Nahl Sûresi 112.âyette Kur’an’ın kelâm harikalarından biri ile karşı karşıyayız. Burada, söz ve anlam olarak insanüstü/mucize olan Allah’ın kelâmı insanlara düşündürücü, uyarıcı ve şuura getirici apayrı bir örnek sunuyor.

 

Âyette; ‘açlık korku ve korku elbisesi’ ve bu elbisenin taddırılması söz konusu ediliyor. Açlık ve korku felâketinin bir elbisenin vücudu sarması gibi insanları kuşatması anlatılıyor. İnsan, elbisenin sertliğini veya yumuşaklığını, sıcaklığını ve kuşatıcılığını bedende nasıl hissederse, açlık ve korku felâketini de bütün benliğinde öylece hisseder. Açlığın ve korkunun getirdiği ürperti, endişe ve elem bütün duygularla duyulur. Ağıza alınan bir lezzetin etkisi nasıl ki bütün beden tarafından algılanırsa, açlık ve korkunun etkisi de bütün duygularla yaşanır.

Açlık ve korku elbisesinin giydirilmesi. Ya da bu duygunun insana taddırılması.

Kuşatan, çepeçevre saran, etkisi altına alan, kendini hissettiren felâketlere muhatap olmak. Onu içinde duymak, hislerde yaşamak, davranışları onun etkisiyle yapmak...

Bu müthiş bir örnektir. Bu, uyarıcı, tehdit edici, düşündürücü, sarsıcı ve anlamlı bir örnektir. Bu, Kur’an’ın zaman zaman başvurduğu ikna edici ve öğüt verici benzetmelerinden biridir.

Kuşatıcı açlık ve korku felâketi... Ya da insanı sarıp-sarmalayan açlık ve korku elbisesi. Bir başka deyişle; açlığın ve korkunun hak edenlere bir giysi giyme zevki gibi taddırılması. Felâketlerin, korkuların, endişelerin, tereddiütlerin ve güvensizliğin bir örtü gibi toplumun üzerine atılması. Bu korku ve açlık duygusunun herkesi sarıp kuşatması.

Kur’an bir kent veya beldeyi örnek veriyor. O şehir halkının yaptıklarına karşılık neyi kazandıklerını göz önüne seriyor.

Şimdi bu terkibin ifade ettiği nükteleri, verdiği etkileyici örneği adım adım takip edelim.

 

1-Bu Terkibin İçinde Yer Aldığı Âyetler:     

Bu terkip Kur’an bir âyette geçmektedir:

“İşte Allah (size) bir örnek veriyor: Güvenlik ve refah içinde  bir şehir (düşümünün ki), oraya (ahalisinin) rızkı her yandan bolca akıp duruyordu.; ama ahalisi tutup Allah’ın nimetine yakışmaz bir biçimde nankörlük etti ve bunun üzerine Allah da  onlara, inatla yapageldikleri (kötülüklerinden) ötürü kuşatıcı bir açlık ve korku felâketi taddırdı.

Kaldı ki, onlara aralarından bir peygamber gelmişti, ama onu yalanladılar. Ve onlar böylece zulüm ve haksızlıklarına devam edip giderken azab kendilerini kıskıvrak yakaladı.

Bunu içindir ki, Allah’ın size rızık olarak bahşettiği temiz ve meşru şeylerden payınızı alın ve eğer yalnızca O’na kulluk ediyorsanız, o zaman nimetinden ötürü Allah’a şükrünüz gösterin.” (16 Nahl/112-114)

 

2-Bu Terkibin Yer Aldığı Kur’aní Ortam:

Nahl Sûresi söze Allah’ın her şeyi yaratan Yüce Yaratıcı olduğunu hatırlatarak başlıyor, İnsanlara sunulan çeşitli nimetlerden örnekler veriyor ve onları nimetlerin sahibi  Allah’a şükretmeye çağırıyor. Nimetlere şükrün anlamı; nimetlerin sahibini tanımak, O’nu rab bilmek ve kulluğu yalnızca O’na yapmaktır. Buradaki şükür iman ve ibadetle, ulûhiyyet ve Rabliği yalnızca O’na vermekle yerine getirilen şükürdür.

Bu âyette ise nimetlere nankörlük yapan ve kendilerine gelen elçiyi dinlemeyip, ona eziyet eden toplulukların durumu tasvir ediliyor. Konu, Peygambere inanmamakta direnenlerin inatçılığı ve Allah’ın kötülük yurdunu terkedip Allah yolunda güçlüklere göğüs gerenlerin yanında olduğu söylendikten sonra gündeme geliyor. Bu dünyada yapılan her şeyin karşılığı olacaktır. Kim hangi şey için çalışırsa kıyamette mutlaka onun bedelini alacaktır.

Kur’an, Allah’ın nimetlerine nankörlük edip de ‘açlık ve korku felâketini’ tadan beldeyi örnek verdikten sonra iman edenleri yeniden Allah’a şükretmeye çağırıyor. Hangi hayvanların etlerinin yenmesinin haram olduğunu haber veriyor. Sonra da dilin alıştığı gibi rastgele; ‘şu haram bu helâl’ demenin yanlış olduğuna işaret ediyor. Çünkü insanlara bir şeyi helâl veya haram kılma hakkı yalnızca Allah’a aittir.

 

3-Açlık ve Korku Elbisesi:

‘el-Cû’ (açlık): O, canlılarda midenin yiyecekten boş olmasından dolayı duyulan bir elemdir. (R. el-Isfehâní, Müfredât, İst. 1986, s: 146)

‘el-Havf (korku)’: Tahmin edilen veya bilinen bir işaretle hoşlanılmayan bir şeyi beklemektir.  Ümit ve tama’ (ummak) ise, tahmin edilen veya bilinen bir işaret sebebiyle sevilen bir şeyi beklemektir. 

Korkunun (havf’ın) zıddı emniyettir (güvendir).

Havf kelimesi hem dünya, hem de ahiret işleri hakkında kullanılabilir. (R. Isfehâní, Müfredât, s: 229)

Kur’an’da müslümanlar hakkında şöyle buyuruluyor:

“O’nun rahmetini umarlar, azabından havf ederler (korkarlar).” (17 İsra/57)

‘Libas (elbise)’: ‘lebise’ fiilinin masdarıdır. Lebise, elbise giymek, örtünmek demektir. ‘Libas’ ise; kişinin kendisiyle örtündüğü şeydir. (R. el-Isfehâní, Müfredât. S: 674)

Bu kelime Kur’an’da çeşitli formlarda kullanılıyor.

Libas; insanın her türlü çirkinliğini örtebileceği bir şey kılınmıştır. Koca hanımı için, hanımı kocası için libas (gibi) yapılmıştır. (2 Bekara/187) Çünkü erkek hanımını çirkin işlerden alıkoyar, korur, hanım da kocasını hanımı için aynı şeyi yapar.

Kur’an, takvayı (Allah’a karşı karşı sorumluluk bilinciyle hareket etmeyi) insanı her yönden koruyan, kollayan, onu şahsiyetli gösteren güzel ve hayırlı bir elbiseye benzetiyor:

“Ey Âdemoğulları, Biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise (libas) ve size ‘süsü’ kazandıracak bir giyim imdirdik (var ettik). Takva elbisesi (takva ile kuşanıp-donanmak) ise, bu daha hayırlıdır. Bu Allah’ın âyetlerindendir. Umulur ki öğüt alıp-düşünürler.” (7 Â’raf/26)    

Kur’an, Allah’ın (cc) geceyi tıpkı bir elbise (libas) gibi her şeyin üzerini kapatan örtü  (Bağaví, Beyrut1413-1992,  Tefsir, 3/371. Elmalılı, Tefsir, İst. trh.sad. Heyet, 6/77)  yaptığını haber veriyor. (25 Furkan/47. 78 Nebe’/10)

Konumuz olan âyette şöyle deniyor:

“Allah o şehir halkına açlık ve korku elbisesini taddırdı.” Burada şehir halkının durumunu canlı tablo halinde gösterebilmek için ‘açlık ve korku’ bir elbiseye benzetildi. “Falanca kişi fakirliği gömlek gibi giydi, açlığı örtündü” örneği de buna benzemektedir.  (R. el-Isfehâní, Müfredât, s: 674-675)

Âyette; lafzen “Allah onlara açlık ve korku elbisesini taddırdı” deniliyor. Elbise (giymek yemek gibi bir şey olmadığına göre acaba) nasıl tadılabilir? Kelâmın akışı şöyle olabilir:  Allah onları açlık ve korku elbisesi ile örttü. O belde halkına açlık ve korku elbisesini giydirdi. Ya da cümledeki libas/elbise kelimesini atarak şöyle diyebiliriz:  ‘Allah (cc) onlara açlığı ve korkuyu taddırdı.’ (İbni Kuteybe, Te’vilü Müşkili’l Kur’an, Mektebetü’l  Ilmiyye, trh. s: 31)

 

3a-Bu İfadenin Deyim Olarak Anlamı:

Muhammed Esed, ‘açlık ve korku elbisesi’ sözünün eski Arapçada insanın başına gelen felâketler hakkında kullanıldığını söylüyor ve şunları ekliyor:     

“Lafzen; ‘giysi/elbise (libas) –insanı bir giyecek gibi her yandan kuşatan felâketi ifade için klasik Arapçada kullanılan deyimsel bir ifade (Tacu’l ‘arûs, yukarıdaki âyete özel bir atıfta bulunarak).

