Avrupa’ya göçün ve oradaki hayat şartlarının müslüman göçmenler üzerinde kişisel, toplumsal, külterel ve yapısal değişikliklere sebep olduğu gibi, onların dinî hayatlarını da olumlu veya olumsuz anlamda etkilediği açıktır. Kimileri zamanla daha dindar bir hayatı tercih ederken, kimileri kendi öz benliğini kaybedecek kadar akıntıya kapılmıştır. Arkadan gelen kuşaklardan bir kısmı babasında gördüğü dindar kimliği daha bilinçli bir şekilde korurken, bir kısmının böyle bir derdi olmadı.

 

Bu yazıda Anadolu göçmenleri arasındaki dindarlığın değişim süreci, biraz da Hollanda’yı  baz alarak kısaca açıklamaya çalışacağız. Bu bağlamda öncelikle din ve dindarlık olayına biraz dikkat çekeceğiz, arkasından dinin bireyde var olma şartlarına göz atacağız. Sonra da dindarlığın değişim süreci ile birlikte buna etki eden belli başlı faktörleri söz konusu edeceğiz.

 

  • Kavramsal alan

‘Din’ kelimesi çok geniş bir anlam sahasına sahiptir. Din kavram olarak insanın ve hayatın en önemli faaliyeti olan inanmayı, bir yaratıcıya itaat ve ibadet etmeyi, ahlâkî davranışları, fazilet ve iyilikleri, toplumsal düzeni, insanlararası ilişkileri, hayatı anlamlandırmayı ifade eder.

‘Din’ kelimesi ‘deyn’ kökünden gelir ve sözlükte; üstünlük, egemenlik, itaat, zorlamak, itaatkâr olarak kendini bir güce teslim etmek, onun hakimiyet ve otoritesine boyun eğmeyi kabul etmek, borçlanmak demektir. Din ayrıca; şeriat, kanun, yol, millet, âdet, hesaba çekmek, ceza veya mükâfat vermek anlamlarına da gelir.

  • Din’in Kur’an’daki Anlamları 

‘Din’ kelimesi Kur’an-ı Kerim’de borç anlamına gelen ‘deyn’ hariç, dört anlamda kullanılmaktadır:

1- En yüce kudrete teslim olma, itaat etme, boyun eğme anlamında. (Zümer, 39/11-12. Nahl, 16/52)  

2- Ahiret, ceza, yani amellerin karşılığını verme günü anlamında. (Şuara, 26/82. Sâd, 38/78. Fatiha, 1/4. Hicr, 15/35. Saffat, 37/20. Zariyet, 51/6. Vakıa, 56/56)

3- Hüküm, âdet, şeriat ve kanun anlamında. (Nûr, 24/2. Yusuf, 12/76. Ğafir, 40/. Şûra, 42/13, 21)

4- Allah’ın gönderdiği Tevhid din’i anlamında ki daha çok ‘ed-Din’ şeklinde geçmektedir..  

Kur’an’da ‘din’ en çok bu anlamda kullanılmaktadır. Bunda hem Allah’ın hakimiyeti, otoritesi, hükmünün üstünlügü, hem bu üstünlüğe kulların boyun eğip itaat etmeleri, hem de Allah’tan gelen hükümler yer almaktadır.

İslam anlayışına göre din;  her ne olursa olsun yüksek bir otoriteyi ve bu otoriteye boyun eğmeyi, bu otoriteden kaynaklanan emir ve hükümleri uyulması gereken kurallar olarak kabul etmeyi, bu kurallara uyulduğu zaman mükâfat, karşı gelindiği zaman ceza alınacağına inanmayı içine alan bir hayat sisteminin genel adıdır. Bu bakımdan bu kelimeyi başka dilde karşılayacak hiç bir sözcük mevcut değildir. Batılıların kullandığı ‘religion’ sözcüğü de ‘din’ kavramının ifade ettiği derin anlamları karşılayamaz.

 

  • Din kelimesindeki unsurlar

‘Din’ kavramında dört önemli unsur vardır:

-Yüce bir hakimiyyet (egemenlik),

-Bu yüksek hakimiyete boyun eğip itaat etmek,

-Bu hakimiyetin şekillendirdiği inanç ve hükümler sistemi,

-Bu sisteme uygun hareket etmekle hak edilecek ödül, aykırı hareket etmekle karşılaşılacak  ceza.

Kur’an, ‘din’ kelimesini bazen bu unsurların her birinin yerine, bazen de hepsini birden kapsayacak şekilde kullanmaktadır.

 

  • İslam bilginlerine göre din

S. Şerif Cürcânî’ye göre: “ Din, akıl sahiplerini peygamberin bildirdiği gerçekleri benimsemeye çağıran ilâhî kanundur.”

Ezrâi dini şöyle tanımlıyor: “Din, Allah’ın peygamberleri diliyle kulları için koyduğu şeydir.” (Çalışkan, İ. Kur’an’da Din Kavramı, sayfa: 35, Ankara 2002, Ankara Okulu Yayınları)

‘Din’ şu şekilde de tanımlanmıştır. “Din; akıl sahibi insanları kendi tercihleriyle bizzat hayırlı şeylere götüren ilâhî bir kanundur.” (Çalışkan, İ. 2002/35. TDV İslâm Ansiklopedisi 9/314)

M. İkbal’e göre; “Din, doktrin açısından içtenlikle kabul edildiği ve tam manasıyla kavrandığı takdirde karakter ve kişiliği büsbütün değiştirebilecek güçte bir genel hakikatler sistemidir. (Çalışkan, İ. 2002/37)

Ali Şeriatî’ye göre; “Din, insanın kendisiyle varolan dünya endişesinden kandini arındırarak topraktan Allah’a geri dönmesidir. Din, insanın ‘dünya’ olarak gördüğü tabiat ve hayata kutsiyet bağışlayıp ahirete dönüştürmesidir.” (Şeriatî, Ali. Dinler Tarihi, (çev: E. Vatansever) sayfa: 94, İstanbul-Tarihsiz, Gözde Kitaplar)

Bu tanımlara göre din, Allah’tan gelen, peygamberler tarafından insanlara tebliğ edilen, insanları kendi istekleriyle hayırlı olan şeylere, daha doğrusu dünya ve Ahiret saadetine götüren, içerisine iman, amel ve hayatla ilgili bütün hükümleri alan insanüstü bir sistemin adıdır.

Şüphesiz ki İslâma göre din, insan ile Yaratıcı, insan ile kendisi, insan ile diğer insanlar, insan ile çevresi arasındaki ilişkiyi düzenleyen bir değerler bütünüdür. (Ece, Hüseyin K. İslâmın Temel Kavramları, sayfa: 136-139. İstanbul 2010, Beyan Yayınları)

 

  • Mütedeyyin ne demektir?

