-Başkasını kurtarmak diye bir şey var mı?

Mutlak anlamda Allah’tan başka kurtarıcı var mıdır? 

Bu soruyu duyan herkes; “elbette mutlak anlamda Allah’tan başka kurtarıcı olamaz” der.

 

Bu doğru, ama maalesef İslâm tarihinde ve müslümanlar arasındaki gerçek böyle değil. Keşke sözde “Allah’tan başka kurtarıcı yoktur”  denildiği gibi, kanaatler, tutumlar, beklentiler de bu iddiaya uygun olsa. Keşke insanlar Allah’ın dışında mutlak kurtarıcı aramasalar.

Bazıları âhirette birilerinin kendilerine şefaat  edeceğine, Hesab’ın zorluğundan kurtulması için kendisine el atacağına, geçmesi çok zor sırat köprüsünden güvenle geçmesine yardımcı, günahlarının affına vesile olacağına inanır. Dolaysıyla daha bu dünyada iken bu gibi kimseleri bulup bağlanmalı, onun listesinde yer almaya çaba göstermeli diye düşünür. Bu kurtarıcılar arasında peygamber, evliyâlar, şehidler, sâdât-ı kirâm, şeyh, gavs, kutub, aktab, yediler-kırklar v.b. sayılıyor.

Kimileri de kendi üzerine düşen insanî ve islâmî görevlerini ihmal edip, her şeyi gelmesi muhtemel bir kurtarıcıya havale ederler. Onlara göre Son Saate doğru mehdi veya mesîh gelecek ve her şeyi düzeltecek. Mü’minleri kurtaracak, kâfirleri mahvedecek ve İslâmı hakim kılacak, dünyayı barış yurdu yapacak.

Bu durum bazı kitaplarda yer aldığı gibi, dillerde de dolaşıyor.

Kur’an’a göre böyle bir şey olabilir mi?

İnsan nasıl ebedî ve asıl kurtuluşa erebilir?

Âhirette bir insanın/beşerin başka bir insana faydası olabilir mi? Bir insan bir başka insanı cehennem azabından kurtarabilir mi? Ona kendi hesabından cennet makamı verebilir mi?  Faydası olacağı zannedilen kişinin Hesap’tan kurtulacağının garantisi var mı? 

Yaşayan veya ölen bir kimse hakkında “Falanca kişi kurtuldu, Cennete gitti, öyeleleri bir başkasını da kurtarabilir” demek doğru mu? Kıyâmet gelmediğine, ilâhi mahkeme kurulmadığına göre bazılarının kurtulduğu nasıl iddia edebilebilir?

O kimseler bunu hangi yetki ve hangi güç ile yapacaklar? 

Bugün ve gelecekte müslümanların işlerini mehdi mi düzeltecek?

Onların insanlık görevlerini, ya da yapmaları geren çalışmaları onların yerine mehdi mi yapacak?

Sorumluluklarını gökten inmesi beklenen mesîh mi taşıyacak? Onların yerine kulluk görevlerini mehdi mi, mesih mi, melekler mi yerine getirecek?

Sorular uzatılabilir.

Bu yazımızda daha çok âhirette Allah’tan başka kurtarıcı var mı sorusuna Kur’an’dan cevap bulmaya çalışacağız.

 

-Kur’an’da kurtuluş ile ilgili kavramlar

Kur’an kurtuluş, başarı, zafer, umduğuna kavuşmayı, muradına ermeyi ve selâmeti ifade eden altı temel kavram kullanıyor: Necat, fevz, inkâz, icâre, selâm ve felâh.

 

1-Necat:

Necat’ın kökü olan ‘ne-ce-ye, necâ’ fiili bir şeyden kurtulmak (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab 14/204), bir şeyden ayrılmak demektir. Buradan hareketle bir şeyden veya ölümden kurtulma hakkında kulanılmaya başlanmış. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât s: 736) Bu ayrılmada olumlu bir taraf vardır ki o da olumsuz bir durumdan veya şeyden uzaklaşma, kurtulma şeklindedir. ‘Necâ’, aynı zamanda birine fısıldamak, sözü sır olarak söylemek anlamına da gelir.

Bunun if’al (geçişli) kalıbı ‘incâ’; yüksek yere çıkmak, (tehlikeden) kurtarmak,   bir şeyi açmak demektir.  (el-Isfehânî, R. el-Müfredât s: 736)

Tef’îl (geçişli) kalıbı ‘neccâ’; yüksek yerde bırakmak, ıssız yerde terketmek, kurtulmak, Allah’ın birini kurtarması anlamlarına gelir. (Kur’an’da en fazla bu iki kalıp kullanılıyor.)   

Fâale (ortaklık) kalıbı ‘nâcâ; birine fısıldamak, birini sırdaş seçmek,

Tefâale (ortaklık) kalıbı ‘tenâcâ’; biriyle fısıldaşmak demektir.

‘Necat veya necvet’; yükesekliğiyle çevresinden ayrılan tepe demektir. Kişiyi olabilecek selden kurtardığı için böyle adlandırılmış. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât s: 736)

 ‘Necâ’ fiilinin fâil (özne) ismi ‘nâci-kurtulan, necat bulan, firar eden’ demektir. Nâci Kur’an’da bir yerde geçmektedir.

“Yûsuf, onlardan kurtulacağını düşündüğü kişiye, “Efendinin yanında beni an”, dedi. Fakat şeytan onu efendisine hatırlatmayı unutturdu da bu yüzden o, birkaç yıl daha zindanda kaldı.” (Yûsuf 12/42)

Aynı kökten gelen bir diğer fâil (özne) ismi ‘müneccu’ kurtarıcı demektir. İki âyette yer almaktadır.

“Elçilerimiz Lut'a gelince, Lut onlar hakkında tasalandı ve (onları korumak için) ne yapacağını bilemedi. Ona: Korkma, tasalanma! Çünkü biz seni de aileni de kurtaracağız. Yalnız, (azapta) kalacaklar arasında bulunan karın müstesna, dediler.” (Ankebût 29/33),

Bir âyette Allah (cc) kendisinin Lût ve onun mü’minleri için kurtarıcı olduğunu söylüyor:

“Ancak Lût’un hanımı hariç, onların hepsini kurtaracağız.” (Hıcr 15/59)

‘Necâ’ fısıldaşmak, gizli/gizemli konuşmak anlamıyla iki âyette geçiyor.

“Böylece, ondan ümitlerini kesince, (aralarında konuyu) görüşmek üzere bir kenara çekildiler...” (Yûsuf 12/80)

“Ona, Tûr dağının sağ tarafından seslendik ve kendisi ile gizlice konuşmak için kendimize yaklaştırdık.” (Meryem 19/52) 

Bunun masdarı olan ‘necvâ’; fısıldama, fısıltı, fısıl fısıl konuşma demektir. Kur’an’da onbir âyette kullanılıyor. Mesela;

Biz, onların seni dinlerken ne maksatla dinlediklerini, kendi aralarında fısıldaşırlarken de o zalimlerin: "Siz, büyülenmiş bir adamdan başkasına uymuyorsunuz!" dediklerini çok iyi biliriz.” (İsrâ 17/47)

“Bunun üzerine onlar (sihirbazlar), durumlarını aralarında tartıştılar; gizli gizli fısıldaştılar.” (Tâhâ 20/62. Ayrıca bakınız: Enbiyâ 21/3. Mücâdile 58/7, 8, 10, 12, 13. Nisâ 4/114. Tevbe 9/78. Zuhruf 43/80)

1a-Kur’an’da necat;

‘Necat’ kavramı Kur’an’da altmışyedi yerde fiil, diğerleri isim ve masdar olmak üzere seksenaltı yerde geçmektedir.

Kur’an necat kavramını, daha çok dünyadaki kötü durumlardan kurtarma şeklinde sözlük anlamıyla kullanıyor.

Fiil halinde kullanımların çoğunda geçmiş zaman kipi kullanılıyor ve kurtarma işi Allah’a nisbet ediliyor.  Mesela;

Allah (cc) azabı hak etmiş toplumlardan peygamberleri ve beraberindeki mü’minleri kurtarmayı (Hûd 11/58. Yunus 10/103. Hûd 11/66, Hûd 11/94. Yûsuf 12/110. Enbiyâ 21/9. Fussilet 41/18),

Hz. Lût’u ve iman edenleri sapık bir kavimden kurtarmayı (Kamer 54/34. Şuarâ 26/170. Ankebût 29/32, 33. A’raf 7/83. Neml 27/57),

Hz. Musa’yı tasadan/üzüntüden kurtarmayı (Tâhâ 20/40. Saffat 37/115),

Hz. Musa’yı ve beraberinde olanları Firavun’un ve yandaşlarını boğulduğu denizden kurtarmayı (Yûnus 10/73. İbrahim 14/6. Şuarâ 26/65. Bekara 2/49-50. A’raf 7/141. Tâhâ 20/80),

Hz. İbrahim’i ateşten ve Lût’u azgın kavimden kurtarıp bereketli topraklara ulaştırmayı (Enbiyâ 21/71, 74. Saffât 37/134. Ankebût 29/24),

İsrailoğullarını Firavun ve kavminin zulmünden kurtarmayı (Bekara 2/49),

Nuh ve ailesini büyük sıkıntıdan kurtarmayı (Saffât 37/76. A’raf 7/64, 72. Şuarâ 26/119. Ankebût 29/15),

Hûd peygamberi ve yanında olan iman edenleri kurtarmayı (A’raf 7/72),

takva sahiplerini veya iman edenleri zalim kavimlerden kurtarmayı (Meryem 19/72. İbrahim 14/6. Fussilet 41/18),

kötülüklerden sakındıranları (nehy-i ani’l-münker yapanları) kurtarmayı (A’raf 7/165),

hak din göndererek kulları yanlış din anlayışından kurtarmayı (A’raf 7/89),

fesadı önlemeye çalışanları kurtarmayı (Hûd 11/116),

ve Firavun’un cesedinin yok olmaktan kurtarmayı (Yûnus 10/92),

insanları denizde veya karada karşılaşılan musibetlerden kurtarmayı (İsrâ 17/67. Ankebût 29/65. Lukman 31/32. En’am 6/63, 64. Yûnus 10/23) Allah (cc) kendisine nisbet ediyor. Bütün bu âyetlerde kurtarma fiilinin faili bizzat Allah’tır.

“İşte haksızlıkları yüzünden çökmüş evleri! Anlayan bir kavim için elbette bunda bir ibret vardır. İman edip Allah'a karşı gelmekten sakınanları ise kurtardık.” (Neml 27/52-53)

Kur’an bazı peygamberlerin, kavim ve kişilerin kendilerini kurtarması için Allah’a dua ettiklerini haber veriyor. Nuh (as) uzun yıllar uğraşmasına rağmen kavminin iman etmemesi ve kendisini yalanlamaları üzerine şöyle dua etti:

“(Yarabbi) Artık benimle onların arasında sen hükmünü ver. Beni ve beraberimdeki müminleri kurtar.” (Şuarâ 26/118)

Lût (as) kavmi onca uyarıya rağmen işlemekte oldukları çirkin fiilden vazgeçmeyice şöyle dua etti: “(Lût ) “Ey Rabbim! Beni ve ailemi onların yaptıkları çirkin işten kurtar.” (Şuarâ 26/169)

Musa (as) Mısır’dan çıkmak zorunda kalınca; “...korku içinde etrafı gözetleyerek şehirden çıktı ve “Ey Rabbim! Beni bu zalim kavimden kurtar” dedi.” (Kasas 28/21) şeklinde dua etti.

Bu da hz. Musa’ya iman edip onunla birlikte yola düşenlerin duası:

“Onlar da dediler ki: "Allah'a dayandık. Ey Rabbimiz! Bizi o zalimler topluluğu için deneme konusu kılma!

Ve bizi rahmetinle o kâfirler topluluğundan kurtar!" (Yûnus 10/85-86)

Firavunun müslüman olan hanımını da şöyle yakarmıştı rabbine:

“... “Rabbim! Bana katında, cennette bir ev yap; beni Firavun'dan ve onun (kötü) işinden koru ve beni zalimler topluluğundan kurtar!...” (Tahrim 66/11)

Bütün bu dualarda necat kavramının istek kipinin kullanıldığını görüyoruz.

Bazı âyetlerde necat’ın dünyalık sıkıntılardan, zalimlerin zulümlerinden, sapıklıktan kurtulma manasında kullanılıyor. Şuayb (as), iman edenleri ülkelerinden sürüp çıkarmakla tehdit eden kavmin ileri gelenlerine; “Allah bizi dininizden kurtardıktan sonra yine ona dönersek, doğrusu Allah’a karşı yalan uydurmuş oluruz...” (A’raf 7/89)

Şuayb Mısır’adan ayrılıp kendi beldesine gelen hz. Musa’ya: “... Korkma artık, o zalim kavimden kurtulduk artık” dedi. (Kasas 28/25)

Allah (cc) Nuh’a (as) şöyle vahyetti: “Sen, yanındakilerle birlikte gemiye yerleştiğinde: "Bizi zalimler topluluğundan kurtaran Allah'a hamdolsun" de.” (Mü’minun 23/28)

Allah (cc) hem Yûnus’u (as) içine düştüğü keder ve zorluktan kurtardığını söyleyip mü’minleri de böyle kederlerden kurataracağına söz veriyor.

“Zünnûn'u da (Yûnus'u da zikret). O öfkeli bir halde geçip gitmişti; bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı zannetmişti. Nihayet karanlıklar içinde: "Senden başka hiçbir tanrı yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zalimlerden oldum!" diye niyaz etti. 

Bunun üzerine onun duasını kabul ettik ve onu kederden kurtardık. İşte biz müminleri böyle kurtarırız.” (Enbiyâ 21/87-88)

Firavun kavminden hz. Musa’ya iman etmiş biri “Ey kavmim, nasıl olur da ben sizi necat’a (kurtuluşa) çağırdığım halde siz beni ateşe çağırırsınız?” (Mü’min 40/41) dedi.

İnkârcılardan bir kısmı dara düşünce Allah’a teslim olurlar, “bizi kuratr” diye yalvarırlar. Ancak içinde bulundukları sıkıntıdan veya zor durumdan kurutulunca da yan çizerler, kendilerini kurtarana, ya da kurtuluş imkânlarını yaratanı unuturlar.

“Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur. Hatta siz gemilerde bulunduğunuz, o gemiler de içindekileri tatlı bir rüzgarla alıp götürdükleri ve (yolcular) bu yüzden neşelendikleri zaman, o gemiye şiddetli bir fırtına gelip çatar, her yerden onlara dalgalar hücum eder ve onlar çepeçevre kuşatıldıklarını anlarlar da dini yalnız Allah'a halis kılarak: "Andolsun eğer bizi bundan kurtarırsan (enceytenâ) mutlaka şükredenlerden olacağız" diye Allah'a yalvarırlar.

Fakat Allah onları kurtarınca (fe-lammâ encâhum) bir de bakarsın ki onlar, yine haksız yere taşkınlık ediyorlar. Ey insanlar! Sizin taşkınlığınız ancak kendi aleyhinizedir; (bununla) sadece fani dünya hayatının menfaatini elde edersiniz; sonunda dönüşünüz yine bizedir. O zaman yapmakta olduklarınızı size haber vereceğiz.” (Yûnus 10/22-23)

1b-Âhirette necat;

Kur’an’da ‘necat’ kavramı ‘âhiretteki kurtuluş’ diyebileceğimiz terim anlamıyla bir kaç yerde kullanılıyor.

Mücrimler ( korkusuzca günah işleyenler) âhiretin azabından kendisi kurtarmak için çocuklarını, arkadaşını ve kardeşini, hatta herkesi fidye olarak vermek ister. Fakat bu mümkün olmaz. (Meâric 70/11-15) Burada necat kelimesinin kullanıldığını görüyoruz.

 Bir insan için nihâi ve arzulanan kurtuluş (necat-fevz-felâh) samimi iman ve bu imana uygun davranışla mümkündür.

“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak (tüncîkum-sizi necat ettirecek) ticareti size göstereyim mi?

Allah'a ve Resûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda yoğun çaba gösterirsiniz (cihad edersiniz)...” (Saf 61/10-11)

Bu iman ve Allah yolunda yoğun çaba, gerekirse saldırgan düşmana karşı koyma mü’minlere dünyalık başarı, zafer ve üstünlük sağladığı gibi; öldüktan sonra altlarından ırmaklar akan cennetler, Adn Cennetlerinde güzel meskenler kazandırır. Nitekim takip eden ayette ve başka başka ayetlerde peygamberleri içtenlikte destekleyen,  Allah’ın dinine yardım eden samimi mü’minlere fetih, zafer ve başarı verildiği, bu yüzden düşmanlara üstün geldikleri haber veriliyor. Kur’an’a iman eden mü’minler de hz. Peygamber’e ve Son Saat’e kadar Allah’ın dinine yardım ederlerse Allah (cc) onlara da fetihler, zaferler, düşmanlarına karşı başarılar nasip eder.

Buna göre bu âyetler iman edip, onun gereğini yapanlara hem dünyalık  başarı ve zaferleri, hem de âhirette kurtuluşu müjdeliyor. Kur’an bunu mü’minleri elim (acı) bir azaptan kurtaracak ticaret ve hayırlı bir amel olarak sunuyor.  

Allah (cc) hem peygamberleri, hem de mü’minleri kurtarır, zalim toplukları da helâk eder. Bu kurtarmak dünyadaki belâ, felaket, düşmanların zulmü olabileceği gibi, âhirette azaptan kurtuluş da olabilir. Mü’minleri kâfirler için uygun olan azaptan son Peygamber ile kurtarmak da Allah’ın yapacağı bir işdir. (el-Hâzin, Muhammed b. İ. Tefsir, 2/467. el-Zuhaylî, V. et-Tefsîru’l-Vecîz, s: 221) Yani ahirettede ki azaptan, zafer vererek dünyadaki belâ ve zulümlerden. (Mukatil b. Süleyman, Tefsir, 2/105)

“Şu durumda, kendilerinden öce gelip geçmiş kimselerin yaşadığı (felâket) günlerinin benzerini mi gözlüyorlar? De ki: “O halde gözleyin, şunu iyi bilin ki ben de sizinle birlikte gözleyenlerdenim.”

Sonuçta, elçilerimizi (ötekilerin başına gelecek her belâdan) kurtarırız (nüneccî). Aynı şekilde iman eden kimseleri de (kurtarırız). İşin gerçeği, mü’minleri kurtarmak da (nünci) Bize düşer. (Yûnus 10/103)

Âyeti şöyle de anlamak mümkün: “Peygamberleri ve yanındaki iman edenleri dünyada sıkıntıdan ve zalimlerin zulmünden kurtardığımız gibi, hz.Muhammed ile birlikte iman edenleri de âhiretin kederlerinden, hesabın zorluğundan, helâk olmaktan ve Cehennem azabından da kurtarırız.”

Kıyâmette inkârcıların yüzleri korku, keder ve dünyadaki suçlarının sebep olduğu utançtan dolayı simsiyah olacak. Mü’minleri yüzleri ise sevinç ve mutluluktan dolayı beyaz ve aydınlık olacak. (Âli İmran 3/106-107) Ancak, kendisine karşı sorumluluk bilinciyle davranan mü’minleri Allah (cc) necat’a (kurtuluşa, felaha) erdirir, onları umduklarına kavuşturur.

“Kıyâmet gününde Allah hakkında yalan söyleyenlerin yüzlerinin kapkara olduğunu görürsün. Kibirlenenlerin kalacağı yer cehennemde değil midir? 

Allah, takva sahiplerini kurtuluşa erdirir (yünecci). Onlara hiçbir fenalık dokunmaz. Onlar mahzun da olmazlar.” (Zümer 39/60-61)

Vahyin bu dünyada verdiği bu kurtarma (necat) müjdesinin âhirette gerçekleşeceği açıktır.

 

2-Fevz:

Fevz, ‘fâ-ze’ fiilinin masdarı olup isim olarak da kullanılır. Emniyet ve hayırda kurtuluş ve zafer (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 11/238), selâmetin gerçekleşmesiyle hayırda muzaffer olma demektir. (Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 582)

Fevz, korku ve tehlikeden kurtulup zafer ve fırsat bulma (Firuzâbâdî, Muhammed Y. Kâmûsu’l-Muhîd, s: 520) Bir işte, bir durumda başarı kazanma, kişinin hoşnut olacağı şeyle karşlaşması anlamına kurtuluş ve zafer demektir. (Günaydın, F. Candan, Kur’an’da Kurtuluş, s: 19-20)

‘Kurtulmak’ ve ‘helâk olmak’ mânasında karşıt anlamlı kelimelerden olan fevz masdarı daha çok “korku, tehlike, şer ve azap gibi şeylerden kurtulup hayra, saadet ve esenliğe ulaşma” anlamında isim olarak kullanılır. (Bebek, A. TDV İslâm Ansiklopedisi, 12/506)   

Ferra, Âli İmran 3/188deki ‘mefâze’yi azaptan kurtulma olarak açıklıyor. (Ferrâ, Yahya b. Z. Meâni’l-Kur’an, 1/250)

2a-Kur’an’da fevz;

Kur’ân’da isim, fiil ve masdar olmak üzere yirmidokuz defa tekrarlanan fevz kavramı iki yerde fiil olarak (Âli İmran 3/185. Ahzab 33/71), ondokuz yerde ‘fevz’, üç yerde aynı anlamdaki ‘mefâz, mefâze’ şeklinde geçmektedir  (Nebe’ 78/31. Âli İmran 3/188. Zümer 39/61). İsim olarak geldiği yerlerin hemen hepsinde bir sıfatla birlikte kullanılıyor.