Bu örnek ya da mesel, Allah’ın insana bahşettiği hesapsız rızık ve nimetlere karşı bilinçli ya da kasıtlı nankörlüğün, bir başka deyişle Allah’ın doğru yolu gösteren mesajına karşı çıkmanın, uzun va’dede ve bir bütün olarak toplumsal hayatın karmaşık dokusu içinde dönüp dolaşıp eninde sonunda insanların başına sadece ahirette değil, bu dünyada da vahim sonuçlar, büyük felâketler açacağını gösteriyor. Bu dünyada, hiç bir toplum, köklerini, insanın “Allah’la olan bağlantısı” ya da “sözleşmesi” kavramında içkin bulunan ahlâkí ve toplumsal ölçülere dayanmadıkça, güvenlik ve refah içinde yaşamayı umamaz.” (M. Esed, Kur’an Mesajı, çev. C. Koytak-A. Ertürk, İst. 1996-1417, 2/554)

Burada ‘elest bezmi’ndeki misak (verilen sözle) kişi ve toplum saadeti arasında ilişki kuruluyor. Şüphesizki insan ve toplum Allah ile olan bağını ahlâkí ve toplumsal olarak kurmadıkça, istenen ideal huzur ve güvene kavuşamaz. Nimete şükrün karşılığı hzur ve emniyettir. Nimetlere nankörlük etmenin bedeli de kişiyi ve toplumu kuşatan, her zaman ve her beldede farklı şekillerde ortaya çıkabilecek etkileyici ve kuşatıcı sıkıntı ve felâketlerdir.

Belâ ve musibetler adeta bir örtü, bedeni kaplayan elbise gibi toplumu kuşatır. Bu âyette, “açlık ve korkunun etkisi veya zararı, toplumu kuşatması açısından elbisenin onu giyeni sarmasına benzetildi. Bundan dolayı o beldenin içine düşebileceği hosnutsuzluk benzetmesi; elbisenin onu giyeni sarıp-sarmalaması gibi, bütün yönlerden onları kuşatan korku hakkında uygun bir benzetmedir. ” (Ebu’s Suud, İrşadu Akl-ı Selim, Yersiz. Trh. 3/297) Öyle ki o şehir halkı topyekûn elbisenin bedeni kuşatması gibi açlık ve korku felâketini taddılar. Açlığı ve korkuyu toptan hissettiler.

“İşte Allah (size) bir örnek veriyor: Güvenlik ve refah içinde  bir şehir (düşümünün ki), oraya (ahalisinin) rızkı her yandan bolca akıp duruyordu...” 

“Burada üç önemli nimete işaret edilmektedir: Emniyet (güvenlik), itminan (doyum) ve rızkın kolaylıkla gelmesi.”  (M. H. Tabatabâí, Tahran 1361, el-Mizan, 12/389)

Âyette geçen ‘açlık ve korku elbisesinin taddırılması’, açlık ve korkuyu hissettirmeden bir benzetme (istiare)dir.  Bu da yaygın belâlar, şiddetli sıkıntılar şeklinde gerçekleşir. İnsanlar onu bütün yönleriyle hissederler. Araplar arasında insanlara bir zorluk dokununca “falanca zorluğu ve zararı taddı”, veya “ona azap taddırıldı” denir. Burada zarar ve elemin etkisini duyma olayı, tadı acı veya kötü bir yiyecek yedikten sonra hissedilen şeye benzetildi..

Elbise bedeni kuşatır, örter. Açlık ve korku elbisesini tadmak, elbiseyi giymek ve örtünmekle gerçekleşen kuşatıcılık gibidir.  Sanki şöyle denilmektedir:  Allah (cc) o belde halkı açlık ve korku yönünden  uğratıldıkları felâket onlara (acı) bir tad gibi taddırdı.  Bu iki anlatım şekli de şüphesiz ki açlık ve korku sıkıntısının kuşatıcılığını ifade eder.  (Ö. Zamahşerí, el-Keşşâf, Beyrut 1415-1995,  2/614)

Tefsirci Nesefí de bu konuda şöyle demektedir: “Taddırma ve elbise; burada iki tane istiare (benzetme) sanatı var.  Açılımı şöyle olabilir: O belde ahalisi tarihte gerçekten böyle bir kıtlığa düşmüştü.  Bı kıtlıktan dolayı ortaya çıkan sıkıntılar herkesi kuşatacak şekilde yaygınlaşmıştı.

Azabın acısını tadma, zararın etkisinden dolayı hissedilene ve acı duymadan dolayı meydana gelen eleme benzetildi.” (Nesefí, Tefsir, Beyrut 1419-1998 2/238)             

Açlık ve korku elbisesi, şüphesiz ki sembolik bir anlatımdır. Elbise bedene giyilir ama, onun sıcak veya soğuktan koruması, çepeçevre kuşatması ve bedeni örtmesi duygularla duyulur. Yeni veya pahalı bir elbisenin insanda uyandırdığı duygularla, yırtık-pırtık, eski ve kirli bir elbisenin uyandırdığı duygular aynı değildir.

Kişi çoğu zaman giydiği giysi ile özdeşleşir. Elbise çoğu zaman hisler dünyasının ve kişiliğin aynası olur. Zevkler veya bakış açıları çoğu zaman elbise ile dışa vurulur. Hemen hemen herkes kişiliğini giydiği elbise bütünleştirir, bir anlamda giysisinin ifade ettiğini duyularıyla algılar.

Âyetin ifade ettiği açlık ve korku elbisesi, Muhammed Esed’in de yerinde tesbiti gibi, toplumu saran, etkileyen, tedirgin eden kuşatıcı felâketlerdir. (Allahü a’lem) Kişiler veya toplumlar hangi amaç için çalışırlarsa, o amaca ulaşırlar. Hangi şey için emek sarfederlerse kavuşacakları şey odur. Bu demektir ki toplumlar saadeti de, felâket veya huzursuzluğu da kendi elleriyle kazanırlar.

İmam Bağaví ‘açlık ve korku elbisesi’ benzetmesine farklı bir yorum getirerek diyor ki: “Burada ‘elbise’ tabiri vurgulanıyor. Çünkü  bu felâkete uğrayan belde ahalisi bedensel açıdan  zayıfladı, renkleri soldu, daha önce sahip oldukları dış görünüşleri değişti. Tıpkı üzerlerine giydikleri elbisenin solması ve eskimesi gibi.

Âyetteki korkudan maksat da, Peygamberimizin Hicretten sonra görevlendirdiği ve Mekkeli müşriklerin etraflarında dolaşan seriyye ve birlikleri sebebiyle duydukları korkudur.  (Beğaví, Tefsir, 3/87-88)

 

4-Âyette Hangi Şehir Örnek Veriliyor?

Âyet, Allah’ın bir şehir/belde’yi örnek olarak verdiğini söylüyor, ancak herhangi bir adres vermiyor. Zaten Kur’an’ın metodu mesaj vermek, dikkatleri olayların arkasındaki gerçeğe çekmektir. Olayın şurada veya burada olması meselenin özünü değiştirmez.

“Allah bir belde’yi örnek verdi...”

Bu belde neresidir acaba?

Bildik tanıdık bir mekân mı, yoksa zamanın derinliklerinde var olmuş ve sonradan izleri kalmamış bir yerleşim yeri mi?

