bir azapla müjdele.” (Âli İmran 3/21)

“İman edip sonra inkâr eden, yine iman edip sonra yine inkâr eden, yani aslında yürekten iman etmeyip dinde ikili oynayan, müslümanların içinde bulundukari halde sürekli onlara zarar vermek icin tuzaklar kuran, dinde ikili oynayan munafıkları acıklı bir azapla müjdele.” (Nisâ 4/138)

“İnkârda direnen, hatta bununla kalmayıp İslâmî daveti ortadan kaldırmak için faaliyet gösteren inkârcıları acıklı bir azapla müjdele.” (Tevbe 9/3)

“Haksız yere elde ettikleri insanlara ait malları boşu boşuna biriktirip, bununla insanları Allah yolundan saptırmaya çalışanları acıklı bir azapla müjdele.” (Tevbe 9/34)

“Tevbe eden, Allah’a ihlasla kulluk eden, hamdeden, rukû’ eden, iyiliklikleri  yaygınlaştırmaya, kötülükleri azaltmaya çalışan mü’minleri müjdele”. (Tevbe 9/111)

Bu ‘müjdele’ emrinde bir kaç noktanın altı çiziliyor:

“Müjde ver, müjdele” gibi emirleri “haber ver” şeklinde de anlayabilirz. Nitekim “azapla müjdele’ emri çoğu zaman böyle anlaşılmış.[14]

Her müjde aynı zamanda Allah’ın bir va’didir, verdiği bir sözdür. “Eğer kullar şöyle şöyle yaparlarsa, şunu yerine getirirlerse, şunlardan kaçınırlarsa, şu şu sonuçlara, ödüllere kavuşacaklar” denilmiş gibi olur. Allah (cc) asla verdiği va’dden geri dönmez. (Âli İmran 3/9, 194)

Bu gibi müjdeleri ve uyarıları Allah’ın emri olarak, Allah adına yani bir görevli olarak –yukarıda geçtiği gibi- ancak bir elçi yapabilir. Kendisine vahiy indirilmediği halde “ben Allah’ın elçisiyim, bana vahyediliyor” diyenler yalancıdır. (En’am 6/93) Onların sözüne itibar edilmez.

Madem ki peygamber olduğu çeşitli açılardan sabit olan bir kimse Allah’tan aldığı emirle insanları güzel şeylerle müjdeliyorsa, bu görmemezlikten gelinecek, es geçilecek bir olay değildir. Onun verdiği müjdeler ve yaptığı uyarılar/ikazlar ciddiye alınır ve gereği yapılır.

Kur’an bazı âyetlerde Muhammed’in (sav) nezîr (uyarıcı) olduğunu da vurgulu bir şekilde söylüyor. Tekrar tekrar hatırlatıyor. Mesela;  

“… (Unutma ki,) sen sadece bir uyarıcısın; Allah ise her şeyin üzerinde gözetici olarak bulunuyor.”  (Hûd 11/12. Ayrıca bakınız: A’raf 7/184, 188)

Peygamberin elçi olarak aldığı ilk emir inzar emridir. “Ey bürünüp yatan! Kalk, ve (insanları) uyar.” (Müdessir 73/1-2)

Muhammed’in (s.a.s.) bu uyarıcılık görevine de kendi çevresinden başlaması gerekiyordu. “(Önce) en yakın akrabanı uyar.” (Şuarâ 26/214)

Kur’an’ın gönderilmesinin sebebi de onunla insanları uyarma, tehlikeyi haber verip sakındırma, hatalar konusunda ikaz etme, tedbir almaları için sonucu haber vermedir.

Kur’an’ın indiriliş sebeplerinden biri de şaşkınlık içinde olan insanları uyarmaktır.

“Ataları uyarılmamış, bu yüzden kendileri de gaflet içinde kalmış bir toplumu uyarman için indirilmiştir.” (Yâsîn 36/6) 

“De ki: Hangi şey şehâdetçe en büyüktür? De ki: (Hak peygamber olduğuma dair) benimle sizin aranızda Allah şâhittir. Bu Kur'an bana, kendisiyle sizi ve ulaştığı herkesi uyarmam için vahyolundu….” (En’am 6/19)

Son Elçi (sav) insanları ancak Kur’an’la uyarabilir, ikaz edebilir, onlara doğru yolu ancak Kur’an’la gösterebilir.

Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları onunla (Kur'an ile) uyar. Onlar için Rablerinden başka ne bir dost, ne de bir aracı vardır; belki sakınırlar.” (En’am 6/51)

Uyarının (inzârın) bir konusu da kıyamet ve Âhiret hayatının, bunun ölümle beraber insana yavaş yavaş yaklaştığı gerçeğidir.

“Yaklaşan gün hususunda onları uyar! Çünkü o onda dehşet içinde yutkunurken yürekleri ağızlarına gelmiştir. Zalimlerin ne dostu, ne de sözü dinlenir şefaatçısı vardır.” (Mü’min 40/18/ Ayrıca bakınız: İbrahim 14/44. Meryem 19/39)

Peygamberin görevi sadece insanları uyarıp sakındırmaktır. O (sav) hiç kimseyi inanmaya zorlamadığı gibi, kimsenin bekçisi de değildir.

“De ki: Ben, sadece, vahiy ile sizi ikaz ediyorum. Fakat, sağır olanlar, ikaz edildikleri zaman bu çağrıyı duymazlar.” (Enbiyâ 45)

Peygamberin (sav) davetini duymamayanlar, duydukları halde aldırmayanlar, onun Allah adına tebliğ ettiklerine, muştu ve ikazlarına kulak asmayanlar sonuçtan kendileri sorumludur.

Eğer onlar yüz çevirirlerse de ki: İşte sizi Âd ve Semûd'un başına gelen kasırgaya benzer bir kasırgaya karşı uyarıyorum!” (Fussilet 41/13)

Kur’an Muhammed’in (sav) uyarıcılık görevi ayrıca “münzir” kelimesi ile de haber veriliyor. ‘Münzir’ de tıpkı ‘nezîr’ gibi korkutup uyaran, tehlikeyi haber verip ikaz eden demektir.

“(Resulüm!) De ki: Ben sadece bir uyarıcıyım (munzirim). Tek ve kahhar olan Allah'tan başka bir tanrı yoktur.” (Sâd 38/65)

“Ve Kur'an'ı okumam (emredildi). Artık kim doğru yola gelirse, yalnız kendisi için gelmiş olur; kim de saparsa ona de ki: Ben sadece uyarıcılardanım (munzirlerdenim).” (Neml 27/93. Ayrıca bakınız: Ra’d 13/7. Naziât 45. Şuara 26/193-194)

Peygamber (sav) risâlet (peygamberlik) açısından kendi konumunu şöyle anlatıyor::

“Benim misalimle Allah'ın benimle göndermiş bulunduğu şeyin örneği şu adamın durumu gibidir: “Bir adam kendi kavmine gelip: “Ben gözlerimle düşman ordusunu gördüm, tehlikeyi haber veriyorum, tedbir alın!” der. Kavminden bir kısmı tavsiyesine uyup, geceleyin, telaşa düşmeden oradan uzaklaşır. Bir kısmı da bu haberciyi yalanlar ve yerinden ayrılmaz. Ancak sabahleyin ordu onları yakalar ve imha eder. İşte bu ornek bana itaat edip getirdiklerime uyanlarla, bana isyan edip Allah'tan getirdiklerimi yalanlayanları göstermektedir.”[15]

Bir başka hadiste şöyle deniliyor:

“Benim misâlimle sizin misâliniz, şu örneğe benzer: “Bir adam var ateş yakmış. Ateş etrafı aydınlatınca, pervâneler (gece kelebekleri) ve aydınlığı seven bir kısım hayvanlar bu ateşe kendilerini atmaya başlarlar. Adamcağız onlara engel olmaya çalışır. Ancak hayvanlar ona üstün gelerek çoklukla ateşe atılırlar. Ben (tıpkı o adam gibi) ateşe düşmemeniz için belinizden yakalıyorum, ancak siz ateşe ateşe koşuyorsunuz.”[16]

İnsanların uyarıcıya da, müjdeleyiciye de, muştulu haberlere de, ikazlara da her zaman  ihtiyaçları vardır. İnsan gaflete düşer, unutur, yanılır, hırs ve öfkesine kapılabilir, hevasına tabi olabilir. Bu sebeple bazen yapması gerekeni ihmal eder, yapmaması gerekeni yapar.

Müjde ve uyarı (büşrâ ve inzâr) demoklesin kılıcı gibi başında asılı durmalı, ayna gibi karşısında dikilmeli, elinde düdükle bekleyen trafik polisi gibi kavşaklarda hazır olmalı.

İnsanın kendi bilgisiyle, kendi aklıyla, kendi dar imkanlarıyla her şeyi bilmesi, her şeyden haberdar olması, gelecekte neler olacağını kestirmesi mümkün değildir. Neyin mutlak iyi, neyin mutlak kötü olduğunu takdir etmesi kapasitesinin üzerindedir. Yaptığı iyi veya kötü şeylerin sonucunun ne olacağını tümüyle bilmesi imkansızdır.

Kişi, işin ucunda az veya çok ödül olduğuna inanırsa o işi daha iyi yapar. İşin ucunda mahrumiyet, kayıp, zarar veya ceza varsa, aklını kullananlar daha dikkatli olurlar.

Günlük hayatta insan müjde ve uyarı konusuyla her an karşı karşıyadır. Bir işin, bir çalışmanın, bir görevin, bir sorumluluğun yapısında saklı durum, kural, işin gereği bir anlamda ya müjdedir, ya uyarıdır.

“Calışırsan kazanırsın, çaba gösterirsen başarırsın, atlama düşersin, suç işleme ceza alırsın, arabanla hızl gitme kaza yaparsın, trafik kurallarına uyarsan selâmetle menziline varırsın, dürüst olursan kaybetmezsin, iyilik et ki iyilik bulasın, temizliğe dikkat et sağlığını korursun, pis olma, abur cubur yeme sağlığın tehlikeye girer, çalma birinin kapısını çalarlar kapını, kokmuş yiyeceği yeme zehirlenirsin, bu ders senin için son bir fırsat, iyi çalışırsan sınıfı geçecek not/diploma alırsın, tarlaya bir şey ekersen ürün alırsın” gibi.

Bunlar gibi daha yüzlerce örnek verilebilir.

Bunlar müjde ve inzâr/ikaz değil midir?

Bu gerçekleri insanın kulluk görevine ve âhiret hayatına uygulayabiliriz. Rahmet peygamberi Muhammed (s.as.) görevi olarak hayat ve âhiretle ilgili konularda müjdeler verdi, gerekli konularda uyarıp sakındırdı.

Allah (c.c.) rahmetinin bir sonucu olarak onu (s.a.s.) insanlara son beşir ve nezir (elçi) olarak gönderdi. O (s.a.s.) da kendisine indirilen ile insanları, yapılması gereken iyi şeylerin ödülleriyle müjdeledi. Yapılmaması gereken kötü işlerin zararlarından ve kötü sonuçlarından sakındırdı.

Evet, kesin ifadelerle diyoruz ki ilâhi müjdeler ve uyarılar konusunda da kendi  kafasından (hevâsından) konuşmayan bir Peygamber’e insan olarak ihtiyacımız var.

Peygambersiz bu konuları bilmemiz ve gereğini tam manasıyla yapmamız mümkün değildir.

 

  • Üçüncü sebep:

Din konusunda kendi hevâsından konuşmaması

Allah (cc) diğer peygamberlere vahyettiği gibi Muhammed’e (s.a.s.) de vahyettiğini haber veriyor:

“Bak (ey Peygamber!), Biz Nûh'a ve o'ndan sonraki bütün peygamberlere vahyettiğimiz gibi sana da vahyettik: Tıpkı İbrahim'e, İsmâil'e, İshâk'a, Yakub'a ve İsâ, Eyyûb, Yûnus, Hûrun ve Süleyman dahil onların torunlarına vahyettiğimiz gibi; ve Davud'a bir ilahî hikmet kitabı bağışladığımız gibi.” (Nisâ 4/163)

Allah (c.c.) risalet vermek, vahyetmek, izzet ve şeref vermek, yardımcı olmak açısından peygamberler arasında ayrım yapmaz. Müslümanlara da peygamberler arasında ayrım yapmamalarını tavsiye ediyor. (Bekara 2/285)

Hz. Muhammed’i (s.a.s.) Allah (c.c.) elçi olarak seçip görevlendirdiğine göre, o kendi uygun gördüğü işleri değil, mükellef kılındığı işleri yapmak durumundadır.

Bilinen bir gerçektir ki, elçiler kendilerini görevlendiren otoritenin/devletin adına hareket ederler. Verilen vazifeleri yerine getirirler. Onları karşı tarafın yanında temsil ederler. Bir elçinin kendisine görev veren otoriteye rağmen iş tutması, işine geldiği gibi davranması, otorite adına istediği sözleri sarfetmesi mümkün değildir. Böyle bir durumda sonuç belli: İşten el çektirme, görevden alma gerçekleşir.

Bir kimse Allah (c.c.) onu görevlendirmediği halde “ben Allah’ın elçisiyim”, “size Allah’tan şunları şunları getirdim” dese, Allah adına kendine ait şeyleri satmaya kalkışsa, insanları Allah adına kendi fikirlerine çağırsa; buna yalancı peygamberlik denir. Kur’an bunun  “Allah’a iftira atmak” olduğunu söylüyor. Böyle yapanlara da ‘zâlim’ diyor. (En’am 6/83)

Allah’ın seçtiği, Kur’an’da adı geçen veya geçmeyen bütün peygamberler kendilerini rasûl/nebi seçen Allah’ın emrinde idiler. Onlar elçilik görevini yapmakla yükümlüydüler.

Hz. Muhammed’in (s.a.s.) görevi de farklı değildi. Onu da Allah (c.c.) elçi olarak seçti ve ona vahyetti. Onu insanlık için güzel örnek yaptı. Vahyin amaçlarını onun uygulamalarıyla gösterdi. İnsanın hayat imtihanını nasıl kazanacağını, dünyada ve Âhirettte nasıl mutlu (saîd) olacağını onunla insanlığa gösterdi/öğretti.

Necm Sûresinin baş tarafındaki âyetler vahiy/Kur’an ve bunun karşısında Peygamber’in rolü konusunda ebedî bir gerçeği haber veriyorlar: Muhammed (s.a.s.) vahiy konusunda kendi keyfine göre, işine geldiği gibi  konuşmaz, kendi görüşü ile hareket etmez. Kur’an ona inzâl edilmiştir. 

Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“Göründüğü zaman yıldıza andolsun.

Arkadaşınız ne sapmıştır, ne kanmıştır.

Ne de kendi hevâsından (keyfinden) konuşmaktadır.

Bu (Kur’an) kendisine indirilen bir vahiyden başka bir şey değildir.

O’nu, melekeleri son derece güçlü bir (melek) öğretti.” (Necm 53/1-5)

İbnu Abbas’a göre bu sûre Peygamber’in (sav) Mekke’de müşriklere ilk meydan okuduğu sûredir.[17]

Necm sûresi yıldıza yemin edilerek başlıyor. Buradaki Necm kelimesi genellikle yıldız veya Süreyya yıldızı diye tefsir ediliyor. Bazılarına göre de âyet vahyin iniş sürecidir. “en-necmü izâ hevâ”: “Nazil olduğa zaman Kur’an’a yemin olsun” demektir.[18]

İbnu’l-Cevzî, Necmin ne olduğu konusunda beş görüş olduğunu söylüyor. Konumuzla ilgili olmadığı için bu görüşleri buraya almıyoruz.[19]  

Sûre sonra da Mekkeli müşriklere; “sizin yakından tanıdığınız, arkadaşınız olan Muhammed ne sapıttı, ne de şaşırdı denilerek, onun tebliğ ettiği Kur’an’ın vahiy olduğu söylenerek  yeminin cevabı veriliyor.

Buradaki hitap öncelikle “Kur'ân'ı Muhammed uydurdu” diyen Kureyş ve benzerlerinedir. Çünkü Mekkeliler “Muhammed Kur’an (dediği) şeyi kendi uydurup söylüyor” diye iddia ettiler ve onun davetine karşı çıktılar.

Allah (c.c.) burada Kur’an üzerine yemin ediyor ve “o, yücelerden Muhammed’e inen vahiydir” diyor.

Tıpkı “felâ uksimu bi-mevâkıı’n-nücûm-Hayır, yıldızların yörüngelerine yemin ederim.”

Ya da “ötesi yok, işte Kur’an’ın parçalar halinde indirilişine yemin ediyorum. Ki elbette bu, eğer farkındaysanız çok ağır bir yemindir” (Vakıa 56/75-76) âyetinde dile getirilen gerçeğe banzer. Vahyin nâzil oluşu da yıldızlar gibidir. Üçer, dörder âyetler veya sûreler halinde indi.[20]  

Bu durumda âyet; “vahyin aşama aşama inişi şâhit olsun veya yücelerden inen vahyin gözler önüne serdiği (hakikat) şâhit olsun” şeklinde de anlaşılabilir.[21]

Burada Mekkelilere hitaben “sahibiniz” tabirinin kullanılmasında özel bir anlam vardır. Zira ‘sahip’ kelimesi; daima sohbette bulunan, arkadaşlık edip koruyan, yani “hâmi” mânâlarına gelmektedir.

