Sözün başında şu tesbitleri yapmamız gerekiyor

1-İslâm Tevhid dinidir;

Bu şu demektir: Yerde ve gökte tek ve gerçek bir ilâh vardır. İnsanlar tarafından uydurulan bütün ilâh düşünceleri yanlıştır ve şirktir. Hayatın ve kâinatın sahibi o bir tek ilâh olan Allah’tır. Hayatı yaratan, hayata ilişkin kuralları da koyandır.

İslâmda inancın özü bu bir Allah inancına dayandığı gibi, hayat anlayışı, ibadet faaliyetleri, varlığı izah etme düşüncesi, insan ve toplumla ilgili prensipler de bu inanca bağlıdır.

 

Tevhid inancı, ilk insandan kıyamete kadar geçerlidir. Bir başka deyişle ilk peygamber Adem’den (as) son Peygamber Hz. Muhammed’e (as) kadar, bütün peygamberler aynı inancı (dini), aynı anlayışı, aynı dünya görüşünü insanlara anlatmışlar, aynı gerçeklere davet etmişler, aynı Allah’a ibadet etmelerini söylemişlerdir.

“Allah’ın katında din yalnızca İslâmdır” âyeti de buna işaret etmektedir. Bu âyet, Allah (cc) din olarak sadece İslâm’ı kabul edeceği anlamına geldiği gibi, Allah (cc) insanlara din olarak yalnızca İslâm’ı göndermiştir şeklinde de anlaşılabilir.

Öyleyse İslâm bir tanedir. Geçmişte  de, Hz. Muhammed zamanında da, günümüzde de...

Çünkü Din (İslâm), insanlığın tarih içerisindeki tecrübeleri, kazanımları veya kültürü değildir. O, Allah’ın denemek üzere yarattığı şerefli varlık olan insanın, yani dünyanın efendisinin dünya hayatını düzene koyması için uygun gördüğü hayat proğramıdır. İnsanı tehlikelerden koruyan bir sığınak, zincirlerden azami derecede kurtaran bir hürriyet nizamıdır. İnsanın dünyasını düzenleyen, imtihanı kazanmasını sağlayan, onu mutlu etmek isteyen bir yaşama biçimidir.

Din (İslâm), şerefli ve üstün yaratılan insanın bu şerefini koruması veya daha da yüceltmek üzere gönderilen ilâhî rahmettir.

İnsanı terbiye edip, iyi şeylere yönlendiren, kötü ve çirkin işlerden koruyan, zulüm ve haksızlıklardan uzaklaşmayı öğreten bir öğretidir. İnsanların haklarının boyutlarını en uç noktaya kadar gösteren ve nasıl yerine ulaşacağı öğreten bir adalet ve denge sistemidir.

 

2-İslâm evrenseldir;

Kaynağı ilâhî olduğu için evrenseldir ve zamanlar üstüdür. Yani bütün zamanalrda ve bütün coğrafyalarda geçerlidir. 

Zira, insana uygun olan ve onu mutlu eden, insana insan özelliği kazandıran yüce değerler eskimez. Yüce değerler/prensipler insandan inasana, çağdan çağa değişmez.

 

3-İslâmın ana prensipleri ve hedefleri sabittir;

İslâmın inanç esaslarında, yilik ve kötülüğün tanımında, yüce değerlerinde, temel ahlâkî ilkelerinde, hak ve hukuk ölçülerinde değişiklik yoktur.

Mesela ilk insan Hz. Âdem’in oğullarından birinin diğerini haksız yere öldürmesi o zaman da kötü idi, şimdi de kötüdür. Bir kimsenin diğerine iyilik etmesi o zaman da güzeldi, şimdi de. Ne var ki iyiliğin şekli ve araçları değişebilir. Ama iyilik yüce bir değerdir ve her devirde geçerlidir.

Hz. Âdem’in davet ettiği inanç esaslarıyla Kur’an insanları davet ettikleri aynıdır. 

Hedef dareyn saadeti ise bu hiç bir peygamberin tebliğinde farklı olmamıştır.

 

4-İslâmda değişebilecek hükümler vardır;

Zaman değiştikçe insanların ihtiyacı farklılaşır. Hükümlerin (kanunların) o ihtiyacı karşılayacak şekilde gelişmesi tabii bir olaydır.

Bunun yanında her toplum, kendi kabiliyetine ve imkanlarına göre kültür geliştirir, medeniyetler kurar, çeşitli yaşama biçimleri, sosyal hayat tarzı geliştirebilir.