Din kelimesinden türeyen ‘mütedeyyin’; boyun eğen, itaatkâr, Allah’a teslim olan demektir.

Biz burada dindar kelimesini mütedeyyin'in karşılığı olarak kullanacağız.

Türkçe sözlüğe göre dindar; dinin emrettiklerini yapan, yasaklarından kaçınan kimse, mütedeyyin demektir. (Doğan, M. Türkçe Sözlük, sayfa: 389,  İstanbul 2008, Pınar Yayınları)

Osmanlıca Sözlük ‘dindar’ı; Allah’a inanmış ve bağlanmış kimse şeklinde tarif ediyor. (F. Devellioğlu, Osmanlıca Lügat, sayfa: 188. Ankara 2001, Aydın Kitabevi)

Öyleyse ‘mütedeyyin (dindar)’, Yaratıcı ile ilişkisini O’nun gönderdiği ölçülerle sürdürmeye çalışan, insanlarla ve çevresi ile olan münasebetlerini inandığı dinin getirdiği ilke ve değerlerle kurmaya çaba gösteren samimi kimsedir.

 

  • Dindar kimdir?

Dindar, her şeyden önce, dini; Allah'a karşı görevlerini yerine getirmenin, O’na teşekkür etmenin, O'nun hoşnutluğunu kazanmanın, daha iyi ve daha yetkin bir insan olmanın yolu ve kurumu bilen ve bu anlayışla yaşamaya çalışan insandır.

Bunun içindir ki dindarın temel amacı daha iyiye ve daha güzele ulaşmaktır, yani kemâle (olgunluğa) ulaşmaya çalışmaktır. Dindar kimse, bu inanç ve anlayışla sürekli iyilik ve hayır üre­tir. Din ona "insana iyilik, mahlukata şefkatle davranmak Allah'a ibadettir" dediği için o hep başkalarına bir şeyler verebilmenin gayreti içinde olur.

Dindar, kendisinin iyi ve rahat olmasıyla işinin bittiğini kabul etmez; başkalarının da iyi ve mutlu olup olmadığına bakar. Bu yaklaşım, dindarı, “Hiçbiriniz kendisi için istediğini (mü’min) kardeşi için istemedikçe (gerçek) iman etmiş olamaz.” (Buhârî, Îmân, 7; Müslim, Îmân, 71) noktasına getirir. Bunun içindir ki dindar, hiç şaşmadan ve aksatmadan dürüst olur. İkiyüzlülük, üçkağıtçılık, çıkarcılık dindarın hayatına asla giremez. Çünkü bunlar  sadece imanı bozmakla kalmaz, dünya hayatını da, ilişkileri de berbat eder.

Dindar için din, daha çok sorumlu olmanın, daha çok paylaşmanın, daha çok fedakârlığın, daha çok iyilik etmenin, daha iyi olmanın yoludur. Din bir dindar için gösteriş, sembol, övünç aracı değil, yaşama biçimi ve ahlâktır.   

Dindarın dini "insan için" bir dindir. Aynen Kur'an'ın gösterdiği gibi... Dindar tüm canlılara merhametlidir, Al­lah için iş yapıp değer üreten kimsedir. Dindar, "yaratılanları Yaratan''dan ötürü" sever ve değer verir.  

Dindar, düşmanlarının bile kendisinden emin olduğu kişidir. Dindar, Peygamberinin merhametli ve emin kişiliğini örnek alandır.   

Ahde vefa, dinin ve dindarlığın omurga değerlerinden biri­dir.  Bu tespitin bir uzantısı olarak, dindar kıymet bilir, şükran bilir insandır.  http://forum.memurlar.net/topic.aspx?id=193688

Kimilerine göre dindarlığın ölçüsü;  çok ibadet etmek, görünürde olan dinî ritüelleri fazlaca yerine getirmek değil, şu hadislerde vurgulanan tavırlar olmalıdır. “(Gerçek) müslüman, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.“ (Tirmizî, Îmân, 12; Nesâî, Îmân, 8)

Dindâr, Din’in emrettiği ibâdetleri eksiksiz olarak ifâ etmeğe çalışan, fakat bunları yerine getirirken Allah'ın tanıdığı izinlerden de yararlanan; Ahlâkını bilhassa hakka tecâvüz edilmemesi ilkesine dayandırıp hak ve hukūku gözeten; Sabır, tahammül, müsâmaha ve merhamet sâhibi; Gıybet ve dedikodudan sakınan; Başkalarının örtülebilecek hatâ, kusur ve sırlarını örten; Ama adâletsizlik karşısında âdil olanı îlân eden; Başkalarına hüsn-i zan ve hüsn-i dua ile yaklaşan, Allah'ın hükmüne hem teslim olan ve hem de O'ndan râzî olan kimsedir. (A. Yüksel Özemre, http://www.cerezforum.com/genel-dini-konular/6768html)

 

  • Din’in bireyde varolma şartları

Dindarlık kalıtsal bir şey mi, kişisel bir tercih mi? Kültürel bir unsur mu, bir kimlik mi? Bir sınıfa, bir cemaate, bir inanç grubuna, bir kültüre ait olduğunun göstergesi mi, insanî bir görev olarak algılama mı? Dindar olan, dinî sembollere değer veren, kendini dinî kimlikle ifade eden kökten dinci mi oluyor? Dini benimseme, kendi toplumuna uyum sağlama dürtüsü mü, yoksa bir varlık olma sorunu mu?

Dindarlık ile bu ve benzeri sorular sorulabilir. Avrupadaki dindarlık hakkında konuşurken bu gibi ögeler karşımıza çıkamaktadır. Dini ve dindarlığı ait olunan toplumun bir değeri olarak algılamk ile, bir insanî görev olarak algılamak farklıdır. Birinde milliyetçilik ve asabiye (tarafgirlik), diğerinde insanın yeryüzündeki konumu ve görev algısı ağır basar. 

Avrupada yaşayan müslümanların dindarlıklarına olumsuz veya olumlku anlamda etki eden fektörleri incelemeden önce, dinin bireyde varolma şartlarına, dinin birey üzerindeki tezahürlerine bir göz atmak istiyoruz.

Kur’an, insanın din’i kendi özgür iradesiyle seçmesini ister. Bilinçsiz, körü körüne, ya da asabiyye olabilecek (fanatizm)  tarzında bir dindarlığı hoş görmemektedir. Hele hele bir kimse din’i, atalarının dini olduğu için benimsiyorsa, bu yanlış bir çıkış noktasıdır. Nitekim Kur’an bu tutuma ‘atalar dininde ısrar’  diye adlandırmakta ve bunu kınamaktadır.