Bu nedenle bu âyet şöyle de anlaşılabilir:  “Şimdiye kadar sohbetinde bulunarak çok iyi tanıdığınız, aklına ve doğruluğuna güvendiğiniz (el-Emin dediğiniz), size hak yolunu göstermek isteyen arkadaşınız ne yolunu şaşırdı, ne de aklını. Ne aldanır, ne de aldatılır. O, ne sihirbaz, ne kâhin, ne de mecnûndur”.[22]

Âyette geçen ‘dalâlet’ hidâyetin, ‘ğayy’ da rüşdün zıddıdır. ‘Dalâlet’, hidâyetten sapmak, ‘ğayy’, aklı başında olmamak, isabetli olanı yapmamak, bile bile gerçeğin dışına çıkmak  demektir. ‘Dalâlet’, kişinin kendisini maksada ulaştıracak yolu bulamaması, ‘ğayy’ da, kişi için kendisini maksadına ulaştıracak bir yolun olmamasıdır.  Doğru yoldan sapmayı anlatmak konusunda dalâlet ğayy’dan daha fazla kullanılır.[23]

Mekkeli müşriklerin yakından tanığı, arkadaşları gibi bildikleri Muhammed (s.a.s.) haktan ve hidâyetten sapmadı. Batıl ve saçma bir şey konuşmaz. Davet konusunda cahil, aklı başında olmayan biri değildir.[24]

Onun Kur’an/vahiy konusundaki konuşmaları kendi hevasından, kendi kafasından değildir. Kur’an adına ne konuşuyorsa Allah’ın ona vahyettiğinden başkası değildir.[25] 

“İn huve illa vahyun yûhâ’daki hüve-o zamiri Kur’an’a gider. Yani onun tebliğ ettiği Kur’an âyetleri kendi sözü değil, kendisine vahyedilen ilâhi sözlerdir.[26]

Bu âyetle ilgili olarak Elmalılı şöyle diyor:

“O, hevâdan (nefsinin arzularına göre) da konuşmuyor. Onun konuşması, özellikle Kur'ân kelâmını söylemesi kendi görüş ve arzusundan, gönlünün meyli ve ona olan sevdasından kaynaklanmaz. O, öyle sırf kendisine ait bir söyleyiş değildir. Şu halde hz.peygamber de ne bir şâirdir, ne de kendi keyf ve arzusuna göre hüküm vermek isteyen ehl-i hevâ (kendi isteğine göre yaşayan)lardandır.

“O, yani Kur'ân veya onun lafzi söylenişi, ancak bir vahiydir”. Orada vahyin dışında bir söz yoktur. O, yalnızca vahyolunandır. Yani bunlar ancak, Allah tarafından kendisine vahiy ve tebliğ edilmek suretiyle bilinip söylenebilir.”[27] 

Kur’an’ın iniş sürecinden itibaren, o gün, tarih boyunca ve bugün bazıları öyle zannetse de, Kur'an'ı hz. Muhammed (s.a.s.) uydurmadı ve yazmadı. Onu kendi çıkarları ve hedefleri için ortaya atmadı.  (hz. Muhammed Kur’an’ın yazarı değildir.)

O (s.a.s.), elçiliğini peygamber olma hevesiyle değil, Allah (cc) kendisini seçtiği ve risâleti tebliğ etmesini buyurduğu için ilan etmiştir. Dolayısıyla O, insanları bir Allah elçisi sıfatıyla davet etmektedir.[28]

Ayet, Kur’an’ı kendisi uydurdu diye iddia edenlere diyor ki: “Yani arkadaşınız Muhammed (s.a.s.) akıllı bir insandır, şaşkın değildir; doğru yoldadır, sapık değildir; samimidir, kötü niyetli değildir; Hak'tan, yani Allah'tan aldığı gerçeği size duyuruyor. Kuruntulu, uydurmacı veya iftiracı değildir. Size mesaj iletirken havadan konuşmuyor. Söyledikleri, kendisine indirilmiş bir vahiydir. O doğru ve güvenilir bir aracı sıfatı ile kendisine gelen vahyi size duyurmaktadır.”

Bu vahyin taşıyıcısı belli, hangi yoldan geldiği belli, nasıl bir çizgi izlediği bellidir. Peygamber bu vahyin izlediği yolu gözleri ile kalbi ile görmüştür. Bu konuda kuruntuya kapılmış ya da aldanmış, yanılgıya düşmüş değildir.[29]

“O’nu (Kur’an’ı) ona, melekeleri son derece güçlü bir (melek) öğretti.” (Necm 53/3-5)

Müfessirlerin bir çoğuna göre Kur’an’ı Peygamber’e öğreten üstün yeteneklere sahibi vahiy meleği Cebrail’dir.[30]

Burada şöyle deniyor: Ey Mekkeliler, ey insanlar, vahiy meleği vahiy meleği Cebrail Allah’ın izniyle Kur’an’ı Muhammed’e (s.a.s.) öğretti. Zira o Allah’ın izniyle vahyi ona öğretecek donanıma sahipti.

Allah’tan gelen vahiy bir hakikat olduğu gibi aynı zamanda bir ‘ilim’dir.  (Bekara 2/120, 145. Âli İmran 3/19, 61. Ra’d 13/37 ve diğerleri)  Son Elçiye de bu ilmi vahyeden de Allah’tır. Kur’an, genel bir ifade olsa da bir yerde Allah’ın Kur’an’ı öğrettiğini söylüyor.

Kudreti sonsuz olan “Rahman (Allah), Kur'ân'ı öğretti.” (Rahmân 55/1-2) Ancak başka âyetlerde Cebrail’in vahiy meleği olması dolaysıyla Kur’an’ı Peygamber’in kalbine indirdiği anlatılıyor.

“De ki: “Allah'ın izniyle Kur'ân'ı, kendinden öncekini doğrulayıcı ve inananlara yol gösterici ve müjdeci olarak senin kalbine indirdiği için, kim Cebrail'e düşman olur?” (Bakara 2/97).

“De ki: Onu Rûhul-Kudüs (Cebrail) Rabbinden hak (ve hikmet) gereğince indirdi.” (Nahl 16/102).

“Onu, er-Rûhu'l-Emin (Cebrail) indirdi.” (Şûarâ 26/193)

“Yahut bir elçi gönderip izniyle dilediğini vahyeder..." (Şûrâ, 42/51)

Bu âyetlere göre vahyi getiren elçi Cebrail olduğuna göre Kur’ân’ı da öğretenin o olduğu anlaşılır.

İbnü Abbas’tan gelen bir rivâyette Kur’ân’ı öğretenin Allah olduğu ifade edilmiş ise de, Aişe’den (r.anha) yapılan bir nakle göre söz konusu âyetteki öğretici, Cebrail olarak tefsir edilmiştir. Lafzın zahirî anlamı da bu görüşe daha yakın olduğundan tefsircilerin çoğu, bu mânâyı tercih etmişlerdir. Burada ayrıca bazılarının “Ona (bunları) bir insan öğretiyor..." (Nahl 16/103) iddia edenlerin sözüne de bir cevap söz konusudur.[31]

Müthiş güçleri olan, üstün yetenekli melek Cebrail Mekkelilerin yakından tanığı emin bir kişiye vahyi öğretti. O da insanları bu vahye davet etti. 

Muhammed (s.a.s.) eğer din konusunda işine geldiği gibi konuşsaydı, ne davetinde bu kadar başarılı olurdu, ne de onun daveti asırları ve kıtaları aşıp bugüne sağlam bir şekilde gelirdi. Davetine karşılık dünyalık çıkar, saltanat ve lezzet elde etmeye çalışırdı. Yaptığı iş kendisiyle sınırlı kalır, çoğu zaman başkasını ilgilendirmezdi. Zira kötü niyetli insanların çıkarları her zaman farklı olur ve mutlaka birbiriyle çatışır.

Ama mesele hakikat olunca iş değişir. Hakikate davetin olduğu yerde çıkar, istismar, dünyalık hedef, makam ve kişisel hakimiyet söz konusu olmaz. Zira Hakikatin hatırı bütün bu deni hedeflerden çok daha büyüktür. 

Kur’an, Peygamber’in (sav) din konusunda kendi hevâsından, yani işine geldiği gibi konuşmadığını, Allah’ın kendisine indirdiğini tebliğ ettiğini farklı ifadelerle vurguluyor.

“De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, İlah'ınızın, sadece bir İlah olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, salih amel (hayırlı iş) işlesin ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (Kehf 18/110. Bir benzeri: Enbiyâ 21/108)

De ki (ey Peygamber:) “Ben size ‘Allah'ın hazineleri bendedir!’ demiyorum; ne insan idrakini aşan şeyleri bildiğimi söylüyorum ve ne de size ‘Ben bir meleğim!’ diyorum: Ben sadece bana vahyedileni yerine getiriyorum”. De ki: “Hiç gören ile görmeyen bir olur mu? Siz düşünmez misiniz?” (En’am 6/50 Bir benzeri: Ahkaf 46/9. Yûnus 10/15. A’raf 7/203))

“Biz, onlara vadettiğimizin (azabın) bir kısmını sana göstersek de veya (ondan önce) seni öldürürsek de sana ancak (Allah'ın emirlerini) tebliğ etmek düşer. Hesap yalnız bize aittir.” (R’ad 13/40)

“(Ey Resulüm!) Yine de yüz çevirirlerse, artık sana düşen ancak açık bir tebliğden ibarettir.” (Nahl 16/82. Ayrıca bakınız: Yûnus 10/2. Nahl 16/44, 64. Şûrâ 42/7. Fâtır 34/31)

Bu zaten resûl/nebi olmanın tabiatında olan bir şey. Peygamber kendisine vahyedileni önce kendisi uyacak, sonra da başkalarına olduğu gibi iletecek, anlatacak ve öğretecek. Bu konuda kendi görüşü, kendi tercihi söz konusu değildir.

Şu âyette söylediği gibi:

 “(Resulüm!) Sen, sana vahyolunana uy ve Allah hükmedinceye kadar sabret. O hakimlerin en hayırlısıdır.” (Yûnus 10/109. Bir benzeri Ahzâb 33/2)

İlgili âyeti tekrar hatırlayalım: “O hevâdan konuşmaz. O Kur'an kendisine vahyedilen bir vahiyden başka değildir.”

Buna karşın Elçi kendiliğinden Allah adına yanlış bir şey yapsaydı, kendi sözlerini Allah’ın sözleri diye sunsaydı, vahye kendi görüşlerini katsaydı ne olurdu? Cevabı aşağıdaki âyet veriyor:

 “Eğer Muhammed, bize karşı ona bazı sözler katmış olsaydı, Biz onu kuvvetle yakalardık,  Sonra onun şah damarını koparırdık. Hiçbiriniz de onu koruyamazdınız.” (Hakka 44-47)

Bu âyet gerçeği daha açık bir şekilde ortaya koyuyor. Hz. Muahmmed’in  (s.a.s.) misyonu elçilikti. O ne kendiliğinden peygamberlik iddia etti, ne de keyfine göre hareket etti. Bu âyete göre zaten edemezdi.

Durum böyle olunca da Hakikati böyle bir Elçi’den öğrenmek elzemdir. Herkesin doğru yolu bulma, kulluk (ibadet) etme ve dünya imtihanı açısından böyle bir elçiye ihtiyacı vardır.

Bu bağlamda akla şöyle bir soru gelebilir: “Peygamber'in (s.a) tüm sözleri ve yaptıkları vahiy midir? Değilse onun Peygamber olarak sözlerinin ve davranışlarının dinde yeri ve bağlayıcılığı nedir?” 

Soruyu tekrar edelim:

“Herkesin, vahiy (din) konusunda kendi kafasından konuşmayan bir elçiye ihtiyacı var. Buna göre son Peygamber’in (sav) bütün sözleri ve yaptıkları vahiy midir?

Değilse onun peygamber olarak sözlerinin ve davranışlarının dinde yeri ve bağlayıcılığı nedir?” 

Bu sorunun cevabını herkes aynı şekilde vermediği gibi, konu sahabe döneminden beri çok farklı anlaşılmış.

Peygamber’in (s.a.s.) yaptığı her uygulamanın, söylediği her sözün, hatta rüyalarının bile vahiy olduğunu söyleyenler olduğu gibi; Kur’an’ı peygambersiz anlamaya çalışanlar da  olmuştur. Elbette peygamber Allah (c.c.) tarafından seçilmiş bir elçi ise, onun kendisini görevlendiren makam adına söyledikleri ve yaptıkları, Allah’a inananlar için bir anlam ifade eder, onlarda kendileri için bağlayıcılık ve örneklik var diye kabul ederler.

Peygamberin hangi sözleri, hangi uygulamaları, hangi kararları (ictihadları) vahye dayalıdır, bağlayıcıdır sorusunun sınırları çok belirgin olmamakla birlikte Necm 1-5. âyetleri ışığında bir kaç görüşü alarak konuyu özetlemeye çalışalım.

“Kur’an kesinlikle bir vahiydir ve içindeki tüm sözler istisnasız Allah'a aittir.

Muhammed’in (s.a.s.) Kur’an olarak insanlara tebliğ ettiği şeyler onun kendi uydurduğu düşünceler olmayıp, Allah’ın kendisine vahyettiği hakikatlerdir.[32]

Necm suresi 3. âyette ‘konuşma, söyleme’ anlamında bir fiil kullanılmış olmasından hareketle Peygamberin bütün söylediklerinin vahiy olduğu, dolaysıyla herhangi bir konuda kendi görüşüyle hareket edemeyeceğini savunanlar olsa da başka deliller bu görüşü haklı   çıkarmıyor.[33]

Bu görüşü savunanlara göre Peygamber’in (s.a.s.) sünnetine uyma da tıpkı vahye uymak gibidir. Bazıları göre ise vahye dayanırsa, kendi hevâlarından olmazsa peygamberlerin  de ictihad etmeleri, yani bir konuda kendi görüşleri ile hareket etmeleri caizdir.[34] 

Ancak “Allah seni affetsin, niçin onlara izin verdin?...” (Tevbe 9/43) gibi âyetler, peygamberin ictihâd yaptığını, ancak isabet etmediğinde, o halde bırakılmayıp vahy ile düzeltildiğini gösteriyor. Bu âyet (Necm 53/3), esas itibariyle Kur'ân hakkındadır.  Peygamber’in hadislerini de içine almak üzere ifade ettiği mutlak mânâda yorumlandığı takdirde de, âyetin son tarafına dikkat etmek gerekecektir.[35]

Peygamber'in (s.a.s.) kendi sözleri (hadisleri) üç kategoriye ayrılabilir:

Birincisi: Peygamber'in (s.a.s.) İslâm'ı tebliğ, Kur'an'ı beyan ve izah niteliği taşıyan sözlerinin tümünün vahy kaynaklı olduğuna şüphe yoktur. Bu tür sözler, kelimesi kelimesine Kur’an gibi inmemiş olsa bile yine de vahye dayanır. Çünkü bunlar vahyin açıklamaları veya uygulamalarıdır. 

İkincisi: Peygamber'in (s.a.s.) muhtelif zamanlarda verdiği emirleri kapsayan sözleri. Peygamber (sa.s.) bazen sahabe ile istişâre etmiş, bazen kendi görüşünden vazgeçip, sahabelerin görüşünü kabul etmiştir. Bazen de sahabeler “Bu sizin kendi görüşünüz mü yoksa Allah'ın vahyi midir?” diye sormuşlar, O da “Benim sözümdür” karşılığını vermiştir. Kendi ictihadıyla (görüşüyle) hareket ettikten sonra isabetli olmayan ictihatlarını vahyin işaretiyle düzeltmiştir. Böylece bu gibi konulardaki uygulamaları veya görüşleri vahyin te’yid etmesiyle  kesinlik kazanmıştır.

Üçüncüsü: Peygamber'in (s.a.s.) bir insan olarak peygamberlikten önce ya da sonra, peygamberlik görevi ile ilgili olmayan sözleri. Onun azılı düşmanları bile onun bu gibi sözlerine itiraz etmemişlerdi. Onların karşı çıktığı şey, peygamberlikle ilgili dedikleri ve uygulamalarıydı.

Ancak yine de belirtmek gerekir ki, Peygamber’in (sav) bu tür sözleri bile haktan, hikmetten, güzellikten uzak, saçma, batıl ve çirkin değildir. Çünkü Allah (cc), onu örnek bir kul olarak seçmiştir.[36]

Peygamber’in (s.a.s.) her sözünün ve her davranışının vahiy ve dolayasıyla dinde bağlayıcı hüküm olmadığını, onun da bir insan olarak bazı konularda görüş beyan ettiğini düşünenler bazı rivâyetleri delil olarak kullanırlar. Onlardan biri şu rivâyettir:

Peygamber (s.a.s.) Medine'ye hicret ettiği zamanlarda burada hurma ziraati ile meşgul olanların, erkek hurmalarla dişi hurmaları aşıladıklarını (tozlaştırdıklarını), bunun için vakit ve emek harcadıklarını görmüş ve “bunun bir faydası olacağını zannetmiyorum”, bir başka rivâyette “Belki de yapmasanız daha iyi olur" demiş. Bunu dinî bir talimat (peygamber emri) zanneden ilgililer tozlaştırma işini terketmişlerdi. Tozlaştırma yapılmayınca iyi ürün alınanamıştı. Bu durum Peygamber’e (s.a.s.) bildirilmiş.

Onun cevabı konusunda üç farklı rivâyet var.  Birincisi: “Bu bir tahmindir. Eğer faydalı ise yapın. Ben de sizin gibi bir insanım. Tahminde insan hata da edebilir, isabet de edebilir. Ben size (Allah böyle söyülüyor) demedim ki. Ben asla Allah’a karşı yalan söylemem.”[37]

İkincisi: “Ben bir beşerim. Size dininizden bir şey bildirirsem onu hemen alıp uygulayın, eğer bir kanaat bildirirsem ben de ancak bir beşerim (isabet etmeyebilirim).”[38] 

Üçüncüsü: “Dünyanızı ilişkin işleriniz size aittir (siz daha iyi bilirsiniz). Dininize ilişkin işleri de ben bilirim”[39]

Olay farklı rivâyetlerle birlikte ele alınırsa şu sonuçlara ulaşılabilir:

-Peygamber’in (s.a.s.) Allah (din) adına düzenlemek, yönlendirmek, örnek olmak, kurala bağlamakla görevli olduğu alan, yalnızca âhiret veya fert-Allah ilişkisi alanı değildir.