İki yerde “fevzu’l-mübîn-apaçık başarı” (En’am 6/16. Casiye 45/30),

bir yerde “fevzu’l-kebîr-büyük başarı” (Büruc 85/11),

diğerlerinde “fevzu’l-azîm büyük başarı/zafer” (Nisâ 4/13. Mâide 5/119. Tevbe 9/72, 89, 100, 111. Yûnus 10/64. Saffât 37/60. Mü’min 40/9. Duhan 44/57. Hadid 57/12. Saf 61/12. Teğâbûn 64/9), ya da “fevzen azimen-bir büyük başarı/zafer” (Nisâ 4/73. Ahzâb 33/71. Fetih 48/5) şeklinde yer alıyor.

Bunun fail (özne) ismi ‘fâiz’ (çoğulu fâizûn: muradlarına erenler) Kur’an’da sadece müminleri nitelemek amacıyla dört yerde kullanılmıştır. (Tevbe 9/20. Mü’minun 23/111. Nur 24/52. Haşr 59/20)

Özne olarak geçtiği yerlerde bu başarıyı elde etmiş mü’minlerin halleri, yaptıkları ve karşılaşacakları nimetlerden bahsedilir. (Günaydın, F. Candan, Kur’an’da Kurtuluş, s: 19-20)

Bir âyette görülen “ganimet elde etme” (Nisâ 4/73) anlamı dışında fevzin Kur’an’daki bütün kullanımlarının “ebedî ve uhrevî kurtuluş” mânasına geldiğini söylemek mümkündür.

Kur’an’da fevz (kurtuluş, murada erme), genellikle Allah’a ve Resûlü’ne itaat şartına bağlanmış, asıl kurtuluş ve başarının da cennete girmek ve Hak rızâsına ulaşmak olduğu belirtilmiştir. Bunların özellikleri ise samimi bir imanla birlikte din uğrunda hicrete katlanmak, malıyla ve canıyla cihad etmek (Allah yolunda çaba göstermek), bu uğurda sabır göstermek, ilâhî azamet karşısında ürperip saygılı olmak şeklinde belirtilmiştir. (Bakınız: Tevbe 9/20. Mü’minûn 23/111. Nûr 24/52) (Bebek, A. TDV İslâm Ansiklopedisi, 12/506)   

Kurtuluşu fiil olarak anlatan ayetler:

Her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günnü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir (fâze). Bu dünya hayatı ise aldatma metaından başka bir şey değildir.” (Ali İmran 3/185)

“Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin. (Böyle davranırsanız) Allah işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar. Kim Allah ve Resulüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş (fâze) olur.” (Ahzâb 33/71)

Kurtuluşu mefâzen şeklinde haber veren âyetler:

“Şüphesiz takva sahipleri için de başarı ödülü/kurtuluş (mefâzen) vardır.” (Nebe’ 78/31)

“Sanma ki ettiklerine sevinen, yapmadıkları ile övülmek isteyenler, evet, sanma ki onlar azaptan kurtulacaklardır (mefâzen). Onlar için elem verici bir azap vardır. (Âli İmran 3/188)

“Allah, takva sahiplerini kurtuluşa erdirir (mefâzetihim). Onlara hiçbir fenalık dokunmaz. Onlar mahzun da olmazlar. (Zümer 39/61) Allah (cc) takva sahiplerini, kendisine karşı sorumluluk bilinciyle davrananları koruyacak ve iç dünyalarında ulaştıkları üstün mertebelerden dolayı onlara mutluluk bağışlayacak, selâmete erdirecektir.

Kurtuluşun fevz olarak ifade edildiği âyetler:

İki yerde “fevzu’l-mübîn” şeklinde yer alıyor.

“O gün kim azaptan kurtarılırsa, gerçekten Allah onu esirgemiştir. İşte apaçık kurtuluş budur.” (En’am 6/16)

İnanıp iyi işler yapanlara gelince, Rableri onları rahmetine kabul eder. İşte apaçık kurtuluş budur.” (Câsiye 45/30)

Bu âyetlerdeki  “fevzu’l-mübin”I; A.Gölpınarlı “murada erişin ta kendisi”,

A.Bulaç “apaçık olan 'büyük mutluluk ve kurtuluş',

A.Parlayan “apaçık bir kurtuluştur”,

A.Varol, B. Bayraklı, Diyanet Meali (eski), TDV Meali, Ö.N. Bilmen, Ş. Piriş  “apaçık kurtuluş”,

A.Tekin “büyük mutluluk”,

A.F. Yavuz “açık ve parlak zafer”, 

Diyanet Meali (yeni), “apaçık başarı”, S.Ateş “apaçık başarı”,

H.B. Çantay “ apaçık mürâda erişenin ta kendisi”,

  1. Yıldırım “en kesin başarı, en büyük mutluluk”,
  2. Esed “bu [onların] bariz üstünlükleri”,  
  3. Çelik “apaçık olan kurtuluş”,

Ü. Şimşek “apaçık kazanç ve kurtuluş”,

  1. N. Öztürk “açık zafer”,

M.Sülün “aşikâr başarı”,

M.İslâmoğlu “göz kamaştırıcı zafer”şeklinde türkçeye çevirdiler.

Bir yerde “fevzu’l-kebîr” şeklinde. İman edip salih ameller işleyenlere ise, zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş budur.” (Büruc 85/11),

Onüç yerde “fevzu’l-azîm-büyük başarı/zafer” şeklinde. Buna göre;

Allah’a ve Peygamber’e itaat, Allah’ın koyduğu sınırlara riayet edenler (Nisâ 4/13),

Dürüstlüklerinin inanç ve amellerinde fayda verdiği ve Allah’ın kendilerinden razı olduğu sâdıklar (Maide 5/119),

Allaha ve Elçisine itaat eden, dini görevlerini yerine getiren mü’min erkekler ve mü’mine kadınlar (Tevbe 9/72),

Peygamber ve onunla birlikte iman edenler, Allah yolunda yoğun çalışma yapanlar (cihad edenler), hayırlı işler yapanlar ve böylece felâha erenler (Tevbe 9/72),

Peygamber döneminde muhâcir ve ensar olanlar ve onlara güzellikle uyanlar, bunun için Allah’ın kendilerinden razı olduğu kimseler (Tevbe 9/100),

Allah’a güzel bir şekilde borç verenler, yani O’nun yolunda infak edip değerli ödülleri hak eden, önlerini ve sağlarını nurların aydınlattığı kimseler (Hadid 57/12),

 Allah yolunda iman ettikten sonra Allah yolunda hayırlı olduğunu bilerek yoğun çaba gösterenler, bu nedenle günahları bağışlananlar (Saf 61/12),

İman edip sâlih amel işleyen ve karın ve zararın belli olduğu günde günahları örtülenler  (Teğâbûn 64/9) altlarından ırmaklar akan cennetleri hak ederler. İşte bu azim/büyük bir başarıdır, kurtuluştur, kazançtır.

Bazı mü’minler canlarını, karşılığında Cennet almak üzere Allah’a satarlar. O’nun yolunda ölürler veya öldürülülerler. Bu alışverişten sevinç duyulacak alış veriş büyük bir başarı/kurtuluştur. (Tevbe 9/111)

İman ederek ve Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle hareket edip Allah’ın veliliğini (yakınlığını/dostluğunu) kazananlar dünyada da ahirette de müjdeye kavuşurlar. Bu onlar için büyük bir başarı/bahtiyarlıktır. (Yûnus 10/64)

Âhirette azaba uğramamak, Cehennem azabından kurtuluş; işte bu büyük bir başarı ve zaferdir. (Saffât 37/60)

Kıyâmet gününde kendilerine merhamet edilerek korunanlar şüphesiz büyük bir ödüle, büyük bir başarıya/kurtuluşa kavuşmuşlar demektir. ( Mü’min 40/9)

Cennetlikler bir daha ölüm tadmazlar. Allah (cc) onları kendi lütfuyla Cehennem azabından korur. Bu da cennetlikler için büyük bir kurtuluştur, başarıdır. (Duhan 44/57)

Üç yerde “fevzen azimen-bir büyük başarı/zafer”

Bazıları “Eğer Allah'tan size bir lütuf erişirse -sanki sizinle onun arasında (zahiri) bir dostluk yokmuş gibi; "Keşke onlarla beraber olsaydım da ben de büyük bir başarı kazansaydım" der.” (Nisa 4/73)

“Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğru söz söyleyin. (Böyle davranırsanız) Allah işlerinizi düzeltir ve günahlarınızı bağışlar. Kim Allah ve Resûlüne itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur. (Ahzab 33/70-71)

“(Bütün bu lütuflar) mü’min erkeklerle mü’min kadınları, içinde ebedi kalacakları, zemininden ırmaklar akan Cennetlere koyması, onların günahlarını örtmesi içindir. İşte bu, Allah katında büyük bir kurtuluştur (fevzen azimen).” (Fetih 48/5)  

 

2b-Hadislerde fevz;

Fevz kavramı çeşitli hadislerde de yer almış olup bu rivayetlerde şehitlik, cehennem azabından kurtulma, cömertlik ve adalet fevz olarak kabul edilmiştir. (Bebek, A. TDV İslâm Ansiklopedisi, 12/506)   

Âmir kabilesinin başkanı Ebu Berâ İslâma ilgi duyan, müslümanlara sempati ile bakan bir kimseydi. Uhud savaşından bir müddet sonra Medine’ye gelerek Peygamber’den kendilerine İslâmı öğretecek öğretmenler (mürşidler) göndermesini istedi. Peygamber (sav) genel durumun pek güvenli olmadığı gerekçesinden hareketle bu teklife sıcak bakmıyordu. Ancak Ebu Berâ gönderilecek kişilerin kendi himayesinde olacaklarını söyledi ve can güvenliğine dair garanti verdi.

Bunun üzerine Allah’ın Rasûlü çoğu Ensar’dan ve Suffe Ashabından olan kırk  eğitimli kişiyi onlara gönderdi. (İbni Hişam, Siyer 3/194) Bu irşad grubu Maûne kuyusunun başına gelince aynı kabileden Amir b. Tufeyl, Zekvan, Rı’l ve Usayyah kabilelerden topladığı silahlı adamlarla onları pusuya düşürdüler ve birisi hariç hepsini şehit ettiler. (İbni Hişam, Siyer 3/193-199 Buhârî’de bu sayının yetmiş olduğu söyleniyor. Bakınız Buhârî, Cihad/9 no: 2801, Meğâzi/29 no: 4091. Müslim İmare/147 no: 1903)

Bu fâcia günü baskın yapanlar arasında bulunan Cebbâr bin Sülmâ kendisini İslâm’a davet eden Âmir bin Fuheyre’ye mızrağını saplamış. Mızrak göğsünü delip geçmiş ve o bu haldeyken “Ka’be’nin Rabbine yemin olsun ki kazandım (muradıma erdim-füztü)” demişti. (İbn-i Hişâm, Siyer 3/186)

Peygamber (sav) bir adamın şöyle dua ettiğini işitti: “Ey Allahım! Senden nimetin tamamını isterim.” Peygamber ona “nimetin tamamı nedir?” diye sordu. Adam; “O bir duadır, hayrı umarak onunla dua ettim” dedi. Peygamber şu cevabı verdi: “Nimetin tamamı cennete dahil olmak, Cehennemden kurtulmaktır (fevz bulmaktır)…” (Tirmizî, Deavat/93 no: 3527)

Abdullah b. Abbas (ra) Peygamber’in gece namazdan sonra şu duayı yaptığını işittim dedi. (Uzun olan bu duanın bir bölümü): “… Allahım! Senden kaza anında ‘fevz’, şühedânın makamını, mutluluların hayatını ve düşmanlara karşı yardım isterim…”  (Tirmizî, Deavat/30 no: 3419)

Ebu Said el-Hudrî’den Peygamber (sav) buyurdu ki: “Kim her gece Kur’an’da on âyet okursa gafillerden yazılmaz. Kim yüz âyet okursa saygıyla boyun eğenlerden (kanitîn’den) yazılır. Kim de ikiyüz âyet okursa kurtulanlardan/umduğuna nail olanlardan (fâizîn’den)  yazılır.” (Darimî, Fedâilu’l-Kur’an/29 no: 3460)

 

3-İnkâz;

‘İnkâz’ın aslı ‘n-ka-ze’ fiilidir. Bu da bir vartadan, kurtulması zor olan bir durumdan kurtulmak, necat bulmak demektir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 767)

İf’al (geçişli) kalıbından ‘inkâz’; kurtarmak, necat vermek, halas etmek manasına gelir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 14/335)

Kur’an’da beş âyette fiil olarak geçiyor:

“Dilesek onları suda boğarız. O zaman ne onların imdadına koşan olur, ne de onlar kurtarılırlar (yünkezûne).” (Yâsîn 36/43) İbni Abbas’a göre âyet, “benim azabımdan onları kimse kurtaramaz” anlamındadır. (el-Hâzin, Muhammed b. İ. Tefsir 4/9)

 “Ey insanlar! (Size) bir misal verildi; şimdi onu dinleyin: Allah'ı bırakıp da yalvardıklarınız (taptıklarınız) bunun için bir araya gelseler bile bir sineği dahi yaratamazlar. Sinek onlardan bir şey kapsa, bunu ondan geri de alamazlar/onu kurtaramazlar (yestenkızûnehu). İsteyen de aciz, kendinden istenen de!” (Hac 22/73)

Bu âyetlerde ‘inkâz’ın, dünyada bir kimseyi veya bir şeyi bir yerden, tehlikeden, herhangi bir vartadan kurtarma anlamında kullanıldığını görüyoruz.

 “Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişileridiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı (fe-enkazekum). İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” (Âli İmran 3/103)

            ‘Ateş çukuru’, manevi körlüğün kaçınılmaz sonucunu anlatan mecazi bir ifade. Karşılıklşı düşmanlığın hatırlatılması; insanın sadece Allah’ın rehberliği sayesinde kurtulabileceğini hatırlatmak içindir. (Esed, M. Kur’an Mesajı, 1/110)

İnsan Allah’tan gelen hidâyete tabi olursa nihâi anlamda kendini kurtarabilir. (Bakınız: Bekara 2/38. Tâhâ 20/123)

            Hidâyetten mahrum kalmak ateş çukuruna düşmek gibidir. Âyet âhiretteki Ateş’e de işaret etmiş olabilir. Peygamberin sahabeleri kendilerine sunulan daveti kabul edip doğru yolu buldular. Sapıklıktan, uydurma tanrılara ibadet etmekten, isyan ve günahtan böylece uzaklaştırlar. Âlemlerin Rabbine kulluk yaparak dünyada cehennem gibi bir hayat yaşamaktan, ahirette Cehennem ateşine düşmekten kurtulacakları ümit edilir.   

Peygamber (sav) kendi yaptıkları yüzünden Cehennemi hak etmiş birini kurtaramaz. Kur’an’da şöyle deniliyor:

 “... (Resulüm!) Hakkında azap hükmü gerçekleşmiş kimseyi ve ateşte olanı sen mi kurtaracaksın (tünkızu).” (Zümer 39/19)

Günahkârların ölüm gelmeden önce içten (nâsuh) tevbelerinin Allah tarafından kabul edildiğini bildiren pek çok ayetler karşısında burada mutlak azaba mahkumiyetin, tevbe etmeden ölenler ve böylece kendilerini ateşe atanlar ile ilgili olduğu açıktır. (Esed, M. Kur’an Mesajı, 3/940)

Allah (cc) bir şehir halkına elçiler gönderdi. O şehir halkı ise, gelenlerin kendileri gibi beşer (insan) olduğunu ileri sürerek, onlara uğursuz dediler ve inanmadılar, hatta onları taşlayarak kovmakla tehdit ettiler. Aralarından aklı başına birisi; onlara, kendilerinden bir ücret istemeyen, doğru yolda olan bu elçileri dinleyip uymalarını tavsiye etti. Arkasından da: “O'ndan başka tanrılar mı edineyim? O çok esirgeyici Allah, eğer bana bir zarar dilerse onların (putların) şefaati bana hiçbir fayda vermez, beni kurtaramazlar (yünkızûne)” (Yâsîn 36/23) dedi.

            Buna göre ilâh (tanrı) zannedilen putlar dünyada bir fayda sağlamayacakları, başa gelebilecek zararları gideremeyecekleri gibi, âhirette de şefaat edemezler (yararlandırmak üzere aracı olamazlar).  Onlar âhirette kendilerine kulluk edenleri ne hesabın zorluğundan, ne de Cehennem azabında kurtarabilirler.

Şu hadiste ‘inkâz’ Ateş (Cehennemden) kurtulma anlamında kullanılıyor.

Ebu Hurayra (ra) anlatıyor: “Yakın akrabaları uyar” (Şuarâ 26/214) âyeti inzal olunca Peygamber (sav) Kuryş’i davet etti. Onlar da toplandılar. Peygamber (sav) onlara şöyle dedi: “Ey Kâ’b b. Lüey oğulları! Kendiniz Ateş’ten kurtarınız (inkızû). Ey Ey Mürra b. Kâ’b oğulları! Kendinizi Ateşten kurtarınız. Ey Abd-i Şems oğulları! Kendinizi Ateş’ten kurtarınız. Ey Abd- Menaf oğulları! Kendinizi Ateşten kurtarınız. Ey Abdulmuttalib oğulları! Kendinizi Ateşten kurtarınız. Ey Haşim oğulları! Kendinizi Ateşten kurtarınız. Ey Fatıma! Kendini Ateşten kurtarmaya bak. Benim Allah’ın yanında senin için bir şey yapmaya gücüm yetmez...” (Müslim, İman/89 no: 501-504)

‘İnkâz’ bir hadiste  tehlikeden, ölümden kurtarma anlamında kullanılıyor. (Bakınız: Buhârî, Cihad/9 no:2801)

 

4-Selâm

‘Selâm’ın kökü ‘se-li-me- fiilidir. Bu da dış afetlerden, belâ ve dertlerden uzak olmak demektir. Selâm ise; Türkçede bilinen selâm manası yanında, selâmet manasına da denir. Bu da Türkçedeki kurtuluş anlamı gibidir. Gerçek selâmet âhirette mü’minlerin nail olacakları selâmettir. Zira yok olmayacak bir kalıcılık, fakirliği olmayan zenginlik, zelilliği olmayan izzet, hastalığı olmayan sağlık orada olacaktır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 350) Nitekim Kur’an şöyle diyor:

(Allah'tan korkup-sakınan) takva sahipleri, mutlaka cennetlerde ve pınar başlarında olacaklar.Oraya emniyet ve selâmetle girin" (denilir, onlara).” (Hıcr 15/46)

            Bundan dolayı Cennetin bir adı da kendisine selâmetle girilen “Dâru’s-selâm”dır.

“Rableri katında onlara daru’s-selam-selamet yurdu (cennet) vardır.Ve yapmakta oldukları (güzel) işler sebebiyle Allah onların dostudur.” (En’am 6/127)

“Allah kullarını dâru’s-selâma-selâmet/esenlik yurduna çağırıyor ve O, dilediğini doğru yola iletir.” (Yûnus 10/25)

Cennetliklere rablerinden selâm vardır: “Bir selâm, Rahim olan Rabden bir söz olarak” Yâsîn 36/58)

Ya da selâm ile karşılanacaklar: “Sabretmenize karşılık selâm sizlere...” (Ra’d 13/24)

Buradaki selâmın meleklerden sözlü, Allah’tan fiili olduğunu, yani âhirette mü’minlere cennetteki selâmetin bahşedilmesi şeklinde olduğunu düşünebiliriz. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 350)

Denildi ki: Ey Nuh! Sana ve seninle beraber olan ümmetlere bizden selâm ve bereketlerle (gemiden) in! Kendilerini (dünyada) faydalandıracağımız, sonra da bizden kendilerine elem verici bir azabın dokunacağı ümmetler de olacaktır.” (Hûd 11/48)

Burada Tufan’dan sonra Nûh’un (as) gemiden selâmetle, güvenle, tehlikelerden uzak bir şekilde indiğini anlıyoruz.

