'al-le-me’ fiili çerçevesinde bir inceleme

Kur’an’da ‘ilim’kavramı  türevleri ile 759 (yediyüzellidokuz) yerde geçmektedir. Bu da onun ne kadar önemli olduğunu gösterir. Bu kullanışların çoğu ‘ilâhî bilgi‘ ya da ‘vahy’e, bir kısmı ise insan bilgisine işaret ediyor. 

 

Türkçe’de de sıklıkla kullanılan ilim; bilgi fenomenini en geniş şekilde ve bütün özellikleri ile ifade eden en önemli kavramdır . En geniş anlamıyla bilgi elde etmek imkanına sahip bir varlığın, Yaratıcı olsun, yaratılmış olsun, herhangi bir şey (mevcut veya ma’dum) hakkında malumât sahibi olmasıdır. İlim bilen obje varlık ile bilinen suje varlık arasında özel bir ilişkidir. Bu ilişkide aktif olan taraf daima bilen taraftır.[1]

-İlim ve türevleri

İlim kelimesinin aslı ‚a-li-me‘ fiilidir. Bu da sözlükte;  (bir şeyi) tanımak ve yakîn hasıl etmektir. İlim, bir şeyi tahkik ederek bilmedir. Bu da muayyen bir konu etrafında dönen düzenli bir ma‘rifettir. İlim bir başka açıdan; bir şeyin sûretinin, görünüşünün zihinde şekillenmesi, bilme, bilgi’dir.

‘A-li-me‘ lafzı yakîn manasında kullanılırsa iki tümleçle geçişli olur. „Eğer onların (gerçekten) inanmış olduklarını anlarsanız.“ (Mümtahene 10) âyetinde olduğu gibi.

‚A-ri-fe-tanıma‘ manasında kullanılırsa o zaman bir tümleçle geçişli olur. Enfal 60. âyetinde olduğu gibi. „… sizin bilmediğiniz, Allah’ın bildiği (düşman) kimseleri…“ [2] 

-I’lam;

‚alime‘ fiilinin if’al kalıbı. Özellikle süratle haber verme yoluyla gerçekleşen bilgi verme, bildirmek demektir.[3] ‚a’lamu ve alleme‘ fiilleri birine bir şey bildirme, öğretme manasıyla temelde aynıdır. Fakat a’lemu; sür’atle haber verme yoluyla (gerçekleşen bilgi verme) anlamında kullanılır.  „E’lemtu keza-bir şeye şöyle iz, işaret koydum“ manasına da gelir.  Kur’an’da bu haliyle yer almadı.

-Alem (çoğulu a’lem);

bir nesnenin bilinmesini sağlayan eser, iz, işaret. Mesela; „alemu’t-tarik“ , „alemu’l-ceyş“ gibi. Bundan dolayı dağa da alem adı verilir. Üst dudağa, elbisenin kenarındaki resim veya işarete, nişana ve sancağa/bayrağa da alem denilir. „Fülânun alemun-falanca kişi meşhurdur“ gibi kullanılışı da vardır.[4]

Hicaz’da Harem’in ve Arafat’ın sınırlarını belirleyen alemler vardır. Türkçe’de kubbe ve minare tepesine konan işarete de alem denir.

-Alâmet;

bir hükmün varlığının işareti olan, ancak o hükmün ne varlığı ile ne de gerekli olması ile ilgisi bulunmayan şey manasında.[5] Ayrıma ve temyize yarayan işaret, belge demektir. Bir âyette geçiyor: „Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağları, yolunuzu bulmanız için de ırmakları ve yolları yarattı.

Daha nice alâmetler (yarattı). Onlar, yıldızlarla da yollarını bulurlar.” (Nahl 16/16)

-Ma’lum (çoğulu ma’lumât);

bilinen, belirlenmiş anlamında. Onüç âyette geçiyor. Mesela; „Biz, çünkü, hiçbir toplumu, (önceden) ilahî bir kelâmdan bütünüyle haberli kılmadan helâk etmedik.” (Hıcr 15/4) Helâk edilen toplumların yaptıklarının karşılığı olarak yazılmış, tesbit edilmiş bir süresi vardır. O süre dolunca onlar cezalandırıldılar. Âyet lafzen; “o (toplum) bilinen bir kitaba (kitabun ma’lum’a) sahip olmadıkça” şeklinde. Yani sözkonusu toplum ilâhi kitap aracılığı ile haberdar kılındığı, hak ile batıl gösterildiği halde şiddetle karşı çıkmadıkları sürece helâk edilmez. (Bakınız: Şuarâ 26/208. En’am 6/131)[6]

İblis insanları saptırmak için Allah’tan izin istediği zaman; “Allah: Sen bilinen bir vakte (vakti ma’lum) kadar kendilerine mühlet verilenlerdensin, buyurdu.” (Hıcr 16/38)

Hz. Musa ile sihirbazların bir araya gelme vakti de aynı kelime ile anlatılıyor: „Böylece sihirbazlar, belli bir günün belirlenen bir vaktinde bir araya getirildiler.” (Şuarâ 26/38) (Ma‘lumun yer aldığı diğer âyetler: Hıcr 15/ 21. Şuarâ 26/155. Saffât 37/41, 164. Sâd 38/81. Vâkıa 56/50. Meâric 70/24. Mürselât 74/22)

Malumât olarak iki âyette; „Hac, bilinen aylardadır…” (Bekara 2/197) Kurban bayramı da bilinen (ma’lumat) vakitte, yani hac zamanındadır. (Hac 22/28)

-Ma’lem (çoğulu; meâlim);

işaret, iz, eser, kendisiyle bilinen demektir.  „Fülanun ma’lemun lil-hayr-falanca kişi hayrın kendisiyle bilindiği kimsedir“, „meâlimu’t-tarik ved-din-yola veya dine ulaşmada gösterge olarak izler“ şeklinde söyleyişler vardır.[7]

-A’lam;

uzun dağ demektir. İki âyette geçiyor.. Denizde koca dağlar gibi akıp gidenler (gemiler) de O'nun (varlığının) delillerindendir.” (Şûrâ 42/32. Bir benzeri: Rahman 55/24)[8]

-Âlem;

yaratılmışların tümü. Zira yaratılmışlar kim ve ne olursa olsun, kendilerini bildirecek, tanıcak alâmetlere, kendilerinin beliginleştirecek izlere sahiptirler. Âlem kavramı, duyu ya da akıl yoluyla kavranabilen veya mevcudiyeti düşünülebilen, Allah’ın dışındaki varlık ve olayların tamamını ifade etmektedir. Âlem, “alâmet ve nişan koymak” mânasındaki alm veya “bilmek” anlamındaki ilm kökünden türetilmiş olup yaratıcısının varlığına alâmet teşkil eden, onun mevcudiyetinin bilinmesini sağlayan demektir.

Âlem kelimesini ilm kökünden türetenler, şuurlu bir varlığa delalet ettiği dolaysıyla insanla sınırlı sonucuna ulaşırken, onu ‚alamet‘ kökünden türetenler tüm ‚âlem’i, yani yaratıkların tümünü kapsadığı sonucuna varmışlardır. (İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/637)

İnsanlar, cinler ve melekler gibi akıl sahibi varlıkları ifade etmek için âlemûn-âlemîn, diğer varlıkları belirtmek için de avâlim şeklinde çoğulu kullanılır. Birinci şekliyle canlı cansız bütün varlıkları anlatması da mümkündür. (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 513. İbni Manzur, M. b.M. Lisânu’l-Arab, 10/265).

Hz. Ali’ye nisbet edilen ve insanın tek başına bütün âlemleri temsil ettiğini benimseyen görüşe dayanılarak âlem kelimesinin bazan sadece insan için kullanıldığı da olmuştur. Genel kullanımda âlem teriminin kapsamlı tarifi maddî veya mânevî olan varlıkların hepsini içine alır: Tabiat âlemi, ruh âlemi, akıl âlemi, melekler âlemi, edebiyat âlemi, İslâm âlemi gibi.

Bunun yanında gelmiş geçmiş bütün insan türü anlamında (Ankebût 29/10), ayrıca, “Size verdiğim nimeti ve sizi âlemlere üstün kıldığımı hatırlayın” (Bakara 2/47) âyetinde olduğu gibi “çağın insan toplulukları” mânasında da kullanılmıştır. Hz. Muhammed için kullanılan “âlemlere rahmet” (Enbiyâ 21/107) tabirindeki “âlemîn” kelimesiyle bütün yaratıkların kastedildiği konusunda genel bir görüş vardır.[9]

Âlem kelimesi Kur’an’da, gerek kâinatı gerekse özel olarak insanlar topluluğunu ifade etmek amacıyla ve hepsi de “âlemîn” şeklinde çoğul olmak üzere yetmişüç defa kullanılmıştır. Bunların kırk ikisinde “rabbü’l-âlemîn” terkibiyle zikredilerek Allah’ın canlı cansız bütün varlıkların ilâhı olduğu vurgulanmıştır.

Âlemîn; Allah’ın yarattığı her şeydir. O Allah da bunların hepsinin  Rabbidir. Kimilerine göre bu kelime ile bir âlemi değil, farklı farklı âlemler kasdedilmektedir. Zira Yaratıcı bir ama yaratılanlar muhtelif.[10] 

Çoğul olarak kullanılıyor; çünkü bunlardan her bir tür âlem diye adlandırılıp „âlemu’l-insan- insan âlemi“, „âlemu’n-nâr-ateş alemi denilebilir. Çoğul olarak gelmesinin bir sebebi de âlemler içinde insanların bulunması da olabilir. İnsan, bir lafızda bir başkasıyla ortaklaşa olarak bulunduğunda, o lafzın hükmünde baskın taraf olur.

Cafer bir Muhammed şöyle demiş: Bununla mü’minler kasdedilmiştir. İnsanlardan her biri bir âlem olarak görülmüştür. Ona göre âlem iki kısımdır: Büyük âlem ki bu içindekilerle birlikte feleğin kendisi olur. Küçük âlem ki bu insandır. (el-Isfehânî, el-Müfredât, s: 514)

Tefsirci Katade, âlem’i bütün yaratıklar diye tefsir ediyor. İbni Abbas „yalnızca idrak ve irade sahibi varlıklardır der ve ekler: „Nebi hayvanları ya da melekleri uyarmak için göndermedi“. Buna göre ‚âlemîn’den maksat ‚insan ve cin‘ gibi hitaba muhatap olan irade sahibi varlıklardır.[11]

 „Allah (cc) Beni İsraili alemler üstün kıldı.“ (Bekara 2/47, 122. A’raf 7/140) Bir görüşe göre a-Allah burada onların dönemlerindeki alemleri kasdetti. B-Başka bir görüşe göre, Allah kendilerine bahşettiği (lütuflardan) ve verdiği imkanlardan dolayı, her biri tüm âleme denk olan, kendi döenmlerindeki üstün , fazıl kimseleri kasdetmiştir.[12]  (el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 514)

Allah (cc) âlemler üzerine fazilet sahibidir (Bekara 2/251)

Bazı peygamberleri âlemler için seçti (Âli İmran 3/33. En’am 6/86)

Meryem âlemlerin kadınlarına üstün kılındı: Âli İmran 3/42

Kâbe âlemler için hidayettir. (Âli İmran 3/96)

Allah âlemlerden m üstağnidir (Âli İmran 3/97. Ankebût 29/6. )

Allah âlemlere zulüm murad etmez (Âli İmran 3/108)

Allah İsrailoğullarına kimseye vermediği mülkü verdi. (Mâide 5/20

Âlemlerden kimseye ettmediği azabı eder (Mâide 5/115)

Bu âlemlere zikirdir (En’am 6/90. Yûsuf 12/104)

Âlemlerden kimsenin yapmadığı fahişe iş (A’raf 7/80. Ankebût 29/28)

Âlemler için mübarek kılınan  yeryüzü (Enbiyâ 21/71)

Âlemlere âyet olsun diye Enbiyâ 21/91.

Furkan alimlere nazir olsun diye Furkan 25/1)

Âlemlerden erkeklere mi… (Şuarâ 26/192)

Allah âlemlerin sudurundakini bilir Ankebût 29/10

Ashabuı sefinenin kurtarılması âlemler için ayet (Ankebut 29/15)

Nuh‘a âlemde selâm olsun Saffat 37/79

Alemlere zikirdir (Sâd 38/87. Kalem 68/52. Tekvîr 81/27)

Onları âlemlerin üzerine seçtim Duhân 44/32)

Âlemlerin üzerine faziletli kıldım (Câsiye 45/16)

 

-Âlemlerin Rabbine hamdolsun;

„el-hamdu lillahi Rabbil âlemîn“ Altı âyette geçiyor. (Bakınız:  Fatiha1/1. Saffat 37/182.  Zümer 39/75. Yûnus 10/9-10. Mü’min 40/65. En’am 6/45) Bütün övgüler, en mükemmel methiyeler, en muhteşem sıfatlar âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur. Allah’tan başka hiç bir kimse bu övgülere layık değildir.

Bu âyetlerdeki “‘âlemîn” terimi, hem maddî hem de manevî anlamdaki bütün varlık kategorilerini gösterir.

-Âlemlere rahmet;

“(Ey Muhammed!) biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ 21/107) Ya da “Ve (bunun içindir ki, ey Peygamber), Biz seni yalnızca, bütün âlemlere rahmetimiz(in bir işareti) olarak gönderdik.” Yani vahyin şifa eczahanesinden bütün insanlığa şifa ve rahmet olsun diye. Bu âyet İsrâ 17/82de Kur’an’ın şifa ve rahmet olduğu gerçeği ile birlikte düşünülmeli.

Allah (cc) bütün âlemlere, özellikle akıl sahibi varlıklara merhametinden dolayı Hz. Muhammed’i (sav) elçi olarak gönderdi. O öyle kapsamlı bir rahmettir ki bütün akıl sahiplerine iyilik ve kurtuluş yolunu göstermekte, gerek dünyada gerek âhirette mutluluk vesilelerini öğretmektedir.[13]

 

-İlim;

Kavram olarak ilim: İlim; bir şeyi gerçek yönüyle kavramak, gerçekle örtüşen kesin inanç (itikad), bir nesnenin şeklinin zihinde oluşması, nesneyi olduğu gibi bilmek, nesnedeki gizliliğin ortadan kalkması gibi farklı şekillerde tarif edilmiştir.[14]

İbni Faris diyor ki: „Ayn lam mim“ sahih bir asıldır. İlim, bir şeyi kendisinden olmayandan ayırdığımız belirti, iz, eser ve delildir. Bu sebeple bir şeyin alameti onun tanınmasını sağlayan (ma’rufe) şeydir. İlim cehaletin zıddıdır. Buna göre ilmim aslı temyiz, yani ayırt etmek, seçmek oluyor.[15] Bu tarife göre ilim temyiz ve tercih, yani seçip ayırmaktır. İlim doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan, ıslahı ifsattan, iyiyi kötüden, adaleti zulümden ayırmamıza yarayan zihin faaliyetidir.

Seyyid Ş. Cürcânî'ye göre ilim: “Gerçeğe ve vakıaya uygun düşen bilgi ve kanaattır.”[16] Buna göre ilim bir şeyi kendi mahiyeti üzere idrak etmektir. Tıpkı bütünün parçadan büyük olduğunu, niyetin ibadette şart olduğunu idrak etmek gibi. Bununla, idrak edilebilen şeyleri idrak etmek kasdedilir. Mesela Allah’ın zâtının veya sıfatlarının hakikatini idrak etmek insan kapasitesinin üstündedir.[17]

Bilenin bilgisi bilinenin hakikati ile örtüşmüyorsa, o ‘ilim’ olmaz. İhsâu’l-Ulum sahibi Tahânevî, bunun aksine “ilim mutlak idraktir” der. İster doğru istyer yanlış olsun, bildiklerimizn tamamı ilimdir ona göre.[18]

İlim, ihata etmek manasına da gelir. Ya da bir şeyi hakikatiyle idrak etmektir. Bu da bir şeyi üzerinde bulunduğu hal ile tanımaktır.[19] 

Bu idrak da iki yönlü olabilir. a-Şeyin zâtının idraki. Burada zâtla ilgili herhangi bir hüküm yoktur. b-Şeyin zâtın ait, ona verilen hükmün idraki. Mesela „şey uzundur“ gibi olumlu, „şey uzun değildir“  gibi olumsuz bir hüküm olabilir.[20]

 “Bazılarına göre ilim; Aklın ve duyuların alanına giren her şeyin (mezkur) tam olarak tanınmasını sağlayan niteliktir.[21]

İlim, Kur’an’da Allah ve şuurlu varlıklar hakkında kullanılan müşterek bir kavramdır. Bu kelime bir taraftan insanların elde etme imkanına sahip olduğu beşeri marifeti anlatırken, diğer taraftan Allah’ın sahip olduğu kabul edilen mutlak bilgiyi ifade edecek şekilde geniş anlamda kullanılmıştır. Bundan dolayı tanımında bazı güçlükler söz konusu olmuştur.[22]

İlim tasavvur ya da tasdik, kesin veya değil, düşüncede kalsın veya dile gelsin, mutlak olarak bir şeyi idrak etme halidir.[23] 

Buna göre ‚ilim’, akıl ve duyu vasıtalarıyla elde edilen veya Allah’ın vahiy yoluyla doğrudan doğruya gönderdiği, içinde asla şüphe ve zan bulunmayan kesin bilgiye denir.  

İslâmî bakış açısıyla ilim, insanın duyu vasıtaları ile elde ettiği veya Allah'ın (cc) vahiy yolu ile doğrudan doğruya gönderdiği, içinde zan ihtimali bulunmayan yakîni bilgidir.

Peygamber (sav) döneminde ilim kelimesinin sözlük anlamıyla bilgi manasında kullanıldığı gibi, vahyi ilgilendiren, ya da onun çevresindeki bütün bilgiler de içinde kullanılıyordu.

İlimler tasnif oluncaya kadar hadis, siyer, tefsir, akaid veya fıkıh konularının hepsine ‘ilim’ denildiğini görmekteyiz. İlim elde etmek, ilim öğrenmek ve öğretmek, ilmi gizlememek, ilim için yolculuklara çıkmak, ilmi yazı ile kayıt altına almak, hayırlı ilim bırakmak gibi tabirler genel ifadeler olup; bilgiyi, bilmeyi ve özellikle İslâm hakkındaki bilgileri anlatıyorlardı.

İlim ile yakîn arasında da fark vardır. İlim, bir şeye aklın yatmasıdır. Yakîn ise bir şeye kalbin yatmasıdır. Yakînin ism-i faili olan mûkın, şüphenin yerini kesin kanaatin aldığı kimse için kullanılır. Zira îkan, şekkin tersidir. İlim ile şuur arasında da fark vardır. Şuur çok ince bir dikkat ile elde edilen, hassaslık katsayısı yüksek bilgi demektir. İki şey arasındaki ince farkı kavrayamanayan a şuursuz denir.[24]

İlim rehberdir; hedeflere onunla varılır. İlim ışıktır; karanlıklar onunla aydınlanır. İlim şifadır; bütün hastalıklar onunla tedavi edilir. Yeterli ilimden yoksun olan inançlar, hurâfelere boğulur. Sağlıklı ilimle beslenmeyen tutum ve tavırlar bir sarsıntıda yıkılıp giderler. 