-Peygamber’in (s.a.s.) hangi alanda olursa olsun bütün söyledikleri ve yaptıkları Allah adına (vahy) değildir. O, bir insan olarak kendi ictihadı, beşerî bilgi, tecrübe ve kanaatine dayanarak da bir söz söyleyebilir, bir davranışta bulunabilir. Ancak onun söz ve davranışında Allah’ın muradına aykırı bir taraf bulunursa -ki bu da ancak henüz kendisine doğru hüküm vahyedilmemiş bulunduğu için olabilir- Allah tarafından doğru olan bildirilir. 

-Peygamber’in (s.a.s.) hangi alanda ve konuda olursa olsun vahiy olarak insanlara tebliğ ettiği şeyler dinîdir. 

-Dini bir hükümle düzenlenmeyen hayatın diğer alanlarında insanlar, beşerî bilgi ve tecrübe kaynaklarından yararlanır, gerekeni yaparlar. Bu alanda bilgi ve tecrübe sahibi olanlar, aynı konuda bilgi ve deneyimi olmayanlardan daha iyi bilirler. 

-Beşerin bilgi ve deneyimine bırakılmış alanlarda elde edilen bilgiler, teknik ve teknolojiler hem elde edilirken, hem de uygulamaya konulurken din ile tümden ilişkisiz olamazlar. Bir müslüman bütün işlerini inancına uygun yapar.[40]

  1. Ateş, yukarıdaki hurma aşılama rivâyetini tuhaf buluyor ve diyor ki: “Peygamberin dini nitelikteki sözleri Kur’an’ın tefsiri mahiyetindedir. Onun tabii ihtiyaçları için sarfettiği sözleri de vahiy saymak ifrattır. Kur’an “Deki ben de sizin gibi bir beşerim, bana vahyolunur...” (Kehf 18/110) diyor.

Ona göre söz konusu rivâyet, senet bakımından güvenilir olmadığı gibi, metin bakımından da Kur’an’ın ruhuna uygun değildir. Bu âyette (Necm 53/1-5), Peygamberin her sözünün vahiy olduğuna ve onun hiç hata etmeyeceğine dair bir delil yok. Bu âyet ona gelen vahyin onun sözü olmadığını, peygamberin bunları alırken yanılmadığını, bir hayal sanarak bunları vahiy diye ortaya atmadığını, vahiy meleğini bizzat görüp ondan vahiy aldığını bildirmektedir.

Ateş’e göre Peygamber’in (s.a.s.) dinî hükümleri açıklama mahiyetindeki sözleri dinin kaynağıdır. Ancak dinle ilgisi olmayan, dünyaya ait sözleri dinde kaynak değildir.”[41]

Ancak Necm 3. âyet diğer deliller ile birlikte ele alınırsa, Peygamber’in (s.a.s.) tebliğ mahiyetinde ve peygamberlikle ilgili olmayan söz ve davranışlarının da vahyin kontrolü altında olduğu, yanlış veya isabetsiz bir ictihadta bulunduğu zaman vahiy tarafından doğrusunun bildirildiği anlaşılmaktadır.[42]

Peygamber (sav) din konusunda Allah’ın kendisine vahyettiğine uymuş, yasaklanan şeylerden sakınmış ve bunları ümmetine hem tebliğ etmiş, hem de açıklamıştır.

Vahyin emriyle ve gereği olarak, kendi ictihadıyla hüküm verdiği ama Allah’ın (c.c.) tasvip ettiği konularda ona uyan mü’min Allah’ın kitabındaki hükmüne uymuş olur. Ancak onun dünyevi konulardaki bazı yönlendirme ve tavsiyelerine gelince bunlar şer’i hükümler değildir ve bağlayıcı tarafları yoktur. Bu gibi şeyler kendi aramızdaki akıl danışma, istişâre etme, nasihatta bulunma, yol gösterme cinsinden şeylerdir.  Kişinin dünyevi bir konuda o konuyu en iyi bilene sorması, kazanılmış bilgi, tecrübe ve deneylerden faydalanması  kendisinin bileceği şeydir.[43]

Sünnetin İslâmın ikinci kaynağı olduğu genel bir kabul görmektedir. Burada asıl sorun Peygamber’den (s.a.s.) sadır olan söz ve davranışların sonraki dönem müslümanları için bağlayıcı olup olmadığı konusudur.

Ehl-i hadis tarafında hararetle savunulan, sünnetin (hadislerin) temamen vahiy nahsulü olduğunu iddiasının amacının bütün olayları nass’a (dini temele) bağlama ve her şeyi Peygamber’e söyletme gayreti olduğu söylenebilir.

Buradan hareketle Peygamberin her yaptığının (söylediğinin) bağlayıcı olduğunu iddia etmek, müslümanların sorunları çözmek yerine, daha da zorlaştırmakta ve vahye dayalı pratik çözüm olan ictihadın alanını daralmaktadır. Sosyal hayatta her sorun için, her konuda hadis arama gayreti, çözüm değil, zorluktur.[44]

Dolayısıyla sözkonusu âyetlerde (Necm 53/1-5) Peygamber’in (s.a.s.) peygamberlikle ilgisi olmayan, bir insan olarak, günlük hayatın gereği olarak sarfettiği sözler kastedilmiyor diyebiliriz.

Kur’an, Muhammed’in (s.a.s.) Allah’ın elçisi olduğunu, melek, olağanüstü birisi, kral, cin olmadığını ama bir beşer (insan) olduğunu farklı ifadelerle vurguluyor. (Bakınız: Fetih 48/ 29. Ahzâb 33/40. Kehf 18/110. Fussilet 41/6. Ahkaf 46/9. En’am 6/50. Lukman 31/34. Kehf 18/23-24. A’raf 7/187. Nâziat 42)

Elbette onun bir insan olarak yaptığı günlük davranışlar, ağzından çıkan her söz ne âyettir, ne de dinin emridir. Ancak o (s.a.s.) elçi olduğu gibi, model bir şahsiyettir. Onda iman edenler için en güzel örnek vardır. (Ahzâb 33/21) Dolaysıyla ondan günah olan, edebe aykırı, peygamberlik ahlâkına yakışmayan davranışlar sadır olmaz, ağzından yalan, abes, çirkin  sözler çıkmaz.

Aşağıdaki rivâyetler Peygamber’in her dediği ve her yaptığı vahiy olmasa bile hakka aykırı olmadığını haber veriyor: Abdullah b. Amr (r.a.) şöyle anlatıyor: “Peygamber’den (s.a.s.) duyduklarımı  ezberlemek için yazsam mı ki dedim. Kureyş beni yazmaktan alıkoydu ve « Peygamber (sav) kızgınlık ve sakin hallerinde konuşan bir insan iken, sen ondan duyduğun her şeyi nasıl yazarsın? » dediler. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Sonra durumu Allah’ın Rasûlüne (s.a.s.) anlattım. Eliyle dilini işaret ederek; « Yaz(abilirsin), canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki buradan haktan başka bir şey çıkmaz. » buyurdu.[45]

Peygamber (s.a.s.) sahebeleriyle, onlar da kendi aralarında şakalaşırlardı. Ebu Hureyre’nin rivâyetine göre sahabeler Peygamber’e (sav) “Ey Allah’ın Elçisi! Sen bizimle şaka yapıyorsun!” (diye hayretle) sormuşlardı. O da “Ben (şaka bile olsa) sadece doğruyu konuşurum, haktan başka bir şey söylemem” buyurmuştu.[46]

-Hülasa;

Herkesin, Allah adına kendi hevâsından konuşmayan, vahiy adına hareket etmediği veya konuşmadığı yerlerde bile kulluktan, edepten, haktan, ölçülü olmaktan ayrılmayan bir elçiye itiyacı vardır.

Hakikati bulma konusunda aklı, kapasitesi, bilgisi sınırlı; şehvet ve şeytanla, emel ve hırslarla sarılı, ğaybı bilmeyen; yolcu olduğu halde yolunu kendi imkanlarıyla bulamayan, insanın, hakikati vahiyle bildiren bir elçiye, kılavuza, rehbere, muallime ve onunla indirilen bir yol haritasına (ilâhi kitaba) ihtiyacı vardır.  

İnsanların, Allah adına, din konusunda kendi hevâsına göre, yani aklına estiği gibi, kendi uygun gördüğü gibi, kendi iddialarına göre konuşmayan, iş yapmayan bir Kerim ve el-Emin bir elçiye ihtiyacı vardır.

Hele hele tarihten beri kendi hevâsından din ve ideoloji uydurup, insanları etrafında toplayan ve onlara hükmeden sayısız sahtekâr ve yalancı kurtarıcı varken.

Hele hele bu sahtekâr yalancılar günümüzde sayısız teknikleri ve modern imkanları kullanarak kitleleri aldatıyorken.

Hele hele kendi batıl hevâlarından uydurdukları görüşleri, ‘işte gerçek din budur’ diye bağlılarına sunan aldatıcılar mevcutken.

Hele hele Allah’ın dinini kendi hevâlarına (görüş ve ilkelerine) uydurmaya kalkışan yönetici, kral, grup, cemaat, bilgin ve önder kılıklı kandırıcılar toplumları etkiliyorken.

Hele hele insanlara sapık yollar (dalâlet) doğru yol diye gösterilirken...

 

  • Dördüncü Sebep:

Elçiye itaatin insanlara/mü’minlere emredilmesi

Ona itaatı nasıl anlamalı?

Ona sadece onu sağlığında gören, yanında duranlar mı itaat etmeliydi?

Daha sonradan gelen müslümanlar Peygamber’e itaati emreden âyetlerin hükmünden sorumlu değiller mi?

Sorumlu iseler bunu nasıl yerine getirebilirler?

Allah (cc) şöyle buyuruyor:

“Peygamber (din adına) size ne verdi ise onu alın, size neyi yasaklamışsa ondan kaçının.” (Haşr 59/7)

Ondan almamız gereken şey nedir?

Onun bize yasakladığı şeyler nedir?

Bu ve buna benzer sorular Muhammed’in (s.a.s.) peygamber (rasûl-nebi) olarak misyonunu ve ona itaatin boyutlarını anlamamıza yardımcı olurlar.

Kur’an’da onsekiz âyette Allah’a ve Peygamber’e (sav) itaat birlikte geçiyor.

Bunlardan altı tanesi “Kim Allah’a ve Peygamber’e itaat ederse...” (Nisâ 4/13, 69, 80. Nûr 24/52. Ahzâb 33/71. Fetih 48/17),

beş tanesi “Allah’a itaat edin ve Rasûl’e de itaat edin...” (Nisâ 4/59. Mâide 5/92. Nûr 24/54. Muhammed 47/33. Teğabûn 64/16),

üç tanesi ise “Allah’a ve Peygamber’e itaat edin...” (Âli İmran 3/32, 132. Enfal 8/46)

üç tanesi “Allah’a ve O’nun elçisine (Rasûlü’ne)itaat edin...” (Enfal 8/1, 20. Mücadele 13)

bir tanesi de “Şayet Allah ve Peygamberine itaat ederseniz...” (Hucurût 49/14) şeklinde geliyor.

Bütün bu âyetlerde rasûl kelimesinin harfi terifli (belirlilik takısıyla), ya da nisbet zamiriyle; rasûlühu (onun elçisi) şeklinde gelmesi, itaat edilmesi gereken elçinin belirli bir kişi olduğunu, onun da son Elçi hz. Muhammed (s.a.s.) olduğunu gösterir.

Kur’an’ın ilk muhatapları, belirlilik takısıyla ve isim tamlaması tarzında gelen ifadenin kimi işaret ettiğini gayet iyi biliyorlardı.

Rasûl (elçi)... Kim?... Elbette o. Bilinen şahıs... Mekkelilerin tanıdığı Abdullah oğlu Muhammed...

Şu âyette kendisine itaat edilmesi istenen elçinin şüphesiz ki bilinen (ma’lum) kişi, risalet görevi aldığı belli olan ve el-Emin sıfatıyla tanınan, söylediklerinde de sâdık (yüzdeyüz doğru) olan Abdullah oğlu Muhammed’tir.

O nedenle Rasûl (elçi) belirlilk takısıyla geliyor.

“Öyleyse ey müminler, siz namazı hakkıyla ifa etmeye devam edin, zekâtı verin, Peygamber’e itaat edin ki merhamete nail olasınız! .” (Nûr 24/56)

Şu âyet Peygamber’e (sav) itaat konusunda çok daha net bir ölçü getiriyor.

“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, iman etmiş bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.

Her kim Allah ve Rasûlü’ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzâb 33/36)

Bir başka âyette ‘peygambere itaati’; “peygamber’e uymak” tarzında ifade ediliyor. Zaten bu iki ifade arasında herhangi bir fark yoktur.

Yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o Rasûl’e, o ümmî Nebî'ye uyanlar (var ya), işte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kötülükten men eder, onlara tayyibâtı (temiz ve güzel şeyleri) helâl, habâisi (pis ve zararlı şeyleri) haram kılar...

O Peygamber'e iman edip ona saygı gösteren, yardım eden ve onunla birlikte gönderilen Nûr'a (Kur'an'a) uyanlar var ya, işte kurtuluşa erenler onlardır.” (A'râf 7/157)

Kur’an ‘peygamber’e itaati’ bir başka yerde “Allah’ın ve Elçisi’nin emirlerine boyun eğmek” şeklinde sunuyor.

Sizin velîniz/dostunuz ancak Allah'tır, Rasûlü'dür, Allah'ın emirlerine boyun eğerek namaz kılan ve zekâtı veren mü'minlerdir.

Kim Allah'ı, Rasûlü'nü ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki;) üstün gelecek olanlar şüphesiz hizbullahtır (Allah'tan yana olanlardır).” (Mâide 5/ 55-56)

Peygemberlerin gönderiliş sebeplerinden biri de ümmetlerinin kendilerine din konusunda itaat etmeleridir:

“Biz her peygamberi, ancak Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik.

Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan bağışlanmayı dileseler, Rasûl de onlar için istiğfar etseydi Allah'ı ziyadesiyle affedici, merhamet edici bulurlardı.” (Nisâ 4/64)

Bir âyette, kıyamet günü dünya hayatında yaptıklarının kötü sonucunu hesap olarak görüp pişman olacakların hâli şöyle anlatılıyor:

“O gün, zâlim kimse, ellerini ısırıp şöyle der:

“Keşke o Peygamber’le birlikte bir yol tutsaydım! Yazık bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim! Çünkü zikir (Kur'an) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı. Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip, sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta.”

Peygamber dedi ki: “Ey Rabbim! Doğrusu kavmim bu Kur'an'ı mehcûr/terkedilmiş (bir şey yerinde) tuttular.” (Furkan 25/27-30)

“Peygamberle birlikte bir yol tutmak”şüphesiz onun Allah’tan getirdiklerine iman etmek, hayatı onlarla inşa edip yaşamak, Allah’ın indirdikleri ile hükmetmek, Peygamberin din adına söylediklerini ve yaptıklarını almak, onlara uymak;

yani kısaca din (vahiy) konusunda ona itaat etmektir.

Bir başka yerde ‘peygambere itaat’, “onun davetine icabet” formülü ile anlatılıyor.

“Ey iman edenler! Sizi size hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah ve Resûlüne uyun. Ve bilin ki, Allah kişi ile onun kalbi arasına girer ve siz mutlaka onun huzurunda toplanacaksınız.” (Enfal 8/24)

Kur’an, ‘Peygamber’i işitmeyi’ Allah’a ve Peygemberine itaat olarak belirliyor

Ey iman edenler! Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin, işittiğiniz halde O'ndan yüz çevirmeyin.

İşitmedikleri halde 'işittik' diyenler gibi olmayın..” (Enfâl 8/20-21)

Buradaki işitmekten maksat, Peygamberin davetine kulak vermek, iman etmek ve imanın gereğini yapmaktır.

 

-Peygamber’e itaat imandır

Peygamber’e (sav) din konusunda itaat etmek elbette iman etmenin gereğidir. İslâmı din olarak kabul etmek de zaten Peygamber’e itaatin ilk basamağıdır.

“Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, iman etmiş bir kadın ve erkeğe, o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur.

Her kim Allah ve Rasûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzâb 33/36)

“Hayır! Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde hiçbir sıkıntı duymasızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” (Nisâ 4/65)

“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan emir sahiplerine (müslüman idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve âhirete gerçekten iman ediyorsanız- onu Allah'a ve Rasûl'e götürün (onların tâlimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha iyidir.” (Nisâ 4/59)

 

-Peygamber’e itaat Allah’a itaattir:

Hz. Muhammed’i son elçi olarak kabul edip ona tabi olmak, ona Allah adına itaat etmek, onu gönderen otoriteyi tanımak ve ona itaat etmektir.

“Kim Peygamber'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur; yüz çevirenlere gelince; Biz seni onlara bekçilik yapman için göndermedik.” (Nisâ 4/80)

Dilleriyle inandık ve teslim olduk, Allah’a ve Peygamber’e itaat ediyoruz, ya da edeceğiz diye söyledikleri halde bunu pratikte göstermeyenler, hayatlarında kendi hevâlarına, ya da başka ilahların hükümlerine göre hareket edenler gerçekte inanmış, teslim olmuş olmazlar.

“(Bazı insanlar) 'Allah'a ve peygamber'e inandık ve itaat ettik' diyorlar; ondan sonra da içlerinden bir grup yüzçeviriyor. Bunlar mü'min değildirler.

Onlar, aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Peygamber'e çağrıldıklarında, bakarsın ki, içlerinden bir kısmı yüzçevirip dönerler.

Ama, eğer (Allah ve Rasûlü'nün hükmettiği) hak kendi lehlerine ise, ona, gönülden bağlı olarak saygı ile gelirler. Kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe ve tereddüt içinde midirler?

Yoksa, Allah ve Rasûlü'nün kendilerine zulüm ve haksızlık edeceğinden mi korkuyorlar? Hayır; asıl zâlimler kendileridir!” (Nûr 24/47-50)

 

-Gerçek müslümanlar Peygamber’e itaat ederler:

Kur’an, Allah’a ve peygamber’e itaat eden kimseleri gerçek müslümanlar olarak tarif ediyor. Gerçek mü’minler dilleriyle iman edip itaat sözü verdikleri gibi, davranışlarıyla, kulluklarıyla, ilâhî hükümlere uymalarıyla da bunu ortaya koyarlar.