Yoksa henüz Kur’an iniyorken bilinen ve Kıyamete kadar da bilinmeye devem edilecek olan meşhur bir yer mi?

Pek çok tefsirci bu beldenin Mekke olduğunu söylerken, bazıları Mekke halkının İslâmdan önceki durumunun âyette anlatılan duruma benzediğini, kimileri de buradaki örneği belli bir yer hakkında düşünmenin isabetli olmadığını savunmaktadırlar.

Şimdi bu görüşlerden örnekler verelim:

 

4a-Örnek Verilen Şehir Mekke’dir Diyenlerin Görüşü:

Seyyid Kutub bu anlatımın Mekke’nin o günkü durumuna uygun düştüğünü söyledikten sonra şu açıklamayı yapıyor:

“Allah (cc) orada Beyt’i (Kâbe’yi) inşa ettirdi. Orayı emniyet yurdu kıldı. Kim oraya girerse güvene kavuşur ve huzur bulur. Oraya giren katil olsa bile kimse elini ona kaldırmaz, kimse ona işkence etmeye kalkışmaz. Zira o Allah’ın mübarek evinin yanındadır.

Bu kutsal Ev’in çevresinde yaşayanlar birbirlerine karşı saldırırken, Mekkedekiler Kâbe’nin koruması ve himayesi altında güven ve huzur içinde idiler. Ayrıca rızıkları da, her yerden hacılar ve kervanlar aracılığıyla güvenlik içinde ayaklarına kadar kolaylıkla ve rahatça geliyordu. Halbuki Mekke halkı tarımın yapılamadığı kurak bir vadide  bulunuyordu. İbrahim’in (as) davetinin başladığı günden beri onlara her tür meyve gelebiliyor, onlar da güven nimetini ve bol rızık nimetini tadıyorlardı.

Sonra içlerinden bir elçi çıkıyor.  Mekkeliler onu doğru ve emin birisi olarak tanıyordu.  Onda herhangi bir aldatmaya şahit olmamışlardı. Allah (cc) onu onlara ve bütün insanlığa rahmet olarak gönderiyor. Getirdiği din, çevresinde emniyet, huzur ve bolluk içinde yaşamalarını temin eden Beyt’i yapan İbrahim peygamberin dini idi. Ama onlar bu peygamberi yalanlıyorlar, aleyhine yakışıksız iftiralar atabiliyorlar. Ona ve ona uyanlara eziyet edibiliyorlar.  Onlar gerçekten zalimlerdi.

Allah’ın verdiği örnek onların haline tıpatıp uyuyor. Bu örneğin sonucu ise gözlerinin önünde duruyor. Güven ve huzur içinde olan, rızkı her yandan bol bol gelen Mekke halkı, bu nimetlere nankörlük yapıyor. O’nun Rasûlünü yalanlıyor. Bunun üzerine “Yaptıklarından dolayı Allah onlara kuşatıcı açlık ve korku belâsını taddırdı.” Allah (cc) halkı zalim olan bu kasabayı azapla yakalayıverdi.

Âyetin ifadesi, açlık ve korkuyu canlı bir tablo haline getiriyor ve onu bir elbiseye benzetiyor. Mekkeliler bu elbiseyi bir (acı) lezzet olarak tadıyorlar. Çünkü bir şeyi tadmak, duygu açısından, elbisenin bedene dokunmasından daha derindir. İfadeye karşılıklı duygular giriyor; açlığın ve korkunun sarsıntısı, acısı, tesiri  ve nefislerdeki kaynaşması kat kat artıyor. Belki onlar zalim olmaları dolaysıyla kendilerini bekleyen böyle bir sonuçtan çekinirler. (S. Kutub, fi-Zılâli’l Kur’an, Beyrut1417-1996, 3/2199

“Müfessirlerin çoğuna göre örnek, Mekke şehri ve kâfir halkı hakkında verilmiştir: Çünkü Mekke, yukarıda anlatılddığı gibi nimetler, emniyet ve huzur  içinde iken halkı, Allah’ın hakkını gözetmediler, bahşettiği nimet ve lütuflara şükretmediler. Onlara elçisi, hak yola davetçi olarak geldiğinde yalanlayıp ona karşı tavır aldılar. Bu zulümlerinden, suçlarından, inkârlarından ve azgınlıklarından dolayı da Allah’ın azabı onları yakaladı ve emniyetlerini korkuya, rızık genişliklerini kıtlık ve açlığa çevirdi, onları ibret alanlara ibret olsun diye, örnek alınacak bir hale soktu.

Âyetler, müfessirlerin çoğunun üzerinde ittifak ettikleri gibi, kasaba halkının veya Mekke halkının başına gelen azabı, darlığı, açlığı ve korkuyu hatırlatmayı içermektedir.

Naklettiklerine göre (Taberí, Bağaví, Hazin, Tabresí, İbni Kesir, Zamahşerí),  Peygamber hicret ettikten sonra onlara Yusuf’a isabet eden kıtlık gibi kıtlık felaketinin verilmesi için bedduada bulundu ve onların azık biriktirmesine engel oldu. Bunun neticesinde aç kaldılar, hatta lâşeleri yemeye başladılar. Sonunda Peygamber’e elçiler göndererek yalvardılar, merhamet etmesini dilediler. O da onlara şefkat edip acıdı ve azık biriktirmelerine müsaade etti. Bu rivâyet, âyetlerin Medine’de inmiş olmasını gerektirir; fakat biz bunu kaydeden bir rivayete rastlamadık. (İ. Derveze, Tefsiru’l Hadis, ter. M. Önder,  İst. 1997, 4/61-62)

İbni Kesir “bu örnekle Mekke mi kasdediliyor acaba? dedikten sonra, Mekke’nin cahiliyye döneminde bile, çevredeki kabileler birbirini yerken güvenli bir yer olduğunu, oraya giren kimselerin güvene kavuşabildiklerini, rızık konusunda darlık geçmediklerini ekliyor. (İbni Kesir, Muh. Tefsir, Beyrut trh. 2/349-350. Ayrıca bak. S. A. ez-Zeyyin, el-Emsal fi’l Kur’an, Beyrut, 1407-1987, s: 263)

Nitekim Kur’an bu duruma şöyle işaret ediyor:

“Seninle aynı yolu izleyecek olursak kendi toprağımızdan koparıp atarlar bizi’ diyorlar. Oysa, katımızdan rızık olarak her türlü ürünün getirilip toplandığı, koruyucu örf altında güvenli bir yere yerleştirmedik mi onları? Ne var ki, çokları (bunun) farkında değil.” (28 Kasas/57)

Oranın halkı emniyet ve huzur içinde ve yiyeceği her taraftan bol bol geliyorken Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler, O’na karşı büyüklendiler. Allah (cc) onlara Muhammed’i uyarıcı olarak gönderdi. Onlar gönderilen elçiyi de dinlemediler. Böyleleri şu âyette anlatılanlar gibidir:

“Hakkı inkâr tavrını Allah’ın nimetlerine yeğ tutup (bu tutumlarıyla) kavimlerinin önünde o yıkım yurdunun yolunu açan kimseleri görmüyor musun?

(O yıkım yeri) katlanmak zorunda kalacakları cehennemdir: Ne kötü bir konaklama yerdidir orası.” (14 İbrahim/28-29)

İşte bundan dolayı Allah (cc) onların halini tam tersine çevirdi. “Ona (o belde halkına) açlık  ve korku elbisesini taddırdı.”  Yani onlara, her türlü ürünler ve nimetlerden her taraftan bol bol geliyorken Allah (cc) onlara açlığı giydirdi ve taddırdı.

Bu ceza onların Rasûlüllah’a asi olmaları sebebiyledir. Ona muhalefet ederek davetinden yüz çevirdiler.  O da onlara dua etti de Hz. Yusuf (as) zamanındaki gibi yedi yıl kıtlık oldu. Her şeyi ellerinden gitti, hatta kemik yemek zorunda kaldılar. (İbni Kesir, Muh. Tefsir, Beyrut trh. 2/349-350)  

Bunun yanında onlar ‘korku’ya da düştüler. Allah (cc) daha önce sahip oldukları emniyetlerini Rasûlüllah (sav) ve ashabının korkusuyla değiştirdi.  Ki Medineye hicretten sonra Peygamber, onlara karşı seriyye göndermiş ve asker hazırlamıştı. Mekkeliler müslümanların bu gücünden korkuya kapılmışlardı. Sonra da Allah (cc) Rasûlünün Mekke’yi fethetmesini nasip etti. Bu mağlubiyetin sebebi, onların kötü işleri, bağy’leri (azmaları) ve elçiyi yalanlamlarıdır. Halbuki o elçiyi Allah (cc) kendi içlerinden seçip görevlendirmiş ve onları onunla imtihan etmişti.