İlim, bir ilerleyiştir; insan beyninin ve ruhunun yol alışıdır. Ama bu ilerleyişin uçuruma (dünya ve âhiret âfetlerine) doğru değil; cennete doğru giden dosdoğru yola (sırât-ı müstakime) doğru olması gerekir.Temel çaba, ilmi bir yük olmaktan, hatta vebal olmaktan çıkarıp Kur’an’ın gösterdiği şekilde İslâm’a uygun hayat haline getirmek  olmalıdır.[25]

İlim kavramının yanında çoğu zaman kullanılan marifet kavramı, daha özel bir anlam taşır ve yöneldiği nesne tektir ve daha ziyade vasıtasız bilgiyi, sezgiyi, kalbî bilgiyi ifade etmek için kullanılır. İlimde ise bilmenin konusu geneldir.

 

-Bilim ile ilim aynı şey mi?

İlim ve bilim arasında da fark vardır. İlim, Allah’ın vahiy yoluyla insanlara bildirdiği öğreti iken, bilim gözlem ve deney sonucu elde edilen bilgidir. Bilim insanın evrende fiziksel olarak daha rahat, sağlıklı ve konforlu yaşamasına imkân sağlar. İlim ise insanların psikolojik ve sosyal ilişkilerini bir hukuka ve bir sebebe bağlar.

Öncelikle günümüz kabulü ve kullanışı ile “ilim”le ilgili bilmemiz gereken şudur: “Bilim”, “ilim” karşılığı değildir. İslâm’ın belirlediği “ilim” ile, modern cahiliyyenin belirlediği “bilim”  başka başka şeylerdir. Bu iki kavram, hem konuları, hem içerikleri, hem de yöntemleri ve alanları bakımından doğru ile yanlış kadar birbirinden farklıdırlar. Gerçi bilim, bazı bakımlardan ilim kavramının içinde sayılabilir; fakat ilim, bilimin dar kalıpları içine sığdırılamaz. Çünkü bilim, kesinlikle ilmin ulaştığı yerlere ulaşamamakta, onun alanını kapsamamaktadır.

Bilimin metodu ve alanı bellidir; alanı madde, metodu da akıl ve deneydir, gözlem ve incelemedir. Halbuki, genel anlamda ilmin yolu öncelikle “vahiy” dir. Akılla birlikte nakildir. Alanı madde kadar, hatta daha öncelikli  “mânâ” ve gayb âlemidir. Aslında ilim de bilim de “gerçeği öğrenme” aracıdır. Fakat İslâm’a inanmış, Allah’a teslim olmuş ve vahiy sistemini esas almış bir ilim adamının “gerçek” (hakikat) dediği şeyle, bilim adamının “gerçek” (bilimsel gerçek) dediği şeylerin önemli bir kısmının sınırları birbirinden farklıdır.

Bundan başka bilimde bir de nesnellik özelliği vardır. Bilimin ortaya koyduğu bulgular, değişmez ve mutlak değildir. Tenkit edilmek, zaman içinde iptal edilip değiştirilebilmek gibi bir ârıza ve noksanlığı da beraberinde taşımaktadır.

Halbuki müslümanın anlayışında, ilmin temel kaynağı vahiy olduğu için ilim, değişmezlik ve mutlaklık gibi bir sağlamlığa ve sürekliliğe sahiptir.

Bilimin konularının büyük bir kısmı, günlük yaşamın doğurduğu sorunlar ve ihtiyaçlardır. Yani dünyada daha kolay yaşamak, maddî refahı sağlamak, yine maddî sorunları gidermek bilimin belli başlı gayesidir. Halbuki ilmin gayesi, insana hem bu dünyanın hem de ölümden sonraki sonsuz hayatın saadetini sağlayacak hayat tarzını belirlemektir.[26] (Kalkan, A. Ansiklopedik Kur’an Kavramları, 6/54)

İlim kavramının hakiki anlamı, bilgi birikiminden ziyade "anlayış ve idrâk" olmalıdır. Çünkü esas ilim, zihinde ve hâfızada çok mâlumat taşımaktan öte, bilgi üretme ve meselelere çözüm bulma yollarını bilmektir. İlim, zihinsel çabadır; ancak gönülle irtibatı olan zihnin çilesi, bilgi kırıntılarını düzenli ve faydalı bilgi, yani ilim seviyesine çıkarabilir.                   

İlim, iman etmeyi ve müslümanca yaşamayı gerektirdiği halde, bugünkü bilim, câhiliyyenin iskeletine kan pompalıyor.[27] 

 

-İlim İslâmdır

Gerçek anlamdaki ilim, tamamen bir Kur'an terimidir. Bu terim ilk defa Allah'ın kelâmında ve Rasülü'nün lisanında kullanılmıştır. Bu kelimenin başka hiçbir dilde aslî manada karşılığı yoktur. Bu bakımdan Yüce Allah'ın, Peygamberi ile gönderdiği hakikatler olmasaydı, bu âlemde "ilim" diye bir kavram da olmazdı. Ve ilim haysiyetine sahip bir de bulunmazdı. Belki olsa olsa beşerî ve câhilî planda mâlumatlar ve bilgi yığınları bulunabilirdi ki, bunlar da derde deva bir şey sayılmazdı.

Âlemlerin Rabbi'nin insanlığa bildirisi olmasaydı, bu âlemde "bilinecek" ve bilinmeye değer bir şey bulunmayacağı gibi, ilim kavramı da olmayacaktı. Çünkü vahyin bildirdiğinin dışında hakikat namına insanın bilme iktidarında olduğu bilinmeye değer bir nesne ve hakikat mevcut değildir. İnsanlık için anlamı olan, insanlığa felâh sağlayıcı, gerçeğin haberini veren, kurtuluş yollarını gösteren, insanlığa insanca bir hayatın disiplinini bahşeden bir  ilme sahip olmayacaktı insanlık. Tıpkı şimdi küfür toplumlarının sergilediği hal gibi ki, bilgileri çok; fakat kurtarıcı ilimleri yoktur.

Peygamber'in risalet görevi, ancak "getirdiği şeyler"i insanlara anlatması ve öğretmesiyle tamamlanıyordu. Allah'ın gönderdiğini insanlara tebliğ ve telkin etmekle din tamam olacaktı. Allah, insanlara içlerinden bir Elçi göndermişti ve bu Elçi onlara "Kitabı ve hikmeti öğretiyor"du. (Âl-i İmran 3/164; Cum'a 62/2). Görülüyor ki O'nun öğrettiği Kitap'tır ve dalâletten ancak bu Kitap'la kurtulabilir insan. Onlar da önce açık bir dalâlet içinde idiler ve bu Kitap'la kurtuldular. Bu demektir ki, çağlar boyunca gelmiş geçmiş ve kıyamete kadar da gelip geçecek olan her toplum, yalnız bu öğreti ile kurtulacaktır sapıklıktan. İnsanlık, bu vahyi kalbine yerleştirmekle gerçek kurtuluş yolunu bulacak, sonu felâha çıkan dosdoğru yola girmiş olacaktır.

İlmin, özü ve aslı itibariyle İslâm'dan ibaret olduğunu, Peygamberimiz'e "Onlar sana uymazlar; eğer sen de sana ilim geldikten sonra onlara uyarsan zâlimlerden olursun." (Bakara 2/145) şeklinde hitap edilmesinden de anlıyoruz. Buradaki "sana ilim geldikten sonra" ifadesinden, ilmin İslâm manasına olduğu açıkça görülüyor. Çünkü Peygamberimiz'e gelen ilim İslâm'dı. Bu ölçüyle, İslâm'ı konu ve yine onu gaye edinmeyen bilgilerin bir müslümana göre ilim olmayacağı prensibini benimsiyoruz. Bu ölçüye uymayan diğer mâlumatlar, bilgi yığınlarından, kafa hamallığından ibarettir. Kişiye Allah'ı ve kendi sorumluluklarını hatırlatmayan, onu Allah'tan uzaklaştıran bilgi yığınlarına ilim denilebilirmi? Ve İslâm bunların faziletli olduklarını söyler mi?[28]

 

-Kur’an’da ilim

‚Ilm‘ Kur’an’da en çok kullanılan kelimelerden biri. Müştakları ile birlikte yaklaşık 850 yerde. Zû-vecih, yani çok anlamlı kelimelerden biridir.

Kur’an ilim kelimesini ayrıca hem insana vahyedilmiş hakikate dair ilmini ve hem de insanın bilme melekesiyle kazandığı dünyevi ilmini ifade etmek üzere kullanır.

Kur’an’da isim ve fiil olarak geçen ‘ilim‘ kelimesi kimi yerde ‘bilgi’, kimi yerde kavramsallaşmış ‘ilim’ olarak geçer. İnsana bakan yönüyle ilimden amaç, insanın kendisi, varlık ve hayatın anlamıyla ilgili doğru, güvenilir ve sahih perspektife sahip olmasını sağlamaktadır. [29]

Marifet, şuur, idrak, ihsas, akıl, va’l, der‘ gibi Arapça kelimeler ‚bilgiye dair kelimeler‘ grubuna girer. Fakat Kur’an’da yer alan bu kelimelerin, ilâhi bilgi için hiç kullanılmayıp beşeri bilgi için kullanılması manidârdır.[30]

İlim kavramı Kur’an’da hem Allah hakkında; „O âlim, allâm, alîm’dir“ v.s. şeklinde, hem de insanlar hakkında „bilselerdi, bilmiyor musunuz“ v.s. şeklinde, hem de melekler hakkında kullanılmıştır. Kur’an’da ilim kavbramının bir tanımı, hakkında olumlu veya olumsuz hüküm, ilâhi bilgi ile insan bilgisi arasında bir fark olduğu da hakkında bir açıklama da yoktur.

Kur’an, Allah’ın bilgisinin her şeyi kuşattığını söylüyor.(Âli İmran 3/4) Melekler için, onların ancak Allah’ın kendilerine bildirdiği kadar bilebileceklerini (Bekara 2/32) ifade ettiği halde, insanlar için sınırlama sadece ilâhi bilgiyi ihata etme konusunda konulmuştur. (Bekara 2/155)[31]

Kur’an’ın ilim tarifini „Allah’ı vechile ancak alim olanlar haşyet duyarlar“ayetinden yola çıkarak „ilim, haşyettir“ sonucuna varılabilir. Haşyet sermâyasi bilgi olan korkudur. Onun içindir ki havf korkanın güçsüzlüğünden dolayı duyulan his, haşyet ise korkulanın azametinden dolayı duyulan histir. İnsan Allah’ın büyüklüğünü ve azametini bilirse, O’ndan haşyet duyar.[32] Bu da ilimden nasip almanın göstergesidir.

Mukatil b. Süleyman’a göre Kur’an, ilim/bilmek fiilini üç şekilde kullanıyor:

Birincisi görmek anlamında. “İçinizden (Allah yolunda) cihad edenleri ve zorluklara karşı direnenleri (sabredenleri) bilinceye kadar sizi mutlaka deneyeceğiz: zira Biz, sizin bütün iddialarınızı sınarız.“ (Muhammed 47/31)

Allah (cc) elbette daha önceden kimin ne yaptığını, ne yapacağını bilir. Ancak O (cc) kimin cihad edeceğini görmek istiyor.  Bir başka âyette benzer ifadeleri bulmak mümkün. Burada ‘bilme’ görmek anlamında kullanılıyor. Allah (cc) kimin kendi uğrunda cehd ettiğini ve sabrettiği fiilen görmek istiyor. (Âli İmran 3/142)

İkincisi; Yakınen bilmek anlamında. Buradaki vurgu Allah’ın mutlak ve her şeyi kuşatan ilminedir. “Ziyanı yok, nasıl olsa Allah (cc) onların gizlediklerini de açoğa vurduklarını da bilmektedir. Şu bir gerçek ki O, büyüklük taslayanları hiç sevmez.“ (Nahl 16/23. Bir benzeri Enbiyâ 21/110)

Üçüncüsü; ilmin Allah’tan olduğu şeklinde.“Fakat, eğer onlar sizin çağrınıza cevap vermezlerse; o zaman bilin ki (Kur’an vahyi) yalnızca Allah’ın ilmiyle indirilmiştir;…“  (Hûd 11/14)

Burada ‘Allah’ın ilmiyle‘, Allah’ın izniyle demektir. (Bu da ister hakikatin bilgisi, isterse insan çabasının ürünü olan bilginin, Allah’ın iznine bağlı oluşuna bir vurgudur.)[33] Bu vurgu bir başka âyette şöyle yapılıyor: Allah, elçileri toplayacağı gün; „Size ne cevap verildi“ der. Bizim bilgimiz yok (lâ ılme lenâ) derler…“ (Mâide 5/109)  

İbnü’l-Cevzî Kur’an’da yer alan ilmin “bilmek, anlamak, ayırt etmek, görmek, akıl, izin, kitap, Kur’an, rasûl, üstün yetenek ve isabetsiz bilgi” mânalarına geldiğini kaydeder.[34]

Bunlarla birlikte Kur’an’ın ilim kelimesini bir kaç anlamda kullandığını görüyoruz. Bunlar:

-Sezgi anlamında;

İbrahim (as) babasına “…Doğrusu sana gelmeyen bir ilim bana geldi. O halde bana uy da, seni doğru bir yola eriştireyim” demişti. (Meryem 19/43)

Hz. Dâvûd’a ve Hz. Süleyman’a henüz peygamber olmdan önce verilen bilgi de, Hz. İbrahim’e verilen ilmin benzeri; zihinsel sezgi, kuvvetli bir basiret veya kavrama ve sağlam hüküm verme yeteneğidir. (Neml 27/15. Enbiyâ 21/79)

-Aklî bilgi anlamında;

İnsanların gök cisimlerinin hareketlerine bakarak takvim ve hesap bilgisine ulaşmaları bu

tür bir bilgidir.  (İsrâ 17/12)

Hz. İbrahim yıldızlara, Ay’a ve Güneş’e bakarak Allah’ın varlığına ve birliğine ulaşması da buna benzer. (En’am 6/76-79)

-Kesin delil anlamında;

Kur’an hz. Muhammed’e hitaben; “Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda çekişenlere de ki…“ diyor. (Âli İmran 3/61)

Buradaki ilim; Hz. İsa hakkında Tevhid inancının kabul etmeyeceği inanca

sahip olanlara karşı kullanılan ikna edici, kesin, apaçık ve dosdoğru isbat/ delildir. Şüphesiz ki bu ilmin, yani bu beyyinâtın (apaçık delillerin)  kaynağı Vahiy’dir. (Yûnus 10/93

-Önceki kitaplar anlamında;

“Dahası onlara (tevdi edilen) görevden dolayı açık işaretler vermiştik. Ne ki onlar durdular durdular da, kendilerine ilim geldikten sonra ayrılığa düştüler…“ (Câsiye 45/17) İsrailoğullarına verilen ilim şüphesiz ki Hz. Musa’ya indirilen vahiy, bir başka deyişle Tevrat idi. Onlar Tevrat’a rağmen tefrikaya düştüler, aralarında anlaşmazlık çıktı. (Şûrâ 42/14)

Kurtubî’ye göre Şûra 14. âyetteki ‘lim’den maksat Muhammed’dir. İsrailoğulları bir peygamberin geleceğini temenni ediyorlardı. Onun özelliklerini biliyorlardı. (Bekara 2/89) Hatta kendilerine kitap verilenler onu öz oğulları gibi tanıyorlardı. (Bekara 2/149) Ne zaman ki ona peygamberlik verildi, yüz çevirdiler ve inkâr ettiler.[35]

Bu âyetlerde geçen ‘ilim‘; vahiy veya hakikatin bilgisi diye de anlaşılabilir.

-Kitap anlamında (Kur’an’ın bir adı olarak el-İlm);

Allah’ın (cc) sözü olan Kur’an’ı da ‘ilim’ diye adlandırılmıştır. İlim sıfatı bir çok âyette

masdar şekliyle Allaha izafe edilmiştir. Bu bağlamda Kur’an kendisinin Allah’ın ilmiyle indirildiğini açıklıyor. “Fakat Allah, sana indirdiğini kendi ilmiyle indirmiş olduğuna şahitlik eder. Melekler de buna şahitlik ederler. Allah'ın şahitliği de kafidir.” (Nisâ 4/166. Bir benzeri: Hûd 11/14)

Hz. Muhammed’e indirilen Kur’an’dan başka bir şey değildir. Allah (cc) ona hiç kimsenin  bilmediği özel bir ilim indirdi.[36]

Bir çok müfessire göre Hz. Muhammed’e verilen ’ilim’ Kur’an’dır. (Bekara 2/120, 145. Ra’d 13/37)

Kur’an’ın bizzat Kur’an’da geçen pek ço adı vardır. M. Çelik bunların sayısını 87ye kadar sayıyor ve hepsini teker teker ele alıyor. Kur’an’ın bu  isimlerinden biri de el-İlm’dir.[37]

Kur’an Allah’tan gelen bir ilim olduğu gibi, içinde ilme dayalı açıklamalar bulunan bir kitaptır.  (A’raf 7/52) Kur’an şöyle diyor: “... Biz, kitap’ta tek bir şeyi bile ihmal etmedik...”  (En’am 6/

Kur’an, aynı zamanda nübüvvet ilmini içerir. Peygamberliğe ait az veya çok ne kadar ilim gerekiyorsa hepsi onda vardır. Mükellefin ihtiyaç duyduğu şeriat, hükümler ve açıklama olarak her şeyi içerisine almaktadır. Ki bunlar onun dünya hayatını düzene koyar, ahirette ona karşılık kazandırır.[38]

-Doğru bilgi anlamında;

“Ne ki yine de insanlar içerisinden herhangi bir (doğru) bilgiye, yol gösterici bir kılavuza ve aydınlatıcı kitaba dayanmaksızın Allah hakkında tartışan kimseler çıkabilmektedir.“ (Hac 22/8. Ayrıca bakınız: En’am 6/100. Nûr 24/15. Hac 22/3, 71.  Lukman 31/20. Mâide 5/109)

Bu âyette inkârın üç sebebi zikrediliyor: 1) Herhangi (kesin) bir bilgiye dayanma ihtiyacı duymayanlar. Yani kafasını kullanmayanlar. 2) Yol gösterici bir kılavuza dayanmayanlar, yanlış rehber seçenler. 3) Bir belgeye dayanmayanlar. Vahye değil, mitolojilere veya atalar yoluna kulak verenler.[39]

Bazıları bilgisizlik yüzünden çocuklarını öldürürler, Allah’ın helâl kıldığı rızıkları haram ederler. (En’am 6/140)

Bunların elinde kesin bilgi olsa, ya da kendilerine ilâhî kaynaktan indirilen hükümlere göre hareket etseler, beyinsizce ve zalimce çocuklarını öldürürüler miydi? Allah’tan gelen sağlam bilgiye itibar etmeyenler insanları saptırmak için boş, temelsiz, oyalayıcı sözleri kullanırlar. (Lukman 31/6)

-Hakikat tasavvuru anlamında;

“Lût’a da sağlam bir muhakeme ve seçip ayırma yeteneği kazandıran bir bilgi tasavvuru bahşettik ve onu çirkin eylemleriyle tanınan şehirden kurtardıuk…” (Enbiyâ 21/74) Hükm, tüm altarnatifleri içlerindeki en doğru şıkka indirme işlemi demektir. Aynı kökten gelen hikmet, işte bu işlemi mümkün kılan yetenektir. İlim, hüküm ve hikmeti birbirine bağlayan bağ “seçip ayırma (temyiz)” yeteneğidir.