“Aralarında hüküm vermesi için Allah'a ve Rasûlüne dâvet edildiklerinde, 'işittik ve itaat ettik' demek, sadece mü'minlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.

Kim Allah'a ve Rasûlüne itaat eder, Allah'a saygı duyar ve O'ndan sakınırsa, işte asıl bunlar bedbahtlıktan kurtulanlardır." (Nûr 24/51-52)

Allah'a itaat edin. Rasûl'e de itaat edin ve (kötülüklerden) sakının. Eğer (itaatten) yüz çevirirseniz, bilin ki Rasûlümüzün vazifesi tebliğdir (apaçık duyurmak ve bildirmektir).” (Mâide 5/92)

 

-Allah’ı sevmenin göstergesi Rasûl’e (sav) itaattir:

“De ki: Ey Muhammed! Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz. Öyle yaparsanız Allah da sizi sever ve günahlarınızı bağışlar. Allah Ğafûrdur, Rahimdir.

De ki, Allah’a ve Resûlüne itaat ediniz. Eğer yüz çevirirseniz, kuşkusuz Allah kafirleri sevmez.” (3 Âli İmran/ 31-32. Ayrıca bakınız: Âli İmran 3/132)    

 

-Peygamber’e itaat edenler nebilerle arkadaş olurlar:

Kur’an, Allah’a ve son Elçisi’ne itaat edenlerin peygamberlere arkadaş olacağını müjdeliyor.

“Kim Allah'a ve Rasûl’e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisâ 4/69)

 

-İlâhî rahmet Rasûl’e itaatle gelir:

Kim Allah’a ve O’nun elçisine istenildiği gibi itaat ederse, o Allah’ın rahmetini hak eder.

“Allah'a ve Rasûlü'ne itaat edin ki size merhamet edilsin. (Âl-i İmrân 3/132)

Böyleleri altlarından ırmaklar akan cennetleri ödül olarak kazanırlar.

“...Kim Allah'a ve Peygamberi'ne itaat ederse Allah onu, zemininden ırmaklar akan cennetlere koyacaktır; orada devamlı kalıcıdırlar; işte büyük kurtuluş budur.

Kim Allah'a ve Peygamberi'ne karşı isyan eder ve hudûdunu/sınırlarını aşarsa Allah onu, devamlı kalacağı bir ateşe sokar ve onun için alçaltıcı bir azap vardır.” (Nisâ 4/13-14)

Allah’ın Elçisi’ne vahiy (din) konusunda itaat etmenin iman edenlerin üzerine farz  olduğunu Allah’ın Rasûlü (sav) de söylüyor.

Ebu Rafiî (ra) Peygamber’in (sav) şöyle dediğini naklediyor: “Sizden birinizin, kendisine emrettiklerimden bir emrim, yasaklarımdan bir yasağım geldiği  zaman - koltuğuna yaslanarak-;  ‘ben başkasını bilmem, Allah (cc)’ın kitabında bulduklarımıza tabi oluruz’ dediğini görmek istemem” buyurdular.”[47] 

 

  • Beşinci sebep :

Güzel ahlâka sahip olmak için

Hayatın hedeflerinden biri de güzel ahlâk sahibi olmaktır. İyi bir insan olmaktır. Güzel davranışlara, iyi ve sağlam bir karaktere sahip olmaktır. Güvenilen, sevilen, takdir edilen, hatta örnek alınan bir kişiliğe sahip olmaktır.  Zira hayat güzel ahlâkla daha güzeldir. Ahlâklı insanlardan meydana gelen bir aile daha huzurludur. Ahlâklı fertlerden kurulu bir toplum daha huzurlu, daha güvenli, daha mutludur. Ahlâklı insanlara sahip toplumlarda suçlar en aza iner. Mahkemelere daha az iş düşer. Hak ihlallari en asgariye iner. Bu toplumlarda fazla polis gücüne, fazla askere, fazla hapishaneye ihtiyaç yoktur.

Toplumsal barışı ahlâklı insanlar kanundan, yasa ve yönetmeliklerden, mahkemelerden daha iyi sağlarlar. Önemli olan kişinin suç ve hatadan kendi kendine vazgeçmesi, buna kendi vicdanının sesini dinleyerek yanaşmamasıdır. Yoksa polis ve cezalandırılma korkusuyla yapılmaması maksat değildir. Böyleleri polis hakimiyetinin olmadığı yerlerde, kanundan kaçabildikleri pozisyonlarda her türlü suçu işleyebilirler.

İslâmın ana hedefi de ahlaklı insanlar yetiştirmektir. İlahî tekliflerin, yanı dindeki emirlerin ve yasakların amacı kullara ahlâkî güzellikleri kazandırmaktır. İbadetlerin pek çok hikmetleri olmakla birlikte, en büyük hedeflerinden biri de iman edenlere güzel bir karakter, olgun davranışlar kazandırmak, onları emin insanlar yapmaktır.

Yoksa Allah’ın insanların ibadetlerine ihtiyacı yoktur. Bir insan ömür boyu durmadan namaz kılsa bu Allah’ın mülküne bir şey eklemez. Bir kimse ömür boyu yalan söylece, şarap içse, ya da başka haramları pervasızca işlese bu da Allah’ın mülkünden bir şey eksiltmez.

Ama namaz kılan veya başka ibadetleri yerine getiren bununla şükür borcunu ödediği gibi güzel davranışlar kazanır, ahlâkı güzelleşir, iyi bir insan olmaya çalışır.

İslâmın büyük günah dediği fiilleri yapanlar da bununla ancak kendilerine zarar verirler, kötü insan olurlar.

Güzel ahlâkın önemi ve faydası sayılamayacak çoktur. Güzel ahlâk insana yakışandır. Adam olmaktır, babamız Âdem’e layık olmaktır.

Bütün peygamberler ümmetleri için rehber, mürşid, lider oldukları gibi aynı zamanda güzel ahlâkta örnek idiler. Hepsinin de misyonu insanlara güzel ahlâkın nasıl olduğunu göstermek idi. Nitekim bir hadisinde Peygamber (s.a.s.) kendi misyonun şöyle açıklıyor:

“Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”[48]

Hadiste ‘mekârimu’l-ahlâk’ tabiri geçiyor. Bu da ahlâkın güzelliğini, faziletini ve insana kazandıracağı şerefi ifade eder.

Evet onun görevlerinden biri de güzel ahlâkın en zirvesini, en idealini, insana en yakışanını göstermek, öğretmek, örnek olmak idi. Zira güzel ahlâk en hayırlı olmanın belgesidir.

Abdullah b. Amr (r.a.) şöyle dedi: Rasûlüllah’ın söz ve davranışlarında hiç bir kötülük ve çirkinlik bulunmazdı. O şöyle buyururdu: “Sizin en hayırlı olanınız ahlâkı güzel olanınız, aile fertlerine en faydalı olnanızıdır.”[49]

Nevvas ibnu Sem’an anlatıyor. Peygamber’e (s.a.s.) iyilik (birr) ve kötülüğün (ism)/sevabın ve günahın ne olduğunu sordum. Şöyle buyurdu: “Birr (iyilik) güzel ahlâk, günah (ism) ise içini tırmalayan ve başkasının duymasını istemediğin (hatadır).[50]

Ebu Hureyra’nın (r.a.) anlattığına göre Peygamber’e (s.a.s.); “insanların cennete girmelerine en çok sebep olan nedir? diye soruldu. Buyurdu ki: “Allah’a tkarşı takvalı olmak ve güzel ahlâk sahibi olmaktır”.[51] 

Peygamber duasında bile Allah’tan güzel ahlâk istiyordu: “Allahım, beni ahlâkın en güzeline yönelt, kötü ahlaktan uzaklaştır.”[52]

Gerçekten Muhammed (s.a.s.) örnek bir ahlâkın sahibi idi. Onu davasında başarılı kılan önemli sebeplerden biri de onun güzel ahlâkı, insanî davranışlarının çokluğu, merhameti ve adaleti idi.

Onun hayatında en ön plana çıkan özelliği (şemâili) onun bu övülen ahlâkı idi. 

Bu yüzden Kur’an onun ahlâkını övüyor. Onun ahlâkının Kur’an tarafından övülmesi, “o ahlâk iman edenler için bir modeldir, alınız, takip ediniz, siz öyle olunuz” manasına gelir.

“Ve şüphesiz sen büyük bir ahlâk üzerindesin.” (Kalem 68/4)

Onun ahlâkı zaten Kur’an idi, yani Kur’an’ın ilke ve ölçüleri, Allah’ın hükümleri idi. Kur’an insan hayatında ne hedeflemişse, onu Peygamberin islâmî hayatında bulabilirsiniz.

Bir adam (hz. Aişe’ye gelerek): “Ey müminlerin annesi! Bize Allah’ın Resûlü’nün ahlâkından bahseder misin?” dedi. O da: “Sen hiç Kur’an okumuyor musun?” diye sordu. Adam: “Tabi ki okuyorum.” diye cevap verince Aişe de: “Onun ahlâkı Kur’an (ahlâkı) idi.” dedi.[53]

Kur’an onun misyonu şöyle belirliyor ve iman edenlerin ona uymalarını emrediyor:

De ki: 'Ey insanlar! Gerçekten ben, sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi Allah'ın (gönderdiği) Rasûlüyüm. Ondan başka ilâh/tanrı yoktur; O diriltir ve öldürür. Öyle ise Allah'a ve O'nun ümmî Rasûlüne, Allah'a ve O'nun kelimelerine gönülden inanan Rasûlü'ne iman edin ve O'na uyun ki, hidâyeti/doğru yolu bulasınız." (A'râf 7/158) 

Böyle bir elçininin gönderilişi Allah’ın insanlara en büyük lütfudur.

“And olsun ki içlerinden, kendilerine Allah'ın ayetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Hâlbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âli İmran 3/164)

Öyleyse, güzel ahlâka sahip olmak isteyenler Son Elçi’ye tabi olmak zorundadırlar.

Ahlâkın güzelliklerini keşfetmek isteyenler Muhammed’i (s.a.s.) örnek almak zorundadırlar.

Bir insanın güzel ahlâk ile ne kadar aziz olabileceğini, ne kadar sevilebileceğini, ne kadar takdir edileceğini bilmek isteyenler Rasûlüllah’a bakmak zorundadırlar.

Onun ahlâkı, Allah’ın (c.c.) “nasıl bir hayattan, nasıl bir kulluktan, nasıl bir ahlâktan razı olur?” sorusunun cevabıdır. Allah (c.c.) işte bu kulluktan, bu ahlâktan razıdır.

Allah (c.c.), insanın yeryüzünde kendi iradesiyle böyle ahlâklı, yüksek karakterli, böyle razı olunan ameller/fiiller sahibi olmasını istiyor.

Âdemden beri insanları davet ettiği şey de budur.

İnsanın yaratılış amacı da budur.

İnsan nerede yaşarsa yaşasın, kimin çoçuğu olursa olsun, sonunda Allah’ın kuludur ve bu hayatta geçicidir. Ondan istenen bu kısa dünya hayatını düzgün yaşayıp, varlık imtihanını ve Allah’ın sevgisini kazanması, bununla huzur bulması, ilâhi mükafâtları hak etmesi, iki dünya mutluluğunu hak etmesidir.

Bunun yolunu da güzel ahlâk açar.

Ahlâkı güzel olmayan mü’minde hayır yoktur. İman edenlerden istenen hakkıyla kulluğun yanında güzel ahlâktır, iyi bir insan olmaktır.

Bunun da nasıl olacağını son Peygamber (s.a.s.) yaşayarak göstermiştir.

İşte bu ideale, bu hedefe, bu fazilete ulaşmak isteyenler Son Elçi’nin peygamberliğine, örnekliğine, rehberliğine muhtaçtırlar.

Bu hedefin baişka türlü gerçekleşmesi imkansızdır.

 

  • Altıncı sebep:

Allah’ın insanlara bildirdiklerini anlamak için

Muhammed’in peygamber olarak başka görevleri olmakla birlikte bunları üç başlıkta toplamak mümkün: Tebliğ, beyan ve uygulama/örneklik. 

Tebliğ;

Vahyi açıklamak peygamberlerin kendi işleri veya arzuları değil, Allah'ın emridir.

Muhammed (s.a.s.) de diğer peygamberler gibi Allah’tan aldığı vahyi (ilâhi mesajı) mutaplara/insanlara ulaştırdı.  Peygamber (s.a.s.) bunu, vahyi değiştirmeden, eksiltmeden veya ekleme yapmadan yaptı. Kur’an buna şöyle işaret ediyor:

“Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yerine getirmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez. (Mâide 5/67)

O her şartta ve durumda, ölene kadar, insanların tepkisine bakmadan, onlardan gelebilecek tepkilere aldırmadan, terddüt etmeden, çekinmeden, hatıra gönüle bakmadan bu görevini yerine getirdi.

Onun hayatına bakıldığı zaman onun tebliğ konusunda çok titiz davrandığı, vahyi hiç geciktirmeden gereği gibi insanlara ulaştırdığı, bu konuda ihmalkâr davranmadığı, samimi ve  fedakârca çaba gösterdiği görülür.[54]

Hz. Muhammed (s.a.s.) görevi gereği kendisine vahyedilenleri muhataplarına okumak, yani tebliğ etmek, duyurmak, ulaştırmak zorunda idi.

“(Ey Muhammed!) Böylece seni, kendilerinden önce nice ümmetlerin gelip geçtiği bir ümmete gönderdik ki, sana vahyettiğimizi onlara okuyasın. Onlar Rahman'ı inkâr ediyorlar. De ki: O benim Rabbimdir. O'ndan başka tanrı yoktur. Sadece O'na tevekkül ettim ve dönüş sadece O'nadır.”  (Ra’d 13/30)

Beyan;

Peygamber (s.a.s.), vahyin ne dediğini, vahyi nasıl anlamak gerektiğini açıklamak, izah etmek, ortaya koymak zorundadır. Yoksa insanlar vahyi anlamazlar veya onu herkes işine geldiği gibi anlar. (Üzülerek söylemek gerekir, Peygamber (s.a.s.) vahyi, anlaşılır şekilde beyan ettiği halde tarihten beri niceleri onu işine geldiği gibi anlamaya kalkıştılar, kendilerine göre te’vil ettiler, bambaşka din anlayışları uydurdular. )

Biz inanıyoruz ki Peygamber (s.a.s.) vahyin dilini en iyi bilendi. O vahyi hem okudu, hem öğretti, hem uyguladı, hem de beyan etti. 

Kur’an onun bu görevine şöyle işaret ediyor:  

“(Onları) açık delillerle ve kitaplarla (gönderdik),. Sana da bu zikri (Kur’an’ı) indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın. Böylece düşünüp öğüt alsınlar.” (Nahl 16/44)

“Biz sana Kitab’ı indirdik ki, hakkında ayrılığa düşükleri şeyi onlara açıklayasın ve inanan bir kavim için (o kitap) yol gösterici olsun.” (Nahl 16/64)

Ey ehl-i kitab! Rasûlümüz size Kitaptan gizlemekte olduğunuz birçok şeyi açıklamak üzere geldi; birçok (kusurunuzu) da affediyor. Gerçekten size Allah'tan bir nur, apaçık bir Kitab geldi.” (Mâide 5/15)

Ey ehl-i kitab! Peygamberlerin arası kesildiği bir sırada size Rasûlümüz/elçimiz geldi. Gerçekleri size açıklıyor ki (kıyâmette); 'bize bir beşîr ve nezîr (müjdeleyici ve uyarıcı) gelmedi' demeyesiniz. İşte size müjdeleyici ve uyarıcı gelmiştir. Allah her şeye hakkıyla kaadirdir.” (Mâide 5/19) 

Vahyin bir kısmının dili herkes için her zaman çok açık olmayabilir. Peygamber (s.a.s.) yerine göre,  vahyin dilini ve maksatlarını muhataplara açıklıyordu. Bu açıklama bazen sözlü, bazen de örnek olma, bazen işaret yoluyla, bazen de fiili uygulama ile gerçekleşiyordu.

Peygamber (s.a.s.) mektubu (mesajı/vahyi) muhatabın adresine bırakıp giden bir postacı değildi. O, muhataba ne gönderildiğini, neye davet edildiğini, davet edildiği şeyin mahiyetini, davet edilen şeyin nasıl uygulanacağını, uygulandığı zaman veya uygulanmadığı zaman sonuçlarının ne olacağını da açıklıyordu.

Uygulama/örneklik;

Peygamber (sav), vahyi önce kendisi uygulamıştır. Allah (cc) ne demişse, neyi emretmişse, neyi yasaklamışsa, önce kendisi uymuş ve ümmetine örnek olmuştur.

Bu yüzden Allah (cc) onu bütün çağlara ve beldelere örnek olarak hediye ediyor:

“Andolsun ki sizin için, Allah’ı ve ahiret gününe ümit eden ve Allah’ı çokça anan kimseler için, Allah’ın Rasûlünde güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb 33/21)

“Âyette, Hz. Peygamber'in, Allah'ın rızâsını kazandıracak davranışlarda bulunmak isteyenler için mükemmel ve canlı bir örnek, en büyük fazilet numûnesi olduğu anlatılmaktadır. Böylece, Rasûlüllah'ın, hislerine mağlûp insanları memnun etmek ve onlara pratik değerden mahrum birtakım teorik kurallar öğretmekle görevli olmayıp, O'nun hedefinin, insanlığa amelî kaideler öğretmek ve bu kuralları kendi yaşayışıyla Canlı Kur'an olarak izah ve târif etmek olduğu anlaşılmış olmaktadır.”

Bunun için, O'nun hayatı ve sîreti incelenirken bu nokta, asla gözden uzak tutulmamalıdır.

Muhammed (s.a.s.) kendi zamanlarındaki insanlara olduğu gibi, kıyamete kadar gelecek bütün insanlara, her konuda örnektir. Çünkü Allah (c.c.) O’nu insanlık modeli olarak seçmiştir.