Kültür ve medeniyetlere, hayat biçimlerine ve sosyal ilişkilere; inanç, tabiat şartları, yetenekler, başka kültürlerden yararlanma her zaman etkili olmuştur. Müslüman olan toplumların da kültürlerinde veya yaşama tarzlarında Din’in etkisi olduğu gibi, başka kültür ve medeniyetlerden etkilenmeleri de söz konusudur.

Müslümam toplumlar, bu noktada Din’i, bir anlamda kendilerine göre yorumlamışlar, Din’in izin verdiği, (ya da karışmadığı) alanlarda, kendilerine göre kültürler, medeniyetler, anlayışlar, örf ve âdetler geliştirmişlerdir.

Tevhid tarihi boyunca ibadet ilkesi değişmemiştir ama, bazı ibadetlerin adedi ve şekli Peygamberlerden peygambere az da olsa değişmiştir. Muamelat -miras, ticaret, medenî hukuk, toplumsal ilişkiler, devletler hukuku, toplumsal maslahatlar- gibi.

 

B-İSLÂM ŞERİATİNİN MAKSADI:

İslâm şeriatinin maksadını öncelikle üç maddede açıklamak mümkün:

1-Beşer aklını hurafe ve taklid esaretinden kurtarmak.  Bu, Allah’a iman, aklî deliller ve hür düşünce ile gerçekleşir.

2-Ferdin ruh ve ahlâkını ıslah etmek, onu hayır ve iyiliğe yöneltmek. Arzu ve ihtirasların akıl ve vazife duygusuna galip gelmesini önlemek. Bu, Allah’a devamlı itaat ve uhrevî sevap ve ceza inancıyla gerçekleşir.

3-Toplum hayatını, genel emniyeti, insanlar arasındaki adaleti ve hürriyetlerin korunmasını sağlamak. Bu da, İslâmın ictimaî nizamı ile sağlanır.

Bunları şöylece özetlemek mümkün:

-Fikrî inanç,

-ruhî ibadet,

-hukukî ve kazaî nizam.

İslâmî nass’ların vaz’nın sebebi bu olduğu gibi ümmet tarafından geliştirilen fıkhın de genel maksadı bunlardır. Bazı hükümlerin bağlayıcı, bazı hükümlerin yasak, bazı hükümlerin tavsiye nitelikli olmasının sebebi de bu amacı sağlamaktır.

 

C-HUKUKUN (FIKHIN) ANA HEDEFİ    

İslâm fıkhının en önemli hedefi faydanın sağlanması ve zararın kaldırılması yoluyla kişi ve toplum düzeninin korunmasıdır.

Buna fıkıh diliyle;

*‘celbu’l-mesâlih def’u’l-mefâsid’ (menfeati celb, mazarrat-ı def’) denmiştir.

Bu, fıkıhta genel bir kaidedir ve İslâm hukukunun en büyük gayesidir.

Bu da insanının halinin ıslahı ve fesadın kaldırılmasıyla sağlanır. İnsan âlemin efendisi olduğuna göre onun ıslahı âlemin ıslahıdır. İslâm daveti buna aklın ıslahı demek olan itikadın ıslahıyla başlamıştır. Sonra nefsin ıslahına önem vermiştir. “Vücudta bir et parçası vardır...” hadisi buna işarettir.

Maslahat; kendisinde üstün bir salah (iyilik) bulunan şeydir. Maslahat, kendisiyle salahın hasıl olduğu fiildir. Yani, toplum ve bireyler için devamlı ve çoğunlukla bir faydanın bulunduğu eylemdir.

Maslahat iki kısımdır:

-Maslahatü’l-âmme

-Maslahatü’l-hâsse.

Mefsedet:  Maslahata zıd olandır. Kendisiyle fesadın (zararın) meydana geldiği fiildir. Yani kişi ve toplum için devamlı ve çoğunlukla zararlı olan faaliyettir.

Özelde İslâm hukukunun genelde İslâmın hedefi bu olduğuna göre, itikadî, amelî, ahlâkî ve teşrî bütün ölçüler bu amaca yöneliktir.

Şüphesiz ki maslahat ve mefsedet ölçüleri sübjektif olabilir. Ama müslümanlar bunların genelde Kur’an ve Sünnet’e uygun olmalarına dikkat ederler.

 

Maslahatın Türleri:

-Toplum düzeni açısından yararlar:

 

1-Zarûrî yararlar (el-Mesâlihu’d-Darûriyye-Zarûrât)

Toplumun tüm fertlerinin faydasını sağlayan, olmazsa olmaz maslahatlar. Bunlar gözetilmezse fert ve toplum düzeni bozulur. Bunlar;

a-Dini muhafaza,

b-Aklı muhafaza,

c-Nefsi muhafaza,

d-Nesli muhafaza,

e-Malı muhafa,

 

2-Hâcî yararlar (el-Mesâlihu’l-Hâciyye) Hâciyyât.