“Ama onlara, “Allah'ın indirdiğine uyun!” denildiğinde bazıları: “Hayır, biz [yalnız] atalarımızdan gördüğümüz [inanç ve eylemler]e uyarız!” diye cevap verirler. Ya ataları akıllarını hiç kullanmamış ve hidayetten nasib almamış iseler?”  (Bekara, 2/170. Ayrıca bak.:Mâide, 5/104. A’raf, 7/28. Yunus, 10/78. Zuhruf, 43/24)

Kur’an, insanın kendi aklıyla din’i seçme çabasına tefekkür , tezekkür ve tefekkuh demektedir. İnsanın din’i benimseyebilmesi veya onu yaşayabilmesi için şu şartlar gerekir:

1-Akıl ve bilgi.

2-Özgürlük.

3-Sorumluluk bilinci.

Dinin seçimi ancak akılla olur ve dini hayat yine akılla devam ettirilir.  Kur’an bunun için sürekli aklı muhatab alır. Bunu şu şekildse formüle etmek mümkün: Yaratıcı yolu gösterir, kendisine indirilen rehber yardımıyla gösterilen yoldan yürümek aklını kulanan insana düşer.

Dinin, akledilerek, tefekkür veya tezekkür edilerek kabul edilmesi son derece önemlidir. Zira bu bilinçli bir tercihtir. Bu tercihinin farkında olan insan, sorumluluğunun da farkında olur. Zira din tercihi beraberinde sorumluluğu da getirir.

 Bir kimsenin Din’i kabul etmesi yani müslüman olması veya bu dini yaşaması, yani dindarlık için özgürlük de şarttır. Aksi halde kişi zorlama ile hem dini yaşamaz, hem de insanlar iki yüzlü olmaya itilirler.  İnsanın bilinçli ve özgür seçimi, onun başka özgürlükleri kısıtlayacağı veya bazılarından vazgeçeği anlamına gelir. Çünkü çok sayıdaki tercihlerden sadece ‘en iyi’ olduğu düşünülenleri seçmek, diğerlerini terk demektir. Terkedilenlerin arasında insan nefsinin arzuladığı eyler de olsa bu böyledir. Seçim yapılmış, bilinçli bir ekilde tercih ortaya konulmuştur. Bilinçsiz bir tercih insanı iki arada bir derede bırakır, insanı bocalamaya sürükler, kimliğini bulmakta zorluğa düşürür.

İnsan doğuştan cebren veya önceden hazırlanmış dindâr bir kişilikle doğmaz. Bilakis din seçimi kendi özgür iradesiyle olur, olmalıdır.  Bu bir insanın başka bir inancı seçebilmesi için gereklidir. Sonuçta din seçiminden insan sorumludur, Yaratıcı değil.

Doğal yaratılış (fıtrat) buna elverişli ve yatkındır. İnsan fıtraten iananmaya ve tapınmaya meyillidir. Nitekim bazı hadisler buna işaret etmektedir.

“Her çocuğu annesi fıtrat üzere dünyaya getirir. Onun bu hali konuşma çağına kadar devam eder, sonra anne-babası onu hırıstiyan, yahudí, mecusi (ateşe tapan) yapar. Eğer anne-baba müslümansalar, çocuk da müslüman olur.” (Ebu Davud, Sünnet/18 (4714). Tirmizí, Kader/5 (2138). İbnu Hibban, es-Sahîh, İman/1 (128))

“Rabbim buyurdu ki: Ben bütün insanları fıtrat-ı selim üzere ve hanif inancında yarattım. Sonra şeytanlar onları yoldan çıkardılar... (Müslim, Cennet/ 63 (2865))

Eğer hür irade olmasaydı kulluk, insanın insana köleliği gibi bir şey olacaktı. Ruhsuz, gayesiz, niyetsiz ve kemâlatsız. O zaman mükâfatın da, cezanın da anlamı kalmayacaktı. Kişi özgür iradesiyle, niyet ederek ve bilinçli olarak yaptığı şeyin sonucunu –ceza veya ödül olarak-  görür. Kulluktan amaç hem teşekkür, hem görev, hem kemâle ermek ise; kişinin bunu kendi isteğiyle, kendi çabasıyla, kendi aklıyla yapması esastır. Kurulmuş bir makina gibi, proğramlandığı gibi hareket etmek ne insanî bir erdemdir, ne de sorumluluk gereğidir. Bilinçli seçim/tercih yeryüzüne temsilci (halife) olarak yaratılan (Bekara, 2/29) iradeli insana yakışandır.

İlk iki şart insanda sorumluluk bilincini doğurur. Sorumluluk bilinci, insanın fiillerini neye göre, niçin yaptığı sorusunun cevabıdır. İnsanın yaptıklarının hesabını vermesi için onun öncelikle seçim hakkında sahip olması ve bilinçli olması gerekir. Din de zaten insana bu sorumluluğu yükleyen ilâî bir proğramdır. (Kıyamet, 75/36. Mü’minûn, 23/115)

Yukarıda anılan üç şart kişinin diniyle ve kendisiyle barışık yaşaması sonucunu kazandırır. Bunların olmadığı yerde  de dinî bir sorumluluk ve dindarlık olmaz. (Çalışkan, İ. 2002/218-219)

 

  • Avrupadaki dindarlığın değişim süreci

Sosyal psikolojiye göre inançlar ve tutumlar bir çok özellikleri bakımından değişmeye uğrarlar. Fakat değişmeyen bir öz daima saklı kalır. Dinler de değişmeyen bu özleri ile varlıklarını sürdürürler. (Sezen, Y. Sosyoloji Açısından Din, sayfa: 49, İstanbul 1988 İfav yayınları)

Dindarlık da böyledir. Değişen şartlara göre kişiler dinî algılama, yaşama ve uygulamda da değişiklik gösterirler. Dinî hayat kemâlata doğru bir yolculuktur. Bu yolculuk da kendi içinde zaten olumlu bir değişimi barındırmaktadır. 

Dindarlığı dinin insanda varolma şartlarına bağlı olarak düşünmek gerekir. Bir kimse kendi özgür iradesini kullanarak, sonucu kendisine ait olmak üzere bir şeyi seçer, seçtiği şey de başkalarına  bir şekilde zarar vermiyorsa, o seçimi değerlidir. Bu tercih ister geleneksel değerlere bağlılık olarak yapılsın, isterse sonradan araştırılarak, ya da ikna olunarak varılan bir sonuç olsun; farketmez.