Sanki, ‘en böyle bir hayattan razıyım, en güzel insanî ahlâk böyle yaşanır, Ben Âdemoğlunu böyle isterim’ deniliyor.

Allah’a hakkıyla kulluk yapma, hayat imtihanını başarmak, ahirette ebedi saadetini kazanma diye bir derdi olan, son Vahye, o vahyi insanlara öğreten ve uygulayan Son Elçiye kulak vermek zorundadırlar. Bu hedeflerin de Vahye kulak vermeden gerçekleşmesi mümkün değildir. İslamı yaşamak için onun kitabını anlamak, Allah’ın insandan ne istediğinin bilinmesi gerekir. Vahyi anlamak için de Son Elçi’yi dinlemek esastır. Zira vahyin mahiyetini ve maksatlarını en iyi beyan eden (açıklayan) odur.

Bu açıdan da herkes Son Elçi’nin (s.a.s.) misyonuna, davetine, örnekliğine, risâletine muhtaçtır.

 

  • Yedinci sebep:

 Sorularımıza cevap bulmak için

İnsanın soruları bitmez.

İnsan; “Yek katre-i hûnest, sâd hezârân endîşe” demiş Sadi Şirâzî. “insan üç beş damla kan, yüzbin endişe” demek istemiş. Siz buradaki yüzbin endişeyi, binbir soru/sorun diye anlayabilirsiniz.

Sorular ilk insanla başladı, insanlar çoğaldıkça, devirler geçtikçe sorular da çoğaldı. Sorulara cevap ihtiyacı da arttı.

Bilinen bir gerçek: Tarihten beri kimileri ya kendi kafasına, ya başka insanların kafasına takılan nice şeylere cevap bulmaya veya vermeye çalıştı.

Ancak vahye tabi olanların dışında hiç kimse bu konuda tatmin edici sonuca ulaşamadı.

Görüyoruz ki öteden beri sayısız insan yapısı dinler, felsefi görüşler, hayat anlayışları, akımlar, yorumlar, iddialar ortaya çıktı. İnsan aklı bu konuda yeterli olsaydı bunca çeşitli inançlar (dinler), bunca birbirine tezat görüşler, bunca birbirine yalanlayan fikirler ortaya çıkar mıydı? 

Hatta müslümanlar bile tarihten beri Vahye (Kur’an’a) rağmen, son Elçi’ye, onun Kur’an’a bağlı örnek anlayış, tasavvur, ahlâk ve ibadet hayatına rağmen çok farklı fikirlere, görüşlere, din anlayışlarına sahip oldular. Üstelik çokları diğerlerinin din anlayışını beğenmeyerek... Bu süreç hâlâ devam ediyor.

Allah’ın insanlara elçiler aracılığı ile vahiy göndermesinin bir sebebi de insanların en can alıcı sorularına mutlak ve doğru cevap verebilmektir. İnsanı Yaratan onun sorularını da, sorunlarını da en iyi bilendir. Vahyin insanın sorduğu veya sorması muhtemel sorulara verdiği cevaplar da insanı tatmin edecek boyuttadır. Yeter ki sorusu olan insan vahyi ciddiye alsın, onun verdiği cevapları alıp kabul etsin.

Bugün de insanlar soru soruyorlar, sorunları var. Vahiy de onların sorularını cevaplamaya, sorunlarına çözümler sunmaya devam ediyor.

  • Peygambere sorular soruldu

Genelde peygamberler, özelde Son Peygamber (s.a.s.) vahiy doğrultusunda sorulan sorulara, ya da insana ait alanda cevabını bekleyen sorunlara cevaplar vermişlerdir.

Vahiy ve Hz. Muhammed’in (s.a.s.) risalet görevi insana, hayata, varlığa, ölüm ve sonrasına, insanın görevine, Yaratıcı’ya, değerlere,  hayra ve şerre, hakikate, v.b. konulara dair en doğru (hak) ve en tatmin edici cevapları vermektedir.

Peygambere ihtiyacımız var. Zira bu konularda veya insana ilişkin daha pek konuda onun doyurucu cevaplarına, çözümlerine muhtacız. Hiç birimizin aklı bu sorunların üstesinden gelmeye yeterli değil.

Hz. Muhammed’in görevlerinden biri de kendisine vahyedileni açıklamak, anlaşılmasını sağlamaktır. Bu bağlamda o, vahiy ile ilgili sorulara cevap verdiği gibi, kendisine yöneltilen diğer muhtelif soruları da cevaplamıştır. Esasen onun peygamberlik misyonu, daveti ve örnekliği pek çok sorunun cevabı, pek çok konunun açıklığa kavuşmasıdır.

Peygamber (s.a.s.) Kur’an’ın maksatlarını hem uygulayarak, hem de şifâhi açıklamalarla mü’minlere öğretti. O, Kur’an’da açıklanması gereken âyetleri bazen sorulan bir soru üzerine, bazen kendisi sahabelere soru sorarak beyan ederdi. Bazen yanlış anlamaları düzeltir, bazen anlaşılmayan kelimeleri açıklardı.

Biz biliyoruz ki Peygamber (s.a.s) kendi zamanındaki sorulara yeterince cevap verdi, sorunlara en uygun çözümler buldu. Daha sonradan sorulabilecek sorulara nasıl cevap verileceğini, olabilecek sorunlara nasıl çözümler üretileceğini de öğretti.

Peygambere her pozisyonda soru sorulduğunu söyleyebiliriz. Gerek kendi çevresinden gerek, hasımlarından. 

Peygamber (s.a.s.) Mekke’de Dâru’l-Erkam’da, Medine’de Mescid-i Nebi’de ya da Suffa’da ders verirdi, sohbetler yapardı. Hatta kadınlara erkeklerden ayrı olarak ders vermiş ve bunun için belli bir gün tahsis etmişti. O derslerinde vahyi açıklar,  öğütte bulunur veya onların sorularına cevap verirdi. Kadın sahabeler istedikleri zaman, günün her saatine Peygamber’e hanımları aracılığı ile her hangi bir sebebiyle gelirler, soru sorarlar, problemlerine çözüm isterlerdi.

Hicretten sonra Medîne’de inşâ edilen Mescid-i Nebi, bir ibadethâne olduğu gibi, onun sahabelerini yetiştirdiği bir eğitim yeri idi. Orada kurduğu ders ve sohbet halkaları ile sahabeleri eğitirdi. Kur’an vahyini genelde orada duyururdu, Kur’an’ı orada öğretirdi, sorulara orada cevap verirdi.

Peygamber (s.a.s.) Mescid-i sohbetlerini canlı yapardı. Dinleyicileri bıktırmamak için farklı metodlar denerdi Bunlardan bir tanesi de soru-cevap metodu idi. Bazen önce bir soru sorar, orada olanların dikkati çektikten sonra, sorusunu cevabı kendi verirdi. Bazen de sorulan bir soru üzerine ders yapardı, ya da ders esnasında yöneltilen sorulara cevaplardı. 

Soru-cevap metoduna örnek: Ebû Hüreyra söyle anlatıyor: “Bir gün Rasûlullah (s.a.s.), yanında bulunanlara: “Müflis (iflas eden) kimdir, bilir misiniz?” diye sordu. Sahabeler: “Bize göre müflis, malı ve parası olmayan kimsedir.” dediler. Bunun üzerine Peygamber (s.a.s.), söyle buyurdu: “Ümmetimin gerçek müflisi, kıyâmet günü namaz, oruç ve zekât sevabıyla gelen, fakat şuna sövdüğü, buna zinâ iftirasında bulunduğu, şunun malını yedigi, bunun kanını döktüğü, şunu dövdüğü için iyiliklerinin sevabı şuna buna verilen ve üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biten; kalan haklar için de, hak sahiplerinin günahları kendisine yükletilip sonra da cehenneme atılan kimsedir.[55]

Burada Rasûlullah’ın hem soru-cevap, hem de benzetme (teşbih) metodunu kullandığını görüyoruz.

Bilgi edinmenin yollarından biri de bilene soru sormaktır. Kur’an’da buna işaret ediliyor. (Nahl 16/43)

Ebû Mûsâ el-Eş‘arî şöyle anlatıyor: “Rasûlullah (s.a.s.), sabah namazını kıldırdıktan sonra biz bulunduğumuz yerlerden kalkar ve onun yanına ve yakınına otururduk. Bir kısmımız Kur’ân’la ilgili, bir kısmımız mirasla ilgili, bir kısmımız da gördüğü rüyâ ile ilgili sorular sorardık.”[56]

O, ders ve sohbet devam ederken dinleyicilerden gelen soruları dinlemiş ve bu soruları da hemen anında cevaplandırmıstır. Hatta kendisi hutbe okurken sorulan soruları bile cevaplamıştır.[57]  [58]

Bu bağlamda Cibril hadisi diye aktarılan haber dikkat çekicidir. Medine’de Peygamber (s.a.s.) bir kalabalık arasında oturuyorken, beyaz elbiseli yabancı bir adam geldi ve yanına oturdu. Sonra da ona “İslam nedir? İman nedir?, İhsan nedir?, Kıyamet ne zaman kopacak? diye dört soru yöneltti. Peygamber de ona İslamın beş temel esasını, imanın şartlarını, ihsanın ne olduğunu söyledi, Kıyametin ne zaman kopacağını bilmediğini ekledi. Adam O gittikten sonra Peygamber bildiniz mi bu kimdir?diye sordu. “Allah ve Elçisi daha iyi bilir” dediler. O “Bu Cebrail’di, size dininizi öğretmek için geldi” dedi.”[59]

Bu sağlam haber (rivâyet) soru sormanın, sorulan sorulara makul cevaplar vermenin islâmî davette bir metod olduğunu gösterir.

  • Sana soruyorlar... De ki

Kur’an Peygamber’e (s.a.s.) yöneltilen sorulardan söz ediyor.

İslâmı din olarak bütün insanlığa gönderen Allah’tır (c.c.). Yani Dinin sahibi O’dur. Peygamberin görevi sadece elçiliktir.

İnsanın yaratılış amacı bellidir. (Bakınız: Enbiyâ 21/35. Mâide 5/48. Mülk 67/2. Zariyât 51/56) Yaratılış amacı aynı zamanda insan için iki dünya saadetini işaret eder. Din, insana hayat imtihanını nasıl kazanacağını ve dareyn saadetinin yollarını gösterir. Vahiy inzal sürecinde insanlara dünya hayatında neyi nasıl yapacaklarını öğretirken, onların aklına bir takım sorular gelmekte idi. İnsanla ilgili hükümler, ölçüler, değerler ve sınırlar getiren vahiy, aynı zamanda bu sorulara da cevap veriyordu. Nitekim Kur’an’da ondokuz yerde bunların örnekleri var.

Ondört yerde ‘yes’elûneke-Sana soruyorlar” şeklinde, iki âyette ‘yes’elûne-soruyorlar’ şeklinde, iki âyette ‘yes’elüke- sana soruyorlar’ şeklinde, bir âyette de ‘yes’elu-soruyor’ şeklinde yer alıyor.

Bu konuyu Hz. Peygamber’e Sorulan Onüç Soru adlı kitabında inceleyen K. Canatan “Sana soruyorlar. De ki” kalıbıyle geçen onüç soruyu incelemiş. Bu konuyu iki amaç için yaptığını eklemiş. Sorularla o zamanki sosyal yapını zihniyetini ve karakterini anlamaya çalışmak, bir de Kur’an’ın dönemsel sorulara cevap verirken bile evrensel ilkeler koyduğu anlayşına katkı yapmak. Yazar bu soruları iki ana başlıkta ele almış: Birincisi: Ğayb alemine ilişkin sorular, İkincisi: Dünya hayatına ilişkin sorular. Ğayb alemine ilişkin sorular müşrikler tarafından sorulmuştur. Bu sorulara verilen cevaplar da Mekkî sûrelerdedir.  Bunların amacı inkâr ve Kur’an’ın dediklerini küçümsemek, sorularla Peygamber’i yormaktır.

Ğayb alemine ilişkin sorular:

“Sana kıyametten soruyorlar...” (A’raf 7/187. Naziât 79/42),

“Sanki sen onu (kıyameti) biliyormuşsun gibi sana soruyorlar...” (A’raf 7/187)

“Din (hesap gününün) ne zaman olacağını soruyorlar...” (Zariyât 51/12),

“İnsanlar sana Saatten (Dünyanın sona ermesinden) soruyorlar...”  (Ahzab 33/63),

“Kıyamet günü ne zamanmış diye soruyor...” (Kıyâme 75/6)

“Sana ruhtan soruyorlar...” (İsrâ 17/85)

“Sana dağdan soruyorlar...” (Tâhâ 20/105)

“Sana Zulkarneyn’den soruyorlar...” (Kehf 18/83)

Tek katmanlı bir dünya hayatına ve uzak bir tanrı ianancına uyan müşriklerin, bu gibi sorgulayıcı sorularına Peygamber (s.a.s.) vahiy diliyle “De ki...” ile başlayan ifadelerle en uygun cevapları verdi.

Dünya hayatına ilişkin sorular:

“Sana hilâl şeklinde doğan yeni aylardan soruyorlar...” (Bekara 2/189).

“Sana (Allah yolunda) ne infak edeceklerini soruyorlar...” (Bekara 2/215. Bekara 2/219).

“Sana haram ayı, yani onda savaşmayı soruyorlar...” (Bekara 2/217).

“Sana içki ve kumardan soruyorlar...” (Bekara 2/219).

“Sana yetimler hakkında soruyorlar...” (Bekara 2/220).

“Sana aybaşından soruyorlar...” (Bekara 2/222).

“Sana neyin helâl olduğunu soruyorlar...” (Mâide 5/4).

“Sana ganimetlerde soruyorlar...” (Enfal 8/1).

            “Sizin haberlerinizi soruyorlar...” (Ahzab 33/20).

Burada toplam sekiz soru vardır ve tümü de Medine döneminde yer alan sûrelerdedir. Belli ki müslümanlar tarafından günlük hayatta ortaya çıkan konularla, ya da cahiliyyeden kalan bazı âdetlere ve inançlara karşı vahyin tavrı ile ilgili yöneltilmiş sorulardır. Bu sorularda sorgulama olmadığı gibi, alaycı bir tavır yok. Tam tersine Kur’an’ın mesajını daha iyi anlama ve bunu normal hayatta uygulama niyeti var.[60]

  • Peygambere sorulan sorular

Peygamber (s.a.s.) Kur’an’da yer almayan pek çok soruya cevap vermişti. İşte onlardan bir kaç örnek:

Enes’den (r.a.): Bir bedevi Resûlullah’a: -“Kıyamet ne zaman kopacak?” diye sordu. O da ona: -“Kıyamet için ne hazırladın?” diye cevap verdi. Adam: “-Allah ve Resûlünün sevgisini” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber: “O halde sen, sevdiğin ile berabersin” buyurdu.[61]

Ebû Mûsâ Abdullah İbni Kays el-Eş`arî (r.a) şöyle dedi: Resûlullah’a: -“Biri cesaretini göstermek, diğeri kavmini korumak, öteki kendine yiğit adam dedirtmek için savaşan kimselerden hangisi Allah yolundadır? diye soruldu. Resûlullah (s.a.s.) şu cevabı verdi: “Kim, Allah’ın kelimesi daha yüce olsun diye savaşıyorsa, o Allah yolundadır.”[62]

Temim ed-Dârî anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.s.); “Din nasihattir (samimiyettir)” buyurdu. Biz; “Kime karşı?” diye sorduk. Bunun üzerine o, “Allah'a, kitabına, Resûlüne. Müslümanların idarecilerine ve bütün Müslümanlara (karşı samimi olmaktır” buyurdu.” [63] 

Muâz b. Cebel anlatıyor: Allah Resûlü (sav) ile Tebük Seferinden dönüyorduk. Onun yalnız olduğunu görünce, “Yâ Resûlallah! Bana cennete girmemi sağlayacak bir davranış söyler misin?” dedim. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Aferin sana! Sen önemli bir konu hakkında soru sordun. Fakat bu, Allah'ın kendisi için kolaylaştırdığı kişiye kolay gelir. Farz namazı kılarsın, farz olan zekâtı verirsin ve O'na hiçbit şeyi ortak koşmayarak Allah'a kavuşursun.”[64]

Abdullah b. Mes'ud (r.a.) şöyle dedi: Resûlullah'a (s.a.s.); “Allah katında en güzel amel hangisidir?” diye sordum. “Vaktinde kılınan namaz” buyurdu. “Sonra hangisidir” dedim, “Sonra, anne babaya iyilik yapmak” buyurdu. “Sonra hangisidir?” deyince, “Sonra, Allah yolunda cihad etmek (çok çaba göstermektir)”  buyurdu.”[65]

Hz. Âişe (r.anha) anlatıyor: “Peygambere (s.a.s.), “Allah'ın en çok sevdiği amel hangisidir?” diye soruldu. O da, “Az da olsa devamlı olanıdır” buyurdu ve devamında şöyle dedi: “Gücünüz yettiği kadar amel üstlenin.”[66]

Rasûlullah (s.a.s.), “Cennet bahçelerine uğradığınız zaman otlanın (nimetlerinden yararlanın)” buyurdu. Bunun üzerine “Yâ Rasûlallah, cennet bahçeleri nedir?” diye sordum. Peygamber; “Mescitler!” diye cevap verdi. “(Peki, o halde) nimetlerinden yararlanmak nasıl olacak Yâ Rasûlallah?” dedim. Peygamber (s.a.s.); “Sübhânallâhi ve’l-hamdülillâhi ve lâ ilâhe illâlldhü vallâhü ekber” diyerek cevap verdi.[67]

Hadis kaynaklarında buna benzer pek çok örnekler yer almaktadır.