Sıradan bilgilerin (veri, data) vahyin ‘ilm’ adını verdiği şeye dönüşmesi için, insan zihninde bir çevrim istasyonu bulunmalıdır. İşte hükm-muhakeme bunun adıdır. Bir ilâhî inşa projesi olan vahyin amacı, insan zihninde söz konusu ‘çevrim istasyonunu’ inşa etmektir. Bu sayede sıradan bilgi hayatın illet, amaç ve hikmetini gösteren bir göstergeye dönüşür.”[40] (M. İslâmoğlu, Hayat Kitabı Kur’an, 1/631)

-Allah’ın ilmi anlamında;

Yukarıda geçtiği gibi Kur’an’daki ‘ilim’ kelimesi ya doğrudan Allah’ın bilgisine, ya

da Allah’ın insana ihsan ettiği hakikate dayalı bilgiye vurgu yapmaktadır.

Meleklerin; ”… Senin bize bildirdiğinden başkasını bilmeyiz, Sensin her şeyi bilen… ” (Bekara 2/31)  itirafı aslında insana bilginin kaynağını işaret eden bir ihtardır.

Kur’an ilmin Allah’a (cc) olduğunu çeşitli şekillerde haber veriyor.

Allah (cc) Alîm ve Âlim’dir/her şeyi Bilen’dir.  (161 âyette), Allah’ın ilmi her şeyi

kuşatmıştır (En’am 6/80. Tâhâ 20/98. Hacc 22/76. Talak 65/12), O her şeyden haberdardır. (45 âyette), O’na hiç bir şey gizli değildir (İbrahim 14/38), O her şeyi bilir (Ra’d 13/8-10. En’am 6/59), ilim O’nun yanındadır (Ahkâf 46/23. Mülk 67/26).

İnsana öğrenme yeteneklerini, araçlarını, imkanlarını, bilgi edinme ve bunu

kullanma iznini veren Allah’tır. Allah’ın En Güzel İsimleri’nin pek çoğunun insan ve mahlukât üzerinde tecellileri, etkileri ve sonuçları vardır.  el-Alîm ve el-Âlim isminin insan üzerindeki sonucu; insanın ilim öğrenmesi ve bunu hem çoğaltması, hem de kullanmasıdır.

Buradan hareketle ‘ilim’ aslında “Allah’ın bildiği ve insana öğrettiğidir” denilebilir.

-Vahy/hidâyet/hakikat bilgisi anlamında;

İlim her şey şeyden önce Allah’a ait olan bilgidir ve insanlara vasıtalı veya

vasıtasız bildirdiği gerçeklerdir.  Buna; vahiy, hakikatin bilgisi,  hak (gerçeğin bizzat kendisi),  hidâyet, ilm-i ledünnî (Allah’ın ihsan ettiği bilgi) denilebilir.

“… Sana ilim geldikten sonra eğer onların keyiflerine uysaydın, bu durumda sen kesinlikle kendine zulmedenlerden olurdun.“ (Bekara 2/145. Ayırca bak. Âli İmran 3/19. 17 İsra/107)

…De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, andolsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.(Bekara 2/120. Bir benzeri: Bekara 2/145) Zamahşerî’ye göre burada geçen ‘ilim’den maksat delillleri sağlam bilinen din’dir, yani İslâmdır.  (Zamahşerî, el-Keşşaf, )

Hakikati anlamakta ve ona teslim olmakta ayakta direyenler Hakikatin bilgisi Yüce Yaratıcı’dan geldiği halde çekişmeye, şüphe etmeye, yan çizmeye devam ederler.

“Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda çekişenlere de ki: Geliniz, sizler ve bizler de dahil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim de Allah'tan yalancılar üzerine lânet dileyelim.” (Âli İmran 3/61)  

Kur’an, bu gerçeğin son şahidi ve  asıl kaynağıdır. Kur’an kendisini hem ilim olarak, hem de aşkın hakikatin kaynağı olarak nitelendiriyor. Bu açılardan Kur’an’da ‘ilm’e yapılan vurgu hem ilmin kaynağına işaret etmek, hem de Kur’an’ın bizzat şüphe götürmez bir gerçek olduğunu duyurmaktır.

Kur’an’a göre ilim; Allah’ın vahiy yoluyla gönderdiği, içinde asla şüphe ve zan bulunmayan kesin bilgiye denir. Bu bilgiye sahip olana da “Âlim” denilir. Yani Kur’an’ın ilimden kastettiği vahiy/vahyin bilgisi, ilim sahiplerinden kastettiği ise vahyin bilgisine sahip olanlardır.

İlim, “insanı eşyanın hakikatine götüren alamet ve işaretlerdir” denilebilir. Yani ilmin ilim olabilmesi için bir hakikate işaret etmesi, bir hakikate atıfta bulunması gerekir. Örneğin Zuhruf/61’de bu anlamda bir kullanım söz konusudur:

“Şüphesiz o, (Kur’an) saat (kıyamet vakti) için bir ilimdir (işaret ve alamettir)…”

Kur’an’da ‘vahiy’, ‘vahyin bilgisi’ anlamındaki tüm kullanımlar kavramsal anlamdadır.

Örneğin Bakara 120’de ilim kelimesi ‘vahiy’ anlamında kullanılmıştır:“…Eğer sana gelen bunca ilimden (vahiy) sonra onların heva (arzu ve tutku) larına uyacak olursan, senin için Allah'tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı”

Nisa 162’de ise ‘vahyin bilgisi’ anlamında kullanılmıştır:

“Ancak onlardan ilimde (vahyin bilgisinde) derinleşenler ile mü'minler, sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar…”

 

-Kur’an’a göre ilmin değeri

Kur’an’a göre bilgi fazilettir. Bileni diğerinden ayıran, onu farklı yapan bir özellik olarak bilgiden bahsedilmektedir. Bilgi kendisi sebebiyle insanın meleklerden daha üstün olduğu bir özelliktir. İlim hakikatin anlaşılması ve doğru yolun tutulabilmesi için bilginin gerekli olduğunu, bilenler ve bilmeyenler arasında mutlaka bir fark olduğunu insanlara bildirmiştir.[41]

Kur’an, temel bilgi araçları olarak kalem (Kalem 68/1. Alak 96/4), mürekkep (Kehf 18/109) ve yazıdan (‘Alak 96/4) söz ederek, bilenlerle bilmeyenlerin asla aynı olamayacağını (Zümer 39/9) bildirerek ilmin önemine işaret etmiştir. 

“Allah’ın ilim kavramını Kur’an’da bu kadar kullanması, onu vahyin merkezine yerleştirmesi insanlık için inkılâp mesabesinde bir rehberliktir. Bu, İslâm medeniyetinin yükseliş çağlarında ilimde kaydettiği gelişmenin de referansıdır.

Kur’an’ın ilme verdiği değer, gerçekten de önemle durulması gereken bir durumdur. Zira genel kanaat ilâhi mesajın ağırlıklı konusunun ‘iman’ olduğu yönündedir. Oysa ki Kur’an’ın ağırlıklı konusu ilimdir. Kur’an yüzlerce kez ilme vurgu yapmakla, ilim mekezli bir imanı hedeflemektedir. İbn Abbas imanın dört unsurdan oluştuğunu söyler: Ma’rifet, tasdik, ikrar ve amel. Ma’rifet , imanın ilim boyutunu ifade eder Bu dört unsurun temeli ma’rifettir ve ma’rifet  ilme istinat eder.[42] 

Kur’an’da en sık kullanılan ve üzerinde en çok durulan ilim, Allah’ın ilmi ve insanlara verdiği ilimdir.  Mutlak ilim sahibi Allah’tan (cc) gelen bir hakikat olarak Kur’an’ın kendisi de başlı başına bir ilimdir. “Sana ilim (Kur’an) geldikten sonra onların hevalarına uyma” (Bekara 2/120, 145) âyetinde ‘ilim’, “Ey insanlar! Size Rabbinizden bir burhân geldi” (Nisâ 4/174) âyetindeki ‘burhân’, kesin ve ispatlanmış ilmi ifade ederler.

Allah’tan vahiyle gelen ‘ilim’, insanların elde debilecekleri bilgi’ye kılavuzluk eder. İnsanın öğrenme, bilme ve anlama eylemini daha iyiye, daha doğruya sevkeder. 

Kur’an, insanların kendi çabalarıyla ulaştıkları bilgiyi de ilim olarak değerlendirir. Ancak bunun temel şartı vahye ters düşmemesidir.

Kur’an, ilmî düşünce ve tefekküre dayanmayıp körü körüne atalarından devraldıkları kültürel miras üzerine hareket etmelerinden dolayı müşrikleri eleştirmektedir. (Bekara 2/170. Mâide 5/104. Zuhrûf 43/22)

Kur’an ilim elde etmenin yollarını da göstermiştir. Vahyin kendisi (Alak 96/5), konunun uzmanına müracaat (Nisâ 4/85), araştırma (Hucurât 49/6), akletme (Enam 6/50) ve gözlem (Bakara 2/164) gibi yöntemlerle ilim elde edilebilir. [43]

Kur’an’a göre ilim bir anlamda ilmin kendisidir. Bu ilme teslim olmak, onu hayata uygulamak, onunla düşünmek, onunla hükmetmek kurtuluştur.

Kur’an’ın ilme verdiği değeri görmek için ilk inen beş âyet bakmak yeterlidir. Bu beş âyetin konusu ilimdir. Burada iki kez ‚oku‘ emri, iki kez Allah’a isnatla „O öğretti (alleme)“ fiili, bir kez insana isnatla „bilmediği“ fiili, bir kez de öğrenme nesnesi olan „kalem“ geçer. Bu âyetlerin içerisinde gelen tek ilâhi ismin „terbiye eden“ manasına gelen Rab’dir. Terbiye ta’limin ayrılmaz parçasıdır, hatta zeminidir.[44]

İslâm ilmin, âlimin ve ilim yolcusunun değerini yükseltmiştir. Kur'an’da "Allah, içinizden iman edenlerle kendilerine ilim verilenlerin değerini yükseltir" (Mücadele, 58/15) buyurulur.

Peygamber efendimiz (s.a.s) de hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:

"İlim tahsil etmek maksadıyla bir yola giden kimseye Allah Teâlâ Cennet yollarından açar. Melekler, ilim ve tahsil edene karşı memnuniyetleri ve tevâzûleri sebebiyle kanatlarını yere sererler. Göklerde ve yerde olan her şey, hatta su içindeki balıklar, âlim için Allah'tan rahmet diler. Âlimin, bilmeden ibadet eden kimseye üstünlüğü, on dördündeki ayın, görünen diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne altın ne de gümüş bırakmışlardır, onlar miras olarak sadece ilmi bırakmışlardır. Kim ilmi almışsa büyük ve değerli bir şey almış demektir." (Ebû Davud, İlm/1)

"Kim ilim tahsil etmek için (evinden veya yurdundan) çıkarsa geri dönünceye kadar Allah yolundadır" (Tirmizî, İlm/2).

"Alimler yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleridir. Onlar benim ve diğer peygamberlerin vârisleridir" (Keşfü'l-Hafâ, no: 1751).

İslâm'da ilim, Allah'ın rızasını kazanmak ve amel etmek için öğrenilir. Peygamber efendimiz (s.a.s), dualarında; "Allah'ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır; bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi artır" (Tirmizî, Daavât/128); "Faydasız ilimden Allah'a sığınırım" (Tirmizî, Daavât/68) buyurururdu.

Kur’an’da da vurgulandığı gibi kendilerine hikmet verilenlere gerçekte büyük hayır verilmiştir (Bekara 2/269). Zira tefekkür etmek, bilmek ve anlamak insanı şerefli kılar. Aklın temel görevi, vahyin aydınlığında Hakk’ı batıldan, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırmaktır. Bu ise ancak ilimle mümkün olur. Aklını kullanmayanlar sağır, dilsiz ve kör gibidirler (Bekara 2/171).

Kur’an’da en sık kullanılan ve üzerinde en çok durulan ilim, ilahî ilimdir, yani bizzat Allah’ın verdiği ilimdir. Sonsuz ve kuşatıcı bir ilme sahip olan Yüce Rabbimizin ilmi, mutlak ve objektiftir, hiçbir şey onu sınırlayamaz. Bu anlamda ilim kavramı, tek gerçek olan Hakk’a ve hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir gerçekliğe sahiptir. Mutlak ilim sahibi Yüce Allah’tan gelen bir hakikat olarak Kur’an’ın kendisi de başlı başına bir ilmî kanıt olma özelliğine sahiptir.

“Sana ilim (Kur’an) geldikten sonra onların heveslerine uyma” (Bakara 2/120, 145)  âyetinde ‘ilim’, “Ey insanlar! Size Rabbinizden bir burhân (Kur’an) geldi” (Nisâ 4/174) âyetindeki ‘burhân’, kesin ve ispatlanmış ilmi ifade eder. İlâhî ilim, beşerî ilme kılavuzluk ederek insanın öğrenme ve bilme/anlama eylemini daha iyiye, daha faydalıya sevk eder.

İslâm, ilmi nur ve izzet; cehaleti ise zulmet ve karanlık olarak nitelendirmiştir. Nitekim Kur’an’da bilenlerle bilmeyenlerin asla eşit olamayacağı (Zümer 39/9), ilim ehline üstün dereceler verildiği (Mücadele 58/11), Allah’tan en çok ilim ehlinin korktuğu (Fâtır, 35/38), Allah’tan ilmimizin artırılmasının istenilmesini (Tâhâ 20/114), insanın cahillerden olmaması (En’âm 6/35. Hûd 11/46), cahillerden yüz çevrilmesi gerektiği (Bekara 2/67. Ar’âf 7/199) bildirilmiştir. 

 

-Hakikatin bilgisi ya da insana gelen ilim

İlim Allah’a nisbetle mutlak gerçeğin ta kendisidir. İnsana nisbetle de Allah’ın

büyüklüğünü ve kudretinin yüceliğini ortaya koyan mucizevi bir faaliyettir. 

Her şeyi Bilen, el-Alîm ve el-Âlim olan Allah (cc) insanlara bu isminin tecellisi olarak bilmek, anlamak, bildiğini söze, fikre, eyleme dökmek, bilgiyi çoğaltmak ve kullanmak, bilgiyi saklamak ve aktarmak gibi yetenekler vermiştir. 

İnsanın kendini ve kendisine bahşedilen hayatı, nimetleri ve denemeleri anlaması için, ona vahiy yoluyla hakikatin bilgisi gönderildi.

“Şüphesiz Allah katında din İslâm’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf, aralarındaki ihtiras ve aşırılık yüzünden ayrılığa düştüler….” (Âli İmran 3/19)

Aynı hataya İsrailoğulları da düştü. Onlar da kendilerine ilim, yani hakikatin kendisi /bilgisi gelmesine rağman tefrikaya düştüler.  (Yûnus 10/93)

İsrâiloğulları’nın dinleri konusunda ayrılığa düşmelerini eleştiren ifadelerin ardından hz. Peygamber’e şöyle emrediliyor: “ Sonra da seni din konusunda bir şeriat sahibi kıldık; sen ona uy, bilmeyenlerin arzularına uyma” (Câsiye 45/18)

Şu âyette bu hataya pek çoklarının düştüğü bir daha vurgulanıyor: “Onlar kendilerine ilim (hakikatin bilgisi) geldikten sonra, sadece aralarındaki çekememezlik yüzünden ayrılığa düştüler...” (Şûrâ 42/14. Bir benzeri:  Câsiye 45/16-17) 

Ayrılığa düşenlere gelen ‘ilim’ tabiri, azap haberinin bildirilmesi, Hz. Peygamber’in gönderileceği haberi, peygamberlerin ve kitapların bildirdikleri hususlar şeklinde özetlenebilir. Bu bilgiye rağmen ihtilâfa düşülmüş, inanan ve inanmayanlar çıkmıştır.[45] 

İnsanlara hakikatin bilgisinin gönderildiği bir de beyyinât‘ kavramı ile de ifade ediliyor: “... Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak peygamberleri gönderdi... Ancak kendilerine kitap verilenler, apaçık deliller (beyyinât) geldikten sonra, aralarındaki kıskançlıktan ötürü dinde anlaşmazlığa (ihtilafa) düştüler...” (Bekara 2/213)

Özellikle Kitap ehli kendilerine ilim geldikten sonra nefsânî arzularına uyarak hak yoldan saptılar. Dini işlerine geldiiği gibi anladılar. Din konusunda ki ihtilaflar giderek tefrikaya, mezhepleşmeye, fırka fırka olmaya dönüştü. (Bekara 2/253. Beyyine 98/4)

Kur’an’ın indiriliş amacı işte öncekilerin ihtilaf ettikleri, farklı anlayışları sebebiyle tefrikaya düşüp parçalandıkları hususlarda hak bilgi verme, insanları doğru yola davet etmektir. (Nahl 16/64)

Bu Kitaba inandığını söyleyen kimseler de tıpkı önceki kitaplara muhatap olanlar gibi yapmamalılar. Onların hatasını tekrar etmemeliler. Kitaba uyma ve onun anlama konusunda onların tavrını takınmamalılar. (Âli İmran 3/105)

Kendilerine hakikatin bilgisi (vahiy) gelmesine rağmen dinde tefrikaya düşenlerin hatası o kadar büyüktü ki Kur’an vurgulu bir şekilde “sakın ha onlar gibi olmayın” diyor. (Zuhruf 43/65. Mâide 5/48)

Allah (cc) iman edenlere çok açık ifadelerle dini ayakta tutmalarını, yani ona sımsıkı sarılmalarını, onun bütün prensipleri ile hayat haline getirmelerini, onun hükümlerini ve ölçülerini hayatın bütün alanlarında uygulamalarını emrediyor. (Şûrâ 42/13)

 

-Allah’ın bir sıfatı olarak İlim

‚İlim’ Allah’ın zâtına nisbet edilen sübûtî sıfatlar içinde yer alır ve bunların en kapsamlısını oluşturur.  İlâhî bir sıfat olarak “Allah’ın gerek duyular âlemine gerekse duyu ötesine ait bütün nesne ve olayları bilmesi” diye tanımlanabilir.  

Allah (cc) her şeyi ilmiyle yaratır. O yarattığı şeyin de âlimidir. Onun ilmi bilgisizlikten sonra kazanılmış bir ilim değildir. İlim O’nun zâtıyla muttasıftır. Bir kimseden cehlin nefyi onun hakkında övücü bir sıfat olmaz. Allah (cc) nebileri, melekleri ve mü’minleri ilim ile methediyor. Cehâleti nefyederek değil. Zira kim ilmi sabit ederse, cehli nefytmiş olur. Ancak kim cehli cehli nefyetse ilmi sabitleştirmiş olmaz.[46] 

Kur’an’da Allah’ın en yetkin şekliyle bilen bir varlık olduğu alîm, habîr, şehîd, hâfız, muhsî, vâsi‘ gibi isimlerle ifade edilmiştir.  Bu kavramlar çerçevesinde ilim “zaman ve mekân sınırı olmaksızın küçük büyük, gizli âşikâr her şeyi ve her hadiseyi müşahede etmişçesine hakkıyla bilmek” mânasına gelir.

İlginçtir, ilim Kur’ân’da yaklaşık üçyüzseksen âyette isim, çeşitli fiil kalıpları ve sıfat (âlim, alîm, allâm, a‘lem) olarak Allah’a nisbet edilmektedir. 