Avrupa’ya göç eden ve onların çocukları olarak burada doğup yetişen insanların dindarlık tercihlerini de bu çerçevede anlamak gerekir. Bir kimse için dindarlık hayat görüşü, kimlik ve varlık sebebi ise, onu başka bir yafta ile yaftalamak gerçekten insaf ölçülerine sığmaz. Ya da herkesi kendi anladığı dindarlık ölçüsüyle değerlendirmek aşırılıktır. Dindar bir kimsenin kendisini merkeze alarak başkalarının dindarlığını sorgulaması nasıl ciddi bir hata ise, dini hayattan uzak yaşayan bazılarının dinine uygun yaşamak isteyenlere gömlek biçmesi, yafta yapıştırması, sınır belirlemesi de o kadar hatadır.

Bu bağlamda Avrupadaki göçmen müslümanların din anlayışlarının, dindarlık ölçülerinin, dini pratiğe aktarma imkanlarının göçle birlikte bazı değişiklikler gösterdiğini, farklı formlar kazandığını söylemek mümkün.

 

-          Çoğunluktan azınlığa

İslâm, halkında müslüman olan ülkelerde çoğunluğun dini iken, Avrupa’da ‘azınlık dini’, dolaysıyla müslümanlar da ‘azınlık’ konumundadırlar. Bu sadece sayısal bir azınlık değil, toplumsal ve ekonomik konumları açısından da azınlıktır. Bu durum Avrupa’da hem İslâmın hem de müslümanların imajını olumsuz anlamda etkilemektedir. Müslümanların Avrupa yerlilerine oranla konum açısından geri sayılması, onların mensup oldukları dinin de geri bir din olduğu algısına yol açmaktatır. (Canatan, K. Avrupa’da İslâm, Sayfa: 69. İstanbul 2005. Beyan Yayınları) 

Bu algıyı yapanlar göçmen işçilerin Avrupa’ya dinin temsilcileri olarak değil, buranın iş gücü açığını kapatmak üzere işçi olarak getirildiklerini unutuyorlar. İşin başka bir boyutu, bugün müslümanları konumlarından dolayı ‘geri kültüre mensup’ diye  yargılayanlar, bunu her nedense göçmenler itirazsız, sessiz sedasız, yani itaatkâr bir şekilde çalıştıkları zaman yapmıyorlardı. Tam tersine ne zaman göçmen işçilerin ekonomik, kültürel ve sosyal konumları yükselmeye başladı, onlar da yaşadıkları ülkelerde eşit vatandaş olmaya kalkıştılar; işte o zaman onlarla ilgili bu yargılamalar artmaya başladı.  

Müslümanları azınlık statüleri Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde  bazı –özellikle şöven- politikacılar ve sözde fikir adamları tarafından istismar edilmekte, müslümanların aleyhine bir mücadele stratejisi olarak kullanılmaktadır.  (Nitekim Hollandadaki ırkçı partinin lideri ve önde gelenleri, uzun zamandan beri bu temayı işlemekte, Kur’an’ın geri ve faşist bir kitap olduğunu, müslümanların geri bir kültüre sahip olduklarını iddia etmekte. İşin garibi pek çok da taraftar toplamakta.)

Dindarlar, çoğunlukta oldukları yerlerde dini yaşamada, dini değerleri bir kimlik ve ahlâk olarak göstermekte fazla bir zorlukla karılaşmayabilirler. Ama azınlıkta oldukları yerlerde, hem kabul görme, hem uyum sağlama, hem de dini ritüelleri pratiğe taşımada  oldukça sıkıntı yaşadıkları açıktır.

İslâmın azınlıkların dini olma konumu, sadece yerleşik toplumla ilişkileri değil aynı zamanda İslâmın anlaşılma ve yaşanma biçimini de doğrudan etkileyecek ciddi bir gelişmedir. Böyle bir durum hem müslüman düşünürleri, hem İslâm üzerinde düşünen yerli aydınları/kesimleri, İslâm üzerinde yeniden düşünmeye sevketmektedir. Geçmişte müslüman aydınlar, muamelât (ilişkiler) konusunda müslümanların çoğunklukta olduğu tezinden hareketle yorum getirmişlerdi. Bu yorumların Avrupa ülkelerinde ve modern toplumlarda yaşayan müslümanları ne kadar bağladığı, ya da sorunlarına ne kadar cevap olabildiği sorusu sorulmaya değer. (Canatan, K. 2002/69-70) 

 

-          Resmi dinden sivil dine

Avrupadaki göçmen işçilerin geldikleri ülkelerin bazılarında (örneğin Türkiye ve Fas’ta) din ‘resmi bir konuma’ sahipken, Avrupa din ‘sivil bir konum’dadır. Bu durum elbette kurumsal laiklikten kaynaklanmaktadır. Avrupa ülkelerinin pek çoğunda devlet-kilise ayrımı olsa bile, din yani kilisenin temsil ettiği kurumlar hayatın önemli bir alanında ve toplumda hâlâ çok etkindir. Bu durum ister istemez göçmenlerin din anlayışını da etkilemektedir. (Canatan, K. 2002/70)

Bu durumun resmi din uygulamalarına alışmış olanları şaşırtacağı açıktır. Bu nedenle onların büyük bir bölümü sivil din hizmetlerini ya da kurumları anlamakta zorluk çekiyorlar.  Dolaysıyla Türkiyedeki resmi din kurumuna bağlı camilere üye olmayı, o camilerde cemaat olmayı pasaportunun, vatan sevgisinin, ülkesine aidiyetin bir göstergesi sayıyorlar. Onlara göre din hizmetleri de resmi makamlar ve politikalar tarafından yürütülmeli. Birlik beraberlik için buna ihtiyaç vardır. Bundan dolayı çokları resmi kurumun dışındaki dinî yapılanmaları hayretle karşılamakta, hatta onlara ayrımcı gözüyle bakmaktalar.

Resmi dinden sivil din anlayışına geçiş, hizmette, yorumda ve din algısında farklılıklara, zenginliğe yol açsa da beraberinde dinin bir cemaatin anlayışına hapsedilmesi yanlışlığını da   beraberinde getiriyor.

 

-          Kırsal kesimden modern topluma

Türkiye veya Fars kökenli göçmenlerin bir çoğu kırsal kesimden, bir çoğu kent hayatını hiç görmeden Avrupa’nın devasa kentlerine geldiler. Bambaşka bir dünyaya, bambaşka bir ortama, bambaşka bir hayat tarzına göç ettiler. Geldikleri ortam onlara her açıdan yabancı, garip ve biraz da ürkütücü idi. Geldikleri dünya darvinist, ateist, materyalist, nihilist, pozitivist, egoist düşüncelerin hakim olduğu, dünyacı hayat tarzının yoğun etkisi altında, dini hayatın dışına atma çabalarının çok olduğu, değerlerin çıkara ve maddeye ayarlı olduğu bir ortam idi.