Allah (cc), kendi rızasına uyanları Kur’an ve Hz. Muhammed’le ‘selâm yollarına’ ulaştırır, o insanları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır.

Ey ehl-i kitap ! Resulümüz size Kitap'tan gizlemekte olduğunuz birçok şeyi açıklamak üzere geldi; birçok (kusurunuzu) da affediyor. Gerçekten size Allah'tan bir nur, apaçık bir kitap geldi.

Rızasını arayanı Allah onunla kurtuluş (selâmet) yollarına (sübülü’s-selâm’a) götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa çıkarır, dosdoğru bir yola iletir. (Maide 5/16) Âyette geçen ‘selâm’ kurtuluş olarak çevrilse de bu onun manalarını yeterli biçimde yansıtmaz.

Selâmet yollarına iletme tanımlaması, insanın hem maddi hem de manevi her türlü kötülükten emin olması ve iç huzuru bulmasıdır.

Kur’an insanın selâmet ve mutluluğunu sağlayan bir rehberdir. Hayatını onunla inşa eden dünyada huzur, güven ve mutluluk dolu bir hayat sürer; sapıklık, küfür, nifaktan kurtulur. Günah, hata, zulüm, kötülük, zarar veren ve insanın mutsuzluğuan sebep olan şeylerden uzak olur. Âhirette ise kurtuluşa erenlerden olur.

Şu âyette de cahiller için selâmet dileğini görüyoruz.

Ey Muhammed! Şimdilik sen onlara aldırma ve: “Size selâm olsun” de. Onlar yakında bilecekler.  (Zuhruf 43/89. Bir benzeri: Furkan 25/63. Kasas 28/55) Âyet zahiren “onlara selâm ver” denildiğini ifade etse de hakikatte Allah’tan onları selâmete kavuşturması dileğini kasdediyor.  (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 350)

 

5-İcâre

‘İcâre’nin aslı masdarı ‘câr’ olan ‘câ-re’ fiilidir. O da sözlükte; birinden himaye edilmeyi, sığınılacak bir yer verilmesini istemek, kurtarılmayı isteyeni himaye etmek,  sığınılacak yer vermek, korumak veya kurtarmak, meyleymek ve cevretmek anlamlarına gelir.

“ecertu fülânen”; yani onu himaye ettim, korudum, yardımda bulundum demektir. (el-Cevzî, Ali b. M. Zâdu’l-Mesîr;  s: 980. Şevkânî, Ali b. M. Fethu’l-Kadîr, s: 1161)

 ‘Câr’ kelimesinde ağırlıklı olarak ‘yakınlık’ manası vardır.

‘Câr’daki yakınlık anlamından hareketle yoldan saptı, doğru yoldan meyletti manasına ulaşıldı. Her türlü haktan eyletme hakkında kullanılır oldu. Buradan hareketle  zalimce, adaletsiz  ve zorbaca hükmetme anlamına gelen cevr’ kullanımı doğmuştur. Nitekim Ra’d 4.deki ‘câir’, yoldan sapan manasına gelir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 145)

Cevr, aynı zamanda adaletin ortadan kalması, başkasına zulüm, meyletmek, asıl maksattan sapmak, yoldan çıkmak demektir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 3/236) Şu ayette geçtiği gibi.

Yolun doğrusu Allah'ındır. Yolun eğrisi de (câir-yoldan sapan da) vardır. Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.” (Nahl 16/9)

Bu kökten gelen ‘câr’; evi yakın olan komşu demektir. (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 3/236) Bu bağdaşık kelimelerdendir. Bir kimsenin başkasına komşu olması ancak ötekinin ona komşu olması ile mümkündür. Hakkı büyük ve önemli olan, ya da başkasının hakkını önemli gören herkes ‘câr’ kelimesi ile anlatılır. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 145)

Kur’anda bu manâda kullanılıyor. (Bakınız: Nisâ 6/36 (iki defa). Enfal 8/48)

‘Câre’ fiili fâale (ortaklık) kalıbından ‘câvere’; komşusu olmak, birlikte oturmak demektir. Şu âyette bu manâda geçiyor: “Andolsun, münafıklar, kalplerinde hastalık bulunanlar (fuhuş düşüncesi taşıyanlar), şehirde kötü haber yayanlar (bu hallerinden) vazgeçmezlerse, seni onlara musallat ederiz (onlarla savaşmanı ve onları şehirden sürüp çıkarmanı sana emrederiz); sonra orada, senin yanında ancak az bir zaman kalabilirler (yucâvirûneke).” (Ahzâb 33/60)

‘Care’ fiili istif’al (istek) kalıbından ‘isticâre’; eman verilmesi, korunmasını veya himaye edilmesini istemek, sığınmak anlamlarına gelir. Bir âyette geçiyor.

Ve eğer müşriklerden biri senden aman dilerse (istecâreke), Allah'ın kelamını işitip dinleyinceye kadar ona aman ver (ecirhu), sonra (müslüman olmazsa) onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. İşte bu (müsamaha), onların, bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır. (Tevbe 9/6)

İf’al (geçişli) kalıbından ‘icâre’; kurtarmak, himaye etmek, eşyayı korumak, eman vermek demektir. Konumuz açıdından üzerinde durduğumuz anlam budur.

“Eğer biliyorsanız (söyleyin), her şeyin melekutu (mülkiyeti ve yönetimi) kendisinin elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan (yücîru), fakat kendisi korunmayan (buna muhtaç olmayan-yucâru) kimdir? diye sor.” (Müminûn  23/88)

‘İcâre’; insandan (bir şeyin) men edilmesidir. Buradaki anlam; Allah (cc) insanı bir şeyden men ederse, kişi o konuda hiç bir şey yapamaz. Ona bir şeyi murad ederse de kimse ona engel olamaz. Bunun gibi diğer durumlarda da O’nun kudreti insanları kurtarmaya yeter. (İbni Atiyye, M. A. el-Muharriru’l-Vecîz, s: 1337. el-Cevzî, Ali b. M. Zâdu’l-Mesîr;  s: 980)

Allah (cc) dilerse birine yardım eder, dilerse buna engel olur. Hiç kimse başkasını Allah’ın azabından kurtaramaz. Ona yardıma ve nusret vermeye gücü yetmez. (Şevkânî, Ali b. M. Fethu’l-Kadîr, s: 1161)

Şüphesiz ki Allah’ın yardımı kulların yaptıklarına ve dualarına göredir. Bir kişi Allah’a hakkıyla kulluk eder, O’ndan yardım dilerse, Allah (cc) ona hem dünyada hem de âhirette yardım eder. Bütün insanlar bir araya gelseler buna engel olmazlar. Tersi de söz konusu. Azabı hak eden birine dünyada ve âhirette başkaları et atamaz. Bu konulardaki hakikat: “Lâ havle vela kuvvete illa billahi’l-azîm-Güç ve kuvvet sadece azim olan Allah’a aittir.”

Bu gerçek bir hadiste de dile getiriliyor. Abdullah b. Abbas (ra) Peygamber’in (sav) kendisine şöyle dediğini anlatıyor: “Delikanlı! Sana bazı sözler öğreteceğim: Allahı(n hakkını) koru ki Allah da seni korusun. Allahı(n hakkını) gözet ki Onu hep yanında bulasın. Bir şey istediğinde Allahtan iste. Yardım dilediğinde Allahtan yardım dile. Şunu bilmelisin ki, bütün toplum (varlık alemi) bir konuda senin yararına bir şey yapmak için bir araya gelse ancak Allah yazmışsa sana destek verebilirler. Yine bütün toplum sana zarar vermek için bir araya gelse ancak Allah yazmışsa sana zarar verebilirler. Zira kalemler kaldırılmış, sayfalar kurumuştur.”  (Tirmizî, Sıfâtul-Kıyâme/59 no: 2516)

İnsanı azaptan sadece ve sadece Allah kurtarır.

 “(İman eden cinler) Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine uyun. Ona iman edin ki Allah da sizin günâhlarınızı bağışlasın ve sizi acı bir azaptan korusun (yucirkum).

Allah'ın davetçisine uymayan kimse yeryüzünde Allah'ı aciz bırakacak değildir. Kendisi için Allah'tan başka dostlar da bulunmaz. İşte onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler. (Ahkaf 46/31)

Buradaki azaptan kasıt Cehennem ateşidir. Allah (cc) Cennet ve mağfireti hak edenlere Cehennem azabından uzak eyler.    

Allah (cc) peygamberi aracılığıyla kendisinden başka sığınılacak, yardımı istenecek, himayesi talep edilecek kimse olmadığını söylüyor.

“De ki: Benim size, ne zarar verme ne de (zorla) yola getirme gücüm var. 

De ki: Gerçekten (bana bir kötülük dilerse) Allah'a karşı beni kimse himaye edemez, O'ndan başka sığınacak (yucîranî) kimse de bulamam.” (Cin 72/21-22)

Mekkeli müşrikler hz. Muhammed’e davasından vazgeçerse onu düşmanların karşı koruyacaklarını söylüyorlardı. (el-Cevzî, Ali b. M. Zâdu’l-Mesîr;  s: 1481) Âyetin onlara cevap olarak indiği söyleniyor. Böylece Peygamberin Allah’tan başkasına kulluk etmesinin söz konusu olmayacağı, onun kendisine verilen ilâhi emir ve mesajları tebliğ etme görevini yerine getirmekten başka amacı olmadığı ifade ediliyor. (Heyet, Kur’an Yolu, 5/403)

Bir kimse Rabbine fütursuzca isyan edip azabı hak etmişse onu Allah’tan başka kimse engelleyemez.

 “De ki: Allah beni ve beraberimdekileri (sizin istediğiniz üzere) yok etse veya (öyle olmayıp da) bizi esirgese, (söyleyin bakalım) inkârcıları yakıcı azaptan kurtaracak (yucîru) kimdir?” (Mülk 67/28)

Allah (cc) dilerse Peygamberine ve ona iman edenlere merhamet eder, bağışlar, dilerse yok eder. Bu O’nun bileceği bir işdir. Fakat bu durumda inkârcıları hak ettikleri azaptan kim kutarabilir? Bu azaba karşı kim onları himaye edebilir ki? Mekkeli müşrikler hz. Muhammed’in ölümünü istiyorlar, bunu açıktan dile getiriyoırlardı (Tûr 52/30-31). Hatta onu öldürmek üzere tuzak kuruyorlardı. (Enfal 8/30) Bu şekilde ondan ve davetinden kurtulacaklarını sanıyorlardı. Bu âyetler onların niyetlerine ve beklentilerine bir cevaptır. Peygamber’in eceli gelince ölmesi müşriklere, kâfirlere bir fayda sağlamaz. Onları acıklı bir azaptan kurtaracak bir güç de yoktur. (Heyet, Kur’an Yolu, 5/349) Ta ki kendileri hidâyet bulup Allah’a hakkıyla kulluk edinceye kadar.

            Bu âyetlerde ‘icâre’de kurtarma, himaye etme, sığınma anlamlarının içiçe olduğunu;  onun dünyadaki kurtarmayı ve himayeyi anlatmakla birlikte, daha çok âhiretteki korumayı ve azaptan kurtarmayı ifade ettiğini söyleyebiliriz.

 

6-Felâh:

‘Felâh’ın kökü ‘fe-la-ha’ filidir. Bu da Arapça’da yarmak, tarlayı sürmek demektir. Buradan haraketle çiftçilere, ekincilere ‘fellah’ denmiştir.  Felâh’ın asıl ve maddi anlamı yarmaktır. Diğer anlamlar bundan kaynaklandığı söyleniyor.

Felâh, felh ve felâh şeklinde mastar ve isim halleriyle kullanılır. Sözlükte başarı, kurtuluş, zafer, nimet ve hayırda/rahatta devamlı olma (İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 11/216. Firuzâbâdî, Muhammed Y. Kâmûsu’l-Muhîd, s: 234), arzu edileni elde etme, istenilen şeye veya itiyaç duyduğu bir şeye kavuşma demektir.  (Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 578)

Felâh;  arzu edilen şeyleri elde etme, istenmeyen şeylerden kurtulma, refah ve saadet içinde bulunma gibi anlamlara da gelir.

‘Felâh’; zafer, necat, halâs ve fevz kelimeleriyle eş anlamlı kabul edilir.

Kelime zaman açısından devamlılık anlamı taşır ki bu da zamanı yararak içinde karar kılmaktır. Bu anlamı ile bağlantılı olarak orucun devam etmesine sebep olduğu için sahur yemeğine (Ahmed b. Hanbel,  4/272),

ezanda ve kâmette geçtiği üzere hayrın devamına ve ebedi kurtuluşa vesile olduğu için cemaatle namaza da felâh denir. (Müslim, Salât/3, 17 no: 842, 850. Nesâî, Ezân/3, 5-6 no: 630, 632-634)

Râgıb el-İsfahânî felahı dünyevî ve uhrevî olmak üzere ikiye ayırdıktan sonra birincisini dünya hayatını güzelleştiren uzun ömür, zenginlik, şeref ve bunların kazandırdığı mutluluk olarak yorumlamış, uhrevî saadeti de şu dört şeyle özetlemiştir: Ölümsüz bir ömür, hiçbir ihtiyaç unsuru taşımayan zenginlik, zillet şaibesinden arınmış bir şeref ve cehil karanlıklarından kurtulmuş bir ilim. (Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 579 )

Felâh günlük hayatta elde edilebilecek bir başarı manâsına da gelir. (Tâhâ 20/64)

Hadislerde felâh kişinin tedavi sonrasında hastalıktan iyileşmesi (Ahmed b. Hanbel, 4/427, 430. Ebû Dâvûd, Tıb/7 no: 3865), 

Allah’ın affına ve afiyete mazhar olma, O’nun rızâsını elde etme”   (Ahmed b. Hanbel, 1/257, 3/127)  anlamlarında kullanılmış.

Allah’ın birliğine inanıp şirkten uzak duran (Ahmed b. Hanbel, 3/492, 4/341),

Hz. Peygamber’in yolundan giden (Ahmed b. Hanbel, 2/188) ve fitneden uzak kalabilen (Ahmed b. Hanbel, 2/441) müminlerin felâha erecekleri müjdelenmiştir.

“Memnun edici ve iyi durumu olan şeyde zafer” gibi manaları göz önünde bulunduracak olursak felâhın “razı edici bir duruma ulaşma ve bu hal üzere baki kalma” anlamı taşıdığını söyleyebiliriz. (Günaydın, Canan F. Kur’an’da Kurtuluş, s: 15)

Felâh kavram olarak, kişinin dini ve ahlâkî yükümlülüklerini yerine getirmesinin sonucunda dünyada elde edeceği başarı ve mutlulukla âhirette ulaşacağı ebedî kurtuluş ve saadeti ifade eder. İnsanın böyle bir sonuca ulaşabilmesinin, karşısına çıkan bütün engelleri aşması şartına bağlı olduğu dikkate alınırsa felâhın sözlük anlamı ile terim anlamı arasındaki bağlantı anlaşılır. (Günaydın, F. Candan, Kur’an’da Kurtuluş, s: 17-18)

‘Felaha’ fiilinin if’al (geçişli) kalıbı ‘eflaha’; istediğini elde etmek, korktuğu şeyden, gam ve zorluklardan kurtulmak, nimet ve rahatta sürekli olmak anlamlarına gelir. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât s: 578)

‘Eflaha’ fiilinin fâil (özne) kalıbı ‘muflih’tir . Bu da felâha ulaşan, ebedî saadete eren demektir.  

Felâh genellikle, âhiret hayatında cehennemden kurtulup cennete girmeyi ve Allah’ın rızâsını elde etmeyi, necat ise daha çok sonuçları dünyada görülebilecek  başarıları, zorluktan kurtulmayı ifade etmektedir.

 

-Kur’an’da kurtulma (felâha erme) fiili

Kur’an felâh kavramını, daha çok âhiretteki kurtuluşu anlatırken kullanıyor.  

Felaha fiili Kur’an’da kırk yerde geçiyor. Bunların bir kısmı dünyada iken herhangi bir tehlikeden kurtulmayı, ya da zor bir durumdan uzaklaşmayı, çoğu ise âhirette arzu edilene nail olmayı ve nihâi kurtuluşu, murada ermeyi anlatıyor.

Ashab-ı Kehf’den birisi diğerlerine şöyle dedi:

Şimdi siz birinizi şu gümüş para ile kente gönderin de baksın; (şehir halkından) hangisinin yiyeceği daha temiz ve lezzetli ise ondan size bir rızık getirsin. Ayrıca, çok nazik davransın (da dikkat çekmesin) ve sizi hiçbir kimseye sakın sezdirmesin.”

Çünkü onlar sizi ele geçirirlerse ya taşlayarak öldürürler, yahut kendi dinlerine döndürürler. O zaman da bir daha asla kurtuluşa eremezsiniz (lâ tuflihû).” (Kehf 18/19-20)

Bu ayette felâhın hem dünyadaki bir tehliken, istenmeyen bir durumdan kurtulmayı, hem de âhirette saadete ermeyi, gerçek kurtuluşu, sonsuz nimete kavuşmayı anlattığını söyleyebiliriz.

Felâh’tan bahseden âyetler ağırlıklı olarak felâh için gerekli şartları ihtiva eder. Bir kısmı Allah’ın kurtuluşa erdirmeyeceği kimselerin, bir kısmı kurtuluşa erenlerin özelliklerini verir, bir kısmı şartlı olarak kurtuşun yollarını gösterir. Şöyleki:

Dört âyette ‘eflaha-kurtuldu, umduğuna erişti’ şeklinde geliyor. Bunlardan bir tanesi dünyalık bir başarıyı (Tâhâ 20/64), diğerleri âhiretteki felâhı haber veriyorlar.

Mü’minûn Sûresi bu fiil ile başlıyor ve mü’minlerin felâha erdiğini haber veriyor. Namazlarını huşû ile ve devamlı şekilde kılan, boş sözlerden kaçınıp faydasız işlerle meşgul olmayan, ırz ve namuslarını koruyan, emânete riayet edip ahde vefa gösterenler mutlaka felâha ererler.  (Mü’minûn 23/1-7. Bir benzeri: Meâric 70/29-31)

Bu âyetlerde ‘umulur ki’mü’minlerin kurtulacağı (felâha ereceği) ‘umulur ki’ ifadesiyle değil kesinlik bildiren edatla haber veriliyor. Onlar Allah’ın emrine uyarak bir kulun alması gereken tavrı alırlar, yapılması istenen kulluğu yapmışlardır.

Kendilerini küfür ve günah gibi kötülüklerden arındırmış olanlar da felâha ererler. Doğrusu felaha ermiştir temizlenen, Rabbinin adını anıp O'na kulluk eden.” (A’la 87/14-15)

“Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verene, Sonra da ona kötülük ve takva kabiliyetini verene yemin olsun ki, Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa (felâha) ermiştir, Onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir.” (Şems 91/7-9)

Onbir âyette “laallekum tüflihûn-umulur ki felaha erersiniz” şeklinde geliyor.

Bu âyetlerde bazı emirler, tavsiyeler ve ölçüler veriliyor. Âyetlerdeki umulur ki” ifadesinin bu emirlerden sonra mutlaka yer almış olması, söz konusu emir ve nehiylerin dikkate alındığı takdirde bir kurtuluş olabileceğini ifade eder. Yani insan bu emirleri yapmaya ve yasaklardan sakınmaya çalıştığı takdirde onun  kurtuluşu umulur. Bunların gerçekleştirilmesi kurtuluş (felah) için birer sebep olup sonuç değildir.

Bu demektir kurtuluşun recetesi bu ve benzeri âyetlerdeki ilâhi ölçülere uymaktır. Yoksa kendisi gibi beşer olan ve rahmete muhtaç, kurtulup kurtulmayacağı henüz belli olmayan kişiler değil.

-rukû’ ve secde edenlerin, Rabblerine ibadet edenlerin ve hayır işleyenlerin (Hac 22/77),

-Allah’tan hakkıyla korkup-çekinip, O’na yaklaşmaya sebep arayanların ve O’nun yolunda cihad edenlerin (çok çalışanların) (Mâide 5/35),

-Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle hareket edenlerin (Bekara 2/189),

-tefecilik veya faizlil işlemlerden uzak duranların (Âl-i İmrân 3/130),

-Allah yolunda sabredenlerin, o yolda bir nöbetçi gibi hazır olanların (ribat yapanların) ve Allah’tan korkup-sakınanların (Ali İmran 3/200),

-şeytan işi olan sarhoşluk veren şeylerden, şans oyunlarından, putperestçe uygulamalardan, kâhinlikten uzak duranların (Mâide 5/90),

-Allah’tan hakkıyla-korkup sakınanların (Mâide 5/100),

-Hesap gününde tartıları (sâlih amelleri) ağır gelenlerin (A’raf 7/8),

-Allah’ın nimet verici olduğun hatırlayıp gereğini yapanların (A’raf 7/69),

-Allah’ı sık sık zikredenlerin, hayatlarının hiç bir anında O’nu unutmadan hareket edenlerin (Enfal 8/45. Cumua 62/10),

-Allah’ın emirlerine uygun hareket etmeye çalışan ve işlediği günahlardan dolayı tövbe eden kadın ve erkek müminlerin  ve gönülden Allah’a yönelenlerin (Nûr 24/31) muflihûn olacakları (kurtulacakları, umduklarına kavuşacakları) umulur.