Allah (cc) göklerde ve yerde bulunan her şeyi, insanların kalplerinde gizledikleri veya açıkladıkları bütün düşünceleri, yere gireni ve yerden çıkanı, karadaki ve denizdekileri, insanların bildikleri ve bilmediklerini bilir. Kimin daha güzel davranacağını, kimin hayır, kimin şer işleyeceğini, kimin iman ederek Allah’ın dinine yardım edeceğini bilir.

Allah, mâlûmatın hepsini bilir. Yerde ve gökte meydana gelen her şeyi, O'nun ilmi kuşatmıştır. Olmuş olanı, olmakta olanı ve gelecekte olacak şeyleri O bilir. İlmi küçük- büyük, zâhir-bâtın her şeyi kuşatmıştır.  Kâinatta zerre kadar bir şey dahi O'nun ilminden gizli değildir. O, karanlık gecede kara taşın üzerindeki kara karıncanın kımıldamasını bilir, O'ndan haberi vardır. Hava boşluğunda yer alan zerrenin hareketini, sırları ve en gizli olanları bilir. Kalplerin, beyinlerin ve gönüllerin her türlü eğilimlerini, hareketlerini ve gizliliklerini başlangıç ve sonu olmayan yani kadîm ve ezelî ilmiyle bilir.

İlim hadislerde de Allah’a nisbet edilmiş, ilâhî ilmin hem duyu hem duyular ötesi âlemi kapsadığı belirtilmiş ve mugayyebâtın sadece O’nun tarafından bilindiği ifade edilmiştir (Buhârî, İstiska/29. Müslim, İman/5)

İlim, Allah'ın kemal sıfatlarından biridir. Bu konuyla ilgili olarak ilim iki kısma ayrılır. Birincisi kadîm olan ilim; diğeri de hâdis olan ilimdir. Kadîm olan ilim Allah'ın zatına aittir. Kulların sonradan kazandıkları ilme benzerliği yoktur. Allah'ın ilim sıfatı, O'nun ilmiyle beraberdir. Allah'ın ezelî (başlangıcı olmayan) bir ilmi vardır. Bu ilim, her şeyi içine almaktadır. Biz insanların ilmi gibi, sonradan kazanılan âraz cinsinden değildir. Hiçbir şey, O'nun ilminin ve kudretinin dışında değildir. Bazı şeyleri bilip bazılarını bilmemek noksanlıktır ve Allah bundan münezzehtir.   

İnsanlar için ulaşılmazlıkla ifade edilebilecek göklerin erişilmezliğinde, yerin dipsizliğinde saklanan şeyleri (Hucurât 49/18), karalarda ve denizlerde olup bitenleri (En'âm 6/59), yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni (Hadîd 57/4), gökte ve yerde bulunan her bir sözü (Enbiyâ 21/4) bilen Allah, bulunduğumuz her durumu, her yeri, içine daldığımız her bir işi mutlaka Şâhid olarak bilir. Yerde ve gökte hiçbir zerre O'ndan gizli kalamaz. (Yûnus 10/61)

"Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun; bilin ki O, sînelerin özünü bilir. Hiç, yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır." (Mülk 67/13-14)

Allah, bu âyette belirtildiği gibi en ince ve en gizli işleri bütün incelikleriyle kolayca bilendir. Yaratan Allah, yarattığını, yaratacağını ve her şeyi bilir. O halde, bütün sînelerin içindekileri, kalplerde saklı olan herşeyi bilen O'dur. Her insandan sâdır olan gizli-açık, iyi-fena her söz ve fiil, O'na nisbetle eşittir, O hepsini, herşeyi bilir. 

Geçmiş zamanla ilgili bilgiler, şu andaki durumlar ve gelecekteki olaylar Allah'ın ilmine göre farklılık arzetmemektedir. Allah'ın ilminin önüne ne cehalet, ne de unutma bulaşır. Kâinattaki nizam, âhenk ve sağlamlık O'nun ilminin genişliğine apaçık bir delildir. Allah'ın ilminde hiçbir şeyin gizli kalmayacağı; dolayısıyla O'nun insanların bütün yaptıklarını ve yapacaklarını bilmekte olduğu, Kur'an'ın birçok âyetinde zikredilmektedir.

"Ne yerde, ne de gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz." (Yûnus 10/61)

"Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır. O'nun için gaybı ancak O bilir. O, karada ve denizde ne varsa hepsini bilir. O'nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir dane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır (Yani Levh-i Mahfuz'da ve Allah'ın ilmindedir)." (En'âm 6/59)

"Göklerde ve yerde olanları, Allah'ın bitirdiğini görmüyor musun? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O'dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O'dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra onlara kıyamet günü yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah, her şeyi bilendir."  (Mücadele 58/7)

Yaratan (Allah) hiç bilmez mi?” (Mülk 67/14)

“Allah, herşeyi en iyi bilendir.” (Enfâl 8/73)

"Allah, size bilmediklerinizi bildirmek ve sizden öncekilerin yollarını göstermek ve iyi hale dönüşünüzü görerek günahlarınızı bağışlamak diler. Allah hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir." (Nisâ 4/26)

Marifet, şuur, fıtnast, idrak, ihsas, akl, va’y, der‘ gibi bilmeyi ifade ederler. Ama Kur’an bunlardan sadece ilim Allaha nisbetle kullanılır, diğerleri mahlukat için.

Allah'ın ilim, kudret ve hayat gibi sıfatları vardır. Bu sıfatlardan her biri vacip ve zarûri varlık kavramının dışındadır. Allah'ın ilim sıfatı, onun ilmiyle beraberdir. Allah'ın ezelî (başlangıcı olmayan) bir ilmi vardır; Bu ilim her şeyi içine almaktadır; biz insanların ilmi gibi, sonradan kazanılan araz cinsinden değildir. Hiç bir şey onun ilminin ve kudretinin dışında değildir. Bazı şeyleri bilip bazılarını bilmemek noksanlıktır ve bir tahsis ediciye muhtaç olmanın ifadesidir. Allah bundan münezzehtir.[47]

Allah (cc) kendisini âlim ve alîm diye nitelendirmektedir. Bunların masdarı olan ‚ilim‘ de O’nun zatında var olduğu kasdedilmiş olur.[48]

İlim sıfatı bir çok ayette masdar şekliyle Allah’a izafe edilmitir. (Diğer bazı sıfatlarda bu durum pek görülmez) Bu kökün çeşitli şekillerde kullanılmasıyla ilahi ilmin mahluklara taalluku, çok canlı ve müşahhas bir şelkilde tasvir olunur.

Göklerin erişilmezliğinde, yerin dipsizliğinde saklanan şeyleri (Fetih 49/18), karada ve denizlerde olup bitenleri (En’am 6/69), yere gireni ve ondan çıkanı, gökten ineni ve oraya yükseleni (Hadid 57/4), yerde ve gökte bulunan her bir sözü (Enbiyâ 21/4) bilen Allah, „bulunduğumuz her durumu, Kur’an’dan okuduğumuz her yeri, içine daldığımız her bir işi mutlaka Şahid olarak bilir. Yerde ve gökte hiç bir zerre O’ndan gizli kalamaz.[49]

„Allah her şeyi bilir…“ (Nûr 24/64.Tâhâ 20/67. Sebe‘ 35/38. Mülk 67/14. Mü’min 40/19 ve diğerleri)

Kur’an’da Allah’ın ezelî ilmi diye bir kavram mevcut değildir. Ancak Allah’ın her şeyi bildiği, gizli açık herşeyden haberdar olduğu açıklanmaktadır. (En’am 6/59. Hac 22/7 76. Furkan 25/6. Neml 27/65-74 gibi) Allah gelecekte olanları, O olacak ieyleri de olmadan bilir. (Lukman 31/34) (Keskin, H. İslâm Düşüncesinde Kader ve Kaza, s: 98)

“Rabbim, ilimce herşeyi kuşatmıştır.” (En’âm 6/80)

“İlim, ancak  Allah katındadır.” (Ahkaf 46/28)

Esmâu’l-Hüsnâ hadisinde yer almamakla birlikte Kur’an’da Allah’a nisbet edilen, ilm kökünden türemiş üç sıfat daha vardır: âlim, a‘lem, allâm.

-A’lem;

en iyi bilen demektir. Kur’an’da kırkdokuz âyette geçiyor. Hepsinde de Allah’a nisbet ediliyor.

A’lem, ilimden ism-i tafdil (çokluk) kalıbı olup, „daha iyi, en iyi, pek iyi bilen“ demektir.  Ancak Kur’an’da hiç bir yerde eliflâm ile gelmemiştir. Hemen her yerde ilgili bir tümleci vardır. Yine hiç bir yerde „Allahu’l-a’lem-mutlak olarak pek iyi Bilen Allah’tır“ şeklinde de yer almamıştır. (Yıldırım, S. Kur’an’da Ulûhiyet, Kayıhan Yay. İstanbul 1987, s: 148)

 

-Allâm;

Allam, alimin tekerrür ve mübalağa bildiren fa’al şeklidir. „Cideen çok bilen demektir. Gizli denilen hiç bir şey Kendisine gizli kalmayan“, „olmuşu ve olacağı Bilen, gökte ve yerde Kendisine hiç bir şey gizli kalmayan“ tarzında tanımlanmıştır.

Allam vasfı, Kur’an’da dört ayette ve münhasıran gayba muzaf olarak gelmiştir. Biri Mekkede Fatır 34/48), diğerleri Medeni (Tevbe 9/78. Maide 5/109, 116) Bu dört ayetten ikisinde Allah, Kendisinin bu vasıfla muttasıf olduğunu haber vermekte, birinde melekler, birindede bir  peygamber (hz. İsa) O’nu böylece vasfetmektedir.[50]

Hadiste istihare duasına Allam geçmektedir: ‘‘Allâhumme innî estehîruke bi-ilmike ve estakdiruke bikudratike ve es'eluke min fadlike'l-azîm. Feinneke takdiru velâ ekdiru ve ta'lemu vela â'lemu ve ente allâmu'l-ğuyûb…- Allah’ım yapmayı düşündüğüm şu işin işlenmesinden yahut terkinden hangisinin hayırlı olduğunu bana ilminle kolaylaştır. Kudretinle senden güç istiyorum. Senin devasa fazlından hibe buyurmanı dilerim. Şüphesiz senin her şeye gücün yeter; benim gücüm yetmez. Sen bilirsin, ben bilemem. Sen şeyi çok iyi bilensin, Allah’ım…”  (Buhârî, Teheccüd/25. Deavat/49, Tevhid/10. Tirmizî, Vitr/18. İbn Mâce, Akâme/188. Ahmed b. Hanbel 3/344)

Çok bilen. a’alime’nin mübâlâğa sigasıdır. Çok bilen demektir. Bir kimsenin bilgisinin çokluğunu ifade eden bir övgü kalıbıdır. Bu kalıpla ifade ettiğimiz övgümüz, övdüğümüze fazla gelebilir. O içini doldurmayabilir. Fakat âlim bunun tersidir. Âlim kalıbındaki övgünün biz içini dolduramayız. ‚Allem‘ kalıbı ‚övülenin aczine‘ âlim mübalağa kalıbı ise ‚övenenin‘ aczine delalet eder.[51]

‚Allâm' dört yerde ‚allâmu’l-ğuyub-ğaybları çok çok bilen“ şeklinde Allah’a nisbetle geçiyor.  (Maide 5/109. Maide 5/116. Tevbe 9/78. Sebe‘ 34/48)

 

-Alîm;

Her şeyi bilen, çok bilen demektir. Allah’ın Güzel İsimlerinden (Esmâu’l-Hüsnâ’dan) biridir. Âlim, mübâlâğalı ism-i faildir (özne isimdir). Âlim ile alîm arasında fark var. Alîm, bilen öznenin zatını bilgisi ile övmek, alîm ise bilen öznenin sıfatını beyan etmektir. Birine alîm dediğiniz zaman, onun âlim olduğunu da söylemiş olursunuz. Zira alîm ismi âlim isminin manasını da kapsar. (İslâmoğlu, M. Esmâ-i Hüsnâ, 1/766)

Alîm, Allah’ın ilmini, ilminin sonszuluğunu, her şeyi mutlak anlamda bildiğini özel olarak ifade eden bir İsimdir. el-Alîm olan Allah (cc) olmuş olanı, olmakta olanı ve gelecekte olacak şeyleri Bilen, kendisine kâinatta hiç bir şey gizli kalmayan ve ilmi küçük büyük, zahir-batın her şeyi kuşatan şeklinde tarif ediliyor. [52]

 “Bilen” mânasındaki âlim (العالم) ve “çok bilen, yegâne bilen” anlamındaki allâm (العلاّم), tamlama halinde, birincisi gayb kelimesine, ikincisi ise guyûba muzaf olarak kullanılmış, tek başlarına birer isim gibi Cenâb-ı Hakk’a nisbet edilmemişlerdir. Bundan dolayı “yâ âlim”, “yâ allâm”, “yâ allâme” tarzında bir hitabın Allah Teâlâ için kullanılması tasvip edilmemiştir.

“Daha iyi bilen” mânasındaki a‘lem (أعلم) ise Kur’an’da harf-i ta‘rifsiz olarak yer almış ve ekseriya fiil fonksiyonu icra ederek mef‘ul almıştır. A‘lem, dil bilgisi bakımından mukayese bildiriyorsa da Allah’a nisbet edildiği âyetlerde öbür taraf zikredilmez. Bu sebeple a‘lemi mutlak mübalağa değerinde kabul ederek “yegâne bilen” tarzında mânalandırmak daha uygun olur.[53]

 el-Alîm, Allah’ya nisbet edildiğinde, “zaman ve mekân kaydı olmaksızın küçük büyük, gizli âşikâr her şeyi, her hadiseyi hakkıyla bilen” mânasına gelir. İlâhî sıfatların kelâm ilmi açısından yapılan tasnifine göre alîm, sübûtî-mânevî sıfatlar grubuna girer.

Kur’ân-ı Kerîm’in 153 yerinde Allah’a nisbet edilmiş ve daha çok esmâ-i hüsnâdan diğer bir isimle birlikte kullanılmıştır. Bunlar hakîm, semî‘, vâsi‘, azîz, habîr, kadîr, halîm, şâkir ve fettâh isimleridir. Bu isimlerle alîm arasında birbirini teyit ve tavzih etme, ilm-i ilâhînin farklı cihetlerini gösterme gibi münasebetler vardır. Alîm ism-i celîli üç yerde azîz, bir yerde de habîr ismiyle birlikte, mevsuf olmaksızın, doğrudan zât-ı ilâhiyyenin adı olarak da kullanılmıştır (bakınız: En‘âm 6/96. Yâsîn 36/38. Zuhruf 43/9. Tahrîm 66/3). Yanında başka bir isim olmadan kullanıldığında bir çeşit fiil fonksiyonu icra ederek mef‘ul de almıştır: “Allah müttakileri bilendir” (Âl-i İmrân 3/115); “O, gönüllerin sırlarını bilendir” (Enfâl 8/43) gibi.[54]

el-Alîm ismi Kur’an’da yüzaltmışiki defa gelmiş, yüzelliüç yerde Allah’ı nitelemek üzere gelmiştir. Allah hakkında kullanılırken bazen tümleç alarak, bazen de tek başına ve mutalaka Allah hakkında geçer. Bazen eliflâmlı, bazen de eliflâmsız. Elliikisi Mekkî, yüzbiri Medenî surelerde yer alıyor.

Allah’ın ilim sıfatı diğer bazı isimlerle birlikte çok yaygın bir şekilde Kur’an’da yer almaktadır. Alim hakim şeklinde 37 ayette,

Semi alim 32 ayette

Alim habir ismi 4 ayette,

Aziz alim mekkî surelerde 6 ayette,

Alim Kadir mekki surelerde 4 ayette,

Hallak Ali yakınlığı iki Mekkei surede,

Fettah Alim 1 Mekki ayette,

Alim Halim, yalnız 3 Medeni surede,

Şakir Alim 2 Medeni ayette,

Vasi‘ Alim Medeni 9 ayette yer almaktadır.

Bunlar arasında bazen derecelenme veye te’yid (Semi-Alim, Alim-Habir gibi), bazen dengelenme (Alim-Kadir, Alim-Halim, Aziz-Alim gibi), bazen farklı yönleri ihata etme (Vasi‘-Alim, Şakir-Alim, Fettah-Alim) durumları gözükmektedir.  Celal sıfatıyla yalnız Mekkede (Aziz, Kadir, Fettah, Hallak), cemal sıfatıyla munhasıtran Medine’de (Halim, Şakir, Vasi‘ gibi) terkip edilmiştir.

el-Alîm vasfı 50 kadar yerde de tek başına gelmiştir.[55]

Alîm, insanların bilemediği ve idrak edemediği gizlilikleri, yerde ve göklerde olanları bilendir. O (cc) asla unutmaz ve yanılmaz. Türü ne olursa olsun O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır. Allah’ın ilmi, bütün alemleri, varlıkların zatlarını, sıfatlarını, fiillerini ve bütün işlerini kuşatır. O şimdiye kadar olanları da, şimdi olanları da, bundan sonra olacakları da bilir. İnsanları yarattıktan sonra nasıl yaşadıklarını da, ahirette ne olacağını da Bilendir. O insanlar hakkında neyin hayır neyin şey olduğunu, ne zaman ve kiminle hangi hükümleri göndereceğini, insanların mallerinin nasıl bir karşılık bulacağını da bilir. Allah’ın ilmi bilgisizlik sonra kazanılan bir ilim değildir. Ona unutkanlık nisbet edilemez, zamanla ve mekanla kayıtlı değildir. O’nun ilmi parçaları kuşattığı gibi, bütünü de kuşatır. Oluştaki düzen, süzülmüşlük ve yerleştirme onun imininin kapsamı ve hikmeti konusunda yeterli delildir.[56] 

el-Âlim, her şeyi, her durumda, gerek zamansız ve mekansız gerekse her zaman ve mekanda, eşsiz ve benzersiz biçimde bilen demektir. Bu bilme bilinenin var olup olmamasıyla, alet ve edevatla, imkan ve yetenekle sınırlı değildir. İlâhi bilgini zatiyeti, mahiyeti ve keyfiyeti bizce meçhuldür. Allah’ın bilmesi insan tarafından kavranamaz. İnsanın bilmesine benzemez. Allah’ın bilgisi mutlak ve sınırsız bir bilgidir.[57]

el-Alîm otuzaltı yerde Hakîm ismiyle geliyor. Bu iki ismin birlikte gelişi, ilâhi bilgi ile ilahi hikmet arasındaki kopmaz bağı gösterir. Bu bağın ima ettiği hakikat, Allah’ın bilgisini fiilinde kullandığı hakikatidir. Hikmet „en isabetli hüküm ve o hükme uygun eylem“ demektir. En isabetli hükmü vermek için, her şeyi bilmek lazımdır. Her şeyi bilmeyen biri, asla en isabetli hükmü vereceği söylenemez. Onun ki olsa olsa bilgisi dairesindeki en isabetli hükümdür. Bilmediklerini biliyor olsaydı, belki o hükmü değil daha başka bir hükmü verecekti.