Böyle bir ortamda dinî kimlikleriyle var olmaya çalışmak, yaşamak, kabul görmek olağanüstü bir cesareti ve çabayı, birikimi ve özgüveni de gerektiriyordu. Bir taraftan horlanan, aşağılanan ve geri sayılan bir kültürden gelmek, işçi statüsünde yani aşağı tabakadan sayılmak... Bir diğer taraftan, kendisinin dışındaki bütün kültürleri geri, yabancı ve öteki sayan, baskıcı ve farklılıklara tahammülsüz bir kültürün (Avrupa kültürünün) ortasına savunmasız, donanımsız, alt yapısız atılmak... Bundan dolayı ilk neslin bu olumsuzluklar içerisinde hem kendi kimliğini koruması, hem yeni nesillere bu kimliği taşıması cidden zordu.

İkinci ve üçüncü kuşak için ise tersinden bir sorun var. Onlar burada dünyaya geliyorlar, buradaki eğitim süzgecinden geçiyorlar, buradaki hayat anlayışı ile birlikte büyüyorlar. Bu kuşakların hem ebeveynleri ile, hem onların geldikleri ortamla anlaşma sorunu yaşamaları, mantalite, hayat algısı, değerler ve normalar açısından farklılığa düşmeleri kaçınılmaz.

 

-          Geleneksel anlayıştan bilinçli tercihe

Din ve gelenek kavramları arasında yakın bir ilişki olmasına rağmen, bu ikisi aynı anlama gelmez. Gelenek, tarihi süreçte kuşaktan kuşa aktarılan bilgi, düşüne ve davranışlardır. Gelenek dine göre daha dar bir alana sahiptir ve toplumun örf, adet ve davranışları olarak nesilden nesile intikal eden unsurlardır. (Akdoğan, A. Modern Topluma Geçişte Dinî Hayat, sayfa: 38, İstanbul 2002 Rağbet Yayınları)

İslâm toplumlarında geleneğin dinden kaynaklanarak bir form oluşturduğu bir gerçektir. Din değişmez evrensel değerler taşırken gelenek zaman ve mekan şartlarına göre farklılık gösterebilir. Burada dinî olan ile gelenek olan arasında bir ayırım zaruridir. (Akdoğan, A. 2002/68)

Geleneğin yeni kuşaklar üzerindeki etkisi inkâr edilemez. Aileden veya toplumdan pek çok şey öğrenilir. Bazı şeyler toplumla birlikte yapılır. Dindarlık da böyledir. Bir takım dinî motifler, ritüeller, ölçüler bazı toplumlarda gelenek haline gelmiş olabilir. Bazı kimseler de dinî faaliyetleri farkında olmadan bir gelenek olarak sürdürebilir. Kimileri zaman içinde belki dinî bir bilinç kazanabilir, yaptığı şeyleri bir dinin bağlısı olarak yaptığını farkedebilir.

Avrupadaki dindarlığın gelenek dindarlığına göre şekil değiştirdiği söylenebilir. Zira geleneksel dinî hayat içinde bulunduğu şartlar açısından hem doyurucu, hem dinamik değil.  Üstelik modernitenin insanı içine düşürdüğü açmazlarla gelenek tek başına baş edemiyor. Göçmenlerin göçmen oluşları başlı başına bir sorun iken; önceki dönemlerde oluşan ve günümüzün şartlarını dikkate almayan, yaşanan dünyanın objektif koşullarıyla arasında uyumsuzluk olan ‘gelenek’de başlı başına bir sorun. Güncel yaşamda din deyince, genellikle karşımıza çıkan şey, dinin gelenek boyutu olan ‘fıkıh’tır. Fıkıh ise dinin kendisi değil, dini kaynaklara dayalı olarak oluşturulmuş olan bir gelenektir. Başka çartlar için yapılmış ictihatlar, verilmiş fetvalar bugünkü koşullara uymayabilir. Bu durumda yaşanan çelişki, sadece gelenek ile yaşanan realite arasında değil, geleneğin taşıyıcısı olan insan ile onun maddi ve objektif dünyası arasındadır.  (Canatan, K. Hollanda Güncesi, sayfa: 154 Amsterdam 2004 Türkevi Yayınları)

Bu açmazlar karşısında bilinçli bir din veya dinî hayat tercihinin üç önemli yönü vardır:

Öncelikle hakikati tercih etme.

İkinci olarak hakikatin en tutarlı ve asla ters düşmeyen yorumunu bulma,

Üçüncüsü bu yorumu objektif dünyada yaşanabilir hale getirme.

Müslüman kimlikli bir kimse artık “neyi seçtiğimin farkındayım” deme noktasındadır. Bu da “babam ve çevrem dindar olduğu için ben de dindarım” söyleminden, geleneği sürdürme çabasından öte bir şeydir.    

 

-          Kültürel değerden kimliğe

Din, kimilerine göre sosyolojik bir değerdir. Onlara göre din toplumun kültürel değerleri arasında bir öğedir. Toplumun gelenek, folklor, tarih, ortak çıkar, vatan, dil ve benzeri değerleri vardır. Toplum bunlarla birlikte birarada yaşar, bunlarla birlikte varlığını devam ettirir.  (Çalışkan, İ. 2002/26)

Din olayına ve onun islam ülkelerindeki asırlardan beri bıraktığı etkiyi toplumsal değer/kültür diye bakanların Avrupada iki türlü tavrı oldu. Azınlıkta olan bir grup; din madem ki kültürel bir değerdir, adetler, gelenekler, tutumlar, yani kültürler değişebilir öyleyse kişi gittiği yerdeki adetleri benimseyebilir, oranın kültürüne adapte olabilir derler. Bu nedenle bunların gündemlerinde din fazla yer almaz. Hatta bunlar asimile oldular denilebilir.

İkinci grup ise ‘taştan kömürden de olsa bizimdir’ mantığı ile, biraz da milliyetçi bir duygu ile babalarının taşıdığı kültürü her ne pahasına olursa olsun yaşatmak  düşüncesindedirler. 

Ancak din olayına kültürel bir değer, atalar mirası değil de, bir kimlik, bir hayat görüşü, bir varlık sorunu olarak bakanlar, farklı düşünüyorlar. Onlar ne babalarında gördükleri her şeyi olduğu gibi alıp taşımayı, ne de ‘madem ki babalarımızın kültürü buraya yabancı ve vahşi bir kültürdür; öyleyse bırakalım ve çağdaş değerleri benimsyelim’ derler.