 

  • Sonuç olarak

Şurası kesindir ki, insanın kendine dair, varlığa dair, hayata ve ölüme, ölümden öteye, cana ve ruha, yere ve göğe, geliş ve gidişe, doğuma ve ecele, geçmişe ve geleceğe, Allah’a ve yaratılma olayına dair, ahlâka ve karaktere dair, iyiliklere ve kötülüklere, değerlere ve ölçülere, iyiye ve kötüye, insanın görevine, sorumluluklara ve daha pek konuya dair soruları vardı, daha da var olacaktır. Zira bu gibi sorular insanın sorunlarıdır. Belki de insan bu sorulara cevap aramak yaratıldı. Kimbilir insan Yaratan müsade etmeseydi insan bu soruları sormazdı, hatta aklına bile getirmezdi. Öyleyse bu soruları sormak, bunlara benzer daha pek çok şeyi merak etmek, doyurucu cevaplar aramak insan olmanın da bir özelliğidir.

Sorular sorulacak, bu bağlı olarak arayış devam edecek.

Soru: İnsanın sorularına kim tatmin edici cevabı verebilir?

Tarihten beri pek çok bilgin, düşünür, filozof, edip, şair, ilim adamı, profesör, insanın kendisi bu sorulara tatmin edici cevaplar vermeye çalıştılar. Kimisi isabet etti, kimisi saçmaladı. Kimisi azıcık hakikatin/doğrunun ucundan kenarından geçti, kimi kendisine inananları uçuruma yuvarladı, karanlıklarda bıraktı. Kimileri sapıttığı gibi peşlerine takılanları da sapıklığa sürükledi. 

            Bugün insanlık ilimde, fende, teknolojide ne kadar ilerlerse ilerlesin, kendisi ile ve varlıkla ilgili, hayat ve kâinatla ilgili, Yaratıcı ve onun karşısında insanın konumu ile ilgili konularda Vahye rağmen, Paygamberlere rağmen herkesi tatmin edecek, razı edecek, soruları sona erdirecek çözümler bulabilmiş değil.

Yukarıda Peygamber’e yöneltilen sorularda ve benzeri pek çok soruda sahabelerin dini öğrenme gayretlerinin yanında daha önemlisi şunu görüyoruz: İnsan ne kadar bilgili olursa olsun, kulluk görevleri, helâl haram, mutlak doğru ölçüler, değişmez evrensel değerler, nereden gelip nereye gideceği ve insanı cennete götürecek ameller konusunda yetersizdir.

Bu gibi konularda, kendi iddiasıyla değil, Allah’ın görevlendirmesi ile rasûlullah (elçi) olan bir rehbere ihtiyacı vardır. Ki o elçi neyin ne olduğunu açıklasın, yol göstersin, kafa karışıklığını gidersin, şeytanın vesveselerini dağıtsın, zihnini meşgul eden temel sorulara tatmin edici açıklamalar getirsin, hangi eylemin hayr, hangi faaliyetin şer olduğunu açıklasın.

Sözün özü sorularımıza cevap bulmak için bir sâdık elçiye hepimizin ihtiyacı vardır.

 

  • Sekizinci sebep:

Peygamberin ümmet için şâhit/şehîd olması

Şâhit/şehîd kelimesinin aslı ‘şe-hi-de’ ve onun masdarı olan ‘şehâdet’ fiilidir. Bu da sözlükte; bir olaya şâhit olmak, bildiğini söyleyip tanıklık etmek, bir yerde hazır bulunmak, bir şeyin iç yüzünü bilmek, haber vermek, muttali olmak, sözle ifade etmek ve bilmek anlamlarına gelir.[68] 

Şâhit, bir şeye tanık olan, bir olaya tanıklık eden, bir şeyin yanında hazır olan ise, şehîd, bütün bunları daha güçlü bir şekilde yapan demektir. [69]

Şâhit, Kur’an’da tekil ve çoğul olarak (şahidûn-şahidîn) onaltı âyette geçmektedir. Bu kullanımların çoğu Türkçe’de kullandığımız şâhitlik/tanıklık anlamındadır. (Hûd 11/17. Yûsuf 12/26. Ahkaf 46/10. Kasas 28/44. Saffât 37/150)

Kur’an hz. Muhammed’in peygamberliğini tahrif edilmemiş Tevrat’ın, Kur’an’ın ve diğer şâhitlerin desteklediğini (Hûd 11/17),

kâfirler inkârlarına kendilerinin bizzat şâhitlik ettiklerini (Tevbe 9/17), 

  1. Muhammed’in, Hz. Musa’ya vahiy gelirken bu olaya bizzat tanık olmadığını (Kasas 28/44),
  2. İbrahim’in gökleri ve yeri yaratanın Allah (c.c.) olduğuna tanıklık ettiğini (Enbiyâ 21/56) şâhid kelimesi ile anlatıyor.

Şâhit veya şehîd aynı zamanda şehâdet getiren, Allah’tan gelenlerin hak olduğuna yürekten tanıklık eden ve kabul eden, ‘eşhedü’ diyen mü’mindir. O, tıpkı Hz. İsa’ya inanan havariler gibi dua eder. (Mâide 5/83, 113. Âli İmran 3/53)

Kur'an şâhitlik/tanıklık olayına ‘şe-hi-de’ fiilinin çeşitli kalıplarını kullanarak yer veriyor. Bu kullanımların hemen hepsinde insanın şehâdeti, tanıklık yapmak, bir şeye bizzat şâhid olmak, bir şeyin doğruluğunundan emin olmak anlamları söz konusudur.

 

-Peygamberlerin şehîd/şâhit olması

Kur’an bazı peygamberlerin kendi ümmeti için şâhit/şehîd olduklarını haber veriyor. Mesela; hz. İsa kendisini kavmi hakkında şâhit olarak niteliyor.

“... Ve onların arasında yaşadığım sürece yaptıklarına şehîd idim (şâhitlik ettim)...”  (Mâide 5/117)

Şu ayet hz. Musa’nın kendi kavmi için bir şâhit olduğunu dıolaylı bir şekilde haber veriyor: Nasıl Firavun'a bir elçi göndermiş idiysek doğrusu size de, hakkınızda şâhitlik edecek bir peygamber gönderdik.” (Müzemmil 73/15)

Allah (c.c.), hz. Muhammed’i (s.a.s.) insanlığa bir şâhit olarak gönderdi. (Aşağıda gelecek).  O peygamber olarak görevlendirildiği gibi, firavun ve kavmine de tıpkı onun gibi bir elçi, yani hz. Musa (a.s.) gönderildi. Görevleri ve şâhit olmaları açısında hz. Muhammed ile Hz. Musa arasında fark yoktur.

Buradan aynı zamanda; hz. Muhammed’in yeni bir din getirmediğini, geçmiş peygamberlere de indirilen, Allah’ın katında geçerli din olan İslâm’ı (Âli İmran 3/19, 85) tebliğ etmekle görevli olduğunu ve peygamberlerin davetinin ortak olduğunu anlıyoruz.

Bir çok âyette de bütün insanların kendi şâhitleriyle diriltilip ve hesaplarının görüleceği bildiriliyor. Mesela;

“O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şâhit göndereceğiz. Seni de hepsinin üzerine şâhit olarak getireceğiz. Ayrıca bu Kitab'ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.” (Nahl 16/89. Ayrıca bakınız: Kaf 50/21. Nahl 16/84. Nisâ 4/41.Mü’min 40/51)

Âhirette kendi ümmetleri için şâhit olarak getiriilecek olan peygamberler, dünyada iken de elbette kendi kavimleri için birer şâhittirler.

 

-Ahiret gününde şâhitlik:

Kur’an bir kaç âyette kıyamet gününde, hesap olayı hakkında etkileyici bir gerçekten haber veriyor: O gün bazı şeylerin ve kişilerin şâhitlik için getirilmesi.

“Yeryüzü, Rabbinin nuru ile aydınlanır, kitap konulur, peygamberler ve şâhitler getirilir ve aralarında hakkaniyetle hüküm verilir. Onlara asla zulmedilmez.” (Zümer 39/69)

“(Kıyamet günü) her can, kendisiyle beraber bir sevk memuru ve bir şehîd (tanık) bulunduğu halde gelir.”  (Kaf 50/21)

Bir âyette de kıyamet günü her ümmetten (din topluluğundan) şâhit getirileceği söyleniyor:

“Her ümmetten bir şâhit göndereceğimiz gün, artık ne kafir olanlara (özür dilemelerine) izin verilir ne de onların özür dilemeleri istenir.(Nahl 16/84. Bir benzeri: Nisa 4/41. Nahl 16/89)

Bir başka yerde hesap gününde şâhitlerin dinleneceği haber veriliyor. (Mü’min 40/51)

Bu âyetlerde söz konusu edilen şâhitler/şehîd(ler) (tanıklar) kimdir?

Kişinin amel defteri mi?

Kendi zamanının peygamberi mi, bu işle görevli melekler mi?

Organları ve cildi mi?

Zira insanın organları ve cildi,  melekler tarafından kayıt altına alınmış amel defteri onun aleyhine şâhitlik yapacaklar. (Yâsîn 36/65. Fussilet 41/20-21. İsrâ 17/14. Nûr 24/ )

Âhirette dinlenecek şâhitlerin amel defteri, insanın organları veya peygamberler olması muhtemeldir. Tıpkı Hz. Muhammed’in İslâm ümmeti üzerine şâhit olarak gönderilmesi gibi. (Bekara 2/143)

“Nahl sûresi 84. âyette Allah'ın her ümmetin içinden çıkardığı peygamberlerin, kendi toplumlarına Allah'ın mesajını ulaştırıp onlara doğru ile eğrinin anlamını açıkladıklarına dair şehâdet edecekleri ve dolayısıyla inanmayanların hiçbir mazeret ileri süremeyecekleri Hesap Günü'ne ilişkin bir îma var.”[70]

 

-hz. Muhammed’in şâhit/şehîd olması

Peygamber’in (s.a.s.) Tevrat’ta geçen bazı sıfatları Kur’an’da yer almaktadır. Onlardan bir kısmı onun şâhit, beşîr (müjdeleyici) ve nezîr (uyarıcı) olmasıdır.[71]

Allah (cc) son elçisinin böyle beş sıfatla vasıflandırdı. Bu da onun risâletinin maksadı ve o risâlete has temellerdir. Bu beş özellik; onun şâhit, beşîr, nezîr, davetçi, aydınlatıcı bir ışık kaynağı olmasıdır.[72]

Kur’an Hz. Muhammed’i (sav) de ‘şehîd’ veya ‘şâhit’ sıfatıyla anıyor. O, hem kendi ümmeti için, hem bütün insanlar için bir ‘şâhit’ olarak gönderilmiştir. Hz. Muhammed (sav) insanlığa bir şâhid olarak gönderildiği üç âyette vurgulanıyor.

“Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şâhit, bir müjdeleyici (beşîr) ve uyarıcı (nezîr) olarak gönderdik.

Allah'ın izniyle, bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak (gönderdik). (Ahzab 33/45-46)

İbni Abbas (r.a) şöyle demiş: “Bu âyet indiği zaman Peygamber (s.a.s.) hz. Ali’yi (r.a.) ve hz. Muaz b. Cebel’i (r.a.) Yemen’e görevli olarak gönderirken onlara kolaylık göstermelerini emretti. Onlara şöyle dedi: “Onlarala karşılaştığınız zaman müjdeleyin, nefret ettirmeyin, kolaylaştırın güçleştirmeyin. Zira benimle ilgili “Biz seni bir şâhit, bir müjdeleyici ve uyarıcı  olarak gönderdik” âyeti nazil oldu.”[73]  

“Şüphesiz biz seni, bir şâhit, bir müjdeleyici (beşîr) ve uyarıcı (nezîr) olarak gönderdik.

Ta ki (ey müminler!) Allah'a ve Resûlüne iman edesiniz, Resûlüne yardım edesiniz, O'na saygı gösteresiniz ve sabah akşam Allah'ı tesbih edesiniz.” (Fetih 48/8-9)

“Bakın (ey insanlar!) Firavun'a bir elçi gönderdiğimiz gibi size de karşınızda hakikate şâhitlik yapacak bir elçi gönderdik.” (Müzemmil 73/15)

Allah (cc) hz. Muhammed’i şâhit olarak gönderdi. Yani Tevhid diniyle. O (s.a.s.) Allah’tan başka ilah olmadığına şâhitlik ettiği gibi, insanların hak daveti tasdik edip etmediklerinin ve işledikleri amellerine şâhitlik edecektir.[74] 

O insanların amellerinin hayır mı şer mi olduğuna da şâhitlik edecektir. Zira onun şahitliği âdildir ve elbette makbuldur.[75]

Taberî’ye göre o, davetine ve onunla birlikte gönderilen risâlete icabet edip etmedikleri konusunda kendi ümmetine şâhit olarak, davetine icabet edenleri müjdelemek, davetinden yüz çevirenleri de Allah’ın azabından sakındırmak üzere gönderildi.[76]

Diğer peygamberler kendi kavimleri için bir şâhit iken Hz. Muhammed (s.a.v.) aynı zamanda bütün insanlara gönderilmiş bir şâhittir. Kur’an bunu şöyle açıklıyor:

“O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şâhit göndereceğiz. Seni de hepsinin üzerine şâhit olarak getireceğiz. Ayrıca bu Kitab'ı da sana, her şey için bir açıklama, bir hidayet ve rahmet kaynağı ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.” (Nahl 16/89)

Peygamber’in (s.a.s.) daveti zaman itibariyle kendi çevresine yönelik olsa da, kapsamı ve hedefi açısından bütün insanlığa hitap etmektedir. O bu açıdan Hakikate nisbetle  insanlığın şâhididir. Hem tebliğ ettiğini samimiyetle yaşayarak şehâdet ettiği gibi, hem de insanlık görevi ve model şahşiyet açısından bir örnektir.  O aynı zamanda kıyâmet günün davetine icabet edilip edilmediğinin de şâhidi olacaktır. 

 Hz. Muhammed’in insanlar karşısındaki şâhitlik misyonu Kıyâmette de devam edecektir. Kur’an şöyle diyor:

“O gün her ümmetin içinden kendilerine birer şâhit göndereceğiz. Seni de hepsinin üzerine şâhid olarak getireceğiz...” (Nahl 16/89)

 “Asıl her toplumdan bir şâhid (şehîd) getirdiğimiz ve seni de onlar aleyhine şâhid gösterdiğimiz zaman ne olacak (onların hali).”  (Nisâ 4/41-42)

Burada zımnen: Peygamberlik ‘bir toplumsal şâhitlik’ kurumudur deniliyor.[77] İyi ahlâkı tamamlamak için gönderilmiş, hak dinin değişmez esaslarını yeniden tebliğ etmiş ve uygulamış, kıyamete kadar hükmü geçerli olacak bir din ve hayat nizamı getirmiş olan Son Peygamber (s.a.s.), hem kendi ümmetinin hem de bütün peygamberin şâhidi olacaktır.

“... Size bundan önce müslüman ismini O verdi. Bunun sebebi, Rasûl sizin üzerinize, sizler de insanlar üzerine ‘şehîd’ (tanık/örnek) olasınız diye...” (Hac 22/78)

Allah (c.c.), her şeyin şâhidi (veya şehîdi) olduğu gibi, aynı zamanda Peygamber (s.a.s.) de hakikatin ve insanların hakikat karşısındaki duruşlarının bir şâhididir.[78]

Yeniden dirilişten sonra Hesap Günü her toluluk (ümmet) için şahitler getirilecek. Hz. Muhammed (s.a.s.) ise hepsi için şahit yapıulacak.

 “Her bir ümmetten bir şâhit getirdiğimiz ve seni de onlara şâhit olarak gösterdiğimiz zaman halleri nice olacak?” (Nisâ 4/41) 

Bütün peygamberler ümmetlerine aynı iman esaslarını getirmiş ve tebliğ etmişlerdir. Son Peygamber (s.a.s.) insanlara en ileri derecede rehber olacak en kâmil dini getirmiş ve tebliğ etmiştir. Peygamberlerinin getirdiği dini ve daveti değiştiren veya inkâr edenler Âhirette muhakeme edilecek ve peygamberleri de onlar aleyhine şâhitlik edecekler. hz. Muhammed  (s.a.s.) ise bütün peygamberlerin lehinde şâhitlik ederek onları tasdik edecek. (Allahu a’lem)[79]

İbnu Mes'ud (r.a.) şöyle anlatıyor: Rasûlüllah (sav) bana: “Bana Kur'an'dan biraz okur musun?” dedi. Ben hayretle: “Size indirilmiş bulunan Kur'an’ı mı size okuyayım?” diye sordum. “Evet, onu başkasından dinlemek hoşuma gidiyor” dedi. Ben de ona Nisâ sûresini okumaya başladım. Ne zaman ki “Her ümmete bir şâhit getirdiğimiz ve seni de ey Muhammed onların üzerine şâhit getirdiğimiz vakit halleri nasıl olacak?” mealindeki âyete (41.âyet) gelmiştim ki “şimdilik yeter”  dedi. Durdum. Baktım (Rasûlüllah) ağlıyordu.”[80]

İslâm ümmetinin vasat (dengeli) ümmet yapılmasının sebebi Hz. Muhammed’in onlar üzerine bir ‘şehîd-tanık’ olmasıdır. Hz. Muhammed (s.a.s.) nasıl bir ‘şâhit’ ise, O’nun ümmeti de insanlar üzerine bir şehîtler (tanıklar) topluluğudur. Kur’an bunu ‘şehîdin çoğulu olan ‘şühedâ’ kelimesiyle ifade ediyor. 