Bazen Hakîm ismi, bazen Alîm ismi önde gelir. Alim isminin önce geldiği ayetlerde vurgıu şşudur: Allah bu konudaki hükmünü ilmi üzerine bina etmiştir, bilgisini hükmü üzerine değil. Hakim isminin önde geldiği yerlerde vyrgu şudur: Allah’ın hükmü her hükmün üzerindedir. Zira O’nun O’nun hükmünün temelinde sonsuz ilmi vardır.

Hem Mekkî hem Medenî sûrelerde gelir. Belirli ve belirsiz formda gelir. İsimlerdeki belirlilik veya belirsizlik, ismin geldiği yerde anlatılan konu, ismin bağlamla olan irtibatı ve ilâhi hitabın kapsamıyla alakalıdır.[58]

Yaratıklar, O’nun müsaade ettiği kadar bilgiye sahip olabilirler. Ötesini bilemezler. İnsanların bilgisi tam ve mutlak değildir; istikbâli bilmekte tamamen acz içerisindedirler. 

İnanan kimsenin Allah'ın Âlîm olduğunu bilmesi gereğince amel etmesi içindir. Kul, yaptığı her şeyin Allah tarafından bilindiğinin şuûrunu her an için hissetmeli ve ona göre davranmalıdır. Allah değil yaptıklarımızı, içimizden geçirdiklerimizi dahi bilmektedir. "Bilin ki, Allah içinizden geçeni bilir. (O halde) Ondan sakının." (Bekara, 2/235)  Şimşek, M. S. Şamil İslâm Ansiklopedisi, )

 

-Âlim;

bilen, bilgin, bilici, ilim ve idrak sahibi kimse demektir.

Âlim, ‚ilim‘ kökünden ism-i fâildir (özne isimdir). Âlim Kur’an’da onüç ayette yer alıyor. Ancak ilginçtir, hepsi Allah hakkında gelmesine rağmen hiç biri tek başına değil. Hepsinde de isim tamlaması olarak kayıtlı bir tarzda Allah’ı nitelendiriyor.[59]

Âlim, Allah’ın bir vasfı olarak ifade edildiğinde kendisine hiç bir şeyin gizli kalmadığı varlık anlamını taşır.

On ayette „Âlimu‘l-ğaybi ve’ş-şehâdeh-şehadet ve ğayb’ı (görüneni ve görünmeyeni) Bilen“ şeklinde. (En’am 6/73. Tevbe, 9/94, 105. Ra’d 13/9. Mü’minûn 23/92. Secde 32/6. Zümer 39/46. Haşr 59/22. Cumua 62/8. Teğâbun 64/18) İki âyette „âlimu’l-ğayb-ğaybı (görünmeyeni) bilen“ olarak. (Sebe‘ 34/3. Cinn 72/26) Bir âyette de „Allah göklerin ve yerin ğayblarının âlimidir“ tarzında geçiyor. (Fatır 35/38) Allah’ın Âlim olduğunu anlatan âyetler hem Mekkî hem de Medenî sûrelerde yer almaktadır.

Bu terkip, şu şekillerde tefsir edilmiştir: „gizliyi de aşikârı da Bilen“, „yok olanı ve var olanı Bilen“, „dünya ve âhireti bilen“, „mahluklardan gizli ve açık olan her şeyi Bilen“. Bu sıfat „Sonra gayb ve şehâdeti Bilene döndüreleceksiniz“ ibaresi ile geldiği her yerde, tamlama olmaksızın özel isim durumundadır. (Bakınız: Saf 62/8. Tevbe 9/94, 105) Demek ki Âlim sıfatı hemen her yerde gaybe tamlama olarak gelmiştir.[60]

„… gaybleri hakkıyla bilen ancak sensin, Sen“ (Mâide 109) burada Allah’a hiç bir şeyin gizli kalmayacağına işaret edilmektedir.  

 

-Âlimîn;

İlim kökünden gelen el-Âlim ismi, „alîm ve âlimîn“ şeklinde çoğul olarak, ilim sahibin yüceliğini veya yapılan işin mükemmelliğini belirtmek üzere bu şekilde gelmiştir. Allah, kendisinin Bilen (âlim) olduğunu haber veriyor.[61]

Âlim’in bir çoğulu olan âlimûn-âlimîn beş âyette yer almaktadır. Bunlardan ikisi Allah’ın bilgisini, “Andolsun, daha önce de İbrahim’e doğruyu yanlıştan ayırma yeteneğini verdik. Biz zaten onu biliyorduk (âlimun).(Enbiyâ 21/51. Ayrıca bakınız: Enbiyâ 21/81)

üçü insanlara ait bilgiyi söz konusu ediyor: “İşte biz, bu temsilleri insanlar için getiriyoruz; fakat onları ancak bilenler (âlimîn) düşünüp anlayabilir.”(Ankebût 29/43. Ayrıca bakınız: Rûm 30/22)

Hz. Yusuf zamanında kralın gördüğü rüyayaı tabir edemeyenler  “…Biz böyle düşlerin yorumunu bilenlerden (âlimîn) değiliz”dediler. (Yûsuf 12/44)

Alim’in diğer çoğulu ‚ulemâ‘ ise iki âyette geçiyor.

“İsrailoğulları arasındaki (birçok) bilginin (ulema’nın) bu (gerçeği) bilmeleri onlar için yeterli bir belirti sayılmaz mı?” (Şuarâ 26/197) Zımnen, sonuçta Müslüman olmaları gerekmez miydi denilmek isteniyor. (Esed, M. Kur’an Mesajı, 2/758)

“…Kulları içinden ancak âlimler (ulema) Allah'tan (gereğince)haşyet (heyecan/korku) duyarlar. Şüphesiz Allah, daima üstündür, çok bağışlayandır.” (Fâtır 35/28)

Yani, manevî bilgiye sahip âlimler. Bu bilgi, gözlemlenebilen fenomenin gerçekliğin tümünü kapsamadığı, çünkü bu fenomenin varlığının yanısıra, “yaratılmış varlıkların idrakleri dışındaki bir alan”ın da mevcut olduğu anlayışından doğar.[62] 

Âyetteki haşyet; büyüklük karşısında duyulan heyecan ve korkudur. Zarar görmekten değil, hakkını verememekten kaynaklanan endişedir. Ulema, yani ilim sahipleri, bir şeyi derinlemesine idrak edip anlayan, bir konuda kesin bilgiye ulaşan, bir şeyin hakikatine nüfuz edebilen kimselerdir. Onlar Allah’a saygıyı öncelerler ve mesleklerini icra ettikleri için değil, Allah’ın delilleri olan kâinat âyetlerinden ibret alıp sonuç çıkararak değer kazanırlar. Bu bakımdan Allah’a saygıda mesafe alamayanların âlim diye nitelendirilmesi mümkün değildir.[63]

 

-el-Alîm isminin tecellisine mazhar olanlar: Âlimler

Âlim sıfat insanlar hakkında da kullanılabilir. Bu sıfat Allah’ın el-Alîm isminin kullar

üzerindeki tecellisidir desek yanlış olmaz. Bilindiği gibi Esmâu’l-Hüsnâ’nın pek çoğunun insan ve yaratıklar üzerinde tecellileri, etkileri ve yansımaları vardır. Allah’ın İlim sıfatının, el-Alîm isminin insanlara yansıması da onların bilgi sahibi olmaları, bilgiyi üretebilmeleri, bilgiyi hayatları için kulalnmaları, bir kısmının bilgin olabilmeleridir.

Günümüze Türkçe’de kullanılan âlim-bilgin kavramı ile Kur’an’ın âlim dedikleri arasında elbette fark vardır. Önce Kur’an’ın âlim dediklerinin özelliklerine bakalım, sonra da İslâm kültüründe âlim gerçeğine işaret edelim.

Kur’an-ı Kerim’de ilim, en sık kullanılan anlamıyla, ilâhî vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Allah’ın verdiği bilgidir.

İlim, Allah’dan olduğuna göre, İslam’ın tamamı ilimdir. Âlim de gerçek anlamıyla müslümandır.  Burada ilim, Allah’a, tam manasıyla tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, kesin bilgi demektir. Onun için; ilmi, yani Allah’tan gelen hakikatleri kabullenmeyen insana, profesör bile olsa din dilinde cahil; böyle kişilerin oluşturduğu toplum düzenine de  câhiliyye denir.[64]

“İlim” kavramının Kur’ani anlamından saptırılarak salt bilgi veya bilim, “Âlim” kavramının da salt bilen, bilgin, ya da entelektüel olarak kavramsallaşması sonradandır ve bu yanlış bir kavramsallaştırmadır.

Kur’an’ın; âlim olarak bahsettiği kimseler, bugünkü çağın anlamlandırdığı şekliyle pozitif bilimleri bilen, felsefeyi bilen vs. olmayıp vahyin bilgisiyle kuşanmış ve bu ilmi hayat rehberi yapan kimselerdir.

Kur’an’a göre ilim, çok söz/rivâyet ve kuru malumat ya da ezber edilen şey değil, haşyet sahibi olmaya vesile olan, faydalı olan ve kendisiyle amel edilendir. İlim, eşyanın illet, hikmet ve gayesini kavramaktır.

Âlim de sadece helâli ve haramı bilen değil, helâle ve harama riayet edendir. 

Âlim olmak ve entelektüel olmak arasındaki farka dair şunlar da söylenebilir: Âlim Kur’an’ın kullandığı bir kavram olup Allah’ın vahyini bilen ve ona uygun yaşayan, sorunların çözümünü vahye uygun şekilde yapan ve hayatını Allah için adayan kimsedir. Bu kimse yaratılış fıtratı üzere olduğu dine yani İslam’a bağlıdır.

Kur’an’da “… Her bilenin üstünde bir bilen vardır…“buyuruluyor. (Yûsuf 12/76)

Bu âyette geçen „zî ılmin alîm“ ifadesiyle  1-Birinin ilim açısından başkasından üstün oluşuna işaret edilmiş olabilir. 2-Burada özel olarak ilmin mübalağa kalıbında kullanılmış olabilir. Bu durumda birisi her ne kadar, kendi üstündeki kimseye göre âlim olmasa da ilkine göre âlim olduğuna dikkat çekilmiş olabilir. 3-Alîm kelimesiyle; Allah’ın kasdedilmiş olması da mümkündür.[65] Sonuçta bu ve benzeri âyetler, ilmin hepsinin ve nihâi hükmün Allah’a ait olduğunu haber veriyorlar.

Her insanın yeryüzündeki görevi, rolü ve fonksiyonu farklı olduğundan yetenek ve kapasitesi de farklıdır. Bu bakımdan, herkes aynı şekilde aynı şekilde ilim öğrenemez. Allah bu noktada insanları derece derece kılmıştır ve herkes kapasitesi ölçüsünde ilimden yararlanır. 

İki âyette ilimde derinleşenlerden (râsihûne fi’l-ılm) bahsediliyor. (Âli İmran 3/7. Nisâ

4/162)  İlimde derinleşenler aslında yakînleri sabit olanlar ve basiret sahibi kimselerdir.[66] İlimde derinleşenler; hem sınırlarını ve acziyetlerini bilirler, hem de bilgiyi amacı doğrultulsunda kullanmayı becerirler. Onlar derin anlayış sahibidirler. Kendilerine bahşedilen kavrama yeteneğini, dünya hayatı denemesini kazanmak üzere harcarlar.

İlimde derinleşmiş olanlar, daha doğrusu bilgiyi ve bilginin amacını kavrama yeteneğine sahip olanlar gerçeği farkederler. (Nisâ 4/162) Böyleleri vahiyle gelen ilmi yakîn bir iman ile kabul ederler. Bu Kur’an’ı dinlemeye kapı açar. Kur’an’ı dinlemek de onu anlamanın en ön şartıdır. Onlar Kur’an’ı kendi yapısı, bütünlüğü ve örgüsü içinde anlamaya çalışırlar.

Takva bilinçlilik halidir. Ama o bilince ulaşmak için ‘ser-mâye/ana-maya’, yani ‘yakıt’ gerektir. İşte ilim insanını o bilince ulaştıran ‘ser-mâye’ yani yakıttır. Bu yüzden bilgi olmadan bilince ulaşılamaz. Bir medeniyeti, o medeniyetin kurucu aklı üretir. Medeniyetleri birbirinden ayıran şey, kurucu aklın bilgiyi nasıl tanımladığıdır.[67] 

Kur’an’da geçmişin ve geleceğin, dünyanın ve âhiretin, hayatın ve ölümün, insanın ve kevniyâtın ilmi yer almaktadır. Bunlarla ilgili insana sunulan bilgilere de ‘ilim’

denilmektedir. Kur’an, ‘kevnî âyet’ dediğimiz yaratılışla ilgili şeylere işaret ediyor,  ancak

detay bilgi vermiyor. İnsanın bunlar üzerinde düşünerek mutlak gerçeğe ulaşmasını istiyor. Kur’an, tefekkürü emrederken, tefekkürün önünü açacak imkanlar da sunar. Bunu sağlamak üzere de insan aklına, duyularına, vicdanına ve hislerine hitap eden âyetler/işaretler gösterir.

Bu âyetleri görenler, inceleyenler, araştıranlar Kur’an’ı da daha bir dikkatli okurlar. Zira kâinat da, insan da birer kitaptır. Kâinattaki her bir varlık, tıpkı Kur’an’daki her bir kelime gibidir. Her varlık ilahi kelimelerin evrendeki cisimleşmiş halidir. Kur’an’daki her bir vahiy ifadesi nasıl ilahî ise, varlıktaki her bir zerre de ilâhidir. O halde kâinatı, ondaki âyetleri ve insanı hakkıyla, Allah’ın adıyla okumak, Kur’an’ı anlamayı kolaylaştıracaktır.

Âyetler üzerinde düşünmek, insanı bir yerlere kadar götürebilir. Ancak Kur’an’ı daha geniş ve daha tutarlı anlayabilmek için ilim sahibi olmak, ilimden nasip almak, altyapıyı kurmak gerekir. Bunun da yakîn bir iman ile teslimiyet olduğu açıktır.

Kur’an’ı anlamaya çalışan ilim ehlinin tavrı ağırbaşlılık, teenni ile hareket etme, delilsiz-isbatsız konuşmama, vardığı sonucun doğru olmasına dikkatle etmekle beraber faydalı olmasına da ehemmiyet vermektir. Böyle bir tavır sahibine ilmin kapıları açılır. Kur’an’ı anlaması kolaylaştırılır. İlmi ile amel edene, Allah (cc) bilmediklerini öğretir. Yakîn iman aynı zamanda ikna olmayı beraberinde getirir. Kur’an’ın getirdiği delillerle kani olur, onun hükmünün isabetli olduğuna inanır, müjdelerinden umutlanır, korkularından etkilenir.

Gerçek bilgi (ilim) hayatın illet, amaç ve hikmetini gösterir. Buna da insan ancak vahyin kılavuzluğu ile ulaşabilir.

“Bilgini en üstünü En Üstün Olana dair bilgidir. Allah’ın bilgisi bu sınıfa girer. Allah’a dair en emin bilgi Allah’ın âyetlerdir. Bu âyetlerin yazılı olanına „kitap âyetleri“, kevnî olanına „kâinat âyetleri“, ictimai olanına „hadisât âyetleri“, beşeri olanına da „insan âyetleri“ adını verebiliriz.

Bu âyetleri Allah’a referansla okuyan herkes ‚âlim‘ sıfatını hak eder. Onun uğraş alanı ister tefsir ister tarih olsun, ister fizik ister kimya olsun, ister jeoloji, ister astronomi olsun, ister biyoloji, ister tıp olsun farketmez. Bu âyetleri Allah’a referansla okumak, Kur’an’da ilk inen „oku! Yaratan Rabbin adına“ âyetindeki emri yerine getirmektir.

Varlığı olayları ve insanı Yaratan Rabbin adına okumanın formülünü el-Alîm olan Allah vahiyle birlikte bildirmiştir. Son vahiy olan Kur’an, insana sadece yaratılanı değil Yaradanı okumanın formüllerini de vermiştir. Bu nedenle Kur’an âlimi şöyle tarif ediyor: „“Allah’tan kulları içinde layıkıyla yalnızca âlimler haşyet duyar“ (Fâtır 35/28)

Âlim, Allah’ın bildiğini bilen ve bu bilgiyi hiç aklından çıkarmayandır. Âlim, el-Alîm olan Allah karşısında bilmediğini bilendir. Zira insan sınırlı bir varlık olduğu için bilgisi de sınırlıdır. Allah bazı şeylerin bilgisini insana hiç vermemiş, bazılarının bilgisini ise sınırlı olarak vermiştir.  

Âlim kimdir sorusuna hz. Ali (ra) „Âlim, Kur’an’ın önüne hiç bir kitabı geçirmeyendir“ şeklinde cevaplamış. Ona göre „âlim haddini bilendir“ . Şafii der ki: „Ulema dışında veli bilmiyorum“.[68]

„Kur’an; „Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?“ diyor. Burada „neyi bilenlerle bilmeyenler bir olmaz sorusu“ sorulabilir. Kur’an burada bilenleri bilmeyenlere üstün tutarken her türlü „malumatı“ mı kastetmektedir? Elbette hayır.

Kur’an burada bilgini cehâlete, âlimin câhile üstünlüğünü tescil ederken, âyetin girişinde bilgiyi de tanımlamış olmaktadır. „Yoksa o kişi kendisini, gece yarılarında secde ve kıyam ile Allah’a boyun eğen, ahirete dair endişe taşıyıp Rabbinin rahmetini uman kimse ile bir mi tutuyor?“ De ki Hiç bilenlerle bimeyenlere bir olur mu?“ (Zümer 39/9) Bu tanıma göre bilginin sahibine kazandırdığı üstünlük o bilginin ilmi (epistemik) değerinden kaynaklanmamakta, bilakis fıtrı (ontolojik) katkısından kaynakmaktadır. O katkı da insanın varoluşsal duruşu olan „kulluk görevi“ne katkısıdır.[69]  (İslâmoğlu, M. Hayatı İnşa Eden Kur’an Kavramları, s: 83-84)

Kur’an ilme teşvik ederken “takva bilinci” ile teori-pratik uygunluğuna dikkat çeker.

Davranışa yansımayan imanın, ahlâki gelişim sağlamayan bilginin önemi yoktur. Kur’an’a göre doğru bilgiyi elde etme, onu kabul etme önemli olduğu gibi, bu ilimle Din’in salih amel dediği eylemleri yapmak da önemlidir. Bilgi değerdir, ama aynı zamanda sorumluluktur. İlim değerlidir, ama pratik hayata aktarılmayan ilim bir işe yaramaz. Nitekim kendilerine Tevrat, bir anlamda hakikatin bilgisi geldiği halde onunla amel etmeyenleri Kur’an “sırtında kitap taşıyan merkeplere” benzetmektdir. (Cumua 62/5)

Öyle anlaşılıyor ki Kur’an akleden kalpte damıtılıp, ahlâka dönüşmeyen bilgiye ‚ilim‘, sahibine de ‚âlim‘ demiyor. Her şeyin bir ruhu vardır. Aklın ruhu ilim, ilmin ruhu haşyettir. Sahabe içerisinde gerçek alim olan İbn Abbas; „İlim çok hadis rivâyet etmek değil, çok haşyet sahibi olmaktır“ derken Kur’an’ın tarıfıne atıf yapıyordıu. Hz. Ali insanları ikiye ayırıyordu: Dini rivâyet edenler ve dine riayet edenler.