Avrupalı müslümanlar, materyalist bir çevreye rağmen Kur’anî ve Peygamberî öğretiye nasıl sadık kalabiliriz, imanımızı nasıl canlı tutabiliriz diye soruyorlar. Bu soruya tatmin edici cevaplar ve pratikler arıyorlar.

 “Avrupalı müslüman nesil, İslâm konusunda ortaya çok temel sorular atıyorlar. Her şeyden önce ailelerinin kültürel geleneğinin modern, kentsel ve demokratik bir toplumda çok zor yaşandığını farkettiler; sonra da bu kültürel geleneğin büyük bir kısmının İslâm’ıın özü olmadığını gözlemlediler. Hatta bazen de bu geleneklerin İslamî bakış açısına göre kabul edilemez olduklarını anladılar.” (Avrupalı Müslüman Olmak, Önsöz, (çev: A. Meral)  sayfa: 19. İstanbul 205 Anka yayınları)

Avrupadaki müslüman göçmen çocukları dinlerine, çok dindar olmasalar da bir kimlik olarak önem veriyorlar. Nitekim geçen yıllarda Hamburg’ta dokuzuncu sınıfta (Lise 2) öğrenciler üzerinde yapılan bir araştırmada Alman çocuklarının yüzde onyedisinin, Türkiye kökenli gençlerin ise yüzde yetmişüçünün dinlerini önemsedikleri ortaya çıkmıştır. (Mertek, M. Avrupadaki Anadolu, sayfa: 127, İstanbul 2007 Kaynak Yayınları)

 

-          Rutinden farkındalığa

Kimilerine dini yaşamak, dindarlık rutin bir alışkanlıktır. Adam öyle alıştığı için öyle

yapıyordur. Kişi bazı davranışları karakter, adet veya kültür haline getirmiş, yeri geldikçe uyguluyor, sıradan bir davranış gibi yapıyor denebilir. Ya da bazıları dindarlığını böyle ortaya koyabilir.

Ancak Avrupanın yeni müslümanları eğer dindar ise dini hayata bu şekilde bakmıyor.

Onlar ne yaptıklarının farkında olmayı, sıradan şeylere tercih ediyorlar. Sayıları oran olarak az olsa da, rutin ibadet yerine, kendilerine kimlik kazandıran, hayat ve destek veren dindarlığı tercih ediyorlar.

 

-          Mirastan savunma aracına

Emek verilerek elde edilen şeyin değeri fazla olur. Buluntu, çalıntı, tesadüfi yolla elde edilen şey sabun köpüğü gibidir. Bir işe yaramadığı gibi, insanda koruma içgüdüsü de bırakmaz. Ama emek verilen, uğruna alın ve yürek teri akıtılan, yani bedel ödenen her şey değerlidir. İnsan onun kıymetini bilir, korumaya çalışır, onu benimser. Babasından miras kalan malın değerini bilmeyenler onu har vurup harman savurabilirler.

Dinî kimlik de böyledir. Bazıları bu kimliği atalarından miras alır. Elde etmek, içine sindirmek, benimsemek için emek sarfetmediği, kafa yormadığı, derin derin düşünmediği için fazla değerini bilmez. Mirasyediler gibi onu harcar, yer bitirir.

Avrupa’da yaşayan müslümanların bir kısmı dinî kimlik açısından böyle idi. Dini babaların miras almışlardı.

Ancak zaman gösterdi ki, bu miras alınan şeyler ihtiyaca cevap veremiyor, yeterince koruyamıyor, etrafı kuşatan sorulara/sorunlara cevap üretemiyor. Miras alınan dindarlık ödünç alınan eşyaya benziyor. Sanki günü gelecek ve geri verilecek gibi.

Dini kimlik seçiminde bilinçli davrananlar onu artık baba yadigârı olarak değil, kendisini var eden ve koruyan, bunca saldırılara karşı savunan, hayatına anlam katan, niçin var olduğunun cevabını veren  bir kimlik olarak değerlendiriyor.

Modernite kendinden olmayanı, kendi ölçülerine uymayanı dışlıyor, küçümsüyor, hatta sürgüne göndermek istiyor. Bu saldırılara maruz kalan, kendini dini kimlikle savunuyor, ya da savunmak istiyor.

 

  • Avrupada dindarlığa etki eden faktörler

Bundan amaç müslüman göçmenler üzerindeki olumlu ve olumsuz etkilerdir.

 

-          Aile;

Söylemeye gerek yok ki ilk eğitim ailede alınır. Kişi ailenin eseridir öncelikle. Avrupadaki dindarlığe etki eden ilk faktör de elbette ailedir. Çocuk ailesinden gördüğünü öğrenir, alıştığını yapar, öğrendiğini uygular. İstisnası olmakla birlikte dindar ailelerde yetişen çocukların genelde daha dindar bir hayat sürdürdükleri bilinir.

Tersi de doğru. Dini hassasiyetleri olmayan ailelerin çocukları da dindarlık konusunda ebeveynlerini izlerler. Parçalanmış ailelerin çocukları, ya da bakımevlerine alınan çocukların dinden uzak yetiştikleri de açıktır. Bu gibiler dinin öngördüğü ibadet, dua, fazilet, vefa, iffet, adalet, cömertlik, edep, haya, hürmet ve itibar, misafirperverlik ve diğergâmlık, sıla-i rahim ve kul hakkı gibi değerleri öğrenme imkanından mahrum kalıyorlar.

 

-          Gelenek;

İlk kuşağın geldikleri çevreden öğrendiklerini veya geleneklerinin hiç olmazsa bir kısmını göç ettikleri çevreye taşımaları doğaldı. Yukarıda geçtiği gibi müslüman toplumlarda geleneğe genellikle din şekil verir. Ya da gelenekle din içiçedir. Pek çok müslüman geleneği sürdürür ama aslında uyguladığı şey dinin bir ilkesi olabilir. Bu anlamda gelenek Avrupadaki yeni kuşakların dini hayatlarına da yansıyor. Gelenekteki dine uygun olan veya uygun olmayan figürler aynen korunuyor.

 

-          Teşkilat/dernek;

Avrupada Türkiye kökenli göçmenler arasında ortaya çıkmış sivil toplum kuruluşları onların kimliklerini korumada, geleneklerini yaşatmada önemli bir yeri vardır. Bunlar hem onlar için bir araya gelebilecekleri, hem faaliyet yapabilecekleri, hem de sığınabilecekleri yerlerdir. Sokakta, iş pazarında, siyastette dışlanan, ayrımcılığa veya saldırıya uğrayan göçmen ister istemez kendi evi saydığı teşkilatlara gelmektedir. Teşkilatlar ideallerinin şekillendiği, davaları için çalışabildikleri, kendilerine uygun çevre yapabildikleri yerlerdir.