“İşte böylece sizin insanlığa şâhitler olmanız, Rasûl'ün de size şâhit olması için sizi mutedil bir millet kıldık...” (Bekara 2/143)

Rivâyete göre kıyâmette milletler peygamberlerinin davetini ve tebliğ ettiklerini inkâr ederler. Allah (c.c.) peygamberlerden tebliğ ettiklerine dair delil ister. Bunun üzerine Peygamberin ümmeti getirilir ve onlar buna şehâdet ederler. Onlara “Siz bunu nereden öğrendiniz?” diye sorulur. Onlar da “Kur’an’dan ve Resûlüllah’tan öğrendik” derler. Nihayet Resûlüllah (s.a.s.) getirilir ve o da buna şâhitlik eder.[81] 

Hz. Muhammed’in hayat tarzı nasıl ümmet-i İslâma örnek-model ise, müslümanların hayat tarzı da bütün insanlığa bir model olmalıdır.[82]

İslâm ümmeti hayatın her alanında, inaçta, ibadette, ahlâk ve davranışlarda dengeli, mu’tedil, uyumlu, ılımlı ve hayırlı bir ümmettir. Kur’an’a göre böyle olan bu ümmet  insanların üzerine sözlü ve fiilen şâhit, model ve örnek olma konumundadır.

Şâhit, bir gerçeği ispat konusunda şâhitliğine, yani bilgisine ve görüşüne başvurulan, verilecek kararlarda rolü olandır.  Şâhit, davacı ile davalı arasında ortada, tarafsız, âdil ve yalnızca gerçeği söyleyen, sözü dinlenir ve sözüne itibar edilir bir kimse demektir. Bundan dolayı davranışları örnek alınan kimselere de ‘şâhit’ denilir.[83]

Allah (c.c.) Muhammed ümmetini insanlar arasında böyle hakşinas, doğru sözlü, âdil, dürüst ve iyi ahlâk sahibi, ilim ve irfan ile seçkin, adaletli, şâhidlik yapmaya layık, imamlığa (önderliğe) uygun bir cemaat yapmak için, hz. Muhammed’in (s.a.s.) görevlendirdi. Onun peygamberliği ile insanları doğru yola ulaştırdı.  Bu bakımdan Peygamber (s.a.s.) öncelikle müslümanlar için şâhit ve kendisine uyulacak, peşinden gidilecek düşülecek bir önderdir. 

Şehîd ve şâhidin bir anlamı da ‘temsil eden, şahsında gösteren’ demektir. Peygamberler Allah’ın irade ve rızasını temsil eden, onun dilediği, beğendiği, hoşnut olduğu kulluğu kişiliklerinde gerçekleştirmiş kâmil insanlardır. Bir manada tebliğ ettiklerinin canlı şâhitleridir.[84]

Âyette geçen ‘şehîd’, tanık (şâhit) anlamına, ‘hayatını imanına şâhit kılan ve çağına şâhit olan’ anlamına geldiği gibi, ‘örnek, model’ anlamına da gelir. Ümmetin ‘şehîd’ olması da, insanlığın imanına şâhit olan ve insanlığı imanına şâhit kılan ana yürekli toplum olması demektir.”[85]

İnsanların saygın ve Allah katında değerli bir toplum, yani ümmet olabilmeleri için, kendisine indirilen hakikate benliği ile (hayatıyla ve ahlâkıyla) şâhitlik yapan, kendilerine hakka şâhitlik açısından örnek olan bir imama, son Peygamber’e uymaları gerekir. Ona uyduktan sonra, ona vahyedilene onun gösterdiği ve yaptığı gibi uyanlar ana yürekli toplum (ümmet) olarak insanlığın karşısında şâhit olurlar.

Bu açıdan bakıldığı zaman hiç bir kimse Peygamber (s.a.s.) olmadan ne o şâhit kılınan o ideal kişiliği, kimliği ve modeli görebilir, ne de bunu kendisi oluşturabilir. 

Hem hakikatin samimi bir şâhidi, hem şehâdet getirerek yaşayan şehîd (tanık) , hem de insanların önünde Allah’tan gelenin hak olduğuna şâhitlik yapmak isteyen kişi; şâhit, beşîr ve nezîr kılınan, üsve-i hasene (en güzel örnek) yapılan son elçiye uymak zorundadır.

Peygambere uymadan bu güzelliğe, bu şerefli sıfata ulaşmak mümkün değildir.

 

  • Dokuzuncu sebep:

Peygamber (sav) aynı zamanda model şahsiyettir.

İnsanların her zaman model şahsiyetlere itiyacı vardır. Onları örnek almak, onlar gibi olmaya  çalışmak için. Bunların çizgisini izleyerek, tavsiyelerine uyarak hareket edip istediklerini elde etmeye çalışırlar. Bu hakikat müslümanlar için de geçerlidir. Konu Allah’a hakkıyla kulluk etmek, dünya imtihanını kazanmak, iyi bir insan olmak, bu dünyada güzel bir isim bırakmak olunca bir müslümanın da bu alanlarda kendine ideal örnek araması normaldir.  Pek çoklarının yanlış model seçmeleri gerçeği karşısında bir mü’min en güzel örneği, en mükemmel modeli arar. 

Allah (c.c.) Kur’an mü’minlere Muhammed’i (s.a.s.) örnek olarak sunuyor:

“Andolsun Allah'ın Elçisinde sizin için Allah'a ve ahiret gününe kavuşmaya inanan ve Allah'ı çok zikreden kimseler için, (uyulacak) en güzel bir örnek vardır.”  (Ahzab 33/21.  

İki âyette hz. İbrahim (a.s.) ve onun yanında olanlarda mü’minler için ‘usvetun hasnetün-güzel bir örnek’ olduğu söyleniyor. (Bakınız: Mumtahene 60/4, 6)

“Allah’a iman edip  O’nun rızasını isteyen, Âhirette lutfedeceği emsalsiz nimetlere mazhar olmayı uman ve daima Allah sevgisiyle yaşamak isteyen insanlar için eşi bulunmaz örnek O’nun sevgili kulu, elçisi, rahmeti, şahidi, müjdecisi, davetçisi, ışığı olan Muhammed’tir (s.a.s.) Onun örnekliği sadece Hendek savaşındaki davranışlarında değil, mü’minlerin bütün hayatlarında geçerlidir.

Ancak Peygamberin yaptıkları ve söyledikleri bir hüküm çerçevesinde ele alınamz. Başta Kur’an olmak üzere diğer deliller ve karineler de göz ününe alınarak her fiili ve sözü ayrı ayrı değerlendirilir, bağlayıcı olup olmadığı tayin edilir. Genellikle tefsir ve fıkıh alimleri böyle yapmışlardır.”[86]

Muhammed (s.a.s.) ‘kudvetün salihatün’dür. Yani en mükemmel, sağlam, sâlih, sahih, yarayışlı bir örnektir.  (Kudve veya kıdve örnek demektir.) Yani kendisine güzellikle iktida edilebilecek bir örnek.  Bunun gerekçesi de Allah’ın dinine yardım edesiniz, Rasûlün’ü destekleyesiniz, ona muhalefet etmeyesiniz, başına gelecekler konusunda sabredesiniz diye. Tıpkı onun yaptığı gibi. Allah yolunda onun dişleri kırıldı ve yüzü yaralandı, yanında en sevgili amcası öldürüldü. Davası uğrunda eza ve cefaya uğradı. Ama o hepsine sabretti.  Aynı şeyler sizin başınıza gelince siz de onun gibi yapınız, onu örnek alınız demektir.[87] 

Ancak hz. Muhammed’in örnekliği Allah’tan gafil olanlar için değil; bilakis  o (s.a.s.) Allah’ı çokça zikredenler, Allah yokmuş gibi davranmayanlar için modeldir. Onun islâmî hayatı Allah’ta ümidini kesmişler veya Ahiret hayatında şüphe içinde olanlar için değil; bilakis Allah’ın rahmetinden ümitvar olanlar, akıbetinin bu dünyada şahsiyetinin ve amellerinin ne derece Peygamber’e benzediğine göre hüğkmedileceği güne inananlar için örnektir. [88]

Âyette örneklik için kullanılan deyim; “üsvetun hasnetun-en güzel örnek” üzerinde biraz durmakta fayda var.

Buradaki usve; ‘kıdvetün ve kudvetün’ ile eş anlamlıdır. Bu da, ister güzel, ister çirkin, ister hoşa giden, ister zarar veren bir şey olsun, başkasına tabi olurken insanın üzerinde bulunduğu durumu ifade eder. “Onu kendime örnek aldım”, ya da “örnek olarak onu takip ettim” şeklinde kullanılır.[89]

'Ha-se-ne' fiili bütün güzellikleri, mutluluk ve sevinç veren, arzulanan ve rağbet edilen şeyleri fade eder. ‘hasenetün’; insana kendi nefsinde, bedeninde ve içinde bulunduğu durumda erişen mutluluk verici, sevindirici nimet diye tanımlanıyor. İyi ve güzel olan şeylere, genişlik, zenginlik, bolluk ve berekete, arzu edilen şeye ulaşmaya da ‘hasene’ denilmektedir.

Hasenetün (çoğulu hasenât) bazı âyetlerde sevap anlamına gelir. Bunun zıddı ‘seyyie’dir (günahtır). ‘Hasenetün’ maddi varlıklar ve olaylar hakkında sıfat olarak kullanılır.[90]

Dolaysıyla Ahzab 21. âyetteki hasenetün ‘usve’in sıfatıdır  ve en güzel örnek (eski deyimle; numûne-i imtisâl) manasına gelir.  Türkçe meallerin çoğu bu deyimi Türkçeye ‘en güzel örnek, en güzel numûne’ şeklinde çevirdiler.

Buradaki ‘usvetün’ kelimesinin aslı olan ‘teessi’ fiilinde özel bir anlam söz konusudur.

“Usve; teessi edilecek, yani uyulacak, arkasından gidilecek, örnek, meşk, numûne-i imtisâl demektir. Bu örneklik Allah’a ve Âhiret gününe kavuşmaya inanıp Allah’ı zikretmekte olan kimseler içindir. Yoksa sadece dünya hayat ve süsünü arayanlar ve Allah’ı, âhireti düşünmeyenler için değil.”[91] 

 “Teessi (usve), taklit ve teşebbüh (birine benzemeye çalışmak) değil, birinin yaptığını onun maksadını gözeterek yapmaktır. Usve ilan edilen ‘model’ kılınmıştır. Sadece üretilebilir olanlar model gösterilir. Peygamberler örnek alınsın diye insanlar arasından seçilmişlerdir. Yerde yürürler, iz bırakırlar ve izlenirler. Bu âyetin nüzûl ortamıyla ilişkisi açık. Peygamber (s.a.s.) en kritik insanî durumlarda bile duruşunu bozmuyordu. Âlemlere rahmet olmak, bütün insanlığa model olmak demekti. Bu ise, iyilik artsın diye varlığını sadaka vermekti.”[92]

Bu âyetin (ve takip eden pasajın), sahabelerin Hendek savaşında karşılaştıkları güçlükleri anlatan 9-11. âyetlerle ilişkisi var. Âyet ilk bakışta, Hz. Peygamber'in imanını, cesaretini ve kararlılığını örnek almaları tavsiye edilen Medine'nin o ilk savunucularına seslendiği halde, aslında bütün durumlar ve şartlar için geçerli olan zamanlarüstü bir muhtevaya sahiptir.[93]

“Âyette, Hz. Peygamber’in, Allah’ın hoşnutluğunu kazandıracak davranışlarda bulunmak isteyenler için mükemmel ve canlı bir örnek, en büyük fazilet nümûnesi olduğu anlatılmaktadır. Böylece, Resûlullah’ın, hislerine mağlup insanları memnun etmek ve onlara pratik değerden mahrum birtakım nazarî kaideler öğretmekle görevli olmayıp, onun hedefinin, insanlığa amelî kaideler öğretmek ve bu kaideleri kendi yaşayışıyla izah ve tarif etmek olduğu anlaşılmış olmaktadır.”[94]

Yani Muhammed (s.a.s.) hem 625 yılında sahabelere, Medine’de, üzerlerine gelen bunca gruba (ahzab’a) karşı duruşunu bozmayan, metanetini yitirmeyen, ne yaptığını bilen, davasında kararlı, Allah’ın va’dine güvenen, arkadaşlarını iyi sevk ve idare eden, savunma için en güzel ve somut tedbirleri alan, üzerine düşeni yapan, fedakârlık ve cesarette sahabelerinden geri kalmayan bir örnekti. Hem hayatın diğer alanlarında, şükretmekte, kullukta ve ahlâkta, vahyin amaçlarını gerçekleştirmede, dünya imtihanının nasıl kazanılacağını göstermede, güzel bir kul nasıl olabilir sorusunu cevaplamada, diğer insanlara hayırlı olmada, şefkat ve merhamette, ıslahta ve fesadı ortadan kaldırmada, zulme ve zalimlere engel olmada, insaf ve adalet ölçülerinde mükemmel bir örnekti. Hem de başta müslümanlar olarak bütün insanlığa bu ve insanlığa yakışan başka konularda kıyamete kadar en mükemmel örnektir.

İnsalık tarihten beri vahye rağmen, böyle bir örnekliği ne keşfedebildi, ne de kendisi yetiştirebildi.

Allah (c.c.) onun örnekliği ile sanki şöyle buyuruyor: “İşte Ben böyle bir kulluktan, böyle şükürden, böyle ahlâktan razıyım. Ey iman edenler siz de böyle olun.”

Onun islâmî hayatı Kur’an’ın (vahyin) maksadının ne olduğunu gösterir. Onun örnek ahlâkı ve kişiliği Kur’an’ın insanlık bünyesinde gerçekleştirmek istediği inkılabın sonucudur. Onun kulluğu, ibadetin hedef ve amacının somuta indirgenmiş halidir.

Onun ahlâkının Kur’an olduğunu tekrar hatırlayalım. Hz. Aişe (r.anha) Peygamber’in (s.a.s) ahlâkı hakkında soru soran kişiye, “Siz Kur’an okuyor musunuz? O’nun ahlâkı Kur’an’dı.”[95]

Nitekim bir başka âyette “(Ey Rasûlüm!) Hiç şüphesiz senin için bitip tükenmeyen bir ecir/mükâfât vardır. Ve sen, kesinlikle yüce bir ahlâk üzeresin (mükemmel bir ahlâka sahipsin).” (Kalem 68/4) buyuruluyor. Âyetin böyle gelmesi iman edenlere bir göndermedir. Bu yüce ahlâk sahibi kişi, size Allah’tan gelen bir elçi, bir örnek, bir model, bir rehberdir denmek isteniyor.  Âyet zımnen, mü’minler bu yüce ahlâk sahibi elçiyi örnek almalılar, islemeliler, onun islâmî hayatını kendi hayatlarına taşımalılar diyor.

Bir başka âyette şöyle buyuruluyor.

“İşte böylece sizin dengeli bir ümmet olmanızı istedik ki, insanlığa şâhit (tanık, örnek/model) olasınız ve Rasûl de size şâhit (tanık, örnek/model) olsun...” (Bekara 2/143)

“Şehîd ‘tanık’ anlamına, ‘hayatını imanına şâhit kılan ve çaığna şâhit olan’ anlamına geldiği gibi ‘örnek, model’ anlamına da gelir.[96]

Burada şâhid, şehâdet ettiği şeyleri hayatına uygulayan, iddia ettiği şeyleri kendisi yapan kimsedir.  Bu tavrı ile o, inandığı doğruları hayat haline getirerek, onların canlı tanığı olur. Bu da başkaları için örnek teşkil eder. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.s.) insanları davet ettiği hakikati önce kendisi yaşadı, hayatı ile onların doğru olduklarını tasdik etti, yaşantısını imanına şâhit kıldı. Böylece davetine ve inandığı şeylere nisbetle örnek/model oldu. 

Müslümanlar onu, söz ve davranışlarında, kulluğunda kendilerini şâhit tutar,  bir örnek (nümûne-i imtisal) edinirlerse ve onun getirdiği sırat-ı müstakim üzerinde giderlerse, insanlar da  onların arkasından gelir: Onları kendilerine imam (önder) tanır, hakkın açığa çıkması için onlara başvurur.

Hz. Muhammed’in (s.a.s.) bir şâhit olarak gönderildiği başka âyetlerde de söz konusu ediliyor:

“Ey Peygamber! Biz seni hakikaten bir şâhit (tanık, örnek/model), bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Allah’ın izniyle, bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak (gönderdik).” (Ahzab 33/45-46. Bir benzeri: Fetih 48/8. Müzemmil 73/15)

Bu âyetteki şâhidin örnek/model manasını alırsak, onun Ahzab 21. âyetle bağlantısı olduğu ortaya çıkar. Böylece Peygamberin (s.a.s.) insanlık için örnek olduğu farklı ifadelerle anlatılmış oluyor.

Sonuçta hem müslümanlar için, hem de bütün insanlık için her açıdan böyle bir örnekliğe ihtiyaç vardır.

Ki o modele baksınlar, onu örnek alsınlar, iyi insan olmayı, en mükemmel/güzel ahlâkı, hayatı verimli değerlendirmeyi, kulluğun nasıl yapılacağını, insanlığa nasıl hizmet edileceğini, insanın iç dünyasında ve çevresinde barışın nasıl kurulacağını, zulmün, sömürünün, adaletesizliklerin, savaşların nasıl azaltılacağını, “bilmem ki bu dünyaya ben niye geldim” sorusunun cevabının nasıl verileceğini, insana nasıl değer kazandırılacağını öğrensinler.

 

  • Onuncu sebep:

İnsanlar her zaman bir eğiticiye ihtiyaç duyarlar.

Buna ister öğretmen, ister eğitimci, ister mürşid, ister rehber deyiniz farketmez. Özellikle öğrenme yaşında herkes kendisini eğitecek, yön verecek, hayatı öğretecek eğitimciye, mürebbiye, kılavuza ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç Allah ve O’nun karşısında insanın konumu, hakikat ve insanın görevi söz konusu olunca daha belirginleşir.

Şüphesiz hz. Muhammed (s.a.s.) Allah’ın elçisi idi. Elçiliğini bir gereği ve buna bağlı olarak o devlet başkanı, hâkim, komutan, imam, eş, baba, dede gibi özelliklerinin yanında o aynı zamanda bir muallim (öğretmen/öğretici/hoca) idi. Onun muallimlik sıfatı ön plana çıkartılsa yanlış olmaz. Zira o vahyi hem tebliğ etti, hem öğretti, hem de sahabeleri vahiyle eğitti, terbiye etti ve yetiştirdi.