Kur’an ilim konusunda haşyeti esas almakla, ahlâki davranışı sadece ilmin sonucu olarak sunmadı. Aynı zamanda ahlâkı ilmin sebebi olarak da takdim etmiş oldu. Bu nedenledir ki İslâm aklında ahlâktan ilme varılır. Peygamber (sav) şöyle dua ederdi:

“Allah’ım! Bana öğrettiğin ilimden beni faydalandır. Faydalanacağım şeyleri bana öğret. İlmimi artır. Bulunduğum her hal için Allah’a hamd olsun” (Tirmizî, Daavât/128. İbni Mâce,  Mukaddime/23),

“Ey Allah’ım! Faydası olmayan ilimden sana sığınırım” (Müslim, Zikir/73. Ebû Davud, Vitr/32. Tirmizî, Daavât/68;.Nesâî, İstâze/13, 65;  İbni Mâce, Mukaddime/23, Dua/2-3) diye dua ederdi.

“Faydasız ilimden, itaat etmeyen kalbten, kabul olunmayan duadan doymayan (aç gözlü) nefisten.”(Ebû Davud, Salat/367. İbn Mâce, Fedailu’l Kur’an/18. Nesâî, İstiaze/51)  

“Allah’ım, fayda vermeyen ilimden, huşu duymayan kalpten, doymayan nefisten ve kabul olunmayan duadan sanasığınırım.” (Müslim,  no: 2722)

"Allah'ım, huşûu olmayan (korkmayan) kalpten, kabul olmayan duadan, doymayan nefisten ve fayda vermeyen ilimden sana sığınırım." (Tirmizî, Deavât/68 no: 3711. Nesâî, İstiaze: 27)

Bu dualar ahlâktan ilme varmanın ifadesidir. Bilgi ahlâkını bilgiden önce almak, olma durumunu bilme durumuna öncelemektir. Bu ise bilen özne ile bilinen özne arasında diyaloğ kurmayı gerektiri. Bilgiden ahlaka varmak, bilen öznenin bilineni nesneleştirme ve tanımlaması ile sonuçlanır. Tanımlamak tanımanın önündeki en büyük engeldir. Tanımak hayret ve keşif, tanımlamak tahakküm ve istibdattır.[70] 

İslâm'da âlim; Allah'ın kitabı Kur'an-ı Kerîm başta olmak üzere Resulullah'ın hadîslerini ve bütün sünnetini bilen, diğer İslâmî ilimlerden gerektiği şekilde haberdar olup ileri seviyede bir bilgi birikimine ulaşmış kimseye denir. Bu kâbiliyetli kimseler temel İslâmî bilgileri aldıktan sonra, belli bir ilim dalında daha çok ilerleyip özel bir ihtisas alanına sahip olurlar. Âlim; bilgisi artıp ilerledikçe görüş açısı genişleyen ve bilgisi ile ihtisası dışındaki alanlarda hüküm vermekten çekinen, bildiklerinin doğruluğunu sürekli olarak araştıran kimsedir.[71]

İslâm âlimi hevâ ve hevesine uymayıp kendi arzuları istikametinde dîne ilâvelerde bulunan kimse değildir.

İslâm, âlimin izzet ve haysiyetini korumuş ve ona gereken mevkîi vermiştir.

"...Allah'ın kulları arasında ondan en çok korkan âlimlerdir. " (Fâtır 35/28)

"Bilmiyorsanız ilim erbâbına sorunuz. " (Nahl 16/43) âyetleriyle, Kur'an'ın âlimler hakkındaki hükmü en açık bir şekilde belirtilmiştir.

Hz. Peygamber (s.a.s.), âlimleri birçok hadislerinde övmüştür. En çok övdüğü âlimler ise ilimleriyle amel edenler olmuştur. (Dârimî, Mukaddime/27)

İnsanları ilimleriyle irşâd edip, onlara ilmini duyuran kimseyi Allah toplum içinde sözü dinlenir kimse kılar. (İbn Hanbel, II, 162, 223-224).

Buna karşılık ilmiyle dünyaya talip olan âlimler de yine Resulullah tarafından yerilmiştir. (Tirmizî, İlim/6)

Müslüman daima Hz. Peygamber'in dua buyurduğu gibi, Allah'tan dünya ve ahiretine yararlı bir ilim ister. (Müslim, Zikir/73. Ebû Dâvud, Vitir/32. İbn Mâce, Mukaddime/23) İnsanların en hayırlıları âlimlerin en hayırlılarıdır (Dârimî, Mukaddime/34, 55)

"Âlimler peygamberlerin vârisleridir" (Buhârî, ilim/10. Ebû Dâvud, İlim/1. İbn Mâce, Mukaddime/17) buyuran Resûlullah âlimlerin toplumu yönlendirme hususunda peygamberlere vekil ve halef olduklarını beyan etmiştir.

İlmi bir seviyeye sahip olan âlime, Allah katındaki değerinden dolayı itaat, Allah'ın emrine itaattir. Hak yolda ve hayra götüren bir hususta âlimin yaptığı tavsiyeye uymak müminler için farzdır. Bu farziyet ancak âlim, Allah'ın razı olduğu bir hususu tavsiye ederse söz konusudur. Allah'ın razı olmadığı ve Allah'ın emretmediği, dinde olmayan bir bid'atı tavsiye eden âlimin tavsiyesine uyulmaz.  

Bu duruma göre İslâm âlimi, toplumu yönlendiren ve Allah'ın hükümlerinin uygulanmasında titizlik gösteren bir rehberdir. Âlimler ilimlerinin gereği olarak toplum içindeki görev ve fonksiyonlarını daima hatırlamak zorundadırlar. Ümmetler, âlimlerinin doğru yolu izledikleri ve doğru yolda oldukları müddetçe ayakta kalırlar. Bunun için Hz. Peygamber (s.a.s.) "Ali'min ölümü İslâm'da açılan bir gediktir" (Dârimî, Mukaddime, 32) buyurmuşlardır.[72] 

İslâm'da ilim, Allah'ın rızasını kazanmak ve amel etmek için öğrenilir. Peygamberimiz, şöyle dualar ederdi: "Allah'ım, bana öğrettiklerinle beni faydalandır; bana fayda sağlayacak ilim öğret, ilmimi artır." (Tirmizî, Deavât/128)

"Faydasız ilimden Allah'a sığınırım!" (Tirmizî, Deavât 68)

"Allah'ım! Fayda vermeyen ilimden, kabul edilmeyen duadan, korkmayan kalpten ve doymayan nefisten Sana sığınırım." (Tirmizî, Kitabu'd-Deavât/68 no: 3711. İbn Mâce Terc. ve Şerhi 1/416)

Hadis-i şerifte geçen faydasız ilimden şunlar anlaşılır: Bilinip onunla amel edilmeyen ilim, bilinip başkasına öğretilmeyen ilim, sahibinin durum ve davranışlarını düzeltmeyen ilim, sahibinin huyunu temizlemeyen ilim, bilinmesine ihtiyaç duyulmayan ilim, dinin tasvip etmediği caiz görmediği (sihir bilgisi gibi) ilim ve benzerleri.

Müslümanlık, yalnız bilgi işi değil, iman ve sâlih amel işidir. İlim de, imana ve sâlih amele götürdüğü nisbette faydalı ve faziletli. Bilgisi, kendisini hakikate ulaştırmayan kimse, mutlak surette bilginin hammalıdır. Yolcuyu gitmesi gereken yere (gerçek kurtuluş limanına) götürmeyen gemi, çok güzel de olsa basit bir süsten başka bir işe yaramaz, buna gemi de denmez. İnsan için marifet ve hüner, yön belirleyen pusulayı cepte taşımak değil; şu çalkantılı dünya gemisinde asıl hedefe gidecek yönü belirlemek ve o yola koyulmaktır. O yüzden, ilim; satırlardaki   değil,  sadırlardaki  (göğüslerdeki)dir   denilir. 

Âlimler, sahip oldukları ilimleri başkalarına aktarmak zorunda mıdırlar? Başka bir deyimle, ilmi gizlemek, kınanan bir şeydir. (Bakara 2/159-160. Bekara, 174-176)

Ayet-i kerimelerin hükmü, yalnız ehl-i kitaba değil; Allah'ın ayetlerini gizleyen ve şer'î hükümleri açıklamayan herkese şâmildir. Çünkü ayetin ifade tarzı, usûl âlimlerinin de dediği gibi özel sebebe bağlı olmaksızın genel anlam ifade eder. 

Âlim, bilmeyen kalabalığa gerçek ve doğru yolu gösterici olması bakımından "Rabbinden sana indirilen gerçekleri insanlara bildir." (Mâide 5/67) ilâhî emrine muhatap olan peygamberin izindedir.

"Onlar ki, Allah'ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar. Hesap görücü olara Allah (herkese) yeter." (Ahzâb 33/39)

Kur'an'ın itikadda hedefi iki şey üzerinde yoğunlaşır. Bunlar: İlmî tevhid ve amelî tevhid'dir. Allah Rasülü, bu iki tehvidi sağlamk için gönderilmiş, diğer peygamberlerin daveti de yine bunları üzerine olmuştur. Çünkü saadet, manevî kemal şu iki şeyden gelir: Faydalı ilim ve sâlih amel. İlmî tevhid, faydalı ilim; amelî tevhid de sâlih ameldir. Faydalı ilim, Allah'ı bilmek; sâlih amel de Allah'ın emri gereği hareket etmektir. Faydalı ilim, iman ile, Peygamberin haber verdiği şeyleri tasdik etmek; sâlih amel de şeriki olmayan tek bir Allah'a  kulluk ve Rasülü'ne itaattir ki İslâm dini de işte budur.

Allah’ın ilmi herşeyi kuşatmış ve insan Allah’ın sınırsız ilmi içerisinde kendisine verilene tabi olmak zorundadır. Fakat bu konuda kul kendi tercihini yapmakta hürdür. Eğer ki kul ilme teslim olmayı seçerse kurtuluşa erer yok eğer ilme teslim olmazsa o zaman da azapla cezalandırılır. Çünkü ilme teslim olmamak zalim olmaktır(Bekara 2/145).

Eğer ki insan ilme teslim olmuşsa âlim olur, teslim olmaz sırt çevirirse zalim olur. Dolayısıyla kafir olan için alim ifadesini kullanmak Kur’an çerçevesinden bakıldığında mümkün gözükmemektedir.

„Âlimler ümmetin beynidir. Bedenin birliği beyinde başlar. Eğer sinir sistemi işlevini yapamıyorsa, beden felç demektir. Ümmetin içine düştüğü manevi ve sosyal felçten kurtulması beyni mesabesindeki âlimlerin rollerini hakkıyla oynamasına bağlıdır.

Cahillerin ittifakından âlimlerin ihtilafı yeğdir. Fakat bir şartla: Âlimler, Kur’an’ın tarif ettiği gibi ‚haşyet‘ sahibi olacaklar. Değilse alim değil, ‚akademisyen, araştırmacı, bilgin, aydın, münevver, zıyalı, entelijansiya, müsakkaf, bâhis‘ v.s. olurlar. Bunların hiç biri alimin yerini tutmaz. 

Kim ne derse desin, bu ümmetin kurtuluş önderleri, nihai tahlilde alimler arasından çıkacaktır. Bu İslâmın tabiatı gereğidir. Âlimi âlim yapan üçayaktan birincisi haşyetini artıran ilme, ikincisi ilmiyle uyumlu amele, üçüncüsü ise kendisini rehber konumuna oturtan şakirtlere, izleyicilere sahip olmasıdır. İşte bu özelliklere sahip ‚bilgin‘ âlim mertebesine yükselir ve peygamberlerin varisi olur.“[73] 

İlim, kalbin tezkiye edilmesi (temizlenmesi) ile mümkün olur. Bu anlamdaki ilim bir nurdur, Allah'ın nuru takvâdan uzak isyankâr ve kalbi paslı insanlara verilmez. Kalbin tezkiyesi, özellikle amelle, Allah'ın çizdiği sınırlara yaklaşmamakla mümkün olur. Bu bakımdan, ilim takvasız olmaz ve âlimin ilmini yaşamaması düşünülemez; yaşamazsa âlim değildir, belki sadece bilgi kırıntılarına ve bazı mâlûmata sahiptir o kadar. Amelsiz tezkiye de olamayacağından ilim de edinilemez. O halde, Kur'anın buyurdu gibi "Allah'tan kulları içinde ancak âlimler korkar." (Fâtır 35/28) Mâlûmat sahipleri ise, hiçbir zaman âlim değil; amelsiz de olduklarından belki “kitap yüzlü merkepler”dir.[74] 

Modern dünyada bilgi ahlaktan ve Allah’tan koparıldı. Bilgi ahlaktan mahrum kalınca kirlendi ve zehirlendi. Zehirlenen bilgi zehirler. Ahlaksız bilgi de sahibini zehirlemeye başladı. Oysa bilgi Allah tyarafından insanoğluna verilmiş bir „emanet“ vermişti. Fakat insan bu sermayeye ihanet etti. Zehirlenen bilgi adaleti ve erdemi değil, sömürü ve tahakkümü getirdi.

Bilgiyi ahlâka, ahlâkı Allah’a arzetmek müslümanların görevidir. Müslümanlar tevhid ve adalete dayalı bir bilgi sistemini vahiyden yola çıkarak yeniden üretmekle sorumludurlar.

Cahil dindarlık taassup ve dalâlet üretir. Cahilin dindarlığı arttıkça sapması da artar. Bilgiyi dindarlığın ve dinin temeline bu dinin sahibiolan Allah yerleştirmiştir. O halde konuyu özetlemek yerinde olacaktır: Hakikatte ilim dindir, din ilimdir.“[75]

-Peygamber ahlâkı ve mirası

“Muhakkak ki alimler, peygamberlerin mirasçılarıdır.” (Buharî, İlim/10)

“Hikmeti (ilmi) dilediğine verir. Hikmet verilen kimseye çok hayır verilmiştir. Bunu ancak sağduyu sahipleri düşünüp anlarlar." (Bekara 2/269)

"Allah kim hakkında  hayır  dilerse,  onu  dinde  fakîh  (derin  anlayış  sahibi)  kılar."  (Buhâri, İlm/14 no: 13. Müslim, İmâre/53 no: 175. İbn Mâce, Mukaddime/17 no: 220-221)

"Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi, şehidlerin kanı ile tartılır." (Aclûnî, Keşfu'l-Hafâ, 2/400) 

"Âlimler yeryüzünün kandilleri, peygamberlerin halifeleridir. Onlar, benim ve diğer peygamberlerin vârisleridir." (Keşfü'l-Hafâ, hadis no: 1751)

"Rasülullah (s.a.s.)'a biri âbid (ibadetle çokca meşgul) ve diğeri âlim (ilimle çokca meşgul) olan iki adamdan bahsedildi ve bunun üzerine Rasül-i Ekrem: "Bir âlimin bir âbide karşı üstünlüğü, benim en aşağı mertebede olanınıza üstünlüğüm gibidir." buyurdu. Sonra şunları söyledi: "Allah, melekleri, göklerin ve yerin halkı, hatta yuvalarındaki karıncalar ve  balıklar, insanlara hayır (faydalı şey) öğreten kişiye dua ederler." (Tirmizî, Kitabu'l-İlim/19  no: 2825)

 

-Kendilerine ilim verilenler

Kur’an’da sekiz âyette kendilerine ilim verilenlerden bahsediliyor. Kendilerine ilim

verilenler, bilgi ve bilginin amacını kavrama yeteneğine sahip olanlar, peygamberler, âlimler ve insanları Allah yoluna davet edenler olabilir. (Nahl 16/27) Onlar, Allah’ın indirdiği her şeyin hak olduğuna, insanı doğru yola da ancak O’nun indirdiği hükümlerin ulaştırabileceğini bilirler. (Sebe’ 34/6)

Kendilerine ilim verilenler; doğru bilgiden nasibi olanlardır. Ki onlar bu bilgi sayesinde hem doğru yolu bulurlar, hem de Allah’a hakkıyla boyun eğerler.  (İsrâ 17/107) İbni Kesir’e göre bu âyetteki ‘ilim verilenler’ ehl-i kitaptan sâlih kimselerdir. Ki onlar Allah’tan gelen kitab’a sımsıkı sarıldılar, onu değiştirmediler ve tahrif etmediler.[76]

İlimden nasibi olanlar bilir ki iman edip sâlih amel işleyenlere Allah’ın takdir ettiği karşılık daha hayırlıdır. (Kasas 28/80) Kurtubî’ye göre buradaki ilim sahiplerinden kasıt  İsrailoğullarının âlimleridir.[77]

 Muhammed/16. âyette ‘kendilerine ilim verilenlerin’ sahabeler olması muhtemeldir. Zira onlar münafıkların aksine vahy’e kulak veriyorlardı ve gereğini yapıyorlardı. (Zamahşerî, el-Keşşâf 4/314)

Bir âyette Hz. Süleyman’ın kendisine ve babasına ilim verildiği söyleniyor. (Neml 27/42)

Bu ifade bir âyette ‘ulu‘l-ilm/bilgi’ sahipleri kalıbıyla geliyor. (Âli İmran 3/18) İlim sahipleri de elbette ulemâ’dır. Ki onlar Allah’tan hakkıyla çekinen kimselerdir. (Fatır 35/28)

 “Kâfir olanlar; “Sen Rasûl olarak gönderilmiş bir kimse değilsin” derler. De ki: “Benimle sizin aranızda şahit olarak Allah ve yanında Kitab’ın bilgisi olan yeter.” (Ra’d 13/43)

Yanında Kitab’ın bilgisi olan’dan maksat, ilâhî kitapların bilgisine sahip olan herkestir. Onlar son vahy’in önceki peygamberlere gelen ile aynı olduğuna şahitlik ederler. 

Bir âyette de ‘kendilerine kitap’tan bir pay verilenler’den bahsediliyor.

Hz. Peygamber (sav) Medine döneminde bazen yahudilere ait Beytu’l-Midras denilen yere gider ve onları İslâma davet ederdi. Ya da onların İslâmla ilgili sorularına cevap verirdi. Bir seferinde orada bulunan bazı yahudi ileri gelenleri ona hangi din’den olduğunu sordular. O da: “İbrahim dini ve milleti üzereyim” deyince onlar, Hz. İbrahim’i yahudi olduğunu ileri sürdüler. Hz. Peygamber ; “Madem öyle gelin Tevrat’ı aramızda hakem kılalım” dedi ve onlar bundan kaçındılar. Bunun üzerine bu âyet nâzil oldu.[78]

Kendilerine kitaptan (vahiyden) bir pay verilenlerden bazıları aralarında hüküm verirken Allah'ın kelâmına başvurmaları yolunda çağrı yapıldığı zaman inatla yüz çevirirler. (Ali İmran 3/23)

Casiye 17. âyette de işaret edildiği gibi, böyleleri, kendilerine ilim geldikten birbirleriyle anlaşmazlığa düştüler, bile bile hakkı karşı direndiler, kendi yalanlarına aldandılar ve sonuçta da kötü akibeti hak ettiler.

İlim sahipleri yahut kendilerine ilim verilenler ilâhî bilgiye muhatap olan ve bu bilginin doğruluğuna inananlardır.[79] Buna göre onlar, insan ürünü olan bilgi merkezlerinde okumasalar, diplomaları olmasa bile; İlâhî davete kulak verip iman ederler. Allah’tan gelen hitabın mahiyetini idrak edip teslim olurlar. Akıllarını ve bakış açılarını vahiyle inşa ederler, hayatlarıyla ilgili her ölçüyü ondan alırlar.