Gözetilmezse toplum düzenin bozulmayacağı ama düzgün olarak da yürümeyeceği şekilde ümmetin faydasına olan işler. Bu da genişlik ve ref’u’l-harec/zorluğun kaldırılmasına duyulan ihtiyaçtır.

Mesela, alım-satım, kiralama, borçlanma, akitler, mübah muamaleler, neslin bakımı ve terbiyesi, nikâh, ailenin korunması, namusları saldırıdan koruma, kötülük yollarının kapatılması (faizin haramlığı, sakıncalı satışlar) hükümleri gibi.

Bunların bir kısmı zarûriyat maslahatın tamamlayıcısıdır, bir kısmı da beş zarûrî korumanın içine girerler.

 

3-Tahsinî yararlar (el-Mesâlihu’t-Tahsiniyye), Tahsiniyyât.

Kendileriyle güven içinde ve tatmin olmuş olarak yaşayacak, diğer milletlerin gözünde ümmeti güzel gösterecek faydalardır. Güzel âdetler, muâmeleler gibi. Fıtrî özelliklere uymak gibi.

Kötülüğe giden yolları kapatmak (seddü’z-zerâi’), bir tehlikeye düşmekten iyidir. Hatta “def-u zarar, celb-u menfeatten evlâdır” denmiştir.

Tahsinî maslahat coğu zaman mesâlih-i mürsele, yani kamu yararınadır. Kur’an ve Sünnet’in serbest bıraktığı kıyasa açık konularda, toplumun menfeatına uygun hükümler verilebilir.

 

İslâm hukukunun ana hedeflerine şunlar da eklenebilir:

 b-Hakların sahiplerine ulaştırılması esastır (adalet),

c-Zulmün azaltılması (Zarar vermek de yoktur, zarara uğramak da),

d-Kolaylaştırma,

e-Zarûrete itibar.

 

D-YENİ BİR FIKIH DİLİ

1-Ortak Fıkıh Diline Doğru

Acaba İslâm ülkelerinin dışnda, ya da İslâmın uygulanmadığı modern toplumlarda İslâmı büyük oranda yaşamak mümkün mü?

Böyle toplumlarda yeni bir fıkıh dili veya ortak bir fıkıh dili oluşturabilir miyiz?

İnsan fiillerine dair veya toplumda olabilecek olayların hükümleri ister nâsslarda olsun, isterse ictihât yoluyla sonradan ortaya konulmuş olsun; yukarıda saydığımız üç ana maslahatı korumaya yöneliktir. Öyleyse dini anlamada, anlatmada ve uygulamada bu maslahatlar  gözetilmesi gerektiği gibi, başka kültürlerle ve âdetlerle karşılaşıldığı zaman da aynı gayeler gözönüne alınmalıdır.

Müslümanların azınlıkta olduğu ülkelerdeki durumu da bu çerçevede ele almak mümkündür. Bu gibi yerlerde yerleşik siyasi sistem, kanunlar manzumesi, örf ve âdetler, dünya görüşü ve kültür hemen peşinen reddedilmeden veya kabul edilmeden önce bu ölçüye vurulmalıdır. Hangi hüküm, kanun, kültür unsuru, ya da örf İslâmın ‘zarûriyyât’ ilkesi ile çelişiyor, hangileri ‘tahsiniyyât’ kısmına dahil edilebilir?

Bu ayrım ne olarak belli olduktan sonra seçim yapmak, tercih etmek veya rededetmek daha kolay olur. Bu ayrım nasıl olacak, kim yapacak?

Elbette her müslüman bilgisi dahilinde bundan sorumludur. Gücü ve ilmi yetmediği durumlarda daha ilerideki alimlerin görüşlerinden ve ictihatlarından faydalanır. (İctihat konusu aşağıda gelecek.)

İsterseniz konuyu bir de İslâmın sabiteleri ve değişmezleri açısından ele alalım:

 

Din’in (İslâm’ın);

a-Sabiteleri, yani asla değişmeyen, değişmesi de gerekmeyecek esasları/ilkeleri vardır.

b-Din’in (İslâm’ın) değişmeye izin verdiği, ya da değişmeye müsait prensipleri vardır.