Bir âyette; “Fakat tevbe eden, iman edip salih amel işleyen kimseye gelince, umulur ki o felâha erenler arasında olur” deniliyor. (Kasas 28/67) Burada ‘le’allekum’ yerine ‘a’sa-umulur ki’ edatı kullanılmış.

Kur’an kimlerin felâha eremeyeceğini de haber verip mü’minleri uyarıyor. Felâh kavramı onbir yerde olumsuz sigasıyla geliyor.  Kurtuluşu engelleyen hususlar sayıldıktan  sonra “bunları yapanlar felâha eremezler” deniyor. Bu âyetler felâha giden yolu adeta tersden gösteriyorlar.

Buna göre; zalimler (En’am 6/21, 135. Yûsuf 12/23. Kasas 28/37),

hakka karşı tuzak kuran büyücüler (Yûnus 10/77. Tâhâ 20/69),

mücrimler (Allah’a karşı çekinmeden suç işleyenler)  (Yûnus 10/17),

inkarda ısrar eden, ya da inkarı kişilik haline getirten kâfirler (Kasas 28/82),

yalan söyleyip Allah’a iftira edenler (Yûnus 10/69. Nahl 16/116),

Hiç bir sağlam delili olmadığı halde Allah’tan başkasına tanrı diye yalvaranlar (Mü’minun 23/117) felâha (mutlu sona) eremezler.

 

  -Kur’an’da muflihûn (kurtulanlar)

Kur’an’da ‘eflaha’nın özne (fail) ismi ‘muflih’ (çoğulu: muflihûn, muflihîn) olarak onüç yerde geçiyor.

‘Muflih’, yani ‘felâha ulaşan, ebedî saadete eren’ kelimesi Kur’ân’da çoğul şekliyle (müflihûn) bir övgü ifadesi olarak sadece müminler hakkında kullanılmaktadır. Bu da genellikle, âhiret hayatında cehennemden kurtulup cennete girmeyi, böylece sonsuz kurtuluşu ve mutluluğu, Allah’ın rızâsını elde etmeyi ifade eder.

‘Felâh’ kavramı geçtiği âyetlere baktığımız zaman kimlerin hangi sâlih amelleri işleyerek Hesap Günü kurtulacağını, ya da kimlerin felaha eremeyeceğini anlarız. Kişi için kurtarıcı kim ve nelerdir bu âyetlerde bellidir. Şöyle ki:

-hayatını ğayba iman edip namaz kılarak, kendilerine ihsan edilen nimetlerden başkalarına da infak ederek, önceki kitaplara ve Kur’an’a, âhiret gününe kesinlikle inanmak suretiyle geçirenler (Bakara 2/2-5),

-insanları hayra çağırıp iyiliği ma’rufu) tavsiye eden ve kötülüklerden (münkerden) alıkoymaya çalışanlar (Âl-i İmrân 3/104),

-içki, kumar, şirk, fal ve şans oyunları gibi şeytanî tuzaklardan uzak duranlar (Mâide 5/90),

-işledikleri salih ameller sebebiyle Mizan’da tartıları ağır gelenler (A’raf 7/7. Mü’minun 23/102)

-Peygamber’e inanıp ona saygı gösteren, ona yardım eden, onunla gelen Nûr’a tabi olanlar (A’raf 7/157)

-mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler (yoğun çaba gösterenler), kendilerine hayır verilenler (Tevbe 9/88),

-Allah rızasını kazanmak için yakınlarına, muhtaçlara haklarını verenler (infak edenler) (Rûm 30/38)

-namazı kılan, zekât veren âhirete yakinen iman eden muhsinler (Lukman 31/4-5),

-Allah’ın kendilerinden razı olduğu, onların da Allah’tan razı oldukları hizbullah (Allah’tan yana) olanlar (Mücadile 58/22),

-nefsinin cimriliğinden sakınıp, muhtaç olsalar da başkalarını kendilerine tercih edenler (Haşr 59/9. Teğâbûn 64/16),

Allah’ın ve Elçi’sinin verdiği hükümler için “işittik ve itaat ettik” diyen mü’minler (Nûr 24/51) felâha erenlerdir (muflih olanlardır), yani umduğuna nail olanlar, kavuştuğu nimette devamlı sahip olanlardır.

Bu âyetlerin hepsinde kurtulacak olanlar ‘muflihûn’ olarak geçiyor.

 

-Kurtuluşun vesileleri

Yukarıda, kurtuluşu ifade eden kavramların geçtiği âyetlerde, kimlerin hangi şartlarda kutulabilecekleri, hangi amellerin insanı kurtaracağı, hangi amellerin insanı dünyada ve âhirete bedbahtlığa, azaba sebep olacağı görülüyor.

Kur’an bunların yanında bazı somut eylemleri (amelleri), yani ibadet olan davranışları  felâha götürecek sebepler olarak sayıyor. İşte bir kaç örnek.

 

1-İman ve sâlih amel:

Vahiy, samimi bir imana sahip olmanın yanında, bu imanın sonucu her güzel ve faydalı işin (sâlih amelin) hayata geçirilmesine de önem vermekte, dünya ve âhiret mutluluğunun bunların uyumuna bağlı olduğu haber vermektedir. İslâmı din olarak kabul etmenin hedefi; sağlam imanla birlikte ihlasla ibadet, güzel ahlâkla dünya ve âhiret mutluluğunu kazanmaktır. Bunlar zaten insanın kurtulması için gerekli olan şeylerdir.

Mutlak mutluluğu haber veren âyetlerde iman ve sâlih amel beraber geliyor. Kur’an bir amelin Allah katında değer taşıyabilmesi için sahih bir iman temeline dayanması öngörür. (Bakınız: Mâide 5/5. Bekara 2/7. Mâide 5/53. En’am 6/88. Hûd 11/12) Kişi ne kadar iyi, faydalı iş yaparsa yapsın, sahih bir imandan hareket etmedikçe bu yaptıkları onu kurtarmaz.

Kur’an, ‘sâlih amel’i (amelen sâlihan olarak) onaltı âyette, bunun çoğulu olan ‘salihât’ı (amelu’s-sâlihât olarak) da ellibir âyette iman ile birlikte söz konusu ediyor.  Bu da iman ile sâlih amelin içeiçe olduğunu, birbirlerini tamamladıklarını gösterir. Kuvvetli veya sahih bir iman sâlih amel işlemeyi gerektirir. Mü’min sâlih amel işledikçe imanı ve takvası kuvvetlenir. İmanı ve takvası kuvvetli olan bir mü’min daha dindar, daha ahlâklı, daha olgun, daha iyi bir insan olur. Zaten Din’in hedefi de insanların böyle olmasını sağlamaktır.

İslâm samimi bir imana sahip olunması yanında inanılan her güzel ve faydalı işin hayata geçirilmesine de önem vermekte, dünya ve âhiret saadetinin, ebedi kurtuluşun iman ve sâlih amel birlikteliğine bağlı olduğunu kabul etmektedir. 

Dinin ve dindar olmanın amacı samimi bir imanla birlikte ibadet şekilleri, ahlâk kuralları ve insanlar arası münasebetlere dair dinin sunduğu pratikleri uygulamak suretiyle fert ve toplum hayatının huzurunu sağlamak ve ebedî hayatın mutluluğuna ulaşmaktır.

Ancak mutlak kemâlin ve bütün erdemlerin kazanılması uygulamada imkânsız denecek kadar zor olduğundan samimi iman sahiplerinin dinin pratikleri alanındaki eksiklerini zamanla tamamlayacakları beklenir.  (Günaydın, Canan F. Kur’an’da Kurtuluş, )

Görülüyorki Kur’an kurtuluşu iman ve onun pratiği olan sâlih amele, yani müslümanca yaşamaya bağlıyor. Kendilerinde bir güç ve yetki olduğu vahmedilen fani kişilere değil.

 Âyetler kurtuluş için azâmi ve asgari sınırlama getirmemiştir. Çoğu zaman inanıp  sâlih amel işleme (Teğabûn 64/9),

veya takva sahibi olma (Âli İmran 3/102. Zümer 39/61), 

O’nun huzuruna selim (teslim olmuş) bir kalp ile gelme (Şuarâ 26/89) gibi genel ifadelerle konuyu ortaya koyup kurtuluşun bu alanlarda sürekli çaba ile olacağını haber veriyorlar.

Bu açıdan Kur’an insanı ruhen sürekli dinamik  ve canlı tutmaya çalışır. Amellerde gelinen nokta hep daha iyisi için bir basamaktır. Durmak ve yapılanla yetinmek doğru değildir. “Ben şunu yaptım görevim bitti, kurtuluş garanti demeye” âyetler izin vermiyor. (Günaydın, F. Candan, Kur’an’da Kurtuluş Kavramı, s: 72-73)

Kul sâlih amelleri işledikten sonra garantisi olmasa bile bir şeyler ümit edebilir. Daima daha iyi olmaya giderken yapıp etmelerinin Allah’ın rahmetiyle birlikte kurtuluşa vesile olacağını umabilir.

Kur’an iman edip salih amel işleyenleri cennetle müjdeliyor.

Mü’min olarak kim sâlih ameller işlerse;

-Böyleleri cennete girer ve zerre kadar haksızlığa uğratılmaz. (Nisa 4/124. Hac 22/50. Tâhâ 20/112)

-Onlar içlerinde ebediyyen kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetlere konulacaklar ve kendilerine tertemiz eşler verilecek. (Nisâ 4/57. Bekara 2/25. Yûnus 10/9. Tâhâ 20/75-76. Muhammed 47/12. Talak 65/11)

Böyle bir mükâfat Allah’tandır. Zaten O’nun vereceği mükâfat en güzel ödüldür. (Âli imran 3/195)

-Allah’a onlara bağışlama ve büyük bir mükâfatı söz verdi. (Mâide 5/9)

-Allah onlara hak ettiklerini tastamam ve daha ihsanından fazlasını verecek. Başka ilâhlara tapınanlar ise azabı hak edecekler, kendilerini azaptan kurtaracak bir dost ve yardımcı bulamayacaklar. (Nisâ 4/173)

-Âhirette onlar için sonuç güzel olacağı için onlara korku yoktur ve üzülmeyecekler. (Mâide 5/69)

-Onlara müjdeler olsun, varılacak en güzel yurt onlar içindir. (Ra’d 11/29)

-Onlar dünyada işlediklerine karşılık cennete konulacaklardır. (İbrahim 14/23 Hac 22/14, 23, 56. Kehf 18/107. Hûd 11/23)

-Kur'an en doğru yola iletir ve salih amel işleyen müminlere büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler. (İsrâ 17/9. Kehf 18/2)

-Onların ecirleri tastamam verilir , zayi edilmez. (Âli İmran 3/57. Kehf 18/30. Enbiyâ 21/94. Meryem 19/60. Âli imran 3/195)

-Allah onların kötülüklerini örtecek ve yaptıklarının daha güzeli ile karşılık verecek. (Ankebût 29/7. Kehf 18/88. Muhammed 47/2)

-Onlar cennette nimetlere ve sevince mazhar olacaklardır. (Rûm 30/15)

-Allah onları bağışlayacak, lütfundan büyük mükâfat ve bereketli rızıklar verecektir. (Rum 30/45. Fatır 35/7. Sebe’ 34/4. Talak 65/11. Fetih 48/29) Ya da kesintisiz bir mükâfat. (Fussilet 41/8)

-Onlar için, bitmez tükenmez bir mükâfat vardır. (İnşikak 84/25. Benzeri: Tin 95/6. Nisâ 4/15)

-Allah onları rahmetine dahil edecektir. İşte bu onlar için apaçık bir başarıdır/kurtuluştur. (Casiye 45/30. Burûc 85/11)

-Allah tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyerek doğru yolda giden kimseleri bağışlar. (Tâhâ 20/82. Kasas 28/67)

Dünyada sahip olunanlar kişi ölünce dünyada kalır. Kendisiyle birlikte sadece imanı ve amelleri gider. Allah’ın yanında değerli olan ameller ise ‘salihât’ ünvanı kazanan işlerdir. Kur’an bunun apaçık ifadelerle haber veriyor: 

“Mallar ve evlatlar, dünya hayatının süsüdür. Baki kalacak salih ameller ise, Rabbinin katında, sevap olarak da ümit olarak da daha hayırlıdır.” (Kehf 18/46. Bir benzeri: Meryem 19/76)

İman edip salih amel işleyenlerle, hakkı karşı kör, nankör ve isyancı olanlar sonuç, ödül, itibar açısından bir olmaz.

“Yoksa biz iman edip salih ameller işleyenleri, yeryüzünde fesat çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yoksa Allah’a karşı gelmekten sakınanları yoldan çıkan arsızlar gibi mi tutacağız?” (Sad 38/28)

“Kör ile gören, iman edip salih ameller işleyenler ile kötülük yapan bir değildir. Siz pek az düşünüyorsunuz.” (Mü’min 40/58)

“Yoksa kötülük işleyenler, kendilerini, inanıp salih amel işleyenler gibi kılacağımızı; hayatlarının ve ölümlerinin bir olacağını mı sanıyorlar? Ne kötü hüküm veriyorlar!” Casiye 45/21)

Bu dünyada herkes bir şey ile övünür ama Allah katında beşerin en hayırlıları iman edip sâlih amel işleyenlerdir:

“Şüphesiz, iman edip, salih ameller işleyenler var ya; işte onlar yaratıkların en hayırlısıdırlar. Rableri katında onların mükâfatı, içlerinden ırmaklar akan, içlerinde ebedî kalacakları Adn Cennetleridir. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte bu mükâfat Rablerine derin saygı duyanlara mahsustur.” (Beyyine 98/7-8)

Kim kabul edilebilir bir imanın gereği olarak Allah’ın sevdiği ve razı olacağı işler yaparsa Allah onu dünyada da, ahirette tayyibe (hoş/mutlu/mutmain) bir hayat nasip eder.

“Erkek veya kadın, mümin olarak kim iyi amel işlerse, onu mutlaka güzel bir hayat ile yaşatırız. Ve mükâfatlarını, elbette yapmakta olduklarının en güzeli ile veririz.” (Nahl 16/97)

Kim Allah’a, O’nun veliliğine (yakınlığına), rızasına ve sevgisdine, lütuf ve bağışlarına, ödül ve ihsanına kavuşmak istiyorsa, önce mü’min olmalı, sonra da ölünceye kadar sâlih amel işlemeye devam etmeli.

“De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir beşerim. (Şu var ki) bana, İlâh'ınızın, sadece bir İlah olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (Kehf 18/110)

Kim izzet ve şeref istiyor idiyse, bilsin ki, izzet ve şerefin hepsi Allah'ındır. O'na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah'a amel-i salih ulaştırır. Kötülüklerle tuzak kuranlara gelince, onlar için çetin bir azap vardır ve onların tuzağı bozulur.” (Fatır 35/10)

Pek çok âyette iman edip sâlih amel işleyenlerin cennete girmeyi hak ettikleri söyleniyor. Bunun yanında onların;

Cennetlerde özel odalara (Ankebût 29/58),

Cennet bahçelerine yerleştireleceği (Şûrâ 42/22),

Naîm cennetlerine (Mâide 5/65. Yûnus 10/9. Hac 22/56. Lukman 31/8. Saffât 37/43),

Me’va cennetlerine (Secde 32/19. Necm 53/15. Naziat 79/39), yahut Adn cennetlerine (Beyyine 98/8. Tevbe 9/72. Ra’d 13/23.Nahl 16/31. Kehf 18/31. Fatır 35/33 v.d.) girecekleri söyleniyor. Onlar için cennetlerde istedikleri her şey vardır. Böyle bir sonuç büyük bir lütuf ve müjdedir.

Allah sâlih amel işleyenin iyiliğini artırır. O (cc) çok bağışlayandır, şükredenin karşılığını fazlasıyla verendir. (Şûrâ 42/22-23)

İman edip sâlih amel işleyenler için kesintisiz bir ödül vardır. Bunları yapmayanların makamı ise aşağıların aşağısıdır. (Tîn 95/5-6)

Asr Sûresi iman ve sâlih amel ilişkisini kısa ve özlü bir şekilde ortaya koyan kelâm harikasıdır.  Asra (zaman) andolsun ki, gerçekten insan hüsrandadır. İman eden, sâlih ameller işleyen, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç.”

İşte insanı kurtaracak fomül. İman ve sâlih amel. Hakkı ve sabrı tavsiye...

İman, istenildiği gibi, sahih ve yakin bir iman. Sağlam bir akide. Ve bunun gereği sâlih amel. Sâlih amel kulluk görevlerinin hepsini kapsar. Salih amel, faydalı, sağlam, maksada uygun, müslümana ecir kazandıran, Allah’ın sevdiği ve razı olacağın, dinin ölçülerine uyan her türlü iş ve faaaliyet. Yani ibadet, hakkıyla kulluk.

İmanın amel olarak hayata taşınması kaçınılmazdır. Yani müslüman iman ilkelerine, bir anlamda Kur’an’a ve Peygamber’in Allah’tan getirdiklerine uymak, uygulamak üzere iman eder; imanın gereklerini kalbinde, dilinde ve davranışlarında uygulayacağına söz verir.     

Hayata hakkı hakim kılmak, haktan yana olmak, haklara riayet, hakikate teslim olmak, hak yolda yürüme, hak olan işleri yapma, hak din olan İslâmı din olarak seçip hayata uygulama, insanlara hakkı ulaştırmaya çalışmaktır.

Hakkı ve sabrı tavsiye hakka uymayı ve sabırlı olmayı gerektirdiği gibi, bunları başkalarına aktarmayı da kapsar. Hakkı ve sabrı tavsiye İslâmın güzelliklerini, doğrularını, kurtuluş mesajını başkalarına ulaştırma çabasıdır. Başka fıtratları da fıtrat dini olan İslâmla buluşturma gayretidir. Bunları yaparken sabırlı davranma, zorluklara direnmedir.

Hüsran hem zarar ve ziyan hem de hayal kırıklığına uğramaktır. İnsan bu sayılan dört önemli ve diğer insanî görevlerini yapmazsa hem dünyada, hem âhirette zarar eder, hem de hayal kırıklığı yaşar. Neler neler umuyorken, farklı sonuçlarla karşılaşır. O kendince keyfince doğru olan yapar. Ama yaptıkları doğru değilse, dini açıdan sâlih amel değilse mutlaka zarar uğrar.

Kurtuluş şüphesiz Allah’ın lütuf ve ihsanı ile gerçekleşir.  Ancak buna kavuşmayı ummak için bile, kulun üzerinde devam ettiği yanlış çizgiden dönmesi ve iman edip sâlih amel işlemesi gerekir.  Bunu yapmayanların felâhı Kur’an âyetlerinin ışığında mümkün görünmemektedir.

Pek çok âyette sâlih amel geçmese bile kurtulanların ve kaybedenlerin kimler olduğunu ve statülerini açıklamak üzere “ellezîne âmenû-onlar ki iman ediyorlar” ifadesi kullanılıyor.  Âyetler kurtuluşa erme şartlarını ve kurtuluşa eren kimselerin bütün özelliklerini anlatmıyorlar. Ama insanları genel anlamda iki katagoriye ayırıyıor: İman edenler, inkâr edenler.

Âyetler kurtuluşun bu iki gruptan hangisine ait olduğu belirtiliyor.

Sâlih amel derken, yanlış amellerden nefsi koruma da kasdedilir. Namaz kılmak da içki içmemek de ameldir. Birisi aktif, diğer pasif ameldir.  Kurtuluş için insanın işlemesi gereken ameller farklıdırç.  Ancak bunları asgari azami gibi şablona sokmak isabetli değildir. Ayetlerdn böuyle bir sonuç çıkarıp şu veya bu âyetlerin gereği yapıldığı zaman sonunda kurtuluş vardır demek güçtür. Böyle bir sınırlama tekamül çizgisinde ilerlemesi gereken insan ruhu için de olumsuzdur.