Bir âyette şöyle buyuruluyor:

“Allah’ın mesajlarını onlara iletmek, onları arındırmak ve onlara ilâhí kelâmı ve hikmeti öğretmek için içlerinden bir elçi çıkararak mü’minlere lütufta bulunmuştur; halbuki daha önce apaçık bir sapıklık içinde bulunuyorlardı.” (3 Âli İmran/164) 

İbni Abbas, verilen misalin Mekke olduğu kaanatindedir.  Mücahid, Katade ve Zührí de aynı görüştedir. (İbni Kesir, Muh. Tefsir, Beyrut trh. 2/349-350)  

Tefsirci Bağaví de âyette kasdedilen kentin Mekke olduğu görüşünü tercih ediyor.  İbni Mes’ud’dan gelen rivâyeti aynen aktarıyor.  Allah’ın onları yedi yıl açlığa mübtela ettiğini, tüccarların  Peygamberin emriyle Mekke’ye mal götürmediklerini, bundan dolayı zorluğa düştüklerini, hatta kemik ve odun kabuğu gibi şeyler zorunda kaldıklarını da söylüyor, ama bir tarih vermiyor.  “Onlardan biri göğe baktığı zaman, açlığın etkisiyle duman görür gibi oluyordu. Onların ileri gelenleri Peygamberin yanına gelip durumu anlattılar ve şöyle dediler: ‘Bu nasıl bir durumdur? Hadi diyelim ki erkekleri gözden çıkardın, kadınların ve çocukların suçu nedir?’ Bunun üzerine Peygamber (sav) tüccarlara, onlara yiyecek satmalarına izin verdi.”  (Beğaví, Tefsir, 3/87-88)

S. Ateş müfessirlerin pek çoğuna göre bu beldenin Mekke olduğunu aktarıyor. Çünkü o zamanlar Mekke, Arap Yarımadasının en güvenli yeri idi. Oysa çevresinde insanların can emniyeti yoktu. “Görmediler mi çevrelerinde insanlar kaçırılırken (biz kendilerini) güvenli, dokunulmaz bir bölge yaptık.” (Ankebût/67)

“Mekke aynı zamanda, bölgenin önemli bir ticaret merkezi idi. Tarımdan yoksun bu beldede geçim skıntısı olmuyordu. Halkı bolluk içinde yaşıyordu:    

“Biz onlara, kendi kaımızdan bir rızık olarak herşeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yeri mekân vermedik mi?” (Kasas/57)

Fakat bu kent halkı, içlerinden çıkan Peygambere ve ona inananlara haksızlık ettiler. Bu yüzden Allah rızıklarını kıstı, açlık ve korku içine düştüler. Yukarıda Dûhan Sûresinin onuncu âyetiyle ilgili rivâyetlerde  geçtiği gibi Hz. Peygamber (sav) Mekke’de iken, kentte açlık, kıtlık çıkmış, bu durum halkı çok korkutmuş, rahatsız etmişti. Bu âyetlerde o açlık ve korkuya işaret ediyor ve bunun, Peygamber’e yapılan haksızlığın bir sonucu olduğu belirtiliyor. Dûhan Sûresinin inişi de bu sûresinin iniş zamanına yakındır. (S. Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, İst. trh. 5/153-154)

Atıf ez-Zeyyin de bu örneğin Peygamber zamanında Mekke hakkında düşünüldüğünü söylüyor ve Mekke’nin İbrahim (as) zamanından beri emniyet ve bolluk içinde olduğunu, ancak Allah’ın nimetlerine şükretmediklerini ve kendi içlerinden çıkan Peygamber’e inanmadıklarını, bunun üzerine Allah’ın onlara açlığı ve korkuyu taddıdığını ekliyor. (El-Emsal fi’l Kur’an, s: 262-264)

 

4b-Mekkelilere Verilen Ceza İle İlgili Değerlendirme:

Kur’an,  insanları acı bir azap gibi kuşatacak olan ve göğü kaplayan bir ‘duman’ın geleceğinden söz ediyor.

“Evet, ama onlar (bütün kalpleriyle inanıp bağlanmaktan uzak olanlar), yalnızca kendi şüpheleriyle oyalanıp duruyorlar.

Öyleyse, gökyüzünde (Son Saatin yaklaştığını) haber veren bir duman tabakasının belireceği Gün’ü bekle.

Bütün insanları sarıp kuşatan (ve günahkârları) ‘bu azap ne acı’ (diye feryat ettiren ve)

‘Ey Rabbimiz, bizi azaptan uzak tut, çünkü biz (artık Sana) inanıyoruz’ (dedirten) Gün’ü.” (44 Dûhân/9-12)

Tefsircilerin burada anlatılan duman, hakkında farklı görüşleri bulunmaktadır. Abdullah b. Mes’ud’dan gelen bir rivâyete o, göre şidetli açlık ve kıtlık seneleridir. Açlıktan kıvranan kimselere gözlerinin zayıflığı sebebiyle, gökyüzü dumanlı görünür. Araplar gelmesi kuvvetli ihtimal dahilinde olan şerre ‘duhan’ derlerdi. Nitekim ‘dumanlı hava’ deyimini de biz kullanırız. (Elmalılı, Tefsir, sad. heyet, İst. trh. 7/70)

İbni Mes’ud’un rivâyetine göre Kureyşliler İslâmı kabul etme noktasında yavaş hareket etmeleri Peygamber’e ağır geldi ve onlara  Yusuf (as) zamanındaki gibi kıtlık verilmesi için dua etti. Mekkeliler bu kıtlıktan dolayı bitkin düştüler. Gözlerini gökyüzüne çevirdikleri zaman sadece duman, ya da bitkin oldukları için gökyüzünü duman gibi görüyorlardı.

Bunun üzerine Peygamber’e gelerek yağmur için dua  etmesini istediler. Peygamber de dua etti. Tekrar bolluğu kavuşmalarına rağmen, yine eski nankör hallerine döndüler. Allah da büyük azap ile onları uyardı. Bu da Bedir savaşında görüldü.  (Bu rivâyete Tirmizí, Müslim ve Buharí yer veriyorlar. Bak.:  İ. Derveze, et-Tefsiru’l  Hadis, 3/401-402)

 

4c-Duhan Sûresi 10. Âyetin Nüzûl Sebebi:

 Burada bu âyetin nüzûl sebebi üzerinde durmak istiyoruz. “Kuşkusuz nüzûl sebepleri Kur’an’ı anlamada kolaylık sağlar ama Kur’an’ıın anlamını tahsis etmezler (daraltmazlar). Kaldı ki her âyetin nüzûl sebebi olacak diye de bir şey yoktur. Bir çok âyetin nüzûl sebebi yoktur, olup ta bize kadar gelenlerin ise bir kısmı zayıf, bir kısmı ihtilaflı, bir kısmı ise güvenilir (mevsuk) değildir.  

Kur’an’ın mesajının zamanlarla ve mekanlarla sınırlandırılamayacağı gerçeğinden yola çıkarak diyoruz ki; nüzûl sebebi olsun veya olmasın Kur’an’da anlatılanların muhatabı yalnızca belli bir zaman diliminde yaşamış belli bir bölgenin insanı değil, tüm zamanların, tüm mekanların, tüm toplumların insanıdır.” (M. İslâmoğlu, Adayış Risalesi, İst. 1992, s: 33)

Biz bu âyetin bize hitap ettiğini, bu âyette yer alan uyarının bize, bu devrin insanına yönelik olduğunu kabul ediyoruz. Tıpkı Kur’an’ın gelişinden sonra geçen asırlarda yaşayan insanlar olduğu gibi.

Âyette yer alan şehir veya belde senin veya benim yaşadığımız şehir olabilir. Bir başka çağdaşımızın yaşadığı ülke olabilir. Nimetler içinde yüzerken, dünyalıklar , geçim kaynakları, imkanlar ve emniyet içinde olduğu halde, nankörlük eden, Allah’ın hükümlerine savaş açan, şımaran, haddi aşan, tekebbür eden bütün beldeler hakkında geçerlidir.