Allah (cc) el-Âlimdir. Yaratıklar ise âlem’dir. Âlem aynı zamanda âlametler toplamıdır. İlim işte âlemetler toplamı olan âlemi bilmeyi konu yapar. Bu âlemi ve âlemle ilgili gerçek bilgileri ve bunların hikmetini bilenlere, anlayanlara da âlim denir.

Şu âyete gelince; „ve kendilerine ilim verilenleri derecelerle… „ (Mücadele 11) Burada Allah (cc), ilimlerin farklı olduğuna ve ilim erbabının da farklı farklı olduğuna dikkatleri çekmektedir. „[80]

 

-Alleme fiili

Alleme ‚a-li-me‘ fiilinin tef’il kalıbıdır. Bunun masdarı (Türkçede’de kullanılan) ta’limdir. Bu da sözlükte öğretmek, bildirmek, bilgilendirmek, belletmek demektir. 

Burada bu fiilin Kur’an’da Allah’a nisbetle kullanılmasını söz konusu edececeğiz.

Ta’lim kelimesi; özellikle „öğrenenin nefsinde, aklında bir iz oluşuncaya kadar tekrarlama ve (bunu ya da bilgi vermeyi) artırma yoluyla gerçekleşen bilgilendirmek anlamındadır. Kimilerine göre de ta’lim „anlamları tasavvur etmek için nefsin/aklın ilgisini uyandırmak demektir.[81]

 

-Allah’a nisbetle alleme;

Şu âyete gelince; „Adem’e isimlerin tümünü öğretti…“ (Bekara 31) Allah’ın Adem’e isimleri öğretmesi, kendisi sayesinde konuşacağı ve eşyanın isimnlerini vaz edeceği bir kuvvet vermesidir.  Bu (öğretme) Allah’ın onun kalbine ilka veya ilham etmesi yoluyla olur ki bu hayvanlardan her birine, yerine getireceği  (özel) bir fiili ve çıkaracağı (özel) sesi öğretmesine benzer.

Semin el-Halebi Bekara allem ademel esma… hakkında diyor ki: Yani ona sadece onu arrefe tanıttı.[82]

-Alîm olan Allah’ın öğretmesi;

Ta‘limul-esmâ; Kur’an’da kullanılan bu tabir Alîm olan Allah’ın insanlığın atası Âdem’e isimleri öğretmesini ifade eder.  Allah’ın insana öğretmesi, Allah’ın isimlerinin bir tecellisisidr. Tıpkı insana bilme yeteneğini ve aklı bahşettiği gibi, insana bilginin ilk sermayesini de Allah vermiştir. Vahiyden başka hiçbir kaynaktan alamayacağımız ilk insanla ilgili çok özel bilgiyi veren pasaj şöyle: Bekara 2/30-33) Melekler; Bizim Senin bize öğrettiğinden başka bir ilmimiz olamaz, yalnızca sensin Alîm, Sensin Hakim.“ Bilgi noksanluığını haber veriyor.[83]

İsimlerden murad, dil değil; eşyanın duyguları, ilmî biçimleridir; Bu, ilimden çok, zihin olması gerekir. Kesin olan şudur ki, Hz. Âdem'e lisan ve beyan öğretilmiştir. Allah'ın Ademoğluna  ilim ve kelâm sıfatlarını ikram etmiş olması, kelâm ve dil meselesinin hilâfet işinde önemli bir yerinin bulunduğunu gösterir.

Eğer insana eşyayı isimlerle rumuz haline getirme kudreti verilmeseydi bir insanın diğerinden bir şey isterken veya o şey hakkında malumat edinmek arzularken karşılaşacağı güçlükleri tasavvur edin. Bu kudretin kıymeti ancak o zaman anlaşılabilir.

Meleklerin bu kabiliyete ihtiyaçları yoktur. Zira vazifeleri böyle bir ihtiyacı hissettirmez. 

"Allah Âdem'e bütün isimleri öğretti." (Bakara 2/31) İlim, hakikate ulaşmaktır. Bu da iki şekilde olur: Birincisi, birer "âyet" ve "alem" olan eşyanın duyularla kazanılan bilgisidir.

Allah, Adem’i halife olarak tayin etmeyi dile getirdiğinde meleklerin itirazına “ben sizin bilmediklerinizi bilirim” karşılığını  vermesi ve Adem’e eşyanın ismini öğreterek insanlığın serüveninin de Allah’ın kendi bilgisinin bir kısmını insana vermesiyle başladığını görürüz. Yani insan Allah’ın kendisine verdiği ilim üzere eşyayı tanımlamayı ve onunla ilişki geliştirmeyi kısacası kendisine emanet edilen dünyayı rabbin adıyla ve onun verdiği ilimle imar etmeyi kendi üzerine sorumluluk olarak almıştır. İnsan bu sorumluluğun dışına taşarak eğer ki yaşamı Allah’ın kendisine verdiği ilim üzere değil de nefsine göre düzenlemeye kalkarsa Allah bunu “zan” olarak nitelemektedir.[84] 

 “Onların içinde bir de ümmiler var ki, Kitabı bilmezler, bütün bildikleri birtakım kuruntular(yahut kulaktan dolma şeyler)dir; onlar sadece zannediyorlar.” (Bekara 2/78)

“Onların çoğunluğu zandan başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiç bir şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir” (Yûnus 10/36)

Buradan yola çıkarak şu tesbitleri yapabiliriz. 1-Melekler kendiliklerinden bir bilgiye sahip değillerdir.

2-Melekler bilgiyi Allah’tan almışlardır.

3.Melekler bilgiyi sadece iletebilmektedirler, üretememektedirler. Bu tesbitler üzerine, ta’limu’l-esmâ, Allah’ın alim isminin bir tecellisi olarak ortaya çıkmaktadır. Adem’e öğretilen isimlerle ne kasdediliyor: 1-Adem’e öğretilen isimler Allah’ın isimleridir.

2.Âdem’e öğretilen isimler eşyanın isimleridir.

3.Âdem’e öğretilen isimnler tüm dünyada konuşalan dillerdir.

4.Âdem!‘e öğretilen isimlerle kadsedilen insanoğluna bahşedilen eşyaya isim verme yeteneğidir. En isabetlisi sonuncusu. Meleklerin secde ile emredilmesindeki fark da bu olsa gerektir. Zira melekler kendilerine verilen bilgiyi üretmezken, Ademoğlu Allah’ın kendisine verdiği yeteneği kullanarak bilgiyi üretmektedir. Bu yormu ilahi talim olan Rahman suresinin ilk ayetleri de doğrulamkatdır. (Rahmam 55/1-4)

 Ta‘lim bir süreç içerisinde aşama aşam öğrenmeyi ifade eder. Ayetlerden anlaşılan şudur: Bilmek, içkin değil, aşkın bir eylemdir. Bilgiye Allah müdahildir. Bilgi hırıstiyan ilahiyatının iddia ettiği gibi Tanrının insana yasakladığı menu ağaç değildir. Aksine bilgi, Allah’ın insana ihsanıdır. Bu sayede insan meleklerden üsütün kılınmıştır. İnsanın şerefi Allah’ın öğrencisi olmaktan kaynaklanır. Bu ayetler insan bilgisini ‚alınmış‘ veya insan tarafından ‚var edilmiş‘ değil, Allah tarafından verilmiş olduğuna işaret eder. Alınan her bilgi sonradandır, geçicidir, emanettir, Bu yüzden insan bilgiye, „benim değil mi, istediğmi yaparım“ diyebileceği bir mülkiyet değil, hesabı verilecek bir emanet olarak bakmalıdır. 

Ayetlerde dikkat çeken bir husus da şudur: Bilgini öğrretilmesi (ta’lim) Allah’a isnat edilirken, bilginin aktarılması (inba‘) insana isnat edilmektedir. Dilin insan düşüncesinin deposu olduğu hatırlanacak olursa, bu isnat farklılığı, ilk insanın düşünce dağarcığını Allah’ın doldurduğunu, yani düşüncenin ilk sermayesini Allah’ın verdiğini ifade eder. İnsan ilk sermayenin veriliş amacına sonrdan sadakat gösterebilir, ihanet de edebilir.[85]

"Allah sizi annelerinizin karnından bir şey bilmediğiniz halde çıkarmış, size kulak, göz ve kalb vermiştir." (Nahl 16/78)

Bu ayet, bize insan bilgisinin sonradan kazanıldığını,  kulak, göz ve kalbin/aklın da ilim elde etme vasıtaları olduğunu anlatmaktadır. Bu organların hayatî işlevleri ve bu görevleri yerine getirirken sorumlulukları vardır:

"Bilmediğin şeyin  ardına  düşme;  doğrusu  kulak,  göz  ve kalb, bunların  hepsi  o  şeyden sorumlu  olur." (İsrâ 17/36)

Duyu organlarımız bizim için bir imtihan sebebidir. Onlar, görevlerini ne kadar verimli yaparlar, bize gerçek duyumlar sağlayabilirlerse imtihanı kazanmamız o kadar kolaylaşır. Onları kullanamadığımız veya yanlış kullandığımız ya da yanlış yolda kullandığımız takdirde sınavı kaybederiz.

"Onu imtihan edelim diye, kendisini işitir ve görür kıldık. Şüphesiz biz ona doğru yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör." (İnsan 76/2-3)

O (cc) şöyle buyuruyor: „… ve ona katımızdan bir ilim öğretmiştik…“ (Kehf 65)

 „Musa ona; Sana öğretilendilenden bana da bir bilgi öğretmen için sana tabi olabilir miyim dedi.“ (Kehf 18/66) Yüce Allah burada, beşerin  Allah kendilerine bildirmediği sürece münker: çirkin olarak gördiği, kendilerine kapalı, gizli olan bir ilmi, bilgiyi kasdettiği söylenmiştir.  Bunun delili de hz. Musa’nın onu izlerken, sebebini öğreninceye kadar gördüğü şeyleri münker bulmasıdır.  (el-Isfehani, R. el-Müfredat, s: 513)

Alleme beş ayette Allah’a nisbetle geliyor.  “Oku! en büyük kerem sahibidir. O, kalemle yazmayı öğretti, insana bilmediğini öğretti.” (Alak 96/3-5)

“Kalem”, burada yazma sanatının veya, daha spesifik olarak, yazı yoluyla kaydedilen bütün bilgilerin sembolü olarak kullanılmıştır: ve bu, 1. ve 3. ayetlerin başındaki “Oku!” sembolik çağrılarını da açıklamaktadır. İnsanın, düşüncelerini, tecrübelerini ve kavrayışlarını, yazılı kayıtlar aracılığıyla bireyden bireye, kuşaktan kuşağa ve bir kültür çevresinden diğerine aktarması yeteneği, insan bilgisinin toplamına bir birikim karakteri kazandırır; ve Allah vergisi yetenek sayesinde her birey, insanlığın kesintisiz bilgi birikiminden şu veya bu yolla yararlandığından, burada, tek tek bireylerin kendi başlarına bilmedikleri -ve aslında bilemiyecekleri- şeylerin “Allah tarafından insana öğretildiği” kaydedilmiştir. (İnsanın, kendisini biyolojik bir varlık olarak yaratan ve ona bilgi elde etme iradesi ve yeteneği veren Allah'a kesin bağımlılığının bu şekilde iki kez vurgulanması, nihâi şeklini, sonraki üç âyette almaktadır.) Ayrıca, Allah'ın insana “öğretme”si (veya “belletmesi”) aynı zamanda, O'nun yalnızca beşerî tecrübe ve akıl ile oluşturulamayan ruhî hakikatleri ve manevî/ahlakî ilkeleri/ölçüleri peygamberler aracılığıyla vahyetmesini de göstermektedir: ve böylece, ilahî vahiy olgusunun çerçevesi oluşturulmuş bulunmaktadır. [86]

“Rahmân, Kur’an’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyanı (düşünüp ifade etmeyi) öğretti.” (Rahman 55/1-4)

Beyân terimi -“bir şeyin [zihinsel olarak] açıklanma ve tanımlanma araçları”nı gösterir (Râğıb)- hem düşünme hem de konuşma için geçerlidir; çünkü, bir şeyi veya bir düşünceyi anlaşılır kılma ve başka şeylerden veya düşüncelerden kavramsal olarak farklı kılma melekesi ile bu vukufiyeti konuşma ya da yazma dilinde ifade etme gücünü kapsar (Tâcu'l-‘Arûs): bu nedenle yukarıdaki bağlamda, insanın sahip kılındığı (bkz. 2:31 ve ilgili not 23) “bütün isimlerin bilgisi”ni (yani kavramsal düşünme yetisini) çağrıştıran “açık ve anlaşılır/berrak şekilde düşünme ve konuşma” olarak çevrilmiştir.[87] 

“Allah Âdem'e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları önce meleklere arzedip: Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin, dedi.” (Bekara 2/31)

Dilbilimcilere göre isim terimi, “bir maddenin, bir eylemin veya bir niteliğin bilgisini temsîl eden ayırd edici ifadeler. Felsefe terminolojisinde ise “kavram”a işaret eder. Buradan hareketle, “tüm isimlerin bilgisi”nin, bu anlam örgüsü içinde, mantıkî tanımlama ve dolayısıyla kavramsal düşünme melekesine delalet ettiği sonucuna varabiliriz. Burada “Âdem” ile bütün bir insan soyunun kasdedilmiş olabilir.[88]

Kur’an meleklerin insana secdesinin sebebini ‚ta’limu’l-esma‘ olarak gösterir. Ta’limu’l-esma, Ademe’e nisbet edilen isimlerin öğretilmesidir. Yani insanı meleklerden üstün kılan şey, insanın bilgi üretme kabiliyetidir. Meleklerin aynı diyaloğ içinde „Bizim Senin bize verdiğinden başkaca bir ilmimiz yoktur“ demeleri, bilgiyi insanoğlu gibi üretemedikleri anlamına geliyordu. İnsan Allah’tan bilgini sermayesini aldı ve aldığı bu sermayeyi kulanarak bilgiyi üretti. Adem’e nisbet edilen isimlerin öğretilmesini eşyaya isim koyma yeteneği olarak tefsir etmek bu yüzden isabetlidir.[89]

Melekler bilgi Allah’a hasrederek “Senin bize öğrettiklerinden (allemte-nâ) başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur” diyerek acziyetlerini ortaya koydular. (Bekara 2/32)

Allah (cc) Kıyamet günü hz. İsa’ya ve annesine verdiği nimetleri hatırlattıktan sonra ona, “sana kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim (allemtu-ke)” diyecek. (Mâide 5/110) Buna benzer bir şahitliği bir melek hz. Meryem’e karşı yaptı: “Allah ona kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğrecetecek  (yuallimu-hu).” (Âli İmran 4/48)

Bir ayette Allah (cc) hz. Yusuf’u seçeceğini ve ona rüyaların tabirini öğreteceğini gelecek zaman kalıbıyla (yuallimuke) söylüyor. (Yûsuf 12/6)

Hz. Yûsuf da dua ederken bunu şükran ifadesi olarak itiraf ediyor. “Ey Rabbim! Mülkten bana (nasibimi)  verdin ve bana (rüyada görülen)  olayların yorumunu da öğrettin (allemte-nî)”. (Yûsuf 12/101)

Hz. Yusuf zindan arkadaşlarına; “Sizin yiyeceğiniz yemek size gelmeden önce, onun ne olduğunu bildiririm. Bu, bana Rabbimin öğrettiklerindendir (alleme-nî)” demişti.  (Yûsuf 12/37)

Allah (cc) hz. Muhammed’e hitaben; onu saptırmaya yeltenenlere karşılık “Allah sana Kitab'ı ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretti (alleme-ke)” buyurdu. (Nisâ 4/113)

Allah (cc) hz. Yusuf’un Mısır’da tutsak oluşunun gerekçesini açıklarken şöyle buyuruyor: “…İşte böylece biz Yûsuf’u o yere (Mısır’a) yerleştirdik ve ona (rüyadaki) olayların yorumunu öğretelim (li-nuallimu-hu) diye böyle yaptık…” (Yûsuf 12/21)

Hz. Ya’kub’un bilgisi de Allah’ın ona öğrettiğinden (allem-nâhu) başkası değildir. (Yûsuf 12/68)

Allah (cc) Hz. Musa’nın ilginç yol arkadaşına ilmi kendisinin öğrettiğini haber veriyor. (Kehf 18/65) hz. Musa yol arkadaşına: “Sana öğretilenden (ullim-te), bana, doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen (tuallime-ni) için sana tâbi olayım mı? dedi.” (Kehf 18/66) Burada da öğretme işi Allah’a nisbet ediliyor.

Allah (cc) hz. Dâvûd’a da zırh yapma sanatını ve ayrıca dilediğini öğrettiğini bildiriyor. (Enbiyâ 21/80. Bekara 2/251) Bu dört âyette de ‘allemnâ’ kalıbı kullanıldı.

Borçlanma (tedâyün) âyetinde “Ey iman edenler! Belli bir süre için birbirinize borçlandığınız zaman bunu yazın. Aranızda bir yazıcı adaletle yazsın. Yazıcı, Allah’ın kendisine öğrettiği şekilde yazmaktan kaçınmasın, (her şeyi olduğu gibi dosdoğru) yazsın…” söyleniyor. (Bekara 2/282) Burada yazmanın Allah’a nisbet edilmesi dikkat çekicidir. Bu hem yazı yazma kabiliyetini, hem de yazı malzemesini kullanma yeteneğni Allah’ın yarattığına işarettir. Bu yazma işinin de Allah’ın öğrettiği kurallar çerçevesinde olması gerektiği açıktır.

Bu âyetin sonun “zaten size öğreten de Allah’tır” deniyor. (Bekara 2/282) Böylece öğretme işi tümüyle Allah’a nisbet ediliyor.

Allah (cc) Hz. Musa’ya indirdiği nûr ve hidâyetle hem o günün İsrailoğullarına hem de onların atalarına bilmediklerini öğretmişti (ullim-tum). (En’am 6/91) Bu aynı zamanda ilâhi kitapları sadece bir kağıt parçası görenlere ciddi bir tenkit ve uyarıdır.

Hz. Süleyman kendilerine kuş dili öğretildiğini (ullim-nâ) söylerken şüphesiz öğretmenin öznesi olarak Allah’ı kasdediyordu.  (Neml 27/16)

Kur’an’ın şiir olduğunu iddia edenlere karşılık Allah (cc) “Biz, o Peygamber’e şiir öğretmedik (ma allem-nâ)” buyuruyor. (Yâsîn 36/69)

Bir âyette “Allah’ı O’nun öğrettiği (alleme-kum) gibi zikredin” buyuruluyor. (Bekara 2/239)

 

-Vahiy meleğinde nisbetle alleme;

Allah (cc) şöyle buyuruyor: “(Kur’an’ı) ona, üstün güçlere sahip, muhteşem görünümlü (Cebrail) öğretti…” (Necm 53/5-6) 

 

-Peygamberlere nisbetle alleme;

Hz. İbrahim ve hz. İsmail şöyle dua etmişlerdi: “Rabbimiz! İçlerinden onlara (soyumuza) bir peygamber gönder; onlara âyetlerini okusun, kitabı ve hikmeti öğretsin (yuallimu-hum) ve onları her kötülükten arındırsın (tezkiye etsin)…”  (Bekara 2/129)

Allah (cc) mü’minlere hitaben; “Nitekim kendi aranızdan, size âyetlerimizi okuyan, sizi her kötülükten arındıran, size kitap ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten (yuallimu-kum) bir peygamber gönderdik”  buyuruyor. (Bekara 2/151)

Allah (cc) ümmîlere, içlerinden, kendilerine âyetlerini okuyan, onları tezkiye eden, onlara kitabı ve hikmeti öğreten (yuallimu-hum) bir peygamber gönderendir…” (Cumua 62/2)

Böyle bir elçi göndermek Allah’ın kullarına ihsanıdır: “Andolsun, Allah, mü’minlere kendi içlerinden; onlara âyetlerini okuyan, onları arıtıp tertemiz yapan, onlara kitab ve hikmeti öğreten (yuallimu-hum) bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur. Oysa onlar, daha önce apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Ali İmran 3/164)

Demek ki  peygamberlerin bir görevi de ümmetlerine onların bilmediklerini, Allah’ın kendilerine öğrettiğini öğretmektir.