Cihad etme (Âli İmran 3/142, 195. Mâide 5/35. Tevbe 9/20, 111. Ankebût 29/69),

Allah düşmanlarını dost edinmeme (Âli İmran 3/28. Nisa 4/139. A’raf 7/3. Mücadele 58/22. Mümtahane 60/1,9),

Allah ve Rasûlüne itaat (Nûr 24/51, 52. Ahzab 33/71. Muhammed 47/32-33),

tevbe etme ve uslanma (Nahl 16/119. Furkan 25/71. Kasas 28/67) gibi ameller  kurtuluş ile doğrudan bağlantılı kılınan ve ısrarla vurgulanan amellerdir.

Âyetler sâlih ameli geniş bir çerçevede alıyor ve ideal olanı gösteriyorlar. Ben şunu yaptım görevim bitti, kurtuluş garanti demek mümkün değildir. (Günaydın, Candan F. Kur’an’da Kurtuluş Kavramı, s: 72-73)

Kul bazı amelleri işledikten sonra garantisi olmasa bile Allah’tan bir şeyler ümit edebilir. Daima daha iyi olmaya giderken yapıp etmelerini de Allah’ın rahmetiyle birlikte kurtuluşa vesile olacağını umabilir.

 “Çünkü hayır olarak kendi nefsiniz adına ne hazırlarsanız onu Allah yanında daha kıymetli ve mükafatı daha büyük bulursunuz ve Allah’tan bağışlanmanızı dileyin. Şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve çok acıyandır.” (Müzzemmil: 73/20)

Ebu Zer’rin dediğine göre Peygamber Rabbinden rivâyetle şöyle dedi (Uzun bir hadisin bir kısmı): “... Kullarım! İşte sizin amelleriniz (yaptıklarınız). Onları sizin için saklar, sonra onları size iâde ederim. Artık kim bir hayır bulursa Allah’a hamd etsin. Kim de hayırdan başka bir şey bulursa öz nefsinden başka kimseyi ayıplamasın.” (Müslim, Birr/15 no: 6572-6574)

Görülüyorki Kur’an kurtuluşu iman ve onun pratiği olan sâlih amele, yani müslümanca yaşamaya bağlıyor. Kendilerinde bir güç olduğu vahmedilen kişilere, ölümlü  şahıslara değil.

 

2-Tartıların ağır gelmesi:

Kurtuluş , yani müflihûn’dan olmak ancak tartıların (mizanın) ağır gelmesi ile mümkündür.

“Andolsun, onlara (yaptıklarını) tam bir bilgi ile anlatacağız. Çünkü biz onlardan uzak değiliz.

O gün tartı haktır. Kimin (sevap) tartıları ağır gelirse, işte onlar kurtuluşa erenlerdir (felâh bulanlardır).” (A’raf 7/7-8)

“Sûr’a üfürüldüğü zaman, (işte) o gün ne aralarında soy-sop yakınlığı kalacak, ne de birbirlerini arayıp soracaklardır.

“Artık kimlerin (sevap) tartılan ağır basarsa, işte asıl bunlar kurtuluşa (felâha) erenlerdir.” (Mü’minûn 23/102)

O gün kimin tartılan ameli ağır gelirse. Artık o, hoşnut olacağı bir hayat içinde olacaktır. (Karia 101/6)

Mizan, yani amellerin ölçüleceği Hesap Günü’nde tartıları hafif gelenler, hasenâtları az olanlar için durum tam tersinedir:

 “Kimlerin de tartıları hafif gelirse, işte onlar da kendilerini ziyana uğratanların ta kendileridir. Onlar cehennemde ebedî kalacaklardır.” (Mü’minun 23/103)

Burada tartıdan (mizan) maksat insanların, karşılık alacakları hasenatları, dünyada işledikleri sevapla ödüllendirilen sâlih amellerdir. (Taberî, İbni Cerir, Camiu’l-Beyan, 5/433. Zamahşerî, Ömer b. M. el-Keşşâf, 2/85. el-Hâzin, Ali b. M. Tefsir, 2/183) Kimin sevapları günahlarından çok olursa onun tartısı ağır demektir. (Zuhayli, V. Et-Tefsiru’l-Veciz; s: 152)

Bu da dünyada iken hakkıyla kulluk yapmakla, Allah’ın koyduğu hudutlara riayet etmekle mümkündür. (Bakınız: Nisâ 4/13. Bekara 2/17, 229, Tevbe 9/97, 112)

Kişinin Mizan’daki tartısı da ancak iman ve sâlih amelle ağırlık kazanır.

 

3-Allah’a ve Elçisi’ne itaat:

Kur’an kurtuluşu bir de Allah’a ve Rasûlü’ne itaat şartına bağlıyor. Kim Allah’a ve O’nun son Elçisi’ne istenildiği gibi itaat ederse, emirleri yerine getirir haramlardan sakınırsa kurtuluşa erer.

Allah’a ve Rasûlü’ne itaat edenler; güzel bir mükâfat (Fetih 48/16),

-büyük bir başarı (Nisâ 4/13),

-asıl mutluluğa erme (Nûr 24/51-52),

-ilâhi rahmet (Tevbe 9/71),

-altlarından ırmaklar akan cennetler (Fetih 48/17),

-mutlak kurtuluş (Nûr 24/51-52) ile müjdeleniyorlar.

Onların peygamberlere, sıddiklere, sâlihlere ve şehidlere arakadaş olacağı haber veriliyor. (Nisâ 4/69)

Peygamberler Allah’ı tanıttıktan sonra kendilerine itaate çağırmışlar ve elçinin çağrısına uymayanlar dünya ve âhiretin azabını hak etmişlerdir. (Şuarâ 26/110, 126, 131, 144, 150, 163, 179. Zuhruf 43/63. Nûh 71/3) Allah’a ve elçilerine itaat etmeyenleri kurtulması, felah bulması, ahirette razı olacakları bir hayata kavuşmaları mümkün değildir.

 “İşte bu (hükümler) Allah’ın koyduğu sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu, içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlere sokar. İşte bu büyük başarıdır/kurtuluştur (fevzu’l-azîm’dir).” (Nisâ 4/13)

Ebû Hüreyre’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah (sav): “İstemeyenler dışında, ümmetimin tamamı cennete girer” buyurdu.  Bunun üzerine: -Ey Allah’ın elçisi (sav), cennete girmeyi kim istemez ki? denildi. Peygamber (sav): “Bana itaat edenler cennete girer, bana karşı gelenler cenneti istememiş demektir” buyurdu. (Buhârî, İ’tisâm 2 no: 7280)

 

4-Takva bilinci:

Kişiyi âhirette kurtaracak olan vesilelerden  biri de takva (Allah’a karşı sorumluluk) bilinciyle iman etmesi ve buna bağlı olarak yaptığı kulluktur, ibadetlerdir. Yani Allah’ın karşısında muttaki olmasıdır.

Takva (ittika etmek) içinde hem korkuyu hem de muhabbeti barındıran bir kavramdır. Bu bir anlamda âhiretteki azaba uğramamak için kişinin kendisini ibadetle korumaya alması demektir ki, muttaki  Allah’tak korkup-sakınan ve zâhid mü’min demektir.  Bu dindarlığın kaynağı da kişinin Allah’tan haşyet (korku) ve saygı duymasıdır.

Allah’tan korkup-sakınmadan (takvadan) bahseden âyetlerin hepsinde müslümanların faydasına şeyler emrediliyor. Bunlar kişinin Allah’la ilişkisini, O’nun karşısında alacağı pozisyonu, günlük davranışlarını ve insanlarla olan ilişkilerini düzene koyan bilinçtir. Bu bilinç kul için hem caydırıcılık özelliği taşır, hem de sâlih ameller için bir teşviktir.

Şu âyette olduğu gibi:

“Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları onunla (Kur'an ile) uyar. Onlar için Rablerinden başka ne bir dost, ne de bir aracı (şefaatçi) vardır; belki korkup-sakınırlar.” (En’am 6/51)

“Umulur ki kurtuluşa erersiniz-leallekum tüflihûn” şeklinde ümit veren onbir âyetin  dört tanesi kurtuluşu/felah bulmayı “ittika-korkup sakınma” şartıyla başlıyor.

“... Allah'tan korkup sakının, umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (Bekara 2/189)

“Ey akıl sahipleri Allah’tak korkup çekinin, umulur ki kurtuluşa erersiniz.” (Mâide 5/100)

Ey iman edenler! Allah’tan kokrkup sakının, umulur ki kurtuluşa erersiniz” (Âli İmran 3/130)

“Siz ey iman edenler! Zorluklara sabırla katlanın ve birbirinizle sabırda yarışın, (doğru olanı yapmaya) her zaman hazır olun ve Allah'a karşı sorumluluk bilinci duyun ki mutluluğa (felâha) erebilesiniz!” (Âli İmran 3/200)

Zaten takva sahipler, yani Allah’tan korkup sakınanlar, O’na karşı sorumluluk bilinciyle davrananlar, O’nu hesaba katarak hareket edenler (amele işleyenler); fevz’i (başarı  ödülünü) hak edenlerdir, kurtulanlardır, umduklarına kavuşanlardır, âhiretin zorluklarından ve Cehennem azabından azad olanlardır.

“Şüphesiz takva sahipleri için de başarı ödülü vardır.” (Nebe’ 78/31) Yani onlar kurtulanlardır.

Muttakilerin hak ettiği Cennet yurdu ne kadar güzeldir.

“Takva sahiplerine; Rabbiniz ne indirdi? Denildiğinde,”Hayır (iyilik)” derler. Bu dünyada güzel davrananlara, güzel mükafât vardır. Âhiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu gerçekten güzeldir!”(Nahl 16/30)

Allah (cc) mü’minleree takva sahipleri sahipleri için hazırlanan cennete koşmalarını istiyor.

“Rabbinizin bağışına, genişliği göklerle yer arası kadar olan ve Allah’a karşı gelmekten sakınanlar (muttakiler) için hazırlanmış bulunan Cennete koşun.” (Âli İmran 3/135)

 “Çünkü onlar, Allah'a karşı sana hiçbir fayda vermezler. Doğrusu zalimler birbirlerinin dostlarıdır; Allah da takva sahiplerinin dostudur.” (Casiye 45/19)

Onlara yakındır, onların dünyada ve ahirette yardımcısıdır, onların ihtiyaçlarını görendir, onları umduklarına kavuşturandır.

“(İman ve amelde veya takvada) öne geçenler ise (âhirette de) öne geçenlerdir. İşte onlar (Allah’a) yaklaştırılmış kimselerdir. Onlar, Naîm cennetlerindedirler.” (Vakıa 56/12)

“İşte böyledir azap! Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür; ah bir bilselerdi!

Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar (takva sahipleri) için Rableri katında Naîm cennetleri vardır.

Öyle ya, (Allah'a) teslimiyet gösterenleri, (o) günahkârlar gibi tutar mıyız hiç?” (Kalem 68/33-35)

Şüphesiz Allah’a karşı gelmekten sakınanlar (muttaki olanlar) Rablerinin, kendilerine verdiği şeylerle zevk ve mutluluk duyarak cennetlerde ve nimetler içinde bulunurlar. Rableri onları Cehennem azabından korumuştur.

Onlara, “Dünya’da yapmakta olduklarınızın karşılığında, sıra sıra dizilmiş koltuklara dayanarak afiyetle yiyin için” denir. Biz, onlara, iri gözlü güzel hurileri eş olarak vermişizdir.” (Tûr 52/17)

Sonuçta Rabbimiz kullarına kendisinden korkup çekinmelerini, sorumluluk bilinciyle hareket etmelerini ve güzel insanlarla birlikte olmalarını, ya da cenneti hak edenler gibi olmalarını istiyor:

“Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve doğrularla (sâdıklarla) beraber olun.”  (Tevbe 10/119)

Görüldüğü gibi ayetler kesin ifadelerle kimlerin nasıl kurtulacağın ı açık açık söylüyorlar. İman, sâlih amel ve bu konularda Allah’a karşı kulluk bilinciyle (takva ile) hareket etmek... Takva bilincine sahip mü’minler kendilerine felâh kazandıracak amel işlerler, bu şuuru Cehennem karşı siper ederler.

Âyetler insanın kurtulmasını öncelikle insanın tercihine, ameline, kendi eliyle kazandıklarına;  ikinci olarak da Allah’ın Rahmet ve affına bağlıyor.

Buna göre insanı kurtaracak olan imkan; bazı insanlar, yani kendileri gibi beşer olup, rahmete ve affa muhtaç faniler değildir.

 

5-Tevbe ve ıslah:

İnkardan, hatalardan/günahlardan sonra pişman olup tevbe etmek, kendini ıslah etmek (düzeltmek) de kurtuluş vesilesidir.

Bir kaç âyette yaptığı hatadan vazgeçenlerin, sapıklıktan hidâyete, isyandan itaate dönenlerin, Allah’a bağlanıp hakkıyla kulluk yapanların, durumunu düzeltenlerin, yani kendini ıslah ednlerin bağışlanabileceği, Allah’ın rahmetini hak edeceği  haber veriliyor. Allah’ın rahmetini hak etmek de kurtuluşun, başarının, müjdenin, umduğuna nail olmanın en güzelidir.

  “Ancak tevbe ve iman edip iyi davranışta bulunanlar başkadır; Allahı onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

Kim tevbe edip iyi davranış gösterirse, şüphesiz o, tevbesi kabul edilmiş olarak Allah'a döner.” (Furkan 25/70-71)

“Onun (lânetin) içinde ebedî kalacaklardır. Onların azabı hafifletilmez, onlara göz açtırılmaz.

Ancak bundan sonra tövbe edip kendilerini düzeltenler müstesnadır. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Âli İmran 3/88-89. Bir benzeri: Bekara 2/159-160)

“Şüphe yok ki münafıklar cehennemin en alt katındadırlar. Artık onlara asla bir yardımcı bulamazsın.

Ancak tevbe edip hallerini düzeltenler, Allah'a sımsıkı sarılıp dinlerini (ibadetlerini) yalnız onun için yapanlar başkadır. İşte bunlar (gerçekte) mü’minlerle beraberdirler ve Allah mü’minlere yakında büyük mükâfat verecektir.” (Nisâ 4/146)

“Sonra, şüphesiz ki Rabbin; cahillik sebebiyle kötülük yapan, sonra bunun ardından tövbe eden ve durumunu düzeltenlerden yanadır. Şüphesiz Rabbin bundan sonra da elbette çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Nahl 16/119)  

Hesap Günü her şey ortaya dökülünce suçluların kendilerini kurtaracak bir delilleri olmaz. O gün gelmeden önce tevbe edip hakkıyla kulluk yapanlar felâha erenlerden olması umulur.  

“İşte o gün onlara bütün haberler körleşmiştir (delilleri tükenmiş, söyleyecek sözleri kalmamıştır); onlar birbirlerine de soramayacaklardır.

Fakat tevbe eden, iman edip sâlih amel işleyen kimseye gelince, onun kurtuluşa erenler arasında (müflihun’dan) olması umulur.” (Kasas 28/66-67)

 

6-Rukû’, secde ve kulluk etmek:

Allah’a yakın olmanın ve kurtuluşun imkanlarından biri de Allah’tan başka kimseye secde etememektir.

‘Secde’,  üstün bir varlığın önünde, onu büyüklemek ve kendini o varlığın karşısında küçük görmek üzere, saygıyla eğilmek, yere kapanmaktır.

Secde insanın kimin karşısında kul olduğunu göstermenin, hayatını kimden gelen ölçülerle yaşadığını, kendisine kimin nimet verdiğini, kimin en büyük ve en yüce olduğunu dile getirmenin somut göstergesidir.

Kul, ister Allah’ın huzurunda isterse bir başkasının huzurunda yere kapansın; onun bu durumu bir itaat ve önünde yere kapandığı şeye mutlak bir bağlılıktır. Secde eden kimin karşısında secdeye kapanıyorsa, o makama karşı sınırsız bir saygı duyuyor, onu en büyük tanıyor, ona en büyük sevgiyi besliyor demektir.  Kişi, secdede haddini bilir, secde ile acizliğini itiraf eder ama karşısında secdeye kapandığı makamı takdir eder.

Secde, insanın kendi insanlık gerçeği ile buluştuğu, Yaratıcıya manen en yakın olduğu andır. Ebu Hureyra Rasûlullah’ın (sav)  şöyle dediğini haber veriyor: “Kulun Rabbına en yakın olduğu hal, secde ederken ki, halidir. Binaenaleyh duayı çoğaltın." (Müslim, Salat/41 (215 no: 1083)

Secde, kulun şükrünün en yüksek makamıdır. Kul secde ile itaatın, saygının, ilâhî sevginin, huşû’nun en yücesine çıkar. Kişi  secdesi ile Rabbinin katında derece kazanır. Secde edenler, Allah’ı hakkıyla ta’zim ederler.

Şurasının altını çizmek gerekiyor ki, âlemlerin Rabbi Allah’a samimiyetle secde edenler, Allah’ın dışında hiç bir varlığın, makamın, çıkarın, gücün önünde boyun eğmezler. Başlarını dik tutarlar, haysiyet ve şereflerine sahip olurlar. İnsanlık onurlarını aciz, güçsüz ve zorba karakterli varlıkların önünde rencide etmezler.

Allah’ın karşısında secde etmeyenler ise ancak ‘kibirli’, ‘burnu havada’ olan kimselerdir. Secde aynı zamanda, Allah’ın emirlerine uymak, O’nun evrene koyduğu kanunlara itaat etmek, Allah’ın rabliğine teslim olmak demektir. Kâinattaki bütün varlıklar isteyerek veya istemeyerek Allah’a secde ederler:

 “Göklerde ve yerde olanların hepsi, Güneş, Ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların çoğunun Allah’a secde ettiklerini görüyor musun?” (Hacc 22/18)

Gölgeler dahi O’na secde etmektedir:

            “Göklerde ve yerde her ne varsa –isteyerek de olsa, istemeyerek de olsa- Allah’a secde ederler. Sabah akşam onların gölgeleri de (O’na secde ederler).” (Ra’d, 13/15)

“Görmüyorlar mı ki Allah’ın yarattığı şeylerin gölgeleri bile nasıl sağdan soldan sürünüp Allah’a secde ederek dönmektedir?” (Nahl 16/48)

Kur’an “Secde et ve yaklaş!” buyuruyor. (Alâk 96/19) Demek ki secde Allah’ın emri olduğu için yerne hetirilirse ibadet olur. Secde görünüşte bedenin eğilmesi, yedi organın alçalarak yere kapanması olsa da aslında bu durum hakikatte ruhun yücelişi, insanın değerinin artması, insanın kâinat hiyerarşisinde yerini bilmesidir.

Unutmamak gerekir iblis Allah’ın secde emrine karşı gelerek şeytan oldu ve Allah’ın rahmetinden kovuldu. Eğer o da melekler gibi Âdem’in önünde, ama hakikatte Allah’a secde etseydi, rahmetten kovulmazdı. Secde edenlerin elde ettiği derecelere kavuşurdu. Allah’ın huzurnda secde etmeyenlerde biraz iblis ahlâkı, iblis kibir ve dik kafalılığı vardır. Ama bu kötü tavır şeytanı mahvettiği gibi secde etmeyenleri de helâk eder.

Rasûlullah (sav) onun pişmanlığını şöyle haber verir:

“Âdemoğlu secde âyeti okur ve secde ederse şeytan ağlayarak ayrılır ve: «Yazık bana, insanoğlu secdeyle emredildi ve secde etti, mukabilinde ona cennet var. Ben de secdeyle emrolundum ama itiraz ettim, bana da cehennem var» der.” (Müslim, İmân/35 (133) no: 244)

Secde ile ibadet bu dünyada yerine getirilir. Bu dünyada secde etmeyenler âhirette isteseler de buna kâdir olamazlar. O dehşet verici manzara, ilâhî bir tehdit şeklinde şöyle gözler önüne serilir:

Baldırların açılacağı (işlerin zorlaşacağı) ve kâfirlerin secdeye çağrılıp da gözleri düşmüş ve kendilerini zillet kaplamış bir hâlde buna güç yetiremeyecekleri günü (Kıyâmet gününü) düşün. Hâlbuki onlar sağlıklarında secde etmeye çağrılıyorlar (ve buna yanaşmıyorlar)dı. (Kalem 42-43)

Namazdan maksat secdedir, denilse yanlış olmaz. Secde ibadeti namazla bütünleşen bir ibadettir. Kendisine emredilen namazları kılan müslüman secde görevini de büyük oranda yerine getiriyor demektir. İslamda namaz ibadetinin bir hikmeti de budur. Günde bir kaç defa Rabbinin huzurunde eğilen ve yere kapanan müslüman kolay kolay gafil olmaz.

Secde kulun teslimiyetinin kemâl noktasıdır. Kendilerine ilimden (hakikatten) pay verilenler, bir anlamda Allah’ı hakkıyla takdir edenler O’nun önünde secde ederler.