Bununla beraber İbni Kesir’in tefsirine naklettiği rivâyetlerden örnekler vermek istiyoruz.

“Mesruk adlı tabii şöyle diyor: “Kûfe’deki camiye girdiğimizde adamın biri  arkadaşlarına “Göğün gözle görülecek bir duman çıkaracağı günü gözle.” (44 Dûhan/10) âyetini anlatıyordu. Ve diyordu ki; “Buradaki duman nedir, biliyor musunuz? Bu duman kıyamet günü gelecek, münafıkların kulağını ve gözünü bürüyecektir. Mü’minler ise ondan nezleye benzer şekilde etkilenecekler.”

Mesrûk devam ederek şöyle dedi: Biz İbni Mes’ud’a gittik ve ona duyduklarımızı anlattık. İbni Mes’ud yanı üzerine uzanmıştı, heyecanlanarak doğruldu ve oturdu. Sonra dedi ki:

Muhakkak Allah (cc) Peygamberimize buyurdu ki: “De ki; Ben sizden bir ücret istemem. Ben zorlayıcı da değilim.” (38 Sâd/86)  Elbette kişinin bilmediği şeylerde ‘Allah bilir’ demesi bilgili oluşundandır. Şimdi ben size o olayı anlatayım:

Kureyşliler müslümanlardan uzak durup peygambere karşı çıkınca Hz. Peygamber şöyle dua etti: “Allah’ım Muzar kabilesine karşı cezanı şiddetlendir ve onlara Yusuf’un seneleri gibi seneler göster.” (Müslim, Mesâcid/294-295, Hadis no: 675, 1/466. Buharí, İstiska/2, 2/33, Tefsir 3/9, 6/48, Tefsir 4/21, 6/61. Ebu Davud, Vitr/10, Hadis no: 1442, 2/68. Darimí, Salat/216, hadis no: 1603, 1/312. İbni Mace, İkame/145, Hadis no: 1244, 1/394)

Öyle bir kıtlık meydana deldi ki, kemikleri ve ölü hayvanların etlerini bile yemek zorunda kalmışlsrdı.. İnsanlar gözlerini göğe çeviriyorlardı ama dumandan başka bir şey göremiyorlardı. Allah (cc) şöyle buyurdu:

“Öyleyse, gökyüzünde (Son Saatin yaklaştığını) haber veren bir duman tabakasının belireceği Gün’ü bekle.

Bütün insanları sarıp kuşatan (ve günahkârları) ‘bu azap ne acı’ (diye feryat ettiren ve)

‘Ey Rabbimiz, bizi azaptan uzak tut, çünkü biz (artık Sana) inanıyoruz’ (dedirten) Gün’ü.” (44 Dûhân/9-12)

Sonra Peygambere geldiler ve dediler ki: “Ey Allah’ın elçisi Mudar kavmi için Allah’tan yağmur dile. Aksi halde helâk olacaklar. Bunun üzerine Peygamber yağmur diledi ve yağmur yağdı. İşte o sırada; “Biz az bir süre için azabı kaldıracağız. Yine de siz eski halinize döneceksiniz.” (44 Dûhan/15) âyeti indi.

İbni Mes’ud der ki: Kıyamet günü mü onlardan azap kaldırılacaktır? Onlar kuraklık (kıtlık) gidinci eski nankör hallerine döndüler.  Allah (cc) da  şu âyeti indirdi: “Onları çarptıkça çarpacağımız gün şüphesiz intikam alırız.” (44 Dûhan/16. Bak.: Müsned, Hadis no: 3612, 1/495. Tirmizí, Tefsir/46, Hadis no: 3254, 5/379)

İbni Mes’ud (ra) devam ediyor: (Olağanüsti olaylardan) duman’ın görülmesi, Bizanslıların galibiyeti, ayın yarılması, gerekse el-lezâm (sıkıntıya uğratma.) olayları fiilen meydana gelmiştir. (Ona göre ‘el-lezâm’ ile Bedir günü kasdedilmiştir.)” (İbni Kesir bu haberin Buharí ve Müslim’in rivâyet ettiğini söylüyor. Bakınız: İbni Kesir,  Muh. Tefsir, 3/300. Zamahşerí, Keşşâf, 4/265. Elmalılı, Tefsir, 7/70-71) (Nesâí tefsirinde buna yer verirken, İbni Cerir, İbni Ebi Hatem değişik yollarla A’meş’den aynı haberi rivâyet ediyorlar. İbni Mes’ud tefsirinde duman olayının gerçekten olduğunu söylemekte selef alimlerinden Mücahid, Ebu Ali’ye, İbrahim en-Nehâí, Dahhak ve Atıyye el-Avfí’nin görüşüne katılmıştır ki, İbni Cerir de bu görüşe taraftardır. Bak. S. Kutub, fi-Zılâli’l Kur’an, 5/3210)

Acaba âyette kasdedilen ‘duman’ olayı Kureyşlilere verilen kıtlık yüzünden gökte gördükleri ve onlara verilen cezayı hatırlatan duman idi? Yoksa kıyametin yaklaştığını haber veren dehşetli gün müdür?

İzzet Derveze, bu âyette sözü edilen duman hakkında yapılan rivâyetler karşısında şaşırdığını söyledikten sonra diyor ki: “Oysa Dühân Sûresi onuncu âyetin manasına dikkatlice bakarsak, duman (dûhan) olayının henüz gerçekleşmediğini hemen anlarız. Âyet onun yaklaştığını, olma ihtimalini belirtiyor. Ondan sonra gelen âyetler de kıyamette olacaklara değiniyor. Âyet, Kureyşlilerin Peygamber’e gelip kendileri için dua etmesinden bahsetmediği gibi, Bedir’deki mağlubiyetlerine işaret etmemektedir...” (İ. Derveze, et-Tefsiru’l Hadis, 3/403)

Diğer bazı tefsirciler derler ki: Burada o sözü edilen duman henüz gerçekleşmemiştir ve bilâkis o kıyamet alametlerinden birisidir. Huzeyfe b. Usayd el-Gıffârí anlatıyor:  “Biz kıyamet konusunda konuşuyorduk. O sırada  Rasûlüllah (sav) bizim yanımıza geldi ve ‘Ne hakkında konuşuyordunuz?’ diye sordu. Biz de kıyamet hakkında konuştuğumuzu söyledik. Bunun üzerine şöyle buyurdu:

“ On alâmet çıkmadıkça kıyamet kopmaz. Bunlar; Güneş’in batıdan doğması, duman’ın çıkması, yerden çıkan bir hayvan, ye’cüc ve me’cüc’ün çıkması, Meryemoğlu İsa’nın gelmesi, deccâlin görünmesi, biri doğuda biri batıda, biri de Arab yarımadasında olmak üzere üç yer batmasının gerçekleşmesi, sonuncusu da Yemen’den (veya Aden’den) çıkarak insanları sürüp önüne katıp onları  gidecekleri yere kadar götürecek olan ateştir.” (Müslim, Fiten/13, Hadis no: 2901, 4/2226. Ebu Davud, Melahim/ Hadis no: 4311, 4/114. Tirmizí, Fiten/21, Hadis no: 2183, 4/477)

“İbni Cerir Ebu Malik el-Eş’arí’den nakladiyor. Peygamber dedi ki: “Gerçekten Rabbimiz sizi üç şeyde uyarmıştır: Birincisi bir dumandır ki, mü’mini nezleye tutulmuş gibi tutar. Kafiri her türlü organlarından üfürürcesine tutar. İkincisi yerden çıkacak bir hayvan. Üçüncüsü de deccal’dir.” (Tabarâní Haşim b.. Zeyd’den, o da Muhamme b. İsmail b. Ayyaş’tan aynı hadis rivâyet ediyor. İbni Kesir senedinin sağlam olduğunu söylüyor.)

Yine İbni Cerir Abdullah b. Muleyka’nın şöyle dediğini naklediyor: “Bir gün erkenden İbni Abbas’ın yanına vardım. İbni Abbas dedi ki bu gece sabaha kadar uyuyamadım. Niçin diye sorduğum da dedi ki: “Kuyruklu yıldız doğdu. Korkarım ki sözü edilen duman her tarafa yayılıverdi. Bunun için sabaha kadar gözüme uyku girmedi.” (Aynı şekilde İbni Ebi Hatem, İbni Abbas’tan rivâyet ediyor. bak. S. Kutub, fi-Zılâli’l Kur’an, 5/3210-3211)

İbni Kesir tefsirinde der ki: Kur’an’ın tercümanı İslâm ümmetinin dâhisi olan İbni Abbas’tan yapılan bu isnad sahihtir. Onun görüşüne katılan pek çok sahabe ve tabiin de vardır.  Onlardan gelen merfu’, sahih ve hasen hadislerde açıkça ‘duman olayının’ kıyamet günü beklenen bir alâmet olduğunu ifade edilmektedir. 