Teşkilatlar aynı zamanda onların çocuklarını koruyan, daha iyi yetişmelerine yardımcı olan, onlara dinî kimliklerini de kazandıran vazgeçilmez mekanlardır. 

 

- Arkadaş çevresi;

İyi arkadaşa insana hayırlı işlerde yardımcı olur. Güzel kokunun yanında duran gibi. Kötü arkadaş çevresi pek çok gencin suça bulaşmasına sebep olur. Demirci körüğü çeken kimsenin yanında duran gibi.  

Hollanda’da hapishadeki gençlerin itirafları arasında şunları görmek mümkün : « Beraber büyüdük, bana bunu yapacağını tahmin edemezdim. Güvendim ama benim de suç işlememe sebep oldu.

Arkadaşım bana kısa yoldan zengin olma yollarını onlar öğretti.  

Bir gün geldi onlardan biri oldum. Aralarından istesem de çıkamam. Hatta beni ailemle tehdid ediyorlar.

Ben arkadaşlık ayrı bir şey, ne yaptığı beni ilgilendirmez diyordum. Sonunda onunla birlikte suç işledim. »  

 

-          Okul/eğitim;

Avrupada çok küçük yaşta başlayıp, uzun yıllar devam eden öğretimin çocukları

eğitmediğini kimse iddia edemez. Okullar yalnızca bilgi vermezler, kişilik kazandırmaya da çalışırlar. Elbette her eğitim sistemi kendi öngördüğü, ya da uygun bulduğu kişiliği öğrencilerine aktarmak ister. Hiç bir donanımı olmayan küçücük yavruların, aldıkları, ama babaların inançlarına, geleneklerine, değerlerine uygun olmayan eğitimden etkilenmeden kurtulmaları imkansız gibi bir şey. Eğer ailede köklü, bir dinî eğitim, sağlam bir kişilik verilmezse, yeniş kuşakların giderek daha fazla asimile olma, kimlik kaybına uğrama, hatta dinden uzaklaşma sorunu yaşayacakları açıktır.

Hollandadaki İslamî ilkokullara giden öğrencilerin bu sorunu daha az yaşadıkları, dindarlık açısından daha avantajlı oldukları söylenebilir. Dolaysıyla Hollandadaki müslümanlar için İslami okullar çocuklarının kimliklerini korumada çok önemli bir imkandır.   

 

-          Camii ve camilerdeki eğitim;

Cami kelimesinin anlamı, cemaatı/insanları yakın idealler etrafında bir araya toplayan yer demektir. Avrupa’daki camiler sadece ibadet edilen yerler değil, aynı zamanda toplum merkezleridir. Yani camii fonksiyonun neredeyse tam anlamıyla yerine getiriyorlar.

Hollanda’da iki çeşit cami tipinden bahsedilebilir: Birincisi bilinen dinî ve kültürel faaliyetlerin yanında toplumsal, sportif, rekreatif, eğitsel, bireysel yardım hizmetleri ve dinlerarası diyaloğ gibi pek çok konuda etkinlik yapanlar. İkinci ise dini fonksiyon yanında sosyal etkinliklere de yer veren camiler. Birinci gruptaki camilerde diğer etkinlikler dinî etkinliklerin önüne geçmiştir. Bunu örgüt yapıları değişmemekle birlikte, cami etrafında oluşturdukları gençlik ve kadın kolları gibi yan kuruluşlarla yapmaktadırlar. (Canatan, K. Avrupa’da İslâm, sayfa: 73, İstanbul 2005 Beyan Yaınları) 

Cami teşkilatların müslümanlar hem dinlerini hem öğreniyorlar, hem pratize etmeye çalışıyorlar. Onlar için camiler bir dinsel mekan olmaktan başka adeta kurtarılmış, yüzde yüz kendilerine ait bölgelerdir.  

Yeni kuşaklar için de aileden sonra dinlerini öğrenebilecekleri yegâne yer camilerdir. Avrupada bütün camilerde dini eğitim verilmekte, anadil öğretilmekte.

 Gençleri suça iten sebepler arasında şunlar da sayılmaktadır: Eğitim ve terbiyede inanca yer verilmemesi. Cami ve cemaattan uzak yaşantı. Din eğitiminin gençlerin anlayacağı seviyede verilmemesi.

 

-          Kişisel ilgi ve arayış;

Bazıları hangi saikten olursa olsun kişisel merakı, çabası ve içinin çağrısı ile bir

arayışa giriyor. Dini ve onun getirdiği gerçeklerle yüzleşiyor. Modernizmin icat ettiği yığınla soruya/soruna ilahi dinde cevap buluyor. Modern hayatın getirdiği yanlızlığı, Sahibini bularak gideriyor. Hayatına bir anlam vermek üzere ilâhi bir çağrıyı keşfediyor.

Bunların sayısı az olsa da dindarlığın bir başka etkeni olduğu söylenebilir. 

 

-          Türkiye bağlılığı;

Türkiyeden gelen hemen herkes ülkesini çok seviyor, vatanına bağlı denilebilir. Gücü

yetenler, zorluğuna rağmen sık sık izine gitmeye, oradaki akrabalarını ziyaret etmeye, Türkiyenin tarihini ve dini hayatını yerinde izlemeye çalışıyorlar. Çocuklarının Türkiye bağını koparmamaya gayret ediyorlar. Bu durumun olumsuz olduğunu düşünen Hollandalı bir politacı bir kaç yıl önce okul tatillerinin yabancılar için iki haftaya kadar düşürülmesi gerektiğini ileri sürmüştü. Zira ona göre yabancı çocukları  babaların ülkesine gidiyorlar, beş veya altı hafta kalıyorlar ve oradaki havadan/kültürden etkileniyorlar. Bu da buradaki ‘uyum/entegrasyon çalışmalarını’ olumsuz etkiliyor diyordu.

Bu bağlılık Türkiyeye ait değerleri savunmaya kadar gidiyor. Hatta futbola meraklı çocuklar/gençler buradaki takımlardan birini değil, Türkiyedeki takımları tutuyorlar. Bu da babalarının/dedelerinin geldiği yer ile bağlarını güçlendiriyor.

 

-          Yabancı düşmanlığı;

Irkçılık ve yabancı düşmanlığı habis bir hastalıktır. Ancak bu günümüzde özellikle

Avrupa ülkelerinde bir fenomendir. Bunun en büyük zararını da başta yabancılar görse de

bütün toplumlar görüyorlar. Çünkü düşmanlığın, dışlamanın, ötekileştirmenin olduğu

yerlerde toplumsal barıştan söz edilemez. 