***Din’in değişmeyecek hükümlerini yukarıda saydık.

Değişebilir hükümler ise, insan ve toplum maslahatını (faydasını) esas alan meselelerdir. Yani bir konu insana faydalı ise;

***Din’in özüne aykırı olmayacak şekilde o meseleye yeni hüküm getirilir.

***İslâm’ın ilkelerinin hemen hepsi evrenseldir. Buna karşın fıkıhtaki  bazı hükümleri tarihseldir. Bunlar değişebileceği gibi günümüz şartlarında yeni hükümlere kaynak ve örnek olabilirler.

***Fıkıhta kabul gören şöyle genel bir kaide vardır: “Lâ yünkeru teğâyyuru’l-ahkâm bi teğayyuru’l-ezmân” “Zamanın değişmesiyle bazı hükümlerin değişeceği inkâr olunamaz.”

Dinî metinlerde, yani Kur’an ve Peygamberimizin hadislerinde değişkenlik olmaz. Ama bunların yorumlarında  her zaman farklılıklar olabilir. Farklı yorumların da farklı hükümlere yol açtığı bilinen bir şeydir.

 

--- (Değişmezlik (dinî metinler)-değişkenlik (dinî yorumlar))

Yine Din’in (İslâm’ın) ideal hedefleri, bir de o ideallerin üzerine bina edildiği realite/gerçekler vardır. İdeal hedefler, çoğu zaman realiteyi göz önünde bulundurur ve insan maslahatına uygun hükümlerin verilmesine zemin hazırlar.

Şüphesiz ki bu yeni hükümler Din’in değişebilir alanında söz konusudur.

 

2-Hükümde ana metodlar:

Din’in değişebilir veya değişmez esaslarını şöyle formüle edebiliriz:

1-Lafız (Dinî metinler): Değişmez.

2-Maksad-nihâî gaye (Mekâsıdü’ş-şeria): Değişmez.

3-Hüküm (ictihad-fetva)/uygulama: Değişebilir.

İslâm; Kur’an ve Sünnet’e, yani Peygamberin vahy adına yaptığı uygulamalar ve O’nun sözlerine dayanır. Kur’an ve sahih (sağlam) hadislerin lafzı (sözü) değişmez. Yine bu kaynaklarda insanların faydasına olmak üzere ortaya konulan hüküm ve ölçülerin de maksatları/hedefleri de değişmez.

Burada problem, maksadın ne olduğunu tesbit edebilmektir. Kur’an’daki veya hadislerdeki bir hükmün maksadının ne olduğunu kim belirleyecek?

Birisine göre hükmün hedefi şudur, diğerine göre ise şudur. Acaba hangisi isabetli olacaktır? Üstelik lafzın (âyet ve hadislerin) farklı anlaşılması veya farklı yorumlanması, hayat değiştikçe yeni olayların ortaya çıkması da mümkün.

İşte bu noktada farklı görüşlerle karşı karşıyayız. Yine bu noktada ictihat imkanı gündeme geliyor.   

 

3-Yeni Fıkıh Dili İçin İmkan: İctihad

a-İctihad nedir?

İctihad, bir entellektüel cihadtır.

Belli bir konuda fikrí yoğunlaşma, en doğrusunu bulma yolunda yoğun bir zihinsel çaba sarfetmektir.

Cehd kökünden gelen ‘ictihad’ sözlükte; nefsi, güç sarfederek ve meşekkati yüklenerek bir işe koşmak demektir. (R. el-Isfehâní, Müfredat, s: 142. M. Ebu Zehra, İslam H. Metodolojisi, çev. A. Şener, Ankara s: 325)

Bir şeyi elde edebilmek için güç ve çaba sarfetmek anlamında gerçek, kıyas ve benzeri yollarla hüküm çıkarmak manasında mecazdır. (Zebidi, Tacu’l Arus 2/329. Zamahşeri, Esasu’l Belağa, s : 156. nak. İslam Hukukunda İctihad, H. Karaman, Ank. s: 15)

Peygamberimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

“Hâkim (hükmeden-karar veren) ictihad eder ve isabetli karara ulaşırsa kendisine iki ücret (sevap) verilir. Eğer ictihad eder ve hatalı karar verirse ona da bir ücret verilir.” (Buharí, İ’tisam/21, 9/133. Müslim, Akdiye/15, Hadis no: 1716. Ebu Davud, Akdiye/2, Hadis no: 3574. Tirmizí, Ahkâm/2, Hadis no: 1326. Nesâí, Kadâ/3, 8/197.)

İctihad kelimesi bu hadiste, ‘dini hükmü anlamak ve belli bir meselede uygulamak’ anlamında kullanılmıştır.     