Âyette;  “Göğün gözle görülecek bir duman çıkacağı bir günü gözle” buyuruluyor. Yani bu duman açık gözle görülecek. İbni Mes’ud’un açıkladığına göre açlıktan ve yorgunluktan onlar gözleriyle bunu bir hayal şeklinde görmüşlerdir. Âyette “insanları bürüyecek’ sözü de bu anlamdadır. Mekkeli müşriklerle ilgili bir olay olsaydı gelecek zaman kipi kullanılmazdı. (İbni Kesir, muh. Tefsir, 3/301)

Bu görüşe katılan S. Kutub şöyle diyor:

“Biz âyette geçen ‘duman’la ilgili tefsirlerde onun kıyamet günü geleceğini bildiren İbni Abbas’ın ve İbni Kesir’in tefsirdeki görüşünü benimsiyoruz. Bu ifade bir tehdit anlamında varid gelmiştir. Kur’an-ı Kerim’de benzer ifadelere sık sık rastlanır. Vurgulanan anlam, müşriklerin kıyametten şüphede ve eğlence  içerisinde olduklarını, dolaysıyla  onları bırakıp o korkunç günü beklemesi gerektiğidir. O gün gökyüzünden apaçık bir duman gelir ve insanları çepeçevre sarar... “ (S. Kutub, Tefsir, 5/3212) 

                                                                       

4d-Örnek Verilen Beldenin Genel Olduğunu Savunanların Görüşleri:

Bazılarına göre âyette örnek verilen beldenin Mekke olması gerekmez. Bu genel bir benzetmedir ki tarihte yaşamış olabileceği gibi, günümüzde veya gelecekte de var olabilir. Burada önemli olan örnek verilen şehir halkının durumudur. 

“Burada Allah (cc), halkına hayat için ihtiyaç duyulan her türlü nimetleri verdiği bir beldeyi örnek oarak ortaya koyuyor. Yüce Yaratıcı onlara olan nimetlerini, onların din ve dünyalarını ıslaha davet eden bir  nebi ile tamamladı. Ama onlar nimetlere nankörlük ettiler ve O’nun elçisini yalanladılar. Allah (cc) da nimet bolluğunu kıtlığa çevirdi. Peygambere karşı gelmek suretiyle zulmetmelerinden dolayı da onlara azap etti. Nimetleri ellerinden alarak onlara ceza verdi. O ceza da ‘açlık ve korkudu’r. Her ikisi de genel ve kuşatıcı bir cezadır ki insanlar nankörlük ettikçe onları kuşatmaya devam edecektir.         

Bu örnekte insanlar, kendilerine bol bol rızıklar gelmesine rağmen nimetlere nankörlük etmekten ve kendilerine indirilen âyetleri inkâr etmekten sakındırılıyor.

Bu benzetmede, daha önceki âyetlerde helâl ve haram yiyeceklerin zikredilesiyle bir uygunluk, yakınlık bulunmaktadır. Yine Allah (cc) izin vermediği halde helâlın haram yapılmasından sakındırılmasıyla da bir uygunluk söz konusudur. 

Bu beldenin Mekke olduğu söylense de âyetin akışına bakıldığı zaman bu örneğin genel bir benzetme olduğu görülür. (M. H. Tabatabâí, el-Mizan, 12/388-389)

Tefsirci Zamahşeri’ye göre, bu sıfatın mukadder bir şehir hakkında olması mümkün olduğu gibi önceki topluluklarda bu özelliklere sahip bir belde hakkında olması da caizdir. Ona göre, Allah (cc) bu misali Mekke halkını karşılaşacakları son ile ilgili uyarmak için verdi.  (Ö. Zamahşerí, el-Keşşâf, 2/613)

Beydaví de benzer bir görüşü savunarak bu örneğin, Allah’ın  (cc)  bunu nimet verdiği, onların da nimetlerle şımarıp nankörlük yapan bütün kavimler için verildiğini söylüyor.  (Beydaví, Tefsir, İst. trh. 1/559)

Yukarıda Duhân sûresi 10. Âyetiyle ilgili olarak, Peygamber daha Mekke’deyken Mekke üzerine açlık ve kıtlık felâketinin geldiğini anlatan rivâyetler örnekler vermiştik. Bu açlık ve kıtlık onların korkmasına, endişe duymalarına sebep olmuş ve  ileri gelenlerden bazıları Peygamber’e gelerek, azabın üzerlerinden kaldırılması için Allah’a dua etmesini istemişlerdi. Ama üzerlerinden azap kaldırıldıktan sonra tekrar düşmanca tavırlarına dönmüşlerdi.

“Anlaşıldığı kadarıyla bu âyetlerde, onlara Dûhan Sûresinde anlatılan azgınlık ve zulümlerinden dolayı başlarına gelen felâket hatırlatılmaktadır. Zaten Dûhan Sûresinin inişi ile bu sûrenin inişi arasında uzun bir süre yoktur ve başlarına gelen felâketler de hâlâ devam etmektedir. Bu doğruysa,  bu âyetlerin öncekileriyle ilgisi apaçık ortaya çıkmaktadır. Önceki âyetlerde kâfirlerin , özellikle de ileri gelenlerinin, Allah’ın elçisine karşı olan düşmanca tavırları, güçlerinin yettiği kimseleri İslâmdan döndürmek için baskı ve işkence yapmaları kınanmıştır. Bu âyetler de onların içinde bulundukları felâketi hatırlatmakta, bunun onlara Allah tarafından verilecek cezanın bir kısmı olduğunu bildirmekte ve bu konuda Mekke’yi, ibret için ‘örnek şehir’ olarak vermektedir. (İ. Derveze, Tefsiru’l Hadis, 4/61-62)

Kur’an, Kureyş mensuplarını kendilerini açlıktan doyuran ve korkudan emniyete kavuşturan Allah’a ibadete davet ediyor. Bu davet ile Nahl 112. âyetin söz konusu ettiği bol bol nimetten ve güvenli bir şekilde yaşama mutluluğundan sonra korku ve açlık elbisesinin (kuşatıcı bir felâketin) taddırılması arasında bir bağ olduğunu söylenebilir.

“(Hiç değilse kendilerini) Kureyş’i bir araya getirip anlaştırdığı, Yaz ve kış yolculuğunda onları (güvenliğe kavuşturduğu ya da başkalarıyla) ısındırıp yakınlaştırdığı için, şu Ev (Kâbe’n)in Rabbine kulluk etsinler,

Ki O, kendilerini açlıktan (kurtarıp) doyuran ve onları korkudan güvenliğe kavuşturandır.” (Kureyş Sûresi)

İmam Fahreddin Razi’ye göre bu âyetlerde Mekke halkına, bir kent halkının durumu misal verilmektedir. Bu kent Mekke değil, herhengi bir kenttir. Bu kentin gerçekte var olması gerekmez. Çünkü bu bir benzetme, bir misaldir. Uyarı için zikredilmiştir.

Bu âyetler, Peygamber Mekke’de iken kıtlık çıkmasından sonra çok, Peygamberin Mekke’den çıkmasından sonra Mekke’de artık eski güvenin kalmayacağına, kıtlığın ve güvensizliği başlayacağına işaret etmektedir.

Gerçekten Peygamber Mekke’den ayrıldıktan sonra, Mekke’nin fethine kadar geçen sekiz yıl içinde Mekke halkı güven ve huzur bulamamıştır. Ancak bu takdirde bu iki âyetin Medine devrinde gelmiş olması gerekir. Bu mümkündür, fakat bu konuda bir rivâyet gelmemiştir.

Şayet âyetler, Mekke’de inmiş ise, ileride Mekke halkının düşeceği duruma işaret etmiş olur veya âyetler indiği sırada Mekke halkının böyle bir sıkıntı içine girmiş olduğunu göstermiş olur. (S. Ateş, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, 5/154)

Said Havva da bu örneğin genel olduğu görüşündedir.  “Bu kasabadan maksat; durumu âyette anlatıldığı gibi olan geçmişteki kasabalardan birisi ve Allah’ın bunu örnek göstermiş olduğu bir kasaba olabilir.