(Böyle bir kimse mi Allah katında makbuldür,) yoksa gece vakitlerinde, secde hâlinde ve ayakta, ahiretten korkarak ve Rabbinin rahmetini umarak itaat ve kulluk eden mi? De ki: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” Ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.” (Zümer 39/9. Ayrıca bakınız: İsrâ 17/107)

Secde yüzlere aydınlık, güzellik, parıltı ve beşaret verir. İman edenler yüzlerindeki secde izlerinden belli olurlar. (Feth 48/29)

            Ömer bin Hattab’ın (ra) şu sözü de secdenin önemini anlatıyor: “Allah’ım, ölümüm hayatında bir kere bile secde etmiş birinin elinden olmasın. Çünkü kıyâmet günü bu secde ile kendini haklı çıkarmaya çalışır.” (Muvatta’, Cihad/30 no: 1038)

Rasûlullah (sav), dünyanın bütün refah ve lüksü içinde secdeden daha kıymetli hiçbir şeyin bulunmayacağı zamanların geleceğini haber vermektedir. (Müslim, İmân/71 (242) no: 390)

Şu âyet secdenin kurtuluşa erdireceğini haber veriyor:

            “Ey iman edenler! Rukû’ edin, secdeye varın, (sadece Rabbinize) kulluk edin ve iyilik yapın ki felâha (kurtuluşa) eresiniz.” (Hac 22/77)

Secdenin Cehennemden kurtuluş vesîlesi olduğu hadislerde de farklı ifadelerle haber veriliyor:

Peygamber (sav) buyurdu ki (uzun bir hadisin bir kısmında): “…Kıyâmet günü Allah (cc), cehennem ehlinden dilediklerine rahmet edecektir. Meleklerine, dünyadayken Allah’a ibâdet edenleri oradan çıkarmalarını emredecek, onlar da çıkaracaktır. Melekler onları secde izlerinden tanırlar. Allah, cehenneme, secde izlerini yemeyi haram kılmıştır. Ateş, insanın her tarafını yakar, sadece secde yerine dokunamaz...” (Buhârî, Ezân/129 no: 806)

Rasûlullah’ın (sav) hizmetkârı ve Suffe ashabından olan Rebîa b. Ka’b el-Eslemî (ra) şöyle dedi: “Rasûlullah (sav) ile birlikte gecelerdim. Abdest suyunu ve öteki ihtiyaçlarını ona getirirdim. Buna karşılık bir keresinde bana:

-“Dile (benden ne dilersen)” buyurdu. Ben:

-Cennette seninle beraber olmayı isterim, dedim. Peygamber:

-“Başka bir şey istemez misin?” buyurdu. Ben:

-Benim dileğim bundan ibarettir, dedim. Peygamber:

-“Öyleyse çok namaz kılıp secde ederek, kendin için bana yardımcı ol!” buyurdu.” (Müslim, Salât/43 no: 1094. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Tatavvu’/22 no: 1320. Nesâî, Tatbîk 79 no: 1139)    

Ebû Fâtıma el-Ezdî şöyle anlatır: “Rasûlullah (sav) bana dedi ki:

“–Ey Ebû Fâtıma! (Âhirette) bana kavuşmak istersen secdeleri çoğalt! Ey Ebû Fâtıma! Secdeleri çoğalt! Zîrâ herhangi bir müslüman Allah’a (cc) için bir secde yaparsa, Allah da onu bu secde sebebiyle bir derece yükseltir.” (Ahmed b. Hanbel, 3/522 no: 15532-15534)

Ma’dan b. Ebî Talha anlatıyor: “Rasûlullâh’ın (sav) azadlısı Sevbân’a (ra) rastladım. Kendisine:

“–Bana öyle bir amel söyle ki onu yaptığımda Allâh beni cennetine koysun!» dedim. Veya «Allah’a en sevgili amel hangisidir?» diye sordum. Sevbân cevap vermedi. Aynı şeyi tekrar sordum. O yine cevap vermedi. Üçüncü defa aynı şeyi sordum. Bu sefer dedi ki: 

“–Aynı şeyleri ben de Rasûlullâh’a (sav) sormuştum. Bana şu cevabı vermişti:

“–Allah için çokça secde yapmaya bak! Zîrâ Allah için bir secde yaptığında, Allah o sâyede seni bir derece yükseltir ve bir günahını siler.” Sonra Ebu’d-Derdâ’ya geldim. Aynı şeyi ona da sordum. O da Sevbân’ın bana söylediğinin aynısını söyledi.” (Müslim, Salât/225  no: 1093. Tirmizî, Salât/169 no: 388. Nesâî, Tatbik/80 no: 1140. İbni Mâce, İkame/201 no: 1422-1424)

            Görülüyor ki Kur’an (vahiy) ve Peygamber âhirette kurtuluşun çok secde etmekle, çok namaz kılmakla, yani Allah’a hakkıyla ibadet etmekle mümkün olacağını açıkça ve anlaşılır bir şekilde söylüyorlar. Kurtuluş kendilerinde bir güç var zannedilen, aslında kendileri himmete muhtaç insanların elinde değil.

7-Allah yolunda cihad:

Allah yolunda elinden geldiği kadar, içinde bulunduğu şartlarda yoğun çaba göstermek, Allah’ın dinine yardım etmek iman edenleri cehennem azabından kurtarır.

“Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak (necat ettirecek) ticareti size göstereyim mi?

Allah'a ve Rasûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda yoğun çaba gösterirsiniz (cihad edersiniz).

Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan Cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş (fevzu’l-azîm) budur.

Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah'tan yardım ve yakın bir fetih. Müminleri (bunlarla) müjdele.” (Saff 61/10-13)

Kur’an çok net bir şekilde soruyor: Sizi acıklı bir azaptan kurtaracak bir ticareti haber vereyim mi? Allah yolunda cihad. Yani Allah yolunda gayret göstermek, çok çalışmak. Hem Allah’ın dinini yaşamak, hem O’nun dinini başkalarına ulaştırmak, hem de gerekirse savunmak konusunda yoğun çaba göstermek.

İşte böyle yapan samimi mü’minler âyette vadedilen mükafatları hak ederler. Bu onlar için  büyük bir başarı, mutlu bir son, arzu edilen bir kurtuluş ve muazzam müjdedir.

“Fakat Peygamber ve onunla beraber inananlar, mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin (muflihûn’un) kendileridir.” (Tevbe 9/88)

Sahabeler böyleydi. Onlar Peygamber’in davetine cevap verdiler, mü’min oldular. Mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda insanüstü bir çaba ve fedakârlık gösterdiler (cihad ettiler). Böylece hayrın en muhteşemine kavuştular. Bu durumda öncelikle onların felâha erenlerden oldukları umulur.

Bu gerçek bir başka âyette şöyle dile getiriliyor:

“Allah'a ve peygamberlerine iman edenler, (evet) işte onlar, Rableri yanında sözü özü doğru olanlar ve şehitlik mertebesine erenlerdir. Onların mükafatları ve nurları vardır. İnkâr edip de ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar da cehennemin adamlarıdır.” (Hadîd 57/19)

Demek ki iman etmeden, Allah yolunda zaman ve zemine göre, güç ve takata göre, elden geldiği güç yettiği kadar çalışma yapılmazsa kurtuluş olmuyor. Bunlar yapılmadan insanlardan kendilerini kurtarmalarını beklemek doğru olur mu, fayda sağlar mı?

 

-Kur’an’a göre âhirette kurtulma, kurtarıcı

Âhirette insan nasıl kurtulur, ne ile kurtulur, onu kim kurtarır?

Âhirette arka çıkmak, torpil yapmak, el atmak, kayırmak anlamında şefaat var mıdır?

Âhirette bir insan bir başka insanı hesabın zorluğundan ve dehşetinden koruyabilir mi?

Bir kimse bir başkasını o kişi azabı hak etmişken kurtarabilir mi?

Kur’an bu sorulara nasıl cevap veriyor?

Âhirete inanmayanlar belki mallarının, saltanatlarının, çocuklarının (soylarının) kendilerine bir üstünlük sağladığını, hatta kurtardığını zannedebilirler. Kendilerine bir şey olmayacağını düşünebilirler.

“Onlar: Sayılı birkaç gün müstesna, bize ateş dokunmayacaktır, dediler. De ki (onlara): Siz Allah katından bir söz mü aldınız -ki Allah sözünden caymaz-, yoksa Allah hakkında bilmediğiniz şeyleri mi söylüyorsunuz?”(Bekara 2/80)

Fakat gerçek böyle değil. Belki fani dünyada böyle şeyler insanlara biraz hava, biraz kibir, az biraz zevk ve saltanat duygusu verebilir. Zira insan dünyada serbesttir. Ama sıra Hesab’a gelince iş başkalaşır.

Kur’an üç âyette hemen aynı ifadelerle inkâr edenleri Âhiret hesabından malları ve çocukları kurtaramaz deniliyor:

“İman etmeyenlere gelince, ne dünya malları ne de çocukları Allah'a karşı onlara en ufak bir fayda sağlamaz: İşte onlardır ateşin yakıtı olanlar!” (Âli İmran 3/10)

Muhammed’in (sav) hak peygamber olduğunu bildiği ve bunu kardeşine söylediği halde Rûm krallarının verdiği malları kaçırmamak için iman etmekten yüz çeviren Necran piskoposu hakkında indiği söylenen bu âyetin hükmü geneldir ve herkes için geçerlidir. (Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 2/318)

“Onların malları da oğulları da Allah'a karşı kendilerine bir fayda vermez. Onlar cehennem ehlidirler. Orada ebedi kalacaklardır.” (Mücadile 58/17)

 “İnkâr edenler var ya, onların malları da evlâtları da Allah'a karşı kendilerine hiçbir fayda sağlamayacaktır. İşte onlar, cehennemliklerdir; onlar orada ebedî kalacaklardır.”(Âli İmran 3/116)

Kur’an bu gerçeği hareketli ve canlı bir tablo halinde sunuyor. Dünya hayatında inkâr etmenin sonucu bu. Onları hak ettikleri sonuçtan kimse kurtaramaz. Ne soyları, ne servetleri, ne makamları. Hatta dünya da iyilik yapıyoruz diye yaptıkları harcamalar da boşa gider. Zira imandan kaynaklanmayan bir infakın değeri yoktur.  

Arkadan gelen âyet onların durumunu şöyle anlatıyor:

“Onların, bu dünya hayatında yapmakta oldukları harcamaların durumu, kendilerine zulmetmiş olan bir kavmin ekinlerini vurup da mahveden kavurucu bir rüzgarın durumu gibidir. Onlara Allah zulmetmedi; fakat onlar kendilerine zulmediyorlar.” (Âl-i İmran 3/117)

İnkârcıların harcamalarının, mal ve evlât nimetlerinin durumu budur. Hepsi yok olup gidecektir ve sahibine bir fayda vermeyecektir. Zira inkârcılar hidayeti bırakıp sapıklığı, hayrı bırakıp şerri, nûr’u bırakıp nâr’ı alırlar, Allah’ın uzattığı İp’e sarılmak yerine kendi hevalârına uymayı tercih ederler. (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 1/451)

“Melekleri gördükleri gün suçlulara (mücrimlere) müjde yoktur.” (Furkan 25/22) Onlara şefaat de edilemez, yardım da. O gün öyle bir gündür ki o sırada şefaat (aracılık) söz konusu değildir. Herkes kendi kazancıyla başbaşa kalacak, yaptıklarının karşılığını alacaktır. (Elmalılı, H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 1/291)

Denilebilir ki, doğru, inkârcılara malları da, evlâtları da, soyları da, dostları da Hesap Günü hiç bir fayda sağlamaz. Zira onlar zaten Âhireti inkâr ediyorlar. Onlar Kur’an’ı da, Peygamber’i de, Kur’an’la amel eden âlimlerin rolünü de kabul etmiyorlar. İnkâr ettikleri şeyin elbette onlara bir faydası olmaz.

Ama müslümanlar başka. Onlar hem Peygamber’e iman ediyorlar, hem de ona ve onun izinden giden, onun davasını yaşatan âlimlere hürmet ediyorlar. Onların sevgisini ve yakınlığını kazanmaya çalışıyorlar. Bu sevgi ve yakınlığın Âhirette bir karşılığı, bir faydası olabilir. Onlar Peygamber’den ve bağlandıkları âlimlerden, din büyüklerinden, şeyhlerinden, Allah’ın katında makamı yüksek kimselerden yardım isteyebilir. Onlar da yardım edebilir, peşlerine takılanlara bir el atabilirler.

Masum gibi görünen bu iddia Kur’an tarafından reddediliyor. Pek çok âyette genel ve keskin ifadelerle Hesap Gününde kimsenin kimseye bir faydası dokunamayacağı, kimsenin kimseyi kurtaramayacağı vurgulanıyor.  

İşte bir kaç örnek:

Kur’an İsrailoğullarını şefaatin (aracılığın) ve fidye ödemenin mümkün olmadığı Hesap Günü’nden sakındırıyor.

 “Ey İsrailoğulları! Size bağışladığım nimetleri ve sizin diğer kavimlere karşı üstün gelmenizi sağladığım günleri hatırlasanıza!

Ve hiçbir insanın ötekine en ufak bir yararının dokunamayacağı, hiç kimseden şefaatin (aracılığın) kabul edilmeyeceği, kimseden fidye alınmayacağı ve hiç kimsenin yardım görmeyeceği Gün(ün mutlaka gelip çatacağı) bilinciyle yaşasanıza!” (Bekara 2/47-48. Bir benzeri: Bekara 2/123. En’am 6/70)

Burada Gün’den maksat elbette âhiret günü, özellikle Hesap Günüdür. (Kurtubî,  el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 1/185)

Yani önünüzde sizi bekleyen Büyük Gün’ün dehşetinden sakının, tetikte olun, hazırlığınızı ona göre yapın. O gün öyle bir hesaba çekme olacak ki, takva dışında, yani Allah’ın koyduğu ölçüler içinde kalanlardan başkası o hesabın dehşetin kurtulamayacak. O gün kurtuluş hakkı, sadece bu dünyada Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle davrananların hakkıdır. Âhirete göçtükten sonra kurtuluş için başkasından yardım beklemek yanlıştır.  O gün öyle bir zor gündür ki, kimse konumu, makamı ve mevki ne kadar önemli olursa olsun kendisine veya başkasına bir fayda sağlayamaz, kurtuluş fidyesi veremez. (Fâtır 35/18) Çünkü -Fatiha’da geçtiği gibi- o günün yegâne mâliki ve hâkimi Allah’tır. (M. Abduh. M. Reşid Rıza, Menar Tefsiri (Çev.) 1/423 )

Ey Musa’nın mü’minleri! Öyle bir günden sakının ki, o gün hiç kimse başkasına yardım edemez, kurtarmak için aracı olamaz, kurtuluş fidyesi ödeyemez. Hiç kimse hak ettiği azabı, sonucu ne zorla ne de kolaylıkla başından savamaz.  Zorla def edemez; çünkü orada yardım yok. Kolaylıkla defedemez; çünkü orada, bedava olan şefaat etme ve fidye ödeme söz konusu değildir. Öyleyse o gün gelmeden hazırlıklı olmalıdır. Âyette” vettekû-korkup sakının” denildiğine göre o günden sakınmak mümkündür. Ama âhiret gelmeden önce; burada, dünyada. Allah’tan başkasından yardım beklememelidir. (Elmalılı, H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 1/291)

Âyet öncelikle, âhiret hakkında yanlış tasavvur sahibi olan İsrailoğullarını uyarıyor. Onlar İbrahim ve İshak gibi büyük peygamberlerin torunları olduklarından dolayı sonsuz kurtuluşa ereceklerini zannediyorlardı. Bu sebeple kendilerine ulaşan son ilâhi tebliği kabul etmediler ve ondan yüz çevirdiler.  Burada, çok değerli kişilere yakın olmanın onları, kötü işlerine rağmen kurtaramaycağı kesin bir dille söyleniyor. Onlara verilen nimetler hatırlatıldıktan sonra, ahiret için hazırlık yapmayanlar gibi karşılık görecekleri, orada hiç kimsenin başkasına aracı olamayacağı, aynı zamanda yüce ve kutsal saydıkları kişilerin de onlara şefaat edemeyeceklerini, fayda sağlayamayacaklarını haber veriliyor. (Mevdûdî, E. Tefhimu’l-Kur’an, 1/75)

Âyet çok açık bir şekilde âhirette hiç kimsenin bir başkasına faydasının olamayacağını söylüyor. Kimsenin şefaatı kabul edilmeyeceği gibi, hiç kimse orada ne günahlarına/hatalarına karşılık fidye veremez, kimse ona yardıma gelemez. (Fâtır 35/18)

“Fidye almak (adl), bazılarının Hesap Günü cezadan muaf olacağı şeklindeki saplantılarına açık bir işarettir. Bu düşünce Kur’an’da kesin olarak reddedilmektedir.” (M. Esed, Kur’an Mesajı, 1/14)

Âyet her ne kadar İsrailoğullarını yanlış âhiret tasavvuru hakkında gelse de hükmü geneldir. Âhiret hakkında yanlış düşünen, ya da âhireti ciddiye almayan herkes hakkında geçerlidir.

Görüldüğü Kur’an, gibi belli bir soya mensup olmayı, fidye verecek kadar zengin olmayı, kendilerince ulu saydıkları kişilerin arkasına takılmayı kurtuluş sebebi saymıyor. Bunlar bazılarının ham hayallerinden başka bir şey değildir.

İslâmdan önceki Arap müşrikleri, Allah’ın kızları zannettikleri ve heykellerle sembolize ettikleri tanrıların kendilerini Allah’a yaklaştıracağına ve kendilerine şefaat edeceklerine (aracılık yapacaklarına) inanıyorlardı. Yahudiler ve hırıstiyanlar da peygamberlerinin ve din adamlarının kendilerine Allah katında şefaat edeceklerini sanıyorlardı. (Ateş, S. Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 1/158-159)

Bir kaç ayette âhirette kimsenin kimseye şefaat edemeyeceği (aracılık veya kayırma yapamayacağı) haber veriliyor.

 “Yaklaşmakta olan gün konusunda onları uyar. O gün yürekler gam ve tasa ile dolu, (sanki) gırtlaklara dayanmıştır. Zalimlerin ne sıcak bir dostu, ne de sözü dinlenir bir şefaatçisi vardır.” (Mü’min 40/18).

            Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.” (Müddessir 74/48)

“O'nu bırakıp da başka ilâhlar mı edineyim? Eğer Rahmân bana bir zarar vermek istese, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve beni kurtaramazlar.” (Yâsîn 36/23)

“Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar, ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve “İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır” diyorlar. De ki: “Siz, Allah’a göklerde ve yerde O’nun bilmediği bir şeyi mi haber veriyorsunuz!? O, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir.” (Yûnus 10/18)

Andolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz ve (dünyada) size verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız. Yaratılışınızda ortaklarımız sandığınız şefaatçılarınızı da yanınızda göremeyeceğiz. Andolsun, aranız açılmış ve (tanrı) sandığınız şeyler sizden kaybolup gitmiştir.” (En’am 6/94)

Âhirette şefaatın (aracılığın) olmadığını haber veren diğer âyetler: A’raf 7/53. Şuarâ 26/100. Rûm 30/13. Zuhruf 43/86. Necm 53/26.

Şu âyet mü’min, kafir, ehl-i kitap; ayırım yapmadan her insana hitap ediyor:

“Allah, gökleri ve yeri, ikisi arasındakileri altı gün içinde (altı evrede) yaratan sonra da Arş’a kurulandır. Sizin için O’ndan başka hiçbir dost (veli), hiçbir şefaatçi yoktur. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız?” (Secde 32/4)

Şu âyet ise Allah’a karşı sorumluluk bilinciyle davranan müttaki mü’minlere hitap ediyor:

“Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları onunla (Kur'an ile) uyar. Onlar için Rablerinden başka ne bir dost, ne de bir şefaatçı (aracı) vardır; belki sakınırlar.” (En’am 6/51)

Kur’an’da şefaat kavramı tek istisna dışında bütünüyle müşriklerin söz konusu edildiği yerlerde geçiyor. O tek istisnada mü’minler muhatap alınıyor:

Ey iman edenler! İçinde, ne bir alışverişin ne bir dostluğun ve ne de bir şefaatin bulunmadığı gün (kıyâmet günü) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan infâk edin (Allah için verin). Ve kâfirler, onlar zalimlerdir.” (Bekara 2/254)

Bunlar gösteriyor ki, şefaat, mü’minlerin değil, müşriklerin problemidir. Kur’an’ın bu kavramı ele alması özellikle müşriklerin şefaat inancını reddetmek, mü’minleri bu yanlış inanç konusunda uyarmak içindir.