 

b-Istılahta (Kurumsal) İctihad:

Fıkıh ilminde ‘ictihad’, fer’i (detay) olan İslâmí hükümleri, mufassal (onlara ait) delillerinden anlayıp çıkarmak için olanca gücün sarfedilmesidir. Bu deliller de Kitap, Sünnet, icma ve kıyastır. (Ş. V. Dehleví, Dört Risale, ter. H. Karaman, s: 152)

Bu tanıma göre kurumsal ictihad iki kısma ayrılır:

1-Hükümleri çıkarıp açıklamakla ilgili ictihad,

2-Hükümleri uygulamakla ilgili ictihad. (M. Ebu Zehra, İ. H. Metodolojisi, s: 325)

Bu demektir ki;

**İctihad etmeye yetkili müctehid bütün gayretini harcamaktadır, ki ondan ötesine gücü yetmemektedir.

**Müctehid olmayanın göstereceği zihinsel çaba fıkıhta gözönüne alınmaz.

**Bu çaba (cühd), ameli ve şer’i hükümleri anlamak için olmalıdır. Buna göre aklî, hissî, ya da dile dair hükümleri anlamak için gösterilen çaba fıkıh usulcülerine göre kurumsal manada ictihad değildir.

**Dini hükümlerin delillerinden araştırma ve inceleme (istinbat) yoluyla çıkarılması gerekir.

Buna göre birinden fetva sormak, islîmî ilimleri kaynaklarından anlamak, ya da öğrenmek fıkıh usulünde ictihad değildir. (A. Zeydan, Fıkıh Usulü, çev. R. Özcan, s: 521)

Kurumsal ictihad, gerekli ehliyeti kazanmış bir alimin, Kur’an-ı Kerim ve hadislerin yoruma açık kısımlarını delillere dayanarak hükümler çıkarması veya çıkarılan hükümleri uygulamak üzere yoğun bir şekilde zihinsel çaba sarfetmesi demektir.                    

Bilindiği gibi Kur’an, hayatla ilgili hükümlerin kısmını açıklamıştır, bir kısmına işaret etmiştir veya Sünnete bırakmıştır. Bazı konularda ise bir takım ip uçları vererek, insanların bu konular üzerinde düşünmelerini tavsiye etmiştir.

Peygamberin (sav) sünneti, Kur’an’ın açıklaması veya uygulamasıdır. O, hayatında Kur’an’ın hükümlerini uygulamış, işaret edilenleri vahiyden aldığı yetkiyle açıklamış ve bazen de ashabıyla istişare ederek/görüşerek hükümler vermiş, uygulamalar yapmıştır.

Peygamber (sav) kendi zamanında kimi sahabelerin bazı konularda yaptıkları doğru ictihatları kabul etmiş, ‘Kur’an’da ve Sünnette bulamadığım konularda kendi ictihadımla karar vereceğim’ diyen sahabeyi takdir etmiştir.

Rasûlüllah (sav) Muaz b. Cebel’i (ra) Yemen’e göndermek istediği zaman ona şöyle sordu:

“-Sana bir dava geldiği zaman nasıl hüküm vereceksin?” Muaz b. Cebel;

“-Allah’ın Kitabıyla” şeklinde cevap verdi. Peygamber bu sefer;

“-(Sana gelen davanın hükmünü) orada bulamazsan” diye tekrar sordu. O da;

 “-Allah’ın Rasûlü’nün sünnetiyle hükmederim” dedi. Peygamberimiz;

 “-Ne Rasûlüllah’ın sünnetinde ve ne de Allah’ın Kitabında (o meseleyi) bulamazsan? diye yine sordu. Muaz şöyle cevap verdi:

“-Kendi görüşümle ictihad edeceğim ve bundan da geri kalmayacağım.” Bunun üzerine Peygamberimiz eliyle onun göğsüne vurarak;       

“-Rasûlüllah’ın elçisini, onu memnun edecek şekilde başarılı kılan Allah’a hamdolsun” buyurdu. (Ebu Davud, Akdiye/Hadis no: 3592. Tirmizí, Ahkâm/3, Hadis no: 1327. İbni Abdi’l Berr, Camiu Beyani’l ‘İlm, 2/56.)

Ben ictihadı bir ‘kurumsal manasıyla ictihad’, bir de ‘sözlük manasıyla ictihad’ diye ikiye ayırmak istiyorum:

Kurumsal anlamda ictihad derken daha çok fıkhí konularda, ‘yapılmalı, yapılmamalı, caizdir, caiz değildir, farzdır, ya da haramdır’ gibi bağlayıcı hükümleri kasdediyoruz.

Nitekim Kur’an’da ve Sünnette hükmü bulunmayan, bir kaç manaya gelme ihtimali bulunan, ya da çok açık olmayan pek çok mesele ictihad kurumuyla şekillenmiş, İslâm ümmeti asırlardan beri müctehid alimlerin bu ictihadlarıyla dini tanımış ve yaşamaya çalışmıştır.