Hz. Muhammed’in öğretici (muallim) fonksiyonuna şu âyetler işaret ediyor:

“Nitekim kendi içinizden size âyetlerini okuyan, sizi şirk ve kirlerden temizleyen, size kitabı ve hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir Rasûl gönderdik.” (Bakara 2/151)

“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah'ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkardan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âli İmran 3/164)

“Çünkü ümmilere içlerinden, kendilerine ayetlerini okuyan, onları temizleyen, onlara Kitab'ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O'dur. Kuşkusuz onlar önceden apaçık bir sapıklık içindeydiler.” (Cumu’a 62/2)

İbrahim ve İsmail’in duası şöyleydi:

“Rabbimiz! Onlar arasından kendilerine senin mesajını okuyacak, ilahi kelâmı ve hakikate mutabık hüküm vermeyi (hikmeti) öğretecek ve onları arındıracak bir elçi gönder. Çünkü Aziz, Hakîm olan yalnızca Sensin” (Bekara 2/129) Burada kasdedilen şüphesiz Muhammed’tir (s.a.s.). [97]

Kendisi de farklı münasebetlerle şöyle derdi:“Allah beni zorlaştırıcı, sıkıntı verici, yanıltıcı ve şaşırtıcı olarak göndermedi. Lakin beni muallim (öğretici, eğitici) ve kolaylaştırıcı olarak gönderdi”[98]

Rasûlullah (s.a.s.) bir seferinde mescide girdi ve orada iki halka gördü. Bir halka Kur’an okuyup Allah’a dua ediyorlardı. Diğer halkada olanlar ise öğreniyor ve öğretiyorlardı.“Her biri hayır üzeredir. Şunlar Kur’an okuyorlar ve Allah’a dua ediyorlar; Allah dilerse onlara verir, dilerse vermez. Bunlar da öğreniyorlar ve öğretiyorlar. Ancak ben bir muallim (öğretmen / eğitimci) olarak gönderildim” buyurarak onların yanına oturdu.[99]

Medineli gençlerden Muâviye b. Hakem gibi pek çok sahâbî, eğitim ve öğretim esnasında Peygamberi’in (s.a.s.) kesinlikle azarlamadığını, asla kötü söz söylemediğini ve hiçbir zaman el kaldırmadığını hatırlayarak ve “Peygamber’in yolunda canım feda olsun, ben ondan önce ondan daha güzel bir muallim, ondan sonra da onun gibi güzel öğreten görmedim” demiştir.[100]

İnsanın eğiticisi, rehberi, yetiştirici veya hocası kaliteli olursa, kendisi de kaliteli yetişir. “Bana hocanı şöyle sana kim olduğunu söyleyeyim” dense yanlış olmaz.

Alemlere rahmet, insanlara muallim olarak gönderilen hz. Muhammed’in rehberliğine herkesin ihtiyacı vardır.

 

  • Son söz

Peygamber’e olan ihtiyacı on maddede özetlemeye çalıştık. Elbette bunlara başka maddeler de eklenebilir.

Bütün bunlar gösteriyor ki, insan kendi başına, kendi aklıyla sırat-ı müstakimi (doğru yolu) bulamaz. Âlemi bir yaratıcının yarattığı, bir Allah olduğu fikrine ulaşsa bile, O’nun hakkında vahiy ve  peygamber olmadan hiç bir şey bilemez. O’na karşı insanın görevlerinin ne olduğunu, O’na kulluğun nasıl yapılacağını, O’nun insana tekliflerini, insanın nerden gelip nereye gittiğini, ölümden sonrasını, mutlak iyi ve kötünün ne olduğunu, en mükemmel değer yargılarını ve daha bir sürü sorunun cevabını bulamaz.

Bütün bu ve benzeri konularda insanın bir rehbere, bir mürşide, bir muallime, bir modele ihtiyacı vardır. İnsanı tanıyan Yaratıcı (c.c.) insanlara merhametinin sonucu olarak onlara kendi içlerinden son olarak hz. Muhammed’i (s.a.s.) elçi (rasûl-nebi) olarak gönderdi.

İmam Malik’ ulaştığına göre hz. Peygamber (sav) şunu söylemiştir: “Size iki şey bırakıyorum. Bunlara uyduğunuz müddetce asla sapıtmayacaksınız: Allah'ın Kitab'ı ve Resûlü’nün sünneti.” [101]

Buna göre Kur’an ve onun Sünnetine (islâmî hayatına) tabi olan, onun tebliğ ettikleri  ve onun muallimliği ile terbiye olan, onu örnek/model alan, onu izleyen, vahyi hayatına hâkim kılan, Allah’ın dini İslâm’ı onun öğrettiği ve yaşadığı gibi anlayıp yaşayan kurtulur.

Bunları yapmayanlara Allah hidâyet versin.

Vesselam.

 

Hüseyin K. Ece

25.12.2015 (Son kısmı)

Zaandam-Hollanda

 

[1] Bakınız: Ahmed B. Hanbel, 1/164 (no: 369). Müslim, İman/1, 5, 7 (8). Buhârî, İman/37 (50), Tefsir/31 (4777). Tirmizî, İman/4 (2610). Ebû Dâvûd, Sünnet/16 (4695) Nesâi, İman/5-6 (4993, 4994). İbni Mâce, MSünnet/9 (63, 64)

[2] İbni Atıyye, El-Muhariru’l-Vecîz, Dâru İbn Hazm, Beyrut 1423-2002, s: 1820

[3] Bakınız: Taberî, Tefsir, Dâru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, Beyrut 1426-2005, 11/671. Ebu Bekr El-Cezâirî, Eyseru’t-Tefâsir, Beyrut 1433-2012, Mektebetu’l-Asriyye, s: 1837, 1848. Heyet, Kur’an Yolu, 5/176, 5/189

[4] İbni Kesir, Muh. Tefsir, Dâru’l-Fikr, Beyrut, trh. 2/137. İbni Atıyye, el-Muhariru’l-Vecîz, Dâru İbn Hazm Beyrut 1423-2002, s: 840

[5] Esed, M. Kur’an Mesajı, İşaret Yay. İstanbul 1996, 1/174

[6] Cücük, İ. Âyet ve Hadislerle Peygamberimiz, kendi baskısı, trh. s: 3

[7] Hamidullah’tan Yılmaz, H. Toplumsal Dönüşümde Sünnet, Rağbet Yay. İstanbul 2004, s: 54

[8] İbnu Fâris, Mekâyîsu’l-Lügah, s: 94

[9] İbnu Manzur, Lisânu’l-Arab, 2/90-91

[10] Bakınız: Bekara 2/97. Âli İmran 3/126. Enfal 8/40

[11] İbnu Fâris, Mekâyîsu’l-Lügah, s: 893

[12] Münzer, Uyarılan demektir. Kur’an’da beş âyette uyarıdıkları halde elçileri dinlemeyen , hatta “hadi doğru söylüyorsan söz verdiğin azabı getir” diye meydan okuyanların hak ettikleri cezalardan bahsediliyor. “Bak uyarılanların (münzerin’in) sonu nasıl oldu” (Yûnus 10/73. Saffat 37/73, 177) “Uyarılanların yağmuru ne kötü idi” (Şuarâ 26/173. Neml 27/58) şeklinde.

[13] İslamoğlu, M. Nüzûl Sırasına Göre Hayat Kitabı Kur’an, s: 431

[14] Bakınız: Âli İmran 3/21 için Diyânet Vakfı Meali, Elmalılı, Esed, M. Meali. İnşikak 24 için Esed. M. Meali, Ahmed Tekin Meali. Tevbe 9/3 için Ahmed Tekin Meali. Nisa 4/138yi A. Tekin Meali, Elmalılı, H. Meali, M. Esed ‘duyur’ diye çevirmişler.

[15] Buhârî, Rikak/26 Nr. 6482. Müslim, Fezâil/15 Nr. 2283

[16] Buhârî, Rikâk/26 nr. 6483. Müslim, Fezâil/17 nr. 2284. Tirmizî, Emsâl/7 Nr. 2877

[17] el-Bağdadî, M. B. İ. Tefsiru’l-Hâzin, Dâru’l-Kütübi’l-Ilmıyye, Beyrut 2010, 4/203

[18] Taberî, M. b. C. Tefsir, Dâru Kütübi’l-Ilmiyye, Beyrut 1426-2005, 11/503-504. Tabâtabâî, M. H. el-Mizan, Dâru’l-Kütübi’l-İslâmiyye, Tahran 1362, 19/26

[19] İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, Dâru İbn Hazm Beyrut 1423-2003, s: 1360. Benzeri görüşler için Bak.: el-Bağdadî, M. B. İ. Tefsiru’l-Hâzin, 4/203

[20] Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, Dâru’l-Kütübi’l-Ilmıyye, Beyrut 1424-2003, 3/289

[21] İslamoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, Düşün Yay. İstanbul 2008, 2/1054

[22] Taberî, M. b. C. Tefsir,11/504. Zamahşerî, Ö. b. M. El-Keşşâf, Dâru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, Beyrut 1415-1995, 4/408. Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili, (sad.) Azim-İstanbul T. yok, 7/289

[23] el-Bağdadî, M. B. İ. Tefsiru’l-Hâzin, 4/203

[24] Şevkânî, M Ali b. M. Fethu’l-Kadîr, Mektebetü’r-Rüşd, Riyad 1422-2001, s: 1659. el-Bağdadî, M. B. İ. Tefsiru’l-Hâzin, 4/203

[25] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, Dâru İbni Hazm, Beyrut 1425-2004, 2/2922. İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesîr, s: 1360

[26] Taberî, M. B. C. Tefsir, 11/504

[27] Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili, (sad.) 7/289

[28] Mevdûdî. E. Tefhimu’l-Kur’an, Türkçesi: Kurul, İnsan Yay. İstanbul 1991, 6/12

[29] Kutub, S. fi-Zilâli’l-Kur’an, Dâru’ş-Şuruk, Kahira1417-1996, 6/3406

[30] Mesela; Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 3/289.Taberî, M. b. C. Tefsir,11/504. Şevkânî, M Ali b. M. Fethu’l-Kadîr, S: 1659. el-Bağdadî, M. b. İ. Tefsiru’l-Hâzin, 4/203. Zamahşerî, Ö. b. M. El-Keşşâf, 4/408. Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2922. Kutub, S. fi-Zilali’l-Kur’an, 6/3406

[31] Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’a Dili, (sad.) 7/291

[32] Mevdudî. E. Tefhimu’l-Kur’an (ter.) İnsan Yay. İstanbul 6/13

[33] Heyet, Kur’an Yolu, DİB Yay. Ankara 2004, 5/105

[34] Zamahşerî, Ö. B. M. El-Keşşâf, Dâru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, Beyrut 1415-1995, 4/408. İbnu’l-Cevzî, Zâdu’l-Mesir, Dâru ibn Hazm Beyrut 1423-2003, S: 1360

[35] Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili, (sad.) Azim Dağ. İstanbul Thr. 7/290

[36] Mevdûdî. E. Tefhimu’l-Kur’an (ter.) 6/13-14

[37] Müslim, Fedâil/139 No: 6126. İbni Mâce, Ruhun/15 No: 2470

[38] Müslim, Fedâil/140 No: 6127

[39] Müslim, Fedâil/141 No: 6129. İbn Mâce, Ruhûn/15 No: 2471

[40] Http://www.hayrettinkaraman.net/yazi/laikduzen/1/0200.htm.

[41] Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefisiri, Yeni Ufuklar Neş. Yer yok, Thr. 9/102-103

[42] Heyet, Kur’an Yolu, DİB Yay. Ankara 2004, 5/106

[43] Abdulhâlık, A. Hücciyyetü’s-Sünne (ter.) Şûle Yay. İstanbul 1996, s: 123-124

[44] Şimşek, M. Hz. Peygamber’in İctihad Ve Tasarrufları; TDV Yay. Ankara 2010, s: 21-216

[45] Ebu Davûd, İlim/3 no: 3646.

[46] Tirmizî, Birr/57 no: 1990

[47] Ebu Dâvûd, Sünne/5 No: 4605. Bir Benzeri: Ebu Dâvûd, Sünne/6 No: 4604. Tirmizî, İlim/60 No: 2666. İbnu Mâce, Mukaddime/2 No: 12

[48] Ahmed b. Hanbel 2/281. 2/381. Hâkim, Müstedrek 2/612. Buhârî, Edebu’l-Müfred, s: 273. Muvatta, Husnü'l-Hulûk/8

[49] Buhârî, Menâkıb/23 no: 3559, Fedâil/27 no: 3759, Edeb/38 no: 6029. Müslim, Fedail/68 no: 6033

[50] Müslim, Birr/14 no: 6516

[51] Tirmizî, Birr/62 no: 2004

[52] Müslim, Salâtu’l-Müsâfirin/201 no: 1812

[53] Müslim, Salâtü’l-Müsâfirîn/139 no: 1739

[54] Heyet, Kur’an Yolu, DİB Yay. Ankara 2003, 2/249)

[55] Müslim, Birr/59 no: 6579. Tirmizî, Kıyâme/2 no: 2418

[56] el-Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I/159

[57] Buhârî, Salât/48 No: 428, ).

[58] Daha Geniş Bilgi Için: AĞIRMAN, M. hz. PEYGAMBER’İN MESCİDDE YAPTIĞI SOHBETLER, AÜ.İlâhiyat Fakültesi Der., Sayı: 27, Erzurum 2007, Sayfa 119-123. Http://e-dergi.atauni.edu.tr/atauniilah/article/viewFile/1020002849/1020002747.

[59] Müslim, Îmân/1, 5. Ayrıca Bk. Buhârî, Îmân/37 no: 50. Tirmizi Îmân/4 no: 2610. Ebû Dâvûd, Sünnet/16 no: 4695

[60] Daha fazla bilgi için: Http://www.sonpeygamber.info/arama/etiket/Kur'an'da Hz. Peygamber'e Sorulan 13 Soru Celal Eren, Http://www.venharhaber.com/peygambere-sorulan-sorulari-neden-allah-cevapliyor-makale,108.html.

[61] Buhârî, Edeb/96 no: 6171, F. Ashab/6 no: 3688. Müslim, Birr/161,163 no: 6710-6713

[62] Buhârî, İlim/45 no: 123, Cihad/15 no: 2810, F. Hamse/10 no: 3126. Müslim, İmâre/150, 151 no: 4919-4922

[63] Müslim, İmân/95 no: 196. Ebû Dâvûd, Edeb/59 no: 4944

[64] Ahmed Ibn Hanbel, 5/237

[65] Buhârî, Edeb/1 no: 5970, Mevâkıt/5 no: 527. Müslim, İmân/139 no: 254

[66] Buhârî, Rikâk/18 no: 6465. Müslim, Musâfirîn/216 no: 1828

[67] Tirmizî, Deavât/82 no: 3509

[68] el-Isfehânî, R. el-Müfredat, s: 392

[69] İbni Manzur, Lisânu’l-Arab 8/151-153

[70] Esed, M. Kur’an Mesajı, İşaret Yay. İstanbul 1996, 2/547

[71] İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, Dâru’l-Fikr, Beyrut Trh. 3/102

[72] es-Sa’di, A. B. Nasır. Teysiru’l-Kerimi’r-Rahman, Muessesetu’r-Risâleh, Beyrut 1421-2000, s: 667

[73] İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, Dâru’l-Fikr, Beyrut Trh. 3/103

[74] İbni Kesir, Muhtasar Tefsir. 3/103. Zamahşerî, Omer B. Muhammed. El-Keşşaf, Dâru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, Beyrut 1415-1995, 3/530

[75] es-Sa’di, A. B. Nasır. Teysiru’l-Kerimi’r-Rahman, s: 667

[76] Taberî, Muhammed B. Cerir, Tefsiru’t-Taberî, Dâru’l-Kutubi’l-Ilmiyye, Beyrut 14206-2005, 11/328

[77] İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/159

[78] Taberî, Tefsir 2/10-13

[79] Komisyon, Kur’an-ı Kerim Ve Açıklamalı Meali, TDV Yay. Ankara 2003, s: 84

[80] Buhârî, Fedâilu'l-Kur'an/32

[81] Komisyon, Kur’an-ı Kerim Ve Açıklamalı Meali, s: 21

[82] Esed, M. Kur’an Mesajı,1/40)

[83] Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.) Azim Dağ. İstanbul trh. 1/432

[84] Komisyon, Kur’an Yolu, DİB Yay. Ankara 2008, 2/52

[85] İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/54

[86] Heyet, Kur’an Yolu Tefsir ve Meal, DİB Yay.Ankara 2004, 4/344

[87] el-Hâzin, M. b. İbrahim. Lübâbu’t-Te’vil, Dâru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, Beyrut 2010, 3/418

[88] Mevdudi, E. Tefhimu’l-Kur’an, İnsan Yay. İstanbul Trh. 4/401

[89] el-Isfehânî. R. el-Müfredât, s: 20

[90] el-Isfehânî. R. el-Müfredât, s: 170

[91] Elmalılı, H. Yazır. Hak Dini Kur’an Dili, Azim Dağ. İstanbul Trh. 6/304

[92] İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/829

[93] Esed, M. Kur’an Mesajı, 2/854

[94] TDV Meali Açıklaması, s: 419

[95] Müslim , Salatul-Müsafirin/18 no: 139/746

[96] İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/54

[97] Taberî, M. b. Cerir. el-Câmiu’l-Beyan, Dâru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, Beyrut 1426-2005, 1/607

[98] Müslim, Talâk/29 no: 3690

[99] İbn Mâce, Mukaddime/17 no: 229

[100] Müslim, Mesâcid/7 no: 33/1199

[101] Muvatta, Kader/3, 2/899. Tirmizî Peygamberin ümmete sapıtmamaları için bıraktığı iki şeyin Kur’an ve onun ev halkı (Ehl-i Beyt’i) olduğunu kaydediyor. (Allahu A’lem) (Bakınız: Tirmizî, Menâkıb 77, (3790)