Ancak bazı âyetlerde âhirette Allah’ın bazı kimselere şefaat izni vereceği söz konusu ediliyor. Bu âyetler arasında çelişki var gibi görünüyor. Allah’ın kelâmında (Kur’an’da) çelişki olmayacağına göre, asırlardır İslâm alimleri arasında tartışılan ve tartışmaya da açık olan şefaatı nasıl anlamak gerekir?

Şefaat bir kimsenin bağışlanması için onun adına af dileme, maddî veya manevî bir imkan elde etmesi için yetkilisi yanında aracılık yapma, dinî bir kavram olarak günahkâr bir mü’minin affedilmesi veya yüksek derecelere ulaşması için Allah’ın yanında makamı yüksek birinin O’na dua etmesi, dilekte bulunması anlamına gelir. Ehl-i Sünnet âlimleri, âhirette şefaatin mümkün olduğunu, peygamberlerin ve Allah katında itibarı yüksek kimselerin günahkârlar için şefaat edebileceklerini, yalnız Allah izin vermedikçe kimsenin kimseye şefaat edemeyeceğini savunurlar. (Heyet, Kur’an Yolu, 1/56)

İşte ilgili âyetler:

“Rahmân’ın katında söz almış olanlardan başkaları şefaat hakkına sahip olmayacaklardır.” (Meryem 19/87)

“O gün, Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden razı olduğu kimseden başkasının şefaati fayda vermez.” (Tâhâ 20/109)

“Allah, onların önlerindekini de, arkalarındakini de (yaptıklarını da, yapacaklarını da) bilir. Allah rızasına ulaşmış olanlardan başkasına şefaat etmezler. Onlar, Allah korkusundan titrerler!” (Enbiyâ 21/28)

“Allah katında, O’nun izin verdiği kimseden başkasının şefaati yarar sağlamaz. (Şefaat için izin verilip de) kalplerinden korku giderilince birbirlerine, “Rabbiniz ne söyledi?” diye sorarlar. Onlar da “Gerçeği” diye cevap verirler. O, yücedir, büyüktür.” (Sebe’ 34/23)

“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı gün içinde (altı evrede) yaratan, sonra da Arş’a kurulup işleri yerli yerince düzene koyan Allah’tır. O'nun izni olmaksızın, hiç kimse şefaatçi olamaz. İşte O, Rabbiniz Allah’tır. O hâlde O'na kulluk edin. Hâlâ düşünmüyor musunuz?” (Yûnus 10/3)

“Göklerde nice melekler vardır ki onların şefaatleri; ancak Allah’ın izniyle, dilediği ve hoşnut olduğu kimselere yarar sağlar.” (Necm 53/26)

Bazıları âhirette hiç bir şekilde şefaat yoktur görüşünü benimserler. Ancak burada reddedilen şefaat kâfirler ve küfürde ısrar edenler hakkındadır. Diğer bazı âyet ve hadisler  Allah’ın izniyle şefaat olacağını haber veriyorlar. Yasaklanmış şefaat anlayışı birilerinin Allah’ın izni olmadan, kendiliklerinden şefaat gücüne sahip oldukları inancıdır. Allah (cc) dilediğine şefaat ettirir. Bununla beraber Kıyâmetin başlangıcı o kadar korkunçtur ki o sırada şefaat söz konusu değildir. Herkes kazancıyla başbaşa olacaktır. (Elmalılı, H. Yazır, Hak Dini Kur’an Dili (sad.), 1/292)

“O’nun izni olmadıkça hiç bir şefaatçı yoktur” ve “O’nun izni olmadan kim şefaat edebilir?” (Bekara 2/255) 

Bu gibi ifadelerle Kur’an, yaşayan veya ölmüş kişilerin, veya peygamberlerin şartsız, kendiliklerin şefaat edebilecekleri şeklinde yaygın anlayışı reddediyor. Kur’an’da başka yerde işaret edildiği gibi dünyada tevbeleri ve olumlu çabalarıyla Allah’ın rızasını zaten kazanmış günahkârlar için Hesap Gününde peygamberlere sembolik olarak şefaat etme izni verecektir. Onlara verilen bu şefaat izni bir anlamda bu günahkârların bağışlanmasının bir ifadesi olacaktır. (Esed, M. Kur’an Mesajı, 1/391)

Şefaat kavramı Kur’an’da fiil, masdar ve isim olarak yirmisekiz âyette geçmektedir. Bunların yirmiüçünde olumsuz formda gelir.

Bu konudaki âyetlerin bütününden çıkarılan sonuç şudur: Mutlak anlamda şefaat Allah’a aittir.

 “Yoksa Allah’tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: “Hiçbir şeye güçleri yetmese ve düşünemiyor olsalar da mı?

De ki: “Şefaat tümüyle Allah’a aittir. Göklerin ve yerin hükümranlığı O’nundur. Sonra yalnız O’na döndürüleceksiniz.” (Zümer 39/43-44)

“Allah, gökleri ve yeri, ikisi arasındakileri altı gün içinde (altı evrede) yaratan sonra da Arş'a kurulandır. Sizin için O'ndan başka hiçbir dost, hiçbir şefaatçi yoktur. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız?” (Secde 32/4)

Şefaat, cennette bir çeşit derece atlatma ve üst derecedekilerle birlikte oluş anlamına gelmektedir. Temamen Allah’ın yetkisinde ve meleklerin bildirimiyle gerçekleşecek olan bu işlemde, herhangi bir kayırma veya başkalarına haksızlık etmek söz konusu değildir. (Okuyan, M. Kur’an’-ı Kerim’den Mesajlar, s: 105)

Âhirette şefaat mümkün olmakla birlikte son derece sınırlı tutulacağı ve insanların şefaate bel bağlamadan, kendi kurtuluşları için kendilerinin çaba göstermesi gerektiği anlaşılmaktdır. Bu durumda kişi zaman kaybetmeden Tevhîd dinine sarılarak kulluk görevlerini yerine getirmeli, hatalarından tevbe edip kendini düzeltmeli, kendini ateşten kurtacak  hasenât olan işlerle meşgul olmalı. (Heyet, Kur’an Yolu, 1/57)

Hadis kaynaklarında şefaatle ilgili geçen bilgiler, her ne kadar kendi içlerinde çelişkili olsa da, şefaate izin veren âyetlerle birlikte düşünüldüğü zaman, şefaatın var olduğu görülmektedir. Ancak bunun nasıl olacağı konusunda kesin bir kanaate ulaşmak zordur. Kaynaklarda şefaat hakkı diğer peygamberlere, sâlihlere, şehitlere verileceği belirtilmekle birlikte daha çok hz. Muhammed'in ön plana çıkarıldığını görmekteyiz.  Nitekim Peygamber (sav) ahirette ilk şefaatçının kendisi olacağını haber veriyor. (Müslim, İman/85 (330, 332) no: 483, 485)

Günümüzde bazı müslümanlarda şefaate kurtarıcı misyonu yükleniyor. Bazıları kendilerine şefaat edeceğine inandığı kimselere aşırı bağlanmakta, saygı göstermekte, hatta onları kutsallaştırmaktalar. Onlardan, güçlerinin yetmeyeceği olmayacak şeyleri beklemekteler.

İnsanın ancak kendi sâlih amelleriyle Allah’ın şefaatiyle (yardımıyla) kurtulabileceği açık ve ortada iken; başkalarına kurtarıcı misyonu yüklemek Kur’an’ın şefaat anlayışına uymamaktadır.

Kur’an şefaat etme yetkisinin sadece Allah’a ait olduğunu ısrarlı bir şekilde vurguluyor. Esasen kullara ‘şefaat’ edecek olan da, onları kurtaracak olan da Allah’tır. Kişiye O’nun şefaatının dışında hiç bir şey fayda vermez. İman edenler başkalarının yapacağı zannedilen şefaata güvenmemeli, üzerine düşen kulluk görevlerini yapmaya devam etmeli.

Yukarıdaki âyetlerde başkasının şefaat edebilmesinin Allah’ın iznine tabi olduğunun ifade edilmesi, mutlak güç ve yetkinin O’na ait olduğunu anlatmak içindir. Kur’an’a göre şefaatın doğru adresi her şeyin Mutlak hakimi Allah’tır. Bundan dolayı “şefaat ya Rasûlelleh” yerine; “şefaat ya Allah” demek daha doğrudur.

Allah’ın şefaat için kimlere izin verdiği veya vereceği konusunda kesin bir şey söylemek mümkün değildir.  Çünkü bu O'nun bileceği bir konudur. Şu kadar var ki, şefaatı yardım etmek, zarardan kurtulması için dua etmek, iyi bir şeye öncülük manasıyla alırsak;  peygamberlerin ümmetleri için dua etmelerini bu şefaat kapsamı içerisinde düşünebiliriz.

Şefaatı, bir kimseyi azaptan kurtarmak için Allah’a aracı olmak, torpil yapmak, mahşerde birilerini kayırmaya istemek şeklinde düşünürsek;  bu, olmayacak bir şeydir. Âhirette hiç kimsenin bir başkasını azaptan kurtarmaya yetkisi olmadığı gibi gücü de yoktur. (Ece, H. K. İslamın Temel Kavramları, s: 624)

 (Tartışmalı olan şefaat konusu için şu kaynaklara bakılabilir: Sarmış, İ. Şeytan Üçgeni: Bid’at-Tevessül-Şefaat. Düzenli, Y. Uslûb ve Semantik Açıdan Kur’an ve Şefaat. Durmuş, M. Kur’an’a Göre Şefaat. Alıcı, M. TDV İslâm Ansiklopedisi, Şefaat maddesi. Yavuz, Y. Ş. TDV İslâm Ansiklopedisi, Şefaat Maddesi. https://hasaneker.wordpress.com/2016/03/08/sefaat-inanci-allahi-geregi-gibi-anlayamamanin-bir-urunudur-2/.

http://www.iktibasdergisi.com/kurana-gore-sefaat%E2%80%8F/.

http://abdullah.us/sefaat-muslumanligi/

http://www.ozgurder.org/news_detail.php?id=4437

https://mehmetselvi.wordpress.com/2013/03/04/kurana-gore-sefaat/)

 

-Birine bağlanmak

Sesli olarak sormak gerekir?

Birine bağlanmayı nasıl anlamalı?

Dinde böyle bir şey var mı?

Biri denilen şahs âlim, hoca, şeyh, üstad, başkan, hakan, sultan, lider, halife, ulu’l-emr, velâyet-i fakih; kim ise. Adına ne deniliyor ise.

Hadis diye rivâyet edilen; “Zamanının imamını tanımadan ölen cahiliyye ölümü ile ölmüş demektir” sağlam mıdır (sahih midir)? Eğer sağlam ise burada kasdedilen imam kimdir, onu tanımanın, ona bağlanmanın boyutları nelerdir?

Sözü edilen imam, yani önder/meşru yönetici, kayıtsız şartsız bağlanılması, itaat edilmesi gereken bir kimse mi, yoksa günün şartlarında işlere vekil kılınan geçici bir memur mu?

Şu hadiste açıklandığı gibi:

“Kim  (meşru bir yöneticiye) itaatten  elini çekerse, Kıyâmet günü elinde hiç bir delil olmadan Allah’a kavuşur. Kim de boynunda biat (meşru bir emire bağlı) olmadan ölürse, cahiliyye ölümüyle ölmüş olur.” (Müslim, İmâre/58 no: 1851)

Bir işe müslümanların oluru (biati) ile vekil kılınan kişi, kutsallık mı kazanır? Onu müslümanların dünya ve din işlerine vekil kılmak; ona kayıtsız şartsız bağlanmayı, ona kayıtsız şartsız itaat etmeyi, ona köle olmayı, ondan maneviyata tasarruf etmesini  beklemeyi mi gerektirir?

İnsanlar ya ateşe (Cehenneme) davet eden küfür önderlerinin (imâmlarının) peşine, ya da rahmete ve Cennete, çağıran imâmların peşine giderler.

Biz de onu (Firavun’u) ve askerlerini yakaladık ve onları denize attık (Orada boğuldular). Zalimlerin sonunun nasıl olduğuna bak!

Biz onları, ateşe çağıran öncüler (imamlar) kıldık. Kıyamet günü de kendilerine yardım edilmeyecektir.” (Kasas 28/41)

Her insan topluluğunu önderleri (imamları) ile birlikte çağıracağımız o günde kimlerin amel defteri sağından verilirse, onlar, en küçük bir haksızlığa uğramamış olarak amel defterlerini okuyacaklar. Kim bu dünyada körlük ettiyse ahirette de kördür, yolunu daha da şaşırmıştır.”  (İsrâ 17/71-72) (Not: Buradaki imam, sicil yani kişinin yaptıklarının kayededildiği amel defteri, kişinin davranışlarını yönlendiren iyi ve kötü eğilimleri anlamına da gelebilir. Mukâtil b. Süleyman, Tefsir, 2/268. el-Hâzin, Muhammed b. İ. Tefsir, 3/138. Esed, M. Kur’an Mesajı, 2/573. İslâmoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, 1/544)

‘İmâm’ kelimesi ‘el-ümm’ yani anne kelimesinden türemiştir ki bir anlamda ana yürekli önder demektir. Her ‘imâm’ın çevresinde bir ‘ümmeti’, peşinden giden bir cemaati vardır. İmâm peşinde olan ümmeti için hayırda örnek olur, onlara anne şefkati gibi merhamet eder, onlara adalet ve iyilik gösterir, onların iyiliği için çalışır dua eder. Kendisinden sonra iyi olmaları için zemin hazırlar.

Hadi diyelim ki Din, dünyalık maslahat açısından ve dini yaşamayı sağlaması ümidiyle bir imama/öndere biat etmeyi gerekli görüyor. Müslümanların bunu bir şekilde, imkanları el verdiği ölçülerde yerine getirmeleri görevdir.

Ancak bu biat edilen kişiye bağlanmak mıdır? Ondan Hesap Gününde medet ummak mıdır? Onu kutsallaştırmak, olağanüstüleştirmek midir? Onun kendisine âhirette şefaat edeceğine, kurtaracağına inanmak mıdır?

Müslümanların kendi aralarından birisini yetkili seçmelerinin manası bu mudur?

İslâm, ilim ehlini övdüğü gibi, onlara sevgi beslemeyi, de onlardan faydalanmayı da tavsiye eder. İlim ehlinin de sorumluluğunu yerine getirmelerini, yani insanlara rehberlik etmelerini (irşad etmelerini) emreder.

Bu anlamda bir imama/ulu’l-emre biat etmek, bir âlimi sevmek,  onun ahlâkından ve fikirlerinden istifade etmeyi  istemek; onun peşine takılmayı, ona ölümüne, kayıtsız şartsız bağlanmayı, ondan öte dünyda medet veya kurtuluş beklemeyi gerektirmez.

 

-Hesap verme kişiseldir

İslâma göre sorumluluk kişisel olduğu gibi, hesap verme de kişiseldir. Hiç kimse başkasının günahını yüklenemediği gibi, başkasının yerine hesaba çekilmez.

Bu aynı zamanda şöyle demektir: Hiç kimse başkasını hesaptan kurtaramaz.  

Dört âyette şu ilâhi hüküm tekrar ediliyor: “Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez.”

“De ki: Allah her şeyin Rabbi iken ben ondan başka Rab mı arayacağım? Herkesin kazanacağı yalnız kendisine aittir. Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez. Sonunda dönüşünüz Rabbinizedir. Ve O, uyuşmazlığa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir.” (En’am 6/164)

“Kim hidâyet yolunu seçerse, bunu ancak kendi iyiliği için seçmiş olur; kim de doğruluktan saparsa, kendi zararına sapmış olur. Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü üslenmez. Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azap edecek değiliz.” (İsrâ 17/15)

“Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez. Yükü (günahı) ağır gelen kimse onu taşımak için (başkasını) çağırsa, bu çağırdığı akrabası da olsa, onun yükünden bir şey yüklenmez. Sen ancak görmeden Rablerinden korkanları ve namazı kılanları uyarabilirsin. Kim temizlenirse o, kendi menfaatine temizlenmiş olur. Dönüş Allah'adır.” Fâtır 35/18.

“Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz ki Allah sizin iman etmenize muhtaç değildir. Ama kullarının inkâr etmesine razı olmaz. Eğer şükrederseniz sizin için buna razı olur. Hiçbir günahkâr başka bir günahkârın yükünü yüklenmez. Sonra dönüşünüz ancak Rabbinizedir. O da size yaptıklarınızı haber verir. Çünkü O, göğüslerin özünü (kalplerde olanı) hakkıyla bilir.” (Zümer 39/7)

O gün iman ve sâlih amelle birlikte Allah'ın huzuruna gelmeyenlere hiç kimsenin aracılığı yarar getirmeyeceği gibi, küfür ve günahların cezasını kaldırmak üzere hiç kimseden fidye de alınmaz. (Kutub, S. fi-Zılâli’l-Kur’an 1/70)

Şu âyette konu bir daha vurgulanıyor:

“Hesap Günü nedir bilir misin? Ve bir kez daha: Hesap Günü nedir bilir misin? Hiçbir insanın başka birine zerre fayda sağlayamayacağı bir Gün(dür o): Çünkü o Gün (açık seçik görülecektir ki) emir (söz, hâkimiyet) yalnız Allah'a aittir.” (İnfitâr 82/17-19)

Âyet gayet açık:

Hiç kimse başkasına zerre kadar fayda sağlayamayacak.

Cezayı hak edenleri hiç kimse onu cezadan kurtaramayacak.

Hesap anında kimsenin böyle bir cesareti olamayacak.

Falanca kişi benim dostumdu, ahbabımdı, adamımdı, öğrencimdi, müridimdi, şeyhimdi, bizim takımdandı, bizim gruptandı, falanca mezheptendi, falanca ülkedendi gibi yaklaşımlar söz konusu olmayacak.

O gün söz de, hüküm de, karar da Allah’a aittir. Herkesi dünyada yaptıklarına göre karşılayacak, herkese rahmetiyle muamele edecek. 

“Sonra bu tasvirle uyum sağlayan açıklama gelmektedir. "O gün kimsenin kimseye faydası olmaz." Bu tam bir acizlik, tam bir yıkılmışlıktır. Bu gerçekten kuşatma altına alınma ve ezilip büzülmedir. Kendi acısı ve yükü ile uğraşan insanların tanıdıkları herkesten ayrılmalarıdır. “O gün yetki sadece Allah'ındır.” Yalnız yüce Allah'ın elinde. Aslında hem dünyada hem de ahirette hüküm ve yetki sahibi zaten Allah'tır. Fakat bu günde yani kıyâmet gününde bu gerçek gafil ve gururlu insanların bu dünyada kendisinden habersiz kalabildikleri bu gerçekle kesinlikle yüzyüze gelecekler. Hiçbir gizli taraf kalmayacak, aldatılmış ve saptırılmış hiç kimsenin gözünden kaçmayacaktır.

İnfitar Sûresinin girişindeki dalgalı, coşkun, hareketli korku atmosferi ile sûrenin sonundaki bu sessiz, durgun, heybetli korku birbirini bütünlemektedir. His bu iki korku arasında sıkışıp kalmaktadır. Her ikisi de korkutucu, titretici ve insanın aklını başından alacak niteliktedir. Bu ikisinin arasında ise insanı mahcup düşüren, eriten yüce sitem yer almaktadır!” (Kutub, S. fi-Zılali’l-Kur’an, 6/3852)

Bırakın yabancı bir kimsenin diğerine el atması, yardım etmesi, imdadına gelmesi, bir baba bile çocuğuna, bir çocuk ebeveynine o Hesap Günü hiç bir şey veremez, hiç bir yardımda bulunamaz. Kur’an adeta bunun olmayacak bir şey olduğunu tekrar tekrar vurguluyor:

 “Ey insanlar! Rabbinize karşı sorumluluğunuzu unutmayın; ve ne hiçbir anne babanın çocuğuna herhangi bir faydasının erişebileceği, ne de hiç bir çocuğun anne babasına en ufak bir fayda sağlayamayacağı Gün'den korkun.

Unutmayın, Allah'ın (yeniden diriltme) vaadi gerçektir. Öyleyse, bu dünyanın sizi ayartmasına izin vermeyin ve Allah hakkındaki müfsitçe düşüncelerinizin sahte cazibesine kapılmayın!” (Lukman 31/33-34)

Bir kimsenin arkadaşı, lideri veya mürşidi (rehber edindiği kimse) ona anne-babasından daha yakın olamazlar. Anne-baba bile kişiye bu Hesap Günü bir fayda sağlayamazken, birilerinden medet ummak ne kadar doğrudur? Kur’an böyle bir yanlış konusunda sürekli mü’minleri uyarıyor.