Bununla birlikte bildiğimiz gibi, asıl göz önüne almamız gereken şey nassın (diní delilin) genelliğidir. Bu misal, cahilíyeden İslâma dönen müslümanları yeni dinlerinden çevirmek için baskı ve işkence uygulayan ve Allah’ın rasûllerini yalanlayan kimseleri sakındırmak için verilmiştir.” (S. Havva, el-Esas fi’t Tefsir, çev. B. Eryarsoy, İst. 1990, 8/104)

Bu, Allah’ın, içinde insanların toplum halinde yaşadıkları her kent ve kasaba  için verdiği bir örnektir. Allah’ın kendilerine çeşitli nimetlerle ihsanda bulunduğu, bu nimetlerden dolayı şımarıp küfreden ve haktan yüz çeviren her topluma örnek verdi. Küfürleri nedeniyle bu kavmin üzerine azap indirdi; nimetlerini fenalığa, sevinçlerini tasaya dönüştürdü.  Cenab-ı Hak bu kenti, azan kentlere, özellikle Mekke’ye misal verdi.

Örnekteki kentin tasvirine dikkat edin: Huzur ve güvenlik içinde. Korku ve tedirginlikle rahatsız edilmiyorlar. Sonra bol ve geniş rızıkla rızıklanıyorlar. Bununla beraber huzur ve güvenlik nimeti, rızık nimetinden önce anlatılıyor ki, insanlar bundan ibret alsınlar. Misaldeki kenti, Allah kendi feyzi ile örtüp gölgelendirmiş. Fakat Allah’ın nimetlerine küfrettikleri, şükretmedikleri, bilakis bunlara nankörlükle karşılık verdikleri için, bu kent halkına, yaptıkları fenalıklar sonıcunda çok şiddetli acılar taddırdı. (M. Hicazí, Furkan Tefsiri, ter. M. Keskin, İst. trh.  3/387)

 

5-Dersler ve İbretler:

Bu âyette önemli bir husus öğretilmekte, sürekli olarak kullanılabilecek sosyal bir öğüt verilmektedir. Hangi toplum güç, izzet, güvenli bir hayat ve kolay bir rızık elde etme kaynaklarını muhafaza etmek istiyorsa, Allah’ın çizdiği sınırlara ihlâsla, samimiyetle, adaletle, iyilikle ve her türlü güzel işlerle riayet ederek bağlı kalsın; O’nun lütuf ve ihsanına karşı boyun eğip O’nu zikretsin ve şükretsin. Her türlü haksızlığı yapmaktan, günahtan, azgınlıktan, kötülükten, sapıklıktan ve israftan uzak dursun. Eğer bunlara dikkat etmeyip sınırı aşarsa düzeni bozulur, varlığı yok olur, belâ  ve felâketlere maruz kalır.” (İ. Derveze, et-Tefsiru’l Hadis, 4/62)

“Güvenlik ve itminan insanın en eski amaçlarındandır. Ona ulaşmak için sürekli gayretini sarfetmiştir.  Bununla beraber rızık nimeti de emniyetin arkadaşıdır. Bu âyette Allah (cc)  emniyet ve huzur hakkında  kullarına bir örnek veriyor. Bir belde (veya ülke) ki dört mevsimde güvenlikte idi, Çevresinde hep barış vardı. O ülkeye hayırlar ve rızıklar her yerden yağmur yağar gibi geliyordu.  Kıtlığa ve kuraklığa uğramıyorlardı. Yani doyum ve istkrar içinde mes’ud  idiler. Güçlük ve meşekkat çekmiyorlardı. Şehir halkı üzerine ağır yükler  ve musibetler gelmiyordu. Bilakis arzu edilen bir rahatları vardı.

Fakat bu belde, kendilerine bu verdiklerinden, fazl ve ata olarak sunduğundan dolayı Allah’a şükretmeyi inkâr ve nankörlükle değiştiriyor. İman nurlarını çevresinde şimşek gibi parlıyor. Övgü ve şükür şarkıları kuşların şakıması gibi cıvıldıyor.  Buna karşın o belde halkı Allah’ın nimetlerine nankörlük ediyor. Onun fazlına karşı çıkıyor, fesad çıkarıyor, orada küfre, zulme ve sapmaya müşteri oluyor. Ta ki kadir olan Allah’ın hükmü geliyor. O belde halkının yaptıklarının karşılığı olarak rızkını muhtaç olmaya, yeterliliğini açlığa, emniyetini korkuya çeviriyor. (S. A. ez-Zeyyin, el-Emsal fi’l Kur’an,  s: 262)

Bu Kur’an tabiri, her ikisi de o belde halkına helâl olan açlığı ve korkuyu cisimleştiriyor. Her ikisini de elbise yapıyor. Sonra da bu belde halkına (bir anlamda) giydiriyor, öyleki sanki onlar bu elbiseyi bir lezzet olarak tadıyorlar.  Çünkü lezzetin hisdeki etkisi, elbisenin bedendeki etkisinden daha derindir.  Sonra bunu duyum alan duyguların hepsine dahil ediyor.  Açlık ve korku duygusunu bu belde halkına taddırıyor. Onların nefislerinde bu acıyı hissettiriyor. Umulur ki onlar kendi nefislerine şefkat ederler. Onları zalim oldukları için beklenen bu akıbetten sakındırıyor.

Bu benzetme bütün benzer kötü sonuçlar, can sıkıcı akıbetler hakkında uygulanabilir. Sadece bir belde, veya bizzat bir ferd , veya mahdut bir toplum için değil. Bilakis bütün beldeler, kişiler, topluluklar ve devletler hakkında . Şayet onlar küfrederler ve Allah’ın emrinden dönüp giderlerse veya yüz çevirirlerse, onun davetiyle savaşırlarsa; şüphesiz onları zayıflatır, kokularını (rüzgârını) giderir ve nimete bedel olarak darlığı ve kıtlığı onlar hakkında helâl kılar. (S. A. ez-Zeyyin, el-Emsal fi’l Kur’an, s: 263)

“Bu ayetlerden çıkarılan sonuç şudur: Zulüm, haksızlık,  güvenin kalkmasına, korkunun yayılmasına, ekonomonin bozulmasına, açlık ve kıtlığa sebep olur. Adalet, başkalarının hakkına saygı ise, güven ve huzurun kurulmasına, ekonominin düzelmesine, bolluk ve refaha neden olur.” (S. Ateş, Y. K. Çağdaş Tefsiri, İst. trh. 5/154)

 

6-Bu ilâhi Yasanın Günümüzde İşlemesi:

Açlık kimi zaman bir deneme aracı olabilir: “Andolsun biz sizi, bir parça korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.” (2 Bekara/155)

Ebu Hureyre’nin rivâyetine göre Rasûlüllah (sav) şöyle dedi: “Allahım açlıktan sana sığınırım. Çünkü o, en kötü arkadaştır. Hıyanetten de sana sığınırım. Çünkü o, çok kötü iç duygusudur.” (İbni Mace, Et’ıme/53, Hadis no: 3354, 2/1113)      

“Allah’ın verdiği eminlik ve rafah içindeki belde örneği, bugüne, bu ana da uygulanabilir. Topluluklardan bazıları kendilerine güvenlik ve barış nimeti veriliyor ama onlar nimetin değerini takdir etmiyorlar ve nimet vereni unutuyorlar, nimetlere nankörlük ediyorlar. İşte bunlar örnekteki belde halkı gibi azabı hak ederler. Allah (cc) onlara yaptıklarına karşılık açlık ve korku elbisesini taddırır.”  ( A. A. ez-Zeyyin, el-Emsal fi’l Kur’an, s: 264)

Allah (cc) sebeplere bağlı olarak insanların rızıklarını halkeder. Nımetlerini bol bol gönderir. Rızık kazanılarak elde edilen, nimet de Allah’ın rızık olmak üzere hazırladığı her şeydir. İnsanlar Allah’ın objeler dünyasında ve ruh âleminde kendisine sunulan nimetleri bilir ve bu nimetlerin sahibini tanırsa; karşılığında daha fazla, daha bereketli ve daha uzun süre devam eden nimetlere kavuşur. Nimetin kıymetini bilmeyen onun elinden çıkıp gitmesine sebep olur. Nimetin sahibini tanımayan, nimet sahibinin kendisine karşılıksız ve sürekli, sanki mecburmuş gibi nimet vermesini bekleyemez.