(Fıkıh usûlünde; kurumsal anlamdaki ictihada re’y, istinbat, fıkıh ve istidlâl de denilir.)        

Nasslarda, yani Kur’an ve Sünnet’te bütün bütün olayların net karşılığını bulmak imkansızdır. İslâmın nassları genel hükümleri ve genel prensipleri ortaya koyarlar. Zamanın fakihleri de olayları bu genel prensipler çerçevesinde değerlendirirler ve müslümanları ilgilendiren hükümlerini bulmaya çalışırlar.  

İnsanların yaşayış şekilleri ve hukuku ilgilendiren olayları sayılamayacak kadar çoktur. Bunlar da durmadan değişmektedir. Dolaysıyla her olay için bir nâss’ın olması imkansızdır. Nâss sınırlı, olaylar sonsuz olduğuna göre yeni olaylara fıkıhtan cevap bulmak için ictihad ihtiyacı kendiliğinden ortaya çıkar.        

Müslümanlar hayatlarının bütün alanlarında dinlerine uygun yaşamak, bütün sorunlarını Kur’an’a ve Sünnet’e göre çözmekle  görevlidirler.

Kur’an’da ve Sünnette o sorunun açık çözümü yoksa; o zaman ne yapılacak?  Müslüman ya o meseleyi -yeterli ilmi varsa- kendisi çözer, ya da kendisinin bilgisi yetersiz ise fıkıh ilminde yetkin bir alimin o konudaki ictihadını kabul eder.

Herkesin fıkıh ilmini bütünüyle bilmesi, ictihad edebilecek şartları taşıması mümkün olmadığına göre, müslümanların Kur’an’ı daha iyi anlamaları ve dinlerini daha iyi yaşayabilmeleri için bilenlerin ictihadına uymaları gerekir.

Sözlük anlamıyla ictihad derken de, fıkıh ilmi dışında, her sahada yetkin bilginlerin, kararın en doğrusunu vermek, müslümanlara sağlıklı bir bakış açısı kazandırmak, yeni ve faydalı fikirlere ulaşmak, yeni sorunlara İslâmın genel mantalitesi çerçevesinde yeni çözümler üretmek ve nihayet başkaları tarafından üretilen yalan-yanlış, ardı-arkası gelmez iddialara tutarlı cevap bulmak amacıyla yapılan bütün entellektüel çalışmaları, bütün yoğun zihinsel çabaları kasdediyoruz.

Bu çabaların dille veya kalemle ifade edilmesi arasında fark yoktur.

Kur’an’ı anlamaya çalışmak, Kur’an üzerinde düşünmek, yeni açılımlar keşfetmek, hayata ilişkin yeni yorumlar geliştirmek, diní hükümlerin hikmetleri üzerinde yoğunlaşma ve benzerí faaliyetler birer zihinsel cihadtır.

Faydalı bütün ilim dallarında araştırmalar yapmak, gerçeğin tesbit edilebilmesi, ya da en isabetli hükme varılabilmesi için yapılan bütün zihinsel çabalar, kelime anlamıyla ictihadtır.

 

c-İctihadın İşleyişi:

a-Fıkıhta ictihad edilerek varılan hükümler zannidir. Yani âyet ve hadisler gibi kesin değillerdir. 

Bundan dolayı ‘ictihad ile ictihad nakzolunmaz’ denmiştir. Yani yapılmış ictihadlar, aynı konu üzerinde ictihad yapmaya engel değildir. 

b-Bir şer’í hüküm’de ictihad olabilmesi için, o hükmün yoruma açık olması gerekir. Kesin ve açık hükümlerde ictihada zaten ihtiyaç bulunmamaktadır.

“Mevrid-i nass’ta ictihada mesağ yoktur” denilmiştir. Yani Nass’ın (Kur’an ve Sünnet’in) açıkça ortaya koyduğu meselede ictihad yapmaya ihtiyaç yoktur. (A. Şener, K. I. Istıslah, s. 62-63)

c-İslâmí nâss’ların bazıları ‘muhkem’ değildir. Onlar üzerinde farklı yorum yapmak, ya da birden fazla hükme ulaşmak imkanı vardır. 

d- Müctehidler de pek çok hükmü kendi zamanlarındaki şartlara ve örfe göre vermişlerdir. Örfün, şartların veya zaruretin değişmesiyle hükmün değişmesi de tabiidir. Bu ihtiyaç ta hayat devam ettiği sürece sona ermeyecektir.