Üzülerek söylemek gerekirse son yıllarda bütün Avrupa ülkelerinde yabancı ve İslâm düşmanlığı giderek artmakta. İslamofobi, kimilerinde saplantı haline gelmekte. Müslüman olduğu için horlanan, ayrımcılığa uğrayan, ötekileşen kimseler, ister istemez kendi kimliklerine, kendilerini ait hissettikleri topluma, kendi çevrelerine daha çok sığınıyorlar.

Avrupadaki ırkçılık hareketleri ve ayrımcılık dolaylı olarak yabancıların bir kısmını gettolara, bir kısmını kendi çevrelerine itiyor. Çevresi dindar olanlar da bundan etkilenip dinî kimliğini güçlendiriyor. 

 

-          Aidiyet fikri/kimlik arayışı;

Yıllar önce Rotterdam bir yüksek okulda yabancıların bulunduğu bir sınıfta kimlik ve aidiyet üzerinde konuşuluyormuş. Öğretmen ‘şurası katolik köşesi, şurası protestan köşesi, burası İslâm köşesi, şurası humanist köşesi vs. olsun’ demiş ve herkesi kendini ait olduğu köşeye gitmeye davet etmiş. Herkes bir köşeye gitmiş. Ancak Türkiye’den gelen ve sosyalist takılan iki öğrenci hiç bir köşeye gidememişler. Şaşkın bir şekilde ortada kalakalmışlar. Olayı anlatan; zor durumda kaldıkları açıktı demişti.

Cem Karaca, Fransa dönüşü kendisiyle yapılmış bir ropörtajda; “orada herkesin bir yere, bir kimliğe, bir kültüre ait olduğunu gördüm. Bir yere ait olmamak benim içimde bir boşluğa sebep oldu. Zaman içerisinde bir yere ait olduğumu, bir anlamda kimliğimi keşfettim. Şimdi rahatlıkla Türküm ve müslümanın diyorum” demişti.

Bazı gençler zamanda aidiyeti keşfediyorlar. Nereye ait olduklarını sorguluyorlar. Bunun sonucu olarak da dini hayata yönebiliyor. En azından bir kısmı çevrelerinden aldıkları kimliği korumaya çalışıyorlar.

Bir yere ait olup olmadığının farkında olmayanların elbette kimlik sorusu da yoktur.

 

-          Hapishaneler;

Hollanda hapishanelerine düşen suçluların en azından bir kısmı, orada verilen din

hizmeti (geestelijke verzorger) hizmeti sayesinde ıslah olduğunu, kendini düzelttiğini, dinini öğrenmeye çalıştığını ve dindar olmaya başladığını, bir daha hapishaye dönmediğini, normal bir hayat sürmeye başladığını gözlemlemek mümkün.

 

  • Sonuç

İslâm kaynakları bir müslümana, niyetine ve dinini yerine getirmede özgür olmak, mesaja şahitlik etmek ve müslümanlara ve genel topluma faydalı olmak şeklindeki üç temel şarta göre islamî olmayan bir çavrede yaşamalarına izin verir. Başkalarıyla olan toplumsal ilişkiler adaleti, sadakati ve dürüstlüğü temel alır. Toplumsal, bilimsel veya teknolojik alanda başarı konusunda din hiç bir şekilde kabul etme kriteri değildir. Müslümanlara ister çoğunluk olsunlar, ister azınlık; âdil olmak, onlarla işbirliği yapmak ve onlardan bir şeyler öğrenmek için, her kim olursa olsun vatandaşlarının ve birlikte yaşadıklarının özelliğine önem vermeleri emredilmiştir.” (Ramazan, T. Avrupalı Müslüman Olmak, sayfa: 216, İstanbul 2005 Anka Yayınları)

İbni Haldun toplumsallaşmayı ve cemaatleşmeyi insanlardaki asabiyye duygusu ile açıklıyor. Ona göre asabiyye, dar anlamda kan bağı, geniş anlamda belli bir topluma , belli bir cemaate bağlı olma ve dayanışma duygusudur. Toplumsal olaylar birbirine bağlı olarak gelişir. Bir sonraki olay bir önceki olayın sonucudur.

Göçlerin bir sebebi de insanlardaki lüks tutkusu ve daha iyi şartlarda yaşama arzusudur. Kırsal kesimden gelen göçmenlerin olumlu anlamdaki sabiyesi (kan bağı, hemşehricilik, arkadaşlık, hısımlık) henüz daha güçlüdür. Bu bağ göç edilen toplumdaki şartların olumsuzluğuna göre daha güçlenebilir.

Bu bağlamda şu söylenebilir. Avrupaya gelmiş olan göçmenler geldikleri coğrafyanın etkisinin hemen terketmeden, yeni ve farklı bir dayanışma duygusu geliştirdirler. Bu yeni dayanışma duygusunu biraz ‘milli’ biraz yabancılık’ biraz da ‘dinî’ kökenlidir. (Akkaya, Kadri. İbni Haldun ve Göç Tarihi (içinde), sayfa: 43, Amsterdam 1990 SNTAG yayını)

Avrupada İslâm’ın ve müslümanların varlığı bir gerçekliktir. İslâm inancına göre insan dine, inanmaya, Allah’a bağlanmaya, O’na ibadet etmeye muhtaçtır. Zaten fıtratında bu vardır.  Yani insan bir anlamda mütedeyyin/dindar olarak yaşamak isteyecektir. Bu onun en temel hakkıdır.

Müslümanlar dinlerinin hak olduğuna inanırlar. İslâm onlar için bir yaşama biçimi, bir kimlik, bir var oluş biçimidir. Bu dinî kimlik onlar için bir anlamda dindarlıktır. Başkalarının bu dindarlığa vereceği isim fazla önem taşımamaktadır. Onlar biliyorlar ki Avrupa kültürü başkalarını tanımaktan ve anlamaktan ziyade; onları kendince tanımlamayı tercih eder.

Göç ve değişen şartlar sebebiyle dindarlık anlayışında değişikler olsa da, bunun Avrupa’ya gelen ilk nesilde pozitif bir seyir izlediğini, ikinci kuşaktan itibaren olumsuz etkilerinin giderek arttığını söyleyebiriz. (Örneğin ilk kuşağın büyük bir bölümü orucunu tutar, mutlaka kurbanını keser/kestirir, cami cematıdır ve hac görevini yapmıştır.)

Sonraki kuşaklarda dindarlık ölçüsü ilk nesile göre göreceli olarak zayıflasa bile dine mensubiyet, anavatandaki değerlerine bağlılık hâla kuvvetli bir olgudur. Bu bağlılığın da geleneksel olmaktan çok; bilinçli bir seçim ve farkında olunan bir tercih olduğu söylenebilir.

 

 

Hüseyin K. Ece

28 Mart 2011

 

Zaandam/Hollanda