Allah (cc) bir topluma verdiklerini, o toplum kendini değiştirip bozmadıkça değiştirip bozmaz. (13 Ra’d/11) Allah’ın verdiği şeyler nimet, rızık bolluğu, hidayet, izzet, İslâmı yaşamanın kazndırdığı kaliteli ve mutlu hayat da olabilir.

İnsanın yaşaması için her şeyi  var eden Allah (cc) bununla da kalmamış, insanın nimetlerden yararlanabilmesi için akıl, kabiliyetler, sanat ve icad etme yetenekleri de verdi. İnsan bu imkanlar sayesinde bol bol rızka ve geçinme kaynaklarına sahip olur. Çeşitli aletler yapar, bu aletleri hayatını daha iyi yaşamada, daha da kolaylıştırmakta kullanır. Yeryüzü ve gökyüzü insanın emrine verilmiştir. İnsanlar canlı ve cansız varlıklar üzerinde adalet anlayışıyla tasarruf hakkına sahiptirler. Bütün bunlkar da Allah’ın insanlara iyilikleridir. 

Bütün bu ve benzeri nimetler kavuşmasına rağmen insan; Allah’a karşı nankörlük ederse, o nimetler azalır, küçülür, bereketsizleşir ve artık yetmez olur. Rızka ulaşma yolları darlaşır, onları elde etme imkanları zorluğa dönüşür. Kişinin geçinme konusundaki endişeleri, sıkıntıları, çabaları artar. Korku ve emniyetsizlik içine düşer. Bu korku ve ümitsizlikle geçinme kaynaklarını az olduğunu, ya da hemen biteceğini zanneder.

İnsan çok şeye sahip olur. Bazen mala, mülke, servete ve salanata kavuşur. Her şeye sahip olmuş gibi görünür de aslında hiç bir şeye sahip olamaz. Gözü doymaz, hırsı bitmez, tamahı eksilmez. Yarın için sürekli endişelidir. Aç kalacağım korkusu yaşar. O noktada hiç bir zaman tatmin duygusu yaşayamaz. Kanaat nedir, şükür nedir, başkasını da düşünmek nedir bilmez. Çok dünyalıklara sahip olsa da hiç biriyle yetinmez. Daha çok, daha fazla olsun der. Daha çok olması için aşırı bir çaba gösterir. Sürekli biriktirir. Elindekilerini çok sever. Onları kimseyle paylaşmak istemez. Bundan dolayı son derece cimridir. Hatta çok biriktirme, çok şeye sahip olma uğruna başkalarının hakkını yer, başkalarını kullanmaya bile kalkışabilir.

Bu gibi duygular, korkular ve endişeler şükürsüz insan için bir ceza değil midir?

Allah’ın nimetlerine nankörlük yapanlar buna  bir uygun karşılığı er veya geç almaktadırlar. Halbuki kendilerine gelen İlâhí davete uyarak nimetlerin sahibini tanıyan ve O’na kulluk yapanlar, bu teslim olmuşluğu saadet, emniyet, iç doygunluk, maddeye hakimiyet, başkalrını düşünme, ya da başkalarıyla paylaşma gibi engin faziletlerle görürler. Böyleleri geçinme konusunda endişe taşımazlar. Az şeye sahip olsalarda kanaat ederler. Başkasının elindekine göz dikmezler. Dünyalıklara sahip olma uğruna kimsenin hakkına el atmazlar, kimseyi rahatsız etmezler. Onların gönülleri madde sevgisinin üzerindedir. Onlar asıl sevilmesi gerekeni sevdikleri için, geçici ve fani sevgilerle oyalanmazlar. Hatta onlar, çok dünyalığa sahio olsalar da onun şımarmazlar ve servete önem vermezler. Ellerindekileri başkalarıyla paylaşmaktan zevk alırlar. Bu da onlara iç tatmin, emniyet ve huzur verir.  

Açlık ve korku elbisesi bazen de göze görünür bir şekilde yaşanır. Yani fizikí olarak da gerçekleşebilir.

Bir belde ahalisi azdıkça, şımardıkça, nimet verene şükrü unuttukça, Allah (cc) o beldeye çeşitli yollarla açlık sıkıntısı verir. Onların içine düşman, anarşi, fitne ve güvensizlik korkusunu yerleştirir.  O belde halkına bu hatalarını sel, zelzele, kasırga, düşman istilası, içerdeki zalimlerin hakimiyeti ve benzeri felâketlerle hatırlatmalarda bulunur.

Nitekim Kur’an’da şöyle deniyor:

“Nice topluluk var ki Rablerinin ve elçilerinin emirlerine küstahça karşı çıkmışlardır. Bunun üzerine Biz tümünü çetin bir hesaba çektik ve görülmemiş bir azaba çarptırdık:

ve böylece onlar kendi yaptıklarının kötü meyvelerini taddılar; (bu dünyada) yaptıklarının sonu yıkım oldu:

(öteki dünyada ise) Allah onlar için (daha da) şiddetli bir azap hazırlamıştır. O halde siz ey basiret sahipleri, (siz) iman edenler, Allah’a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olun! Allah size gerçekten bir uyarıcı indirmiştir.” (65 Talak/8-10)

“Peki öyleyse, (şu) şer düzenleri geliştiren kimseler, Allah’ın kendilerini yerin dibine geçirmeyeceğine, yahut azabın, nereden geldiğini bilemeyecekleri bir tarzda başlarında kopmayacağına dair temamen güvenlik içinde mi görüyorlar kendilerini?

Yahut dönüp dururken hiç bir şekilde engel olamayacakları (bir azapla O’nun) kendilerini (apansızın) yakalamaycağına,

Ya da onları içten içe çürütüp (sonunda) tepelemeyeceğine dair?..

Ama bilin ki Rabbiniz gerçekten de çok şefkatli, çok merhametlidir.” (16 Nahl/45-47. ayrıca bak. 67 Mülk/16-18

M. Esed, bu son âyetin meâlini verdikten sonra şöyle bir not düşüyor: (Âyette geçen) ‘tahavvuf’ teriminin anlamlarından biri de ‘tedricí eksilme/çürüme’ ya da ‘yavaş yavaş yok olmadır’ (Lisanü Arap, havafe mad.) Yukarıdaki anlam örgüsü içinde terim hem toplumsal, hem de maneví/ahlâkí çağrışımlar vermektedir. Yavaş yavaş ahlâkí değerlerin çözülmesi, gücün, toplumsal insicamın, huzur ve emniyetin ve sonunda hayatın kendisinin silinip yok olması.” (M. Esed, K. Mesajı, 2/538)

Allah (cc) kesinlikle bir topluma onları uyarıcı, onları doğru yola davet edici bir elçi göndermedikçe azap etmez. (28 Kasas/59.  6 En’am/47, 131, 7 A’raf/6, 11 Hûd/117, 26 Şuarâ/208-209, v.d.)

Yeryüzünde bozgunculuk çıkaran haddi aşan topluluklar da çeşitli şekillerde cezaya çarptırılırlar. (6 En’am/123. 17 İsra/16. 28 Kasas/58)

Günümüzde insanlardaki aç gözlülük, cimrilik, maddeye sahip olma yarışı, dünyalıklar uğruna harcanan yürekler ve nefesler, egoizm, maddeye sahip olma uğruna çıkartılan kavgalar, savaşlar ve uygulanan şeytanlıklar nedir acaba? Niçin bazı ülkeler, bazı ülkelerin insanları kaostan, kargaşadan, korkudan, baskı ve zulümden kurtulamıyorlar? Niçin insanlar sürekli bir korku, geçinme endişesi, birbirine karşı emniyetsizlik duyuyorlar? Neden bazıları bazıları için kurt gibi olmaktadır?

Yoksa bütün bunlar şükürsüzlüğe, nimetlere nankörlük etmeye, Allah’tan gelen ölçülere sırt çevirmeye verilen cezalar mıdır?

Allah’ın, insanlar iki dünya saadetine kavuşsun diye indirdiği İslâm nimetinin değerini bilmeyen, ya da önceki ataları o nimetle huzur, mutluluk ve izzet bulmalarına rağmen, kendileri ona karşı nankörlük eden kişi ve toplumların, ‘korku ve açlık elbisesi’ni giymeye devam edecekleri açıktır.

       

Hüseyin K. Ece

27/6/2000 Zaandam