Bu noktada işin ehli alimlerin ictihadına ihtiyaç vardır. Aksi halde İslâmı, anlamak ve yaşamak zorlaşır. O zaman da müslümanlar İslâm dışında çözümler aramak zorunda kalabilirler.

Ayrıca insanlar ve toplumlar geliştikçe, ortaya yeni problemler, yeni anlayışlar ve adetler çıkmakta, yeni olaylarla karşılaşılmaktadır. Eğer ictihad kurumu olmasaydı, belki milyonlarca konu çözümsüz kalırdı.

Nâsslar ve ictihadların bir kısmı toplumdaki yerleşik hükümleri, örfleri ve nizamı değiştirmek üzere ortaya konulur. Bir kısmı da toplumda yerleşik örf ve âdetlere mahzur olmadığı için dokunmaz. İkinci kısma giren hükümler, zaman içinde şartların ve adetlerin değişmesiyle değişebilirler.

Nâssların ortaya konuluş sebebini anlamak, adet ve şartların durumunu takdir ile yeni olaylara ve sorunlara nâsslara uygun cevap ve hükümler bulmak ictihad kurumuyla mümkündür. (H. Karaman, İ. H. İctihad, s: 30)

İslâmdaki ictihad faaliyeti, İslâm hukukunun her devirde ve yerde uygulanmasını sağladığı gibi, onu donukluktan (statiklikten) kurtarır. İctihad, hem İslâm’ın mevcut hükümlerinin uygulanabilmesi, hem de sonradan ortaya çıkmış sorunlara İslâmî çözümler getirilebilmesi için gereklidir.

İslâmí hükümler ile hayat arasında bir kopukluk yoktur, olmamalıdır. İctihad bu kopukluğu ortadan kaldıran çok önemli bir çabadır.

 

d-Müctehid Kime Denir?

 ‘İctihad’ fiilinin fail (özne) ismidir. İctihad yapan demektir.

Fıkıhta ictihad yapmaya ehliyetli islâm alimlerine ‘müctehid’ denir. Fıkıh alimi anlamındaki ‘fâkih (çoğulu: fukahâ)’ ile fetva vermeye ehliyetli ‘müftí’ yaklaşık aynı anlamda kullanılmaktadır. 

Kurumsal ictihad yapabilme şartlarını taşıyan alimlere müctehid denir. Öyleyse Fıkıh ilmi dışındaki ilim dallarında, gerçeğe ulaşmak üzere yoğun zihinsel çalışma yapanlar, her ne kadar –sözlük anlamıyla- ictihad faaliyeti yapsalar da onlara müctehid demiyoruz. 

Alimler, kurumsal anlamda ictihad yapacak kimselerde bazı özelliklerin olmasını şart koşmuşlardır.      

1-Arapçayı bütün özellikleriyle, sanat dallarıyla, kelimelerin kazandıkları manalar yönüyle bilmek,

2-Kitab’ı (Kur’an’ı) dil, sanat, sûre, âyet, iniş (nüzul) sebebleri, muhkem-müteşâbih, nasih-mensuh, mucize oluşu açısından ve özellikle ahkâm ayetlerinin inceliklerini bilmek,

3-Peygamberimizin kavlí, fiilí ve takrirí sünnetini; sahih ve zayıflık yönünden, mütevâtirlik ve Rasûlüllah’ın uygulamaları açısından bilmek,

4-Fıkıh usûlünü, yani fıkıh ilminin metodunu, şeriatın delillerini ve bunların nasıl kullanılacağını, özellikle kıyas metodunu bilmek,

5-Üzerinde alimlerin ‘icma’ ettikleri konuları bilmek,

6-Şeriat hükümlerinin amaçlarını, insanların faydalarını (maslahatlarını) ve hükümlerin illetlerini (sebeplerini) bilmek,

7-Yaratılış olarak bu işi becerebilecek bir kabiliyette olmak. Açık bir zihne, ince bir anlayışa, geniş bir kavrayışa, basirete (sağlam bir bakış açısına) sahip olmak,

8-İyi niyetli ve sağlam bir itikada sahip olmak ta müctehid olmanın şartlarından sayılmıştır. (M. Ebu Zehra, İ. H. Metodolojisi, s :  325-332. A. Zeydan, Fıkıh Usülü,  s: 522-527)

 

e-İctihadın Önemi

‘İctihad kapısı bütün çeşitleriyle kapalıdır’ iddiası din adına bir talihsizliktir.