Bu dünyada başkası uğruna âhiretini heba eden, ya da başkalarına bağlanarak günah yolunu seçenler ahmaklardır. (Mevdûdi, Tefhimu’l-Kur’an (çev.), 4/341)

Ebeveynin bırakın çocuklarına yardım etmesini; o dehşet günde, o ana-baba gününde herkes birbirinden kaçacak. Dünyada birbirini candan sevenler bile:

Kulakları sağır eden o ses geldiğinde; İşte o gün kişi kardeşinden, kaçar. Annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından.” Niçin? Çünkü “O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır.” (Abese 80/34-37)

Gerçek ortada, o gün ana mı görülür baba mı, evlât mı, sevgili mi?

Âyetler insanı adeta sarsıyor. İnsanı çarpıcı bir gerçekle yüzyüze getiriyor.

Yürekleri hoplatacak açık bir hakikati tekrar tekrar hatırlatıyor. İşiten kulakları, anlayan idrakları, hisseden vicdanları sarsıyor.

Dünya hayatının anlamını ve amacını, arkadan gelecek olan hayat (âhiret) olgusunu düşünenler (fıkh edenler) bu gerçeği es geçmezler.

“Abese 34. âyette geçen “saahha” sözcüğü etkili ve sert bir tona sahip. İnsanın kulak zarını patlatırcasına bir ağırlığı var. Âyet bu sert ve rahatsız edici ses ile peşinde gelen sahneye zemin hazırlanmaktadır.

Burada dile getirilen, kalp ve duygulardaki etkinliği ile ölçülen psikolojik dehşet oluşturan bir durum. Bu sahne kişinin kendisine en yakın olan insanlardan bile kaçıp kurtulmaya çalıştığı sahnedir. Öyle ki, akrabalık ve kan bağlarını koparıyor, baba ile oğul, oğulla baba arasındaki soy ve rahim ilişkilerini geçersizleştiriyor. “O gün kişi kaçar; kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından”. Kopmayan bağlarla ve sağlam ilişkilerle bağlandığı insanlardan kaçar. Zira herkesin işi başından aşkındır. Herkesin derdi kendisine yeter. Herkes kendi derdine düştüğünden, kimse kimseden bir şey savamıyor. Kimseye de ameli ve kazandığının dışında hiçbir şey yarar sağlamıyor.

Bunların tümü insanların alışık oldukları benzeri görülmeyen bir korkudan başka bir şey değildir. Burada Allah korkusuna davet, icabet edilen yerinde geliyor. Bu her tarafı saran korkulu durumun etkinliği içinde sunulan ahiret meselesine kalpler eğilecektir.

"Allah'ın vaadi gerçektir." Gecikmez, yanlış çıkmaz. Bu zor durumla karşılaşmaktan kaçış yoktur. Babanın oğula ve oğulun babaya yararı dokunmayacak duyarlı yargı ve adil karşılıktan da kaçış yoktur.” (Kutub,S. fi-Zılâli’l-Kur’an, 6/3838)

Kur’an bu gerçeği bir başka âyette şöyle dile getiriyor:

“Sûra üflendiği zaman artık aralarında akrabalık bağları kalmamıştır; birbirlerini de arayıp sormazlar. Artık kimlerin (sevap) tartılan ağır basarsa, işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir; (çünkü onlar) ebedi cehennemdedirler.” Ateş yüzlerini yakar; orada suratları çirkin ve gülünç bir halde bulunurlar.” (Mü’minûn 23/101-104)

Bu dünyada keyflerine göre yaşayıp, âhiret hayatının geleceğini ummayanlar, o gün hakiketle yüzyüze geldiklerinde, gerçeği çıplak gözle gördüklerinde şöyle diyecekler:

“Şimdi artık bizim ne şefaatçilerimiz var, ne de yakın bir dostumuz.”

Ah keşke bizim için (dünyaya) bir dönüş daha olsa da, müminlerden olsak! Bunda elbet (alınacak) büyük bir ders vardır; ama çokları iman etmezler.” (Şuarâ 26/100-103)

“Seni yalanladılarsa “Benim yaptığım bana, sizin yaptığınız size; siz benim yaptığımdam berisiniz, ben sizin yaptığınızdan beriyim” de.” (Yûnus 10/41) 

“Bütün sırların ortaya çıktığı gün... ki ne gücü vardır insanın ne de yardımcısı.” (Tarık 86/9-10)

Peygamber (sav) o günkü sıkıntıyı şöyle anlatıyor:

“Kıyâmet günü olunca güneş, kullara bir mil veya iki mil mesafede oluncaya kadar yaklaştırılacaktır. Güneş onları âdetâ eritecek ve amelleri miktarınca ter içinde kalacaklardır. Onlardan kimini topuğuna kadar alacak, kimini diz kapaklarına kadar alacak, kimini beline kadar alacak, kimine de basbayağı gem vurulacak." Peygamber bu sırada ağzını işaret etti.” (Tirmizî, Kıyâmet/2 no: 2421. Bir benzeri: Müslim, Cennet/62 no: 2864)

Kıyâmet gününde, hesap için toplanma yerinde terlemek, içine düşülecek sıkıntının  bir göstergesidir. Çünkü hesaba katılmayan, ya da tam hazır olunmayan âhiret hayatı başlamış olacak. Dünyada yapılan bütün işlerin hesabı biraz sonra görülecek. Kimse sonucun ne olduğunu bilmeyecek. Böyle bir durumda insan dehşete ve sıkıntıya düşecek, daralacak, bunalacak.  Bir an önce hesabının görülmesini bekleyecek.

Âyetlerin mesajları bu açık iken hâlâ bazı müslümanların, kendileri gibi insanlardan medet ummaları anlaşılır şey değil. İman edip ve sâlih amel yapmak dururken, birilerinin ortaya attığı bir iddianın ardından giderek, o dehşet gününde beşerden imdat beklemek, bu âyetleri anlamamak manasına gelmez mi?  

Kur’an iman edenler için bir şey söylüyor. Ama ona inandığını söyleyen birileri aynı konuda bambaşka bir şey iddia ediyorlar.

Bu yanlışın üzerinde tekrar tekrar düşünmeye değer.

Allah (cc) mutlak bir Hakikati açıklıyor. Sanki şöyle deniliyor.  “Ey insan, seni Hesabın zorluğundan kurtaracak olan senin samimi imanın ve  Rabbinin katında makbul olacak amellerin/işlerindir, kulluğundur. Hatta Allah’ın rahmeti olmazsa bunlar da seni kurtarmaya yetmez. Zira kulluk borcuna karşılık senin amellerin çok yetersiz kalır. Öyleyse senin için Allah’ın rahmetinden başka bir kurtarıcı yoktur.”

Bu gerçek başka bir âyette infak bağlamında şöyle dile getiriliyor.

“Ey iman edenler! İçinde, ne bir alışverişin, ne bir dostluğun ve ne de bir şefaatin (aracılığın) bulunmadığı gün (kıyâmet günü) gelmeden önce, size verdiğimiz rızıklardan infâk edin (Allah için verin). Ve kâfirler, onlar zalimlerdir.” (Bekara 2/254(

O gün buradaki dostluk işe yaramaz, başkasının yapacağı zannedilen şefaat, yani aracılık da.

İnsanı Hesap Gününde kurtaracak olan yakîn imanı ve sâlih amelidir. Yani insanın görevi Allah’tan vahiy yoluyla gelenlere hakkıyla, samimiyetle, istenildiği gibi iman etmek, sonra da bu imanın gereği olarak sâlih amel işlemektir. Din’e (şeriate) uygun, sağlam, faydalı, yapıcı, ıslah edici, kişiye sevap kazandırıcı, Allah’ın sevip razı olacağını, Din dilinde hasenât ve salihât şeklinde nitelenen işler yapmaktır.

“Asra yemin olsun ki insanlar hüsrandadır. Ancak iman edip sâlih amel işleyenler, birbirlerine hakkı, sabrı tavsiye edenler müstesnâ.”

Peygamber (sav) bu gerçeği bir sözünde farklı bir şekilde açıklıyor. 

“Şüphesiz Allah sizin şekillerinize ve mallarınıza bakmaz. Fakat Allah sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr/33 no: 6543. İbni Mâce, Zühd/9 no: 4143) Yani insanlar iman edip etmediklerine ve yaptıkları işlere göre karşılık görecekler. Başka ölçülere, kimin adamı, yakını, bağlısı; neye mensup olup olmadığına göre değil.

Şu hadisler bu gerçeği tamamlıyor:

“Cenazeyi (kabre kadar) üç şey takip eder. Malı, ailesi ve ameli. Bunlrdan ikisi geri döner, biri onun yanında kalır. Malı ve ailesi geri döner, amlei onunla birlikte kalır.” (Buhârî, Rikak/42 no: 6514. Müslim, Zühd/1 no: 7424. Tirmizî, Züh/46 no: 2380)

“İnsan ölünce (sâlih) ameli kesilir. Ancak üç amel (in sevabı) kesilmez: Sadaka-i câriye (kamuya yararlı sadaka), faydalanılan bir ilim ve arkasında kendisine dua edecek sâlih  bir çocuk bırakmak.” (Müslim, Vasiyyet/14 no: 4224. Ebu Dâvud, Vesâyâ/14 no: 2880. İbni Mâce, Sünnet (Mukaddime)/20 no: 241)

Ebû Hureyre’den rivâyetinde bu üç sayısına ek var: “Mü’mine ölümünden sonra amel ve hasenatından ulaşacak şey; öğretip yaydığı ilim, bıraktığı sâlih evlat, miras bıraktığı mushaf, yaptığı mescit, yolcu için yaptığı ev, akıttığı ırmak ve sağlığında malından verdiği sadakadır.” (İbn Mâce, Sünnet (Mukaddime)/20 no: 242) 

Aynı hakikati bir âyet farklı şekilde haber veriyor:

 “Mal ve evlat dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan sâlih ameller, Rabbinin katında mal ve evlatlardan ve dünyalıklardan iyidir.” (Kehf 18/46)

Hiç kimse hakkıyla iman etmedikçe cennete giremez. İsterse peygamber çocuğu, hanımı veya amcası en büyük âlimin, en meşhur şeyhin çocuğu veya yakını olsun. “İman etmedikçe cennete giremezsiniz...” (Müslim, İman/22 no: 194. Tirmizî,  Sıfâtül-Kıyâme/56 no: 2510)

 

-Ey Fatıma! Kendini kurtarmaya bak

Kıyâmet günü âlemlere rahmet peygamberi (Enbiyâ 21/107) Muhammed (sav) bile –Allah’ın izniyle ümmetinden dilediği kimselere dua (şefaat) etmesi hariç- kimseye yardım edemeyecek, bir fayda sağlayamayacak.  Bunu hem Kur’an söylüyor, hem de hadis kaynakları söylüyor.

Eğer sahih ise şu hadis üzerinde dönüp dönüp düşünmek gerekir. “En yakının olan aşiretini (akrabalarını) uyar”(Şuarâ 26/214) âyeti indirildiği zaman Peygamber (sav) yakınlarını Ebû Kubeys tepesinde toplamış ve:

“-Ey Kureyş (veya buna benzer bir söz ile)! Nefsinizi Allah'tan satın almaya bakın. Zira ben sizin adınıza bir şey yapamam.

-Ey Abdimenâf oğulları! Nefsinizi Allah'tan satın almaya bakın; zira âhirette sizin adınıza bir şey yapmak elimden gelmez!

-Ey Abdülmuttalip oğlu Abbas! Nefsini Allah'tan satın almaya bak; zira âhirette senin adına bir şey yapamam!

-Ey Muhammed'in kızı Fatıma! Sen de nefsini Allah'tan satın almaya bak; zira âhirette senin adına da bir şey yapamam” buyurdu.”  (Buhârî, Tefsir/233 no: 4771)

Buhârî’nin bir başka rivâyeti şöyle:

“-Ey Abd-i Menaf oğulları! Allah’tan nefsilerinizi satın alın (Cehennemden kurtulmak için kulluk yapın).

-Ey Abdulmuttalib oğulları! Nefsinizi Allah’tan satın alın.

-Ey Zübeyr b. Avvam’ın annesi Rasûlüllah’ın halası (Safiyye)!,

-Ey Muhammed’in kızı Fatıma! Nefsilerinizi Allah’tan satın alın. Benim, Allah’tan size bir şey yapmaya gücüm yetmez...” (Buhârî, Menâkıb/13 no: 3527)

Bunlara benzer bir rivâyet de şöyle:

“Yakın akrabalarını uyar”(Şuarâ 26/214) âyeti inince Peygamber (sav) şöyle demişti:

-Ey Kureyş topluluğu! Kendinizi Allah’tan satın alın (kurtarmaya bakın), Allah’ın yanında size faydam olmaz.

-Ey Abd-i Menaf! Allah’ın yanında size faydam olmaz.

-Ey Abbas b. Abdulmuttalib! Allah’ın yanında sana faydam olmaz.

-Ey Rasulüllah’ın halası Safiyye! Allah’ın yanında sana faydam olmaz.

-Ey Muhammed’in kızı Fatıma! Malımdan dilediğini iste ama Allah’ın yanında sana faydam olmaz.”(Buhârî, Vesâya/11 no: 2753. Müslim, İman 89 no: 504)

Peygamber (sav) yani gelmiş ve gelecek günahları affedilen (Fetih 49/2) son Elçi  Peygamber (sav) akrabalarına,  can parçası, kadınların en hayırlısı olan Hatice bintü Huveylid’in kızı Fatıma’ya (Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr/20 no: 3815. Müslim, F. Sahâbe/69 no: 2430) bile orada yardımcı olamayacağını söylerken; başka kim kime el atabilir, kim kimi kurtarabilir?

Peygamber’in arkadaşlarından Osman bin Maz’ûn (ra) Medîne’de Ümmü’l-Alâ isminde bir kadının evinde vefât etmişti. Bu kadın:  

“–Ey Osman, şehâdet ederim ki şu anda Allah (cc) sana ikrâm etmektedir.” dedi. Rasûlüllah (sav) bunu duyunca müdahele etti:

“–Allâh’ın ona ikram ettiğini nereden biliyorsun?” buyurdu. Kadın:

“–Bilmiyorum vallâhi!” deyince Peygamber şöyle buyurdu.

“- Osman vefât etmiştir. Ben onun için Allah’tan hayır ümîd etmekteyim. Fakat ben Allah’ın elçisi olduğum hâlde, bana ve size ne yapılacağını bilmiyorum.”

Ümmü’l-Alâ demiş ki: “Vallâhi, bu olaydan sonra hiç kimse hakkında bir şey söylemedim.” (Buhârî, Cenâiz/3 no: 1243, Tâbîr/27 no: 7018. Ahmed b. Hanbel, 6/461 no: 27525)

Peygamber (sav) Uhud şehitleri için; “Bunların lehinde (Allah katında) şehâdet ederim” deyince, Ebu Bekr (ra) 

“-Ey Allah’ın Rasûlü, biz de onların kardeşleri değil miyiz? dedi. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurdu:

“-Doğru,  fakat benden sonra neler yapacağınızı bilmiyorum ki.” (Muvatta, 21.Kitab14.Bab no: 3)

Eğer bu hadis sahih ise; Peygamber (sav) en sâdık arkadaşı, Ebu Bekir (ra) hakkında dahi garanti veremiyor. Bu konuşmanın geçtiği tarihten sonra kimin ne yapacağını bilmediğini söylüyor. İnsan şaşırabilir, itaat eden bir kimse iken isyan eden, iman eden bir kimse iken inkâr eden bir kimse olabilir. Tersi de mümkün. Önemli olan iman üzere yaşayıp iman üzere ölme çabasından ayrılmamaktır.

Peygamber’in Hesap Günü kimseye yardım edemeyeceği hadislerin yanında âyetlerde tekrar vurgulanıyor:

“Bu işte senin yapacağın bir şey yoktur. Allah, ya tövbelerini kabul edip onları affeder, ya da zalim olduklarından dolayı onlara azap eder.” (Âli İmran 3/128)

 Peygamber (sav) cehennemi hak etmiş hiç kimseyi oradan kurtaramaz.

“Hakkında azap sözü (hükmü) gerçekleşenler, hiç onlar gibi olur mu? Cehennemlikleri sen mi kurtaracaksın?” (Zümer 39/19)

Peygamber (sav) kimsenin vekili, hatalarını yüklenen, onların yaptıkların sorumlu olan bir kimse değildir. O sadece Allah’tan görevli bir elçidir. Herkesin yaptığı amelin sonucu kendine aittir.

 “De ki: Ey insanlar! Size Rabbinizden Hak (Kur'an) gelmiştir. Artık kim doğru yola gelirse, ancak kendisi için gelecektir. Kim de saparsa, o da ancak kendi aleyhine sapacaktır. Ben sizin üzerinize vekil değilim. (Sadece tebliğ etmekle memurum).” (Yûnus 10/108)

“Şüphesiz biz seni hak ile; müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. Sen

cehennemlik olanlardan sorumlu tutulacak değilsin.” (Bekara 2/119)

“(Resulüm!) Hakkında azap hükmü gerçekleşmiş kimseyi ve ateşte olanı sen mi kurtaracaksın!” (Zümer 39/19)

“De ki: Benim size, ne zarar verme ne de (zorla) yola getirme gücüm var. 

De ki: Gerçekten (bana bir kötülük dilerse) Allah'a karşı beni kimse himaye edemez, O'ndan başka sığınacak (yucîranî) kimse de bulamam.” (Cin 72/21-22)

Şu uyarı Allah’tan başka kurtarıcı olduğu düşüncesine yeniden bakmamızı gerektiriyor:

De ki: “Ben türedi bir peygamber değilim. Bana ve size ne yapılacağını da bilmem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.” (Ahkaf 46/9)

Gelmiş ve geçmiş günahlarının affedilmesi için apaçık bir fetih verilen (Fetih 48/2) Peygamber (sav) bile kendisine ne yapılacağını, Hesap Günü ne ile karşılaşacağını bilmiyor. Kendisi hakkında garanti veremiyor. Ben kurtuldum sizi de kurtaracağım diyemiyor.

Ya kendilerine veya haklarında asla vahiy inmeyen kişilerin âhirette durumlarının ne olacağını kim, nasıl bilebilir?

Kurtulup kurtulmayacakları, Cennete gidip gitmeyecekleri belli olmayan; adı üzerinde,  beşer olan kimseler başkalarını nasıl kurtarabilir? İnsanlardan kurtarıcı beklemek anlayışı bu ayetlere ters düşmek değil midir?

Bununla beraber kimse yarın (Kıyâmette) ne kazanacağını, neye kavuşacağını; bir anlamda nasıl muamele göreceğini bilemez. Kıyâmetin ve âhiretin bilgisi tümüyle Allah’a aittir. Oradaki hükmün kendisine ait olduğu gibi.

“Kıyâmet saatini bilmek ancak Allah'a mahsustur. Yağmuru O indirir, rahimlerde bulunanı O bilir, kimse yarın ne kazanacağını bilmez ve hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Allah şüphesiz bilendir, her şeyden haberdardır.” (Lukman 31/33-34)

Fazla söze gerek yok, hakikat ortada.

 

  • Son söz

Kişiyi kurtacak olan imanı ve Allah rızası için işlediği sâlih amellerdir, Allah’ın rahmetidir. Yukarıdan beri sıraladığımı Kur’an’daki kurtarma olayı ilgili kullanılan kelimeler, muhtelif âyet ve hadisler bunu gösteriyor. Kısaca Allah’tan başka mutlak kurtarıcı olamaz. Allah (cc) da kulunu onun imanına ve sâlih ameline göre kurtarır.

Kur’an açık bir şekilde Mahşer Günü’nde (kıyâmette) kişiye neyin fayda vereceğini farklı bir ifade ile tekrar haber veriyor: 

O gün, ne mal fayda verir ne de evlât. Ancak Allah'a kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).”(Şuarâ 26/88-89) 

Tıpkı Rabbine kalb-i selîm ile gelen müstesna insan hz. İbrahim gibi.” (Saffât 37/81-84) Kalb-i selîm’in Hakka teslim olmuş, imanlı yürek olduğu açıktır. Dünyada iken Rabbine, O’nun gönderdiği hakikate teslim olmayıp insanlık görevini yapmayanlara ya da eksik yapanlara, âhiret yolculuğunda çantası boş olanlara, bu yolculuk için azık biriktirmeyenlere, tartısı ağır olsun diye bu dünyada çaba göstermeyenlere başka insanlar neylesin?

Bize düşen hayelleri bir tarafa bırakıp Allah’ın huzuruna selîm bir kalple gitmenin imkanlarını aramak, el açıp aczimizi itiraf ederek tıpkı Yûsuf (sa) gibi dua etmek ve duamıza layık, sâlihlerden, sâdıklardan ve müttakılerden olmaya çalışmaktır.

“Teveffeni müslimen ve elhıknî bi’s-sâlihîn - Ey Rabbim, beni müslüman olarak vefat ettir ve beni sâlih kullarının arasına kat.” (Yûsuf 12/101)

 

Hüseyin K. Ece

23.04.2016 Zaandam