 

-İnsana nisbetle alleme;

“Doğrusu Biz onların; “Ona bu (vahyi) öğreten bir beşerden başkası değil” dediklerini çok iyi biliyoruz…” (Nahl 16/103)

Vahyin kaynağından ve onu Peygambere getiren meleğin varlığından şüphe içinde olanlar böyle iddia ediyorlardı. İnkârcılardan bir kısmı onu kendisi uydurduğu iftirasını atarken, Kur’an vahyinin ihtişamını farkedan bazıları ise “Kur’an’ı Muhammed’e birileri öğretiyor” diye daha tutarsız bir iddiada bulunuyorlardı. Ne ki, Kur’an vahyinin kadim düşmanı Mekke müşrükleri ve onların düşmanca söylemini tekrarlamaktan başka bir şey yapmayan Kur’an’ın modern düşmanlarının, kitap ehli bir klöleden Kur’an gibi tüm zamanlar ve mekanlara meydan okuyan ilhai hitabı hz. Peygamber’e öğretecek bir “süper (öğret)men” çıkarmaya çalışmaları, kara mizah olmaktan öte ilmi hiç bir değer taşımamaktadır. Burada asıl insanı hayran eden, Kur’an vahyinin kendi kaynağına dair öz ggüvenidir. Zira bu söylentiyi vahiy bizzat bize haber vermeseydi, bundan kimin haberi olurdu? Tek başına bu bile, vahyin kaynağının ilahiliğine dellildir.[90]

Hz. Musa kendisine ilim verilen yolcu arkadaşına şöyle demişti: “Sana öğretilenden, bana, doğruyu bulmama yardım edecek bir bilgi öğretmen için sana tâbi olayım mı?” (Kehf 18/66)

Av hayvanlarının terbiye edilmesinde ‘öğretme işi’ (tuallimûne-hunne) insana nisbet ediliyor. Ancak müsülüman bunu da Allah’ın kendisine öğrettiği (allem-tum) ile ancak yapabilir. (Maide 5/4)

Sihirbazları müsabaka yenilip müslüman olunca Firavun köpürdü ve onlara çıkıştı: “Demek, ben size izin vermeden önce ona (Mûsâ’ya) inandınız ha! Öyle anlaşılyor ki size sihiri öğreten (alleme-kum) baş ustanız bu olmalı…”  (Tâhâ 20/71. Bir benzeri: Şuarâ 26/49)

Rabbanîler, yani rabbin terbiyesine tam manasıyla teslim olanlar başkalarına “bize kulluk edin” demezler. Bilakis onlar insanlara “ilahi kelamı derinlemesine öğrenip onu başkalarına da öğreten (tuallimûne) Rabbaniler olun” derler.  (Âli İmran 3/79)

“(Ey Muhammed!) De ki: “Siz Allah’a dininizi mi öğretiyorsunuz? Oysa Allah, göklerdeki ve yerdeki her şeyi bilir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Hucurât 49/16)

“Zımnen, Kitab’a değil de, kitabına uydurmayı mı düşünüyorsunuz? Bu âyet iki manaya da gelir: 1-Allah sizi hangi inanç sisteminin mutlu edeceğini bilir, 2-Allah sizin keyfinize göre uydurup da adını ‘din’ koyduğunuz şeylerin gerçeğini bilir.[91] Âyet her ne kadar Peygamberin çağdaşlarına hitap etse de hükmü; inandıklarını iddia adip, dinlerini kendilerine uyduran, kendi zanlarının ‘din’ olduğunu zanneden her devrin insanını kapsar.

 

-Tealleme fiili;

Bu ‘tefeaale’ kalıbındandır ve öğrenme anlamındadır. ‚Tealleme‘; anlamları tasavvurda nefsin, aklın ilgisinin uyandırılmış olması demektir. Tekrarlama olduğunda ise bazen ı’lem (bildirme) manasında kullanılır. (Hucurat 49/16)[92]

Bir âyette iki meleğin (Harut ve Marut’un) insanlara “sakın küfre sapmayın” demedikçe kimseye bir şey öğretmiyorlardı (ma yuallimâni)” deniliyor. Ancak onların bulunduğu yerdeki düzenbazlar (şeytanlar) onlardan fitne çıkaracak şeyler öğreniyorlardı (yeteallemûne) (Bekara 2/102)

 

-Muallim;

Öğreten, bildiren. Türkçe’de öğretmen manasında kullanılıyor.

Kur’an’da ilm kökünden türetilmiş olan ta‘lîm fiili Allah’a nisbet edilmekle birlikte “yâ muallim” tarzında bir hitabın Allah için kullanılamayacağı konusunda ittifak vardır.[93]

Zira muallim, öğrettiği ilmi ta’lim ile öğrenene denir. Allah öğrettiği ilmi ta’lim ile öğrenmz ki ‚muallim‘ olsun. Peygamberler muallimdir. Zira öğrettikleri ilmi melek aracılığı ile Allah’tan ta’lim ederek öğrenmişlerdir. Kur’an’da yer almadı. Allah için airf ismi de kullanılmaz. Zira arif, marifete ermeden önce cahildir. Cehaletin ardından edinilen ma‘rifetin sahibine ârif denilir. Ma‘rife t ile ilim arasındaki fark da böyledir. Ma‘rifet bir şeyi diğerinden ayıran özü tanımaktır. İlim ise özü bilmeye hasredilmez. Yani ma‘rifet ilimdir, fakat her ilim ma‘rifet değildir.[94] 

Peygamber (sav) şöyle buyurdu: “Allah beni muallim (öğretmen) olarak gönderdi” (İbn-i Mâce, Mukaddime/229 no: 229)

 

-Muallem;

Öğretilen, ta’lime tabi tutulan. Bir âyette geçiyor.

„Nerede onlarda öğüt almak?! Oysa kendilerine (gerçeği) açıklayan bir peygamber gelmişti. Sonra ondan yüz çevirdiler ve “Bu bir öğretilmiş, bu bir deli!” dediler.“ (Dûhan 44/14)

Ya da „o başkalarınca doldurulmuş delinin teki“. „Başkalarını“ ima, iftiradaki tutarsızlığı örtme telaşının bir ürünü.“[95]

Mekkeli müşrükler uzun müddet Peygamberin davetinden yüz çevirdiler. Ona Muallem –öğretilmiş), mecnun (deli), şair dediler. Sekif kabilesinden arap olmayan bir köle ona öğretiyor dediler. Artık bu karakterde olan kimseler gafletten uyanmazlar, olaylardan ibret almazlar, ahidlerin (verdikleri sözde) durmazlar.[96]

Müşriklerin bu tutarsız iddiaları bir başka ayette şöyle ifade ediliyor: „Hiç kuşkusuz onların, “Ona (bütün) bunları mutlaka bir insan öğretiyor!” dediklerini pekala biliyoruz. Oysa, onların karalamak amacıyla îma ettikleri kimsenin dili bütünüyle yabancı bir dil olduğu halde, bu mesaj (hem kendisi) açık olan, (hem de gerçeğin özünü) apaçık gösteren Arapça bir söylemdir.” (Nahl 16/103)

Kur’an’ın vahiy yoluyla hz. Muhammed’e indiğini kabul etmeyenler bu ifadeyle, onun, vahiy aldığı yolundaki beyanının yalan olduğunu söylemek istiyorlar. Müşriklerden bazıları Kur’an’a Muhammed’in kendi “uydurmaları” gözüyle bakarken, bazıları da bunların ona bir yabancı tarafından öğretildiğini düşünüyorlardı. Bunun kimliği hakkında ileri sürülen tahminler spekülatif olup tarihsel değer taşımakatadır. Müşriklerin bu kuruntularıyla, Kur’an’ın onun tarafından yazıldığını söylemeyi ile iltifat sayıp, onun kaynağının yabancı bir öğretmene, Arap olmayan efsanevî bir kişiliğe izafe ettiler.[97]

“Üstelik, inkâr edenler: “Bu onun uydurduğu bir yalandan başkası değildir. Üstelik bu konuda başka bir topluluk da ona yardım etmiştir” dediler. İşte ileri sürdükleri bu iddiayla, hem haksızlık etmiş, hem de gerçeği çarpıtmış oldular. (Furkan 25/4)

Mekkeli müşrikler Kur’an’ın hükümlerini kendi düzenleri açısından zararlı gördükleri için, onun etkisini çeşitli yollarla önlemeye çalışıyorlardı. Bu yollardan biri de Peygamberin bu Kur’an’ı birilerinden aldığı, ya da birilerinin yardımıyla kendisinin icat ettiği iddiasıydı. Ancak Kur’an gibi beşer üstü bir kitabın rastgele ve meçhul kişilerden alındığı iddiası sapmalıktan başka bir şey değildir.[98]

12.07.2016

Zaandam

 

[1] Keskin, H. İslâm Düşüncesinde Kader ve Kaza, Beyan Yay. İstanbul 1997, s: 85

[2] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 513. İlmin ve türevlerinin anlamları için bakınız: İbn Fâris, A. Mekâyisu’l-Lüğah, s: 596. el-Cevherî, İ. B. H. es-Sıhah, 5/356-357. İbni Manzur, M. B.M. Lisânu’l-Arab, 10/263-265. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, S: 513-515

[3] el-Isfehânî, R. El-Müfredât, s: 513

[4] İbni Manzur, M. B.M. Lisânu’l-Arab, 10/264. el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 513

[5] İbni Manzur, M. B.M. Lisânu’l-Arab, 10/264

[6] Esed, M. Kur’an Mesajı, İşaret Yay. İstanbul 1996, 2/515

[7] İbni Manzur, M. B.M. Lisânu’l-Arab, 10/264

[8] İbni Manzur, M. B.M. Lisânu’l-Arab, 10/264

[9] Bolay, S. H. TDV İslam Ansiklopedisi, 2/358

[10] İbni Manzur, M. B.M. Lisânu’l-Arab, 10/265

[11] İslâmoğlu, M. Âyetlerin Işığında, Denge Yay. İstanbul 2004, s: 65. Hayat Kitabı Kur’an, 1/637

[12] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 514

[13] Yıldırım, S. Kur’an Meali, Enbiyâ 107 Açıklayıcı not

[14] Kutluer, İ. TDV İslâm Ansiklopedisi, 22/109

[15] İbn Fâris, A. Mekâyisu’l-Lüğah, s: 596. İbni Manzur, M. B. M. Lisânu’l-Arab, 10/263

[16]Cürcânî, et-Ta'rifât, Dâru’l-Kütübi’l-Ilmiyye, Beyrut 1421-2000, s: 157

[17] el-Useymin, M. B. S. Şerhu’l-Usûl min Ilmi’l-Usûl, Dâru’l-Ğaddi’l-Cedîd, Kahira 1428-2006, s: 55

[18] İslâmoğlu, M. Hayatı İnşa Eden Kur’an Kavramları, s: 82

[19] el-Isfehani, R. el-Müfredat, s: 513. en-Neal, M. Fevzi. Mevsûatu’l-Elfâz’l-Kur’aniyye, el-Yemâme Dimeşk 1423-2003, s: 537-538

[20] Tacu’l-Arûs’tan nakleden: Keskin, H. İslâm Düşüncesinde Bilgi Teorisi, Beyan Yay. İstanbul 1997, s: 22. Keskin, H. İslâm Düşüncesinde Kader Ve Kaza, Beyan Yay. İstanbul 1997, s: 86

[21] Topaloğlu, B.-Çelebi, İ. Kelâm Terimleri Sözlüğü, İSAM Yay. İstanbul 2010, s: 149

[22] Keskin, H. İslam Düşüncesinde Bilgi Teorisi, s: 20

[23] İslâmoğlu, M. Esmâ-i Hüsnâ, 1/766

[24] İslâmoğlu, M. Hayatı İnşa Eden Kur’an Kavramları, s: 82

[25] Kalkan, A. Ansiklopedik Kur’an Kavramları, D. Emre Yay. İstanbul 2011, 6/45

[26] Kalkan, A. Ansiklopedik Kur’an Kavramları, 6/45

[27] Kalkan, A. Ansiklopedik Kur’an Kavramları, 6/45

[28] Kalkan, A. Ansiklopedik Kur’an Kavramları, 6/46

[29]A. Bulaç, Bilgi Neyi Bilmektir, Bakış Yay. İstanbul 2003, s: 61

[30] Yıldırım, S. Kur’an’da Ulûhiyet, s: 149

[31] Keskin, H. İslâm Düşüncesinde Kader ve Kaza, s: 87

[32] İslâmoğlu, M. Hayatı İnşa Eden Kur’an Kavramları, s: 82

[33] Mukâtil b. S., el-Vücûh ve’n-Nezâir, s: 112

[34] Nüzhetü’l-Uyun, s: 451-453den nakleden Yavuz, Y. Ş. TDV İslâm Ansiklopedisi,  22/108

[35] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2736

[36] Zamahşerî, el-Keşşaf, 1/579

[37] Çelik, M. Kur’an Kur’an’ı Tanımlıyor, s: 114

[38] Ebu Zehrâ, M. el-Mu’cizetu’l-Kübrâ el-Kur’an, s: 353

[39] İslamoğlu,M.  Hayat Kitabı Kur’an, 2/812

[40] İslamoğlu,M.  Hayat Kitabı Kur’an, 1/631

[41] Keskin, H. İslâm Düşüncesinde Bilgi Teorisi, s: 23-24

[42] İslâmoğlu, M. Hayatı İnşa Eden Kur’an Kavramları, s: 82

[43] Http://www.teknikelektrik.com/mobil/kose-yazisi/1406/kuranda-ilim.html.

[44] İslâmoğlu, M. Hayatı İnşa Eden Kur’an Kavramları, s: 83

[45] Heyet, Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, TDV Yay. İstanbul 2006, s: 483

[46] İbni Manzur, Lisânu’l-Arab, 10/263. el-Hanefi, İbn ebi’l-Izz, Şerhu’l-Akidetü’t-Tahâviyye, el-Mektebetü’l-İslâmiyye Beyrut 1408-1988, s: 141

[47] Taftazânî, Şerhü'l-Akaid, s: 22-23

[48] es-Sâbûnî, N. Mâtûridiyye Akâidi, Diyânet İş. Baş. Yay. Ankara 1998, s: 75

[49] Yıldırım, S. Kur’an’da Uluhiyet, Kayıhan Yay. İstanbul 1987, s: 145

[50] Yıldırım, S. Kur’an’da Uluhiyet, s: 149

[51] İslâmoğlu, M. Hayatı İnşa Eden Kur’an Kavramları, s: 81

[52] Yıldırım, S. Kur’an’da Ulûhiyet, s: 145

[53] Yıldırım, S. TDV İslâm Ansiklopedisi, 2/461

[54] Yıldırım, S. TDV İslâm Ansiklopedisi, 2/461

[55] Yıldırım, S. Kur’an’da Ulûhiyet, s: 147-148

[56] el-Besyûnî, H. A. el-Esmâu’l-Hüsnâ (ter.) Karınca Yay. İstanbul 2004, s: 143. Sabık, S. el-Akâidu’l-İslâmiyye, Dâru’l-Feth, Kahira 1420-2000, s: 60

[57] İslâmoğlu, M. Esmâ-i Hüsnâ, 1/766

[58] İslâmoğlu, M. Esmâ-i Hüsnâ, 1/772-773

[59] Yıldırım, S. Kur’an’da Ulûhiyet, s: 148

[60] Yıldırım, S. Kur’an’da Ulûhiyet, s: 149

[61] Yıldırım, S. Kur’an’da Uluhiyet, s: 149. Bilgiz, M. Kur’an’da Bilgi Kavramı, s: 188

[62] Esed, M. Kur’an Mesajı, 2/890

[63] Heyet, Kur’an Yolu, 4/415

[64] Kalkan, A. Ansiklopedik Kur’an Kavramları, 6/43

[65] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 514

[66] Zamahşerî, el-Keşşâf, 1/577

[67] İslâmoğlu, M. Hayatı İnşa Eden Kur’an Kavramları, s: 82

[68] İslâmoğlu, M. Esmâ-i Hüsnâ, 1/791-792

[69] İslâmoğlu, M. Hayatı İnşa Eden Kur’an Kavramları, s: 83-84

[70] İslâmoğlu, M. Hayatı İnşa Eden Kur’an Kavramları, s: 84

[71] Ağırakça, A. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Âlim Mad.

[72] Ağırakça, A. Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Âlim Mad.

[73] İslâmoğlu, M. Kalemler Öğreten Adına, Düşün Yay. İstanbul 2007, s: 118

[74] Kalkan, A. Ansiklopedik Kur’an Kavramları, 6/48

[75] İslâmoğlu, M. Hayatı İnşa Eden Kur’an Kavramları, s: 87-88

[76] İbni Kesir, Muhtasar Tefsir, 2/105

[77] Kurtubî, el-Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an, 2/2374

[78] İbni Hişam, Siyer, 2/514. Vahidî, Esbâbu’n-Nüzûl, s: 54

[79] Kutluer, İ. TDV İslam Ansiklopedisi, 22/110

[80] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 514

[81] el-Isfehânî, R. el-Müfredât, s: 513

[82] en-Neal, M. Fevzi. Mevsûatu’l-Elfâz’l-Kur’aniyye, el-Yemame Dimeşk 1423-2003, s: 537-538

[83] İslâmoğlu, M. Esmâ-i Hüsnâ, 1/778-780

[84] Kalkan, A. Ansiklopedik Kur’an Kavramları, 6/48

[85] İslâmoğlu, M. Esmâ-i Hüsnâ, 1/790-791

[86] Esed, M. Kur’an Mesajı, 3/1287

[87] Esed, M. Kur’an Mesajı, 3/1095

[88] Esed, M. Kur’an Mesajı, 1/11

[89] İslâmoğlu, M. Hayatı İnşa Eden Kur’an Kavramları, s: 85

[90] İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 1/520-521

[91] İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/1031

[92] el-Isfehânî, el-Müfredât, s: 514

[93] Yavuz, Y. Ş. TDV İslâm Ansiklopedisi, 2/461, 22/109

[94] İslâmoğlu, M. Hayatı İnşa Eden Kur’an Kavramları, s: 81

[95] İslâmoğlu, M. Hayat Kitabı Kur’an, 2/984

[96] Elmalılı, H. Y. Hak Dini Kur’an Dili (sad.) 7/72

[97] Esed, M. Kur’an Mesajı, 2/552

[98] Heyet, Kur’an Yolu, DİB Yay. Ankara 2004, 4/128