İctihad, dinin her devirde yaşanabilmesinin çabasıdır, çözümüdür. Bu çabayı kaldırmak, dini doğma haline getirir, statikleştirir. Bazı kimselerin görüşlerinin de din zannedilmesine yol açar. İctihad kapısını kapamak, İslâmî hükümlerin uygulanmasının önüne tıkayıp, insanları çözümsüzlük yüzünden başka milletlerin hukuk ilkelerine yöneltmektir. Ya da İslâm’ı hayata uygulamayı zorlaştırmaktır.

         İslâm hukukunda terim anlamıyla ictihad, şeriat ilimleri ile sınırlıdır. İctihadı geniş anlamıyla alıp, din konusunda söylenen her şeye, varılan her yoruma ictihad deyip, sonra da hepsini; ictihad kapısı kapalı olduğu için reddetmenin mantığı yoktur.

Yeter ki bu işleri yapanlar iyi niyetli olsunlar, ilim adamı ahlâkıyla hareket etsinler... İslâm’ın asıl kaynaklarına bağlı kalsınlar, İslâm’ı ve onun ilkelerini çağa, siyasí sistemlere ya da kendi heva ve heveslerine, birilerinin keyfine uydurmaya kalkmasınlar.

 İslâm, hiç kimsenin çağına, keyfine, hevasına, ölçüsüne, kafa yapısına uymak durumunda değildir.

 *** Öyleyse günümüzde kurumsal ictihad daha çok bazı sahalarda uzmanlaşmış, din ilimlerinde müctehid olmanın şartlarına ulaşmış uzmanlardan oluşacak kurullar tarafından yapılması daha faydalıdır.             

Bu ictihad da hiç bir zaman yeni mezhebler uydurmak, yeni namaz kılma, oruç tutma veya hacc yapma şekli icat etmek, yeni ibadetler ihdas etmek, İslâmı çağa uydurmak, hele hele reform etmek hiç değildir. 

 

E-AVRUPA MÜSLÜMANLARI KAVRAMI

Şimdi gelelim, şu topluma göre, bu gruba göre, şu zamana göre, bu coğrafyaya, ya da şu rejime göre İslâm olur mu sorusuna.

Acaba, İslâm’ın değişebilir hükümlerinden hareketle ortaya konan farklı ictihatlara, farklı İslâmî yorumlara, farklı İslâm anlayışlarına, ayrı ayrı İslâm diyebilir miyiz?

Yukarıda geçtiği gibi Allah katında Din İslâm’dır, İslâm da bir tanedir. İslâm zamanların, toplumların, grupların, mazheplerin, rejimlerin, kültürlerin kalıbına sığmaz. Yorumlar, icitihatlar, anlayışlar farklı olsa da İslâmın sabiteleri asla değişmez. Kimsenin rengini veya damgasını almaz. Eğer öyle olsaydı ortada vahye dayalı din kalmaz, toplumlara, kültürlere, sistemlere uygun din anlayışları kalır.

Bu gün de zaten bu problemi yaşıyoruz.

Buna göre Türk İslâmı, Arap İslâmı, Avrupa İslâmı, ortaçağ İslâmı, modern İslâm olmaz. Farklı yorumları, yeni ictihatlara, ya da müslüman halkların İslâmın etkisinde kalarak meydana getirdikleri kültürlere, yaşama biçimlerine, hayat zenginliklerine İslâm diyorsak; o zaman yukarıdaki isimlendirme doğru olabilir.

Fakat ortada İslâm adına konulanların hangisi vahye dayalı İslâm’a aittir sorusuna cevap verilemez.

İnsanların hepsi kuldur. Her kul da Allah’ın kendisi için yarattıkları ile yaşamaktadır. Öyleyse Allah’a şükür borçları vardır. Şükür borcu da ibadetle yerine getirilir.

Bu gerçek asırlara, toplumlara, kişilere ve mekanlara nisbetle değişmeyeceğine göre, bu hedefi gösteren vahyin esası değişmemelidir.

Avrupa İslâmı tabiri bu açıdan doğruyu yansıtmadığı gibi, dini değiştirme, kendine uydurma, hatta onu reform edip kuşa çevirme anlayışını da hatırlatıyor.

Ancak bizlere Avrupa Müslümanı denilmesinde bir sakınca görülmemektedir.

Burada önemli olan, kime, hangi zamana, hangi coğrafyaya, hangi gruba ait İslamdan olmak değil, Allah’ın razı olacağı İslâmdan olmaktır.

Din (İslâm) su gibi işine gelenegin kalıbına uymak, arzu edenin rengini almak üzere gönderilmedi. Tam tersine herkes, her devir ve her coğrafya İslâmın kalıbına uyarsa kazanır, şerefe kavuşur.

İslâm olma gerçeği bunu gerektiriyor.

 

Hüseyin K. Ece

15.12.04 